NOKTANIN SONSUZLUĞU:
İnsan, varlığının farkına
vardığı andan itibaren bir yandan kâinatı, diğer taraftan kendi derinliğinde
varlığını hissettiği ‘’gerçek beni’’ aramaya
yönelmiş, farklı din ve inanca sahip pek çok insan kendi din ve inançları
merkez olmak üzere Yaradan’a ulaşmaya çalışmıştır.
İnsanın kendini tanıması
ve kendinde var olanı görmesi fikir gözünün açılması ile mümkündür. Ancak o
zaman insan Fâni’de Bâki’yi zevk edebilecektir.
Asıl olan kişinin kendini
gönül gözü ile görmesi ve kendinde var olan esasın farkına varmasıdır. Bunun
yolu da Yaratıcısını tanımaktan geçer. Çünkü cüz, Küll’den bir parçadır.
Allah ancak mânâ yönüyle
bilinebilir. Madde yönüyle kendini tenzih etmiştir. Görünene ‘’Allah’’ demek,
O’nu bir Esma ile hudutlandırmak, ‘’Allah değildir’’ demekse, O’nu inkâr
etmek olur. Doğrusu ikisi arasında bir yol bulmaktır. Allah’ı dünyadayken
görmek lâzımdır. Nerede görülecektir? Tabi ki, en mükemmel yaratık olan
İnsan’da, yani İnsan-ı Kâmil’de.
Allah’ı; Mûsevîler Tenzih
ile, Îsevîler ise Teşbih ile kabul eder.
Tenzih;
Allah’ın asla idrak edilemeyip, her türlü şekilden ve anlayıştan uzak
olduğunu kabul etmektir. Bu nedenle Mûsevîlik şerîattır. Havralarda sadece
Allah’ın altı yönden münezzeh olduğunu belirten ve ‘’Mühr-ü Süleyman’’ adı verilen altıgen yıldız vardır.
Teşbih ise;
Baktığı yer varlıkta Hakk’ın bir tecellîsini görmek olup Hakîkat’tir ve din
olarak Îsevilîkte ortaya çıkmıştır.
Onlar Allah’ı Hz. Îsâ’da görürler. İslâmiyet ise Tenzih ve Teşbihi kendinde
toplayan mârifet dinidir. Teşbih anlaşılmadan Tenzih’in ne olduğu idrâk
edilemez.
‘’Biz bir resûl göndermedikçe azap edecek
değiliz’’ (İsrâ sûresi-15)
Resûl akıldır. Çocukların
ve akılsızların bu nedenle yükümlülükleri yoktur. Akıl zıtlıklarla çalışır. Şer
ve hayır ancak akıl sayesinde idrâk edilir. İmam Câfer; ‘’Peygamber senin dışındaki akıl,
akıl senin içindeki Peygamber’dir‘’ demiştir. İnsan dünyaya mâsum
olarak geldiği halde bûlûğ çağından itibaren bu mâsumiyetini kaybeder.
Tevdid’de cinsiyet farkı
ortadan kalkarak yine masumiyetini kazanır. Tevhid’de Bir’den başka bir şey yoktur.
Görülen çokluk, Bir’in aynalardaki görüntüsünden başka bir şey değildir. Tevhid
insanda hem içtedir, hem dıştadır. Dışta olana fiil, içte olana sıfat denir.
İkisini de iyileştiren kimse insan olmaya adaydır.
Tevdid ehli için mâsivâ (dünya)
diye bir şey yoktur. Çünkü aslını seven gölgesini de sever.
Tevhid’in zevkine
varabilmek için orta düzeyde gitmek gerekir. Yoksa kişi çevresiyle konuşacak ve
iletişim kuracak insan bulmakta zorluk çeker.
Tevhid anlayışına göre,
zât ‘’tek’’, sıfatlar farklıdır ve tek bir vücud vardır. Böyle olunca karşısındaki kendisi
olduğundan, komşusu aç olanın tok gezmesi günah olur. Çünkü aç gibi gördüğü
komşusu, aslında kendinden gayrı değildir ve insanın kendini aç bırakması da
vücuduna zararlı olduğu için günahtır.
Tevhid bir noktadan ibârettir. Bu anlayışa göre hiç
bir şeye dokunmak doğru değildir. Çünkü her dokunulan dokunanın kendisidir.
Karşısındakine dokunan kendisine dokunmuş olur. Bu nedenle kim ne yaparsa
kendisine yapar. Çünkü görünen kendi zâtıdır ve kendisinden başkası yoktur.
Tevhid ehlinin kaşığının
sapı bir metre olur. Ehl-i Tevhid Hak’tan gayrı bir şey olmadığı için düşman
kavramı da yoktur. Ehl-i Tevhid
nazarında en büyük Kâfir-i Billah İnsan-ı Kâmil’dir. Neden? Çünkü Allah O’nu
gizler, O da Allah’ı. (Kâfir, Küfürden türemiştir. Küfür ise perdedir)
Satranç Tevhidi en iyi
anlatan oyundur. Vezir; Akl-ı küll, Şah; Peygamber yani İnsan-ı Kâmil’dir.
Akl-ı Küll O’nun etrafında tavaf edip durur. Kale; koruyucu zırh yani melekler, Fil; anasır-ı erbaa (ateş, hava, su, toprak), Piyon ise İnsan’dır.
Tevhidin sonu acziyetini
idrak etmektir. Tevhid kitap okumakla öğrenilmez. İnsana kendini bildiren,
canlı kitap olan Mürşid’dir. Mürşid irşad eden/yol gösteren, mürid ise
irade ve talep edendir.
Mürid’i önce Hak kabul
eder, onu Hz. Habib-i Ekrem’ine gönderir. O’da kabul ederek Mürşid’ine
gönderir. Müridler, Mürşid’lerini en az ayda bir kez görmelidirler. Çünkü
onların gözlerinde ‘’FEYZ-İ MUKADDES’’ denen
görünmez, bir nevi lâzer ışını vardır. Bu mürşid’e ‘’FEYZ-İ AKDES’’ olarak gelir, ‘’FEYZ-İ
MUKADDES’’ olarak çıkar.
Himmet, insanın
milyarlarca beyin hücresinden bir kısmının açılması demektir. Bunu Mürşid
yapar. Anne nasıl bebeğini sütü ile besledikten sonra, onu sütten keserek kendi
gıdasını kendisinin temin etmesini ve kendi ayaklarının üzerinde durmasını
beklerse, Mürşid de müridini bir süre ilim sütü ile besledikten sonra, eline
kazma ve küreği vererek ilmi kendi kuyusundan çıkarmasını bekler. Buna ‘’fefhem’’ kendin bul denir.
Bu artık sorularının
cevaplarını düşünerek bulmaya başlamaları demektir. Yeteri kadar
olgunlaşırlarsa onlar da başkalarını besler. Bu ‘’baba’’ veya ‘’mürşid’’ makamıdır.
Mürşid’lik Rab esmasının tecellîsidir. Mürşid’lik
birbirinden intikâl eden bir Sakal-ı Şerif bohçasıdır. Bu bohça, her efendinin
kendi efendisini sarmalayıp içine almasıyla oluşmuştur ve o bohçalardan her
birinin sahibi vardır. Sakal-ı Şerif’in kırk bohçaya sarılmasının nedeni, RİSALET harfi olan ‘’MİM’’ in ebced değerinin 40 olmasıdır.
Mürşid, MÂNÂ ve MADDE’nin birleştiği yer yani
BERZAH’tır.
Konuşmalarıyla Mürşid’in
ağzından çıkan Kevser, kulak kadehi yolu ile dinleyenin kalbine doğmaya başlar.
Bu doluş devam ederse güneş mağribden/batıdan doğar ve müridin kıyameti kopar. Kişi
ne kadar sohbet dinlerse dinlesin ancak bir gölet olabilir. Onun göl olabilmesi
için kaynağının kendinde olması gerekir.
Gül ancak açınca kokusu
ortaya çıkar. İnsanın kokusu da düşünceleridir. O gül kulda açmadan Allah,
kulun düşüncelerini etrafa yaymasına izin vermez.
Her Mürşid, kendi bayrağı
altında topladığı müridlerinin önüne düşer ve onları ‘’Liva-ül Hamd’’ adı verilen Peygamberimizin bayrağı altında
toplamak üzere O, ilim şehrine ulaştırır. Çünkü hepsi sonunda orada
toplanacaktır.
Mürşid, insanı âhiret
âleminde ‘’veled-i kalp’’ olarak
doğurduktan sonra, onu sohbet sütüyle besleyip büyüten annedir. Mürşid Ümm-ül
Kitap’tır. Ümm-ül Kitap ve Fâtiha aynı şeydir. Fâtiha bütün kapıları fetheden
demek olup Mürşid’e işarettir. Kendi kapılarını fethedip, kendi kitap olmayan,
başkalarının kapılarını açamaz. Fâtiha sadece Mürşid’lere verilir. Bu onların
örtülerini atmış olduklarını gösterir.
Mürşid’in vazifesi kişiye
kendini öğretmek, kendini bildirmek, onun mânevî âleme doğmasını sağlamaktır.
Doğum gerçekleştikten sonra Mürşid’in işi biter. Ondan sonrası Allah ile kul
arasındadır ve Mürşid oraya karışmaz. Herkes kısmetine razı olacaktır. Allah
kendisine cellâtlık görevi bile vermiş
olsa o görevi kabullenecektir.
Kişi kendini bilirse, o
zaman sevmediği bir esmanın etkisi altına girdiğinde, daha güçlü bir esmaya
sığınması gerektiğini bilir. En büyük esma da İsm-i Âzam olan ALLAH’tır.
Mürşid’in vazifesi kişileri değiştirip başka kişiler
haline getirmek, onları farklılaştırmak değil, onlara kendilerini bildirmek ve
üzerlerindeki örtüyü açmaktır. Kendini
bilen de, kendi kitap olacağı için kendi kitabını okur, başka kitaba ihtiyaç
duymaz. Önemli olan, insanın içindeki kaynağı faaliyete geçirip fışkırtmaya
başlamasıdır. Mürşid bunu yapar.
Herkes bir noktadan hayata
başlar. Kiminin perdesi lâtifleşerek incelir. Kiminin ise kalınlaşır. Perdenin
kalkması, insanın güneşinin doğması demektir. Bundan sonra bayram namazı kılınır.
İnsan-ı Kâmil veya
Mürşid’in sembolü minaredir. Her minarenin kapısı kıbleye bakar. İnsan o
minarenin merdivenlerini çıkıp, şerefeye ulaşmadıkça etrafını göremez. O merdivenleri
çıkan, ezanı okuyup etrafını namaza yani kurtuluşa davet edebilir.
Bir Mürşid kâinatıyla
birlikte Peygamberi ve Allah’ı bir noktada toplayabilirse, bu nokta Mürşid’lik
noktasıdır. Mürşid’lerin bütün
çırpınışları, kendilerine yeni bir elbise bulabilmek içindir. Müridler;
Mürşid’lerinin rûhunun elbiseleridir. Efendi ile görüşme, bir mayalanmadır.
Müridin hamuru bu maya ile kabarır.
Bu maya Maya-i Muhammedi’dir.
Mürşid’ler ilâhi âlemde
direksiyondadırlar. Bu âlemin direksiyonunda olanlar da gelmiştir, ama nâdir
olarak. Mürşid’ler Allah’tan hiç bir şey istemezler. Ama Allah onların bütün
ihtiyaçlarını, onlara verilen hediyelerle karşılar.
Hiç bir Mürşid, yerine
bırakacağı birini yetiştirip nöbeti devretmeden göçmez. Mürşid’deki HİLÂFET, Allah’ın elbise değiştirmesinden başka bir şey
değildir. Her asırda bir elbise değişir. Her asrın bir Kâmil’in meşrebine
uygun olması bu sebepledir. Zamanın sahibi asabi, yani celâllî ise o asırda
savaşlar, felâketler fazla olur. Zât cemâl ehli ve yumuşak huyluysa ilim ve
irfan kapıları açılır. Celâli isyanının bastırılamaması, zamanın sahibinin
asabi mizaçta olmasına bağlanmıştır. Burada zamanın sahibi Hak’a alettir.
Allah’ın bazı sevgili kulları
göçerken afakta da bazı celâli tecelliler ortaya çıkmaktadır. Bunlar ‘’doğa olayları’’ olarak görülür.
Kâmil’in göçü ile Küll boşalmakta,
ama yeri boş kalmayarak dolmaktadır.
Günümüzde keşfedilen bütün teknolojik gelişmeler,
keşifler, İnsan-ı Kâmil’in vücudundan afâka yansıyan olaylardan başka bir şey
değildir. Bunlar aslında İnsan-ı Kâmil’den yansıyan bir rüya iken, o rüyaların
afâka/dışa yansımasıdır. Bu rüya içinde rüyadır. Hz. Peygamber gibi büyük zâtlar
da birer hayalden ibarettir.
İnsan-ı Kâmil’in yolla
ilişkisi kalmadığı yani evini bulmuş olduğu için O, hakîkat ehlidir. O’nun
yolla ilişkisi ancak birini kurtarıp eve getirmek şeklindedir. İnsan-ı Kâmil,
Kur’ân-ı Nâtık’tır. Kendi Kur’ân olmayan Kur’ân’ı anlatamaz.
Her Kâmil etrafındakilere
ışık saçtıktan ve pek çok kişiyi yetiştirip onları, kendilerini bilir hale
getirdikten sonra, kemâlâtın kaybolmaması için mevcûdun içinden bir gül
yetiştirip, onda fenâ bulmak sûretiyle görevin devamlılığını sağlar. Her koyun
sürüsünün bir çobanı vardır. O başa Mürşid veya Tasavvuf diliyla ‘’GÜL’’ denir.
Allah Allahlığını,
Peygamber Peygamberliğini kimseye vermez. Peygamber Allah’ın gölgesi, Mürşid
ise gölgenin gölgesidir. Dünya da gölgedir. İnsan gölgesine dönerse onu
tutamaz. Gölgesine arkasını dönerse, gölge onun peşini bırakmaz. Işığa arkanı
dönersen gölgenin peşinden koşarsın. Işığa yüzünü dönersen gölgen peşinden
gelir. İnsan-ı Kâmil’ler gölgesizdir.
Mürşidlerin bazı
müridlerine görev ve bazı yetkiler vermeleri; ‘’Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığına bakmaz mısın’’ (Fûrkan
sûresi-45) hükmünce gölgelerini uzatmaları anlamına gelir.
Tüm ölenlerin rûhu İnsan-ı
Kâmil’de toplandığı için ona ‘’rûh’ların
kabri’’ denir. Tüm rûhlar O’na gömülür. (O’ndan gelinir, O’na dönülür)
Hacer-ül Esved; İnsan-ı
Kâmil olup, kâinatın gözüdür. Allah kâinatı O gözle görür. Bunun insandaki
temsilcisi kalpteki ‘’nokta-yı süveyda’’dır.
Allah kulunu oradan görüp, oradan idâre eder.
‘’Kulunu ayetlerimizden bir bölümünü kendisine
gösterelim diye bir gece Mescid-i Haram’dan, çevresini mübârek kıldığımız
Mescid-i Aksa’ya götüren Allah her türlü eksikten münezzehtir’’ (İsrâ Sûresi -1)
Kıblenin Kudüs’teki Mescid-i
Aksa’dan (afak), Mescid-i Haram’a (enfüs) çevrilmesi, yüzün celâlden cemâle
çevrilmesidir. Yani insanın kaynağını kendinde bulması anlamına gelir.
Mescid-i Aksa Mürşid, Mescid-i Haram ise
Kalp’tir.
Tasavvufi eğitim, kendini
kendinde bırakıp yine kendini kendinde buluncaya kadar çalışmak ve kendini
kâinatta, kâinatı da kendinde bulmaktan ibarettir. Kişi eğitimini arttırdıkça
her şeyin kendisi olduğunu öğrenir. Başkalarına sağladığı fayda aslında
kendinedir. Bu bilince TEVHİD
bilgisi denir.
İlim kullara iki yolla
verilir:
Vâsıtasız (Feyz-i Akdes, Kalp/Ledün
bilgisi)
Vâsıtalı (Feyz-i Mukaddes/Mürşid)
Vâsıtalı (Feyz-i Mukaddes/Mürşid)
Sıfat zâtın içindedir.
İçte olan Feyz-i Akdes olarak, dışta
olan Feyz-i Mukaddes olarak gelir. Yüzünüzü Mescid-i Aksa’dan, Mescid-i Harama
çeviriniz demek, yani yüzünüzü Mürşid’den kendi içinize (kalbinize) çeviriniz
demektir.
Bazı insanlar dünyaya arı
peteğinde olduğu gibi dolu, bazısı yarı dolu, bazısı boş gelir. Dolu olan Feyz-i Akdes ile doldurulmuştur. Boş
olanlar ise Feyz-i Mukaddes yani mürşid ile doldurulacaktır.
Biz hepimiz ilâhi âlemde
bir vücûdu teşkil eden bir hücreden ibâretiz. Vücûd tektir. Mânâsı Allah,
maddesi Hz. Muhammed’dir. Geri kalan yani ümmet, o vücudun azaları ve
hücreleridir.
Hz. Peygamber; ümmetim,
ümmetim demiştir. Bizler onun ümmeti yani azaları olduğumuz için, davetine
icabet etmeyenleri dahi reddetmemiştir. Bu aynı insanın bir bölümünü yok etmesi
gibi bir durumdur.
Her şey letâfetten
kesâfete gelmiş olduğu için, sonunda yine letâfete dönecektir.
Hayat bir noktada toplanır
(Cem/RÛH MAKAMI)
Kâinata yayılır (Fark/ZITLIK)
Tekrar bir noktada birleşir (Cem-ül Cem/KALP MAKAMI)
Tekrar bir noktada birleşir (Cem-ül Cem/KALP MAKAMI)
İçi dışı bir, göründüğü
gibi olan ve olduğu gibi görünen bir varlık olduğumuzda ancak İNSAN oluruz. İnsan eti yenmeyen,
derisi giyilmeyen, tüyünden bir şey yapılmayan bir canlı olduğu halde neden
yaratılmıştır. Sadece SEVGİ için.
(Bu nedenle insan eti haramdır, yenmez)
‘’Mekrettiler, Allah da mekretti. Allah mekredenlerin
hayırlısıdır’’ (Âli-İmrân sûresi-54)
Allah’ın yaptığı mekir (hile)
bizimki gibi zararlı değil, kulları için faydalı hilelerdir.
Hz. Mûsâ; ‘’Allah’ın yaptığı en büyük hile, dünyayı
bize var göstermesidir’’ demiştir. Eğer böyle olmasaydı, insanlar bu üç
günlük ömürlerinde dünyaya ve dünya malına tapmaya kalkarlar mıydı? Bize
dünyayı nasıl var göstermiştir? Her şey kendinden ve bir mânâdan, bir
düşünceden ibâret olduğu halde, o mânânın muhafazası olan kabı bize var gibi göstermekle...
Aynı şekilde birbirine zıt esmâlarla bir taraftan Firavûn’u
yaratıp, ona Firavûnluk yaptırmak, diğer taraftan da Hz. Mûsâ’yı yaratıp onu,
doğru yolu göstersin diye Peygamberlikle görevlendirmek, ‘’TAVŞANA KAÇ, TAZIYA TUT’’ demek değil midir?
Lütfi Filiz Hz.
1911 yılında Tire’de doğdu. 34 yaşında iken Mürşidi Osman Dede’ye bağlandı.
Mürşidinin 5 yıl sonra vefat etmesiyle ikinci hocası Kenzî Aziz Şenol’a inkisap
ederek 23 yıl boyunca Allah aşkını paylaştı. Aziz Dede’nin vefatıyla yıllar
boyunca aldığı bilgileri yaptığı sohbetlerle talip olanlara nakletti. Bu arada
hayatını kazanmak için 56 yıl boyunca da saatçilik mesleğini sürdürdü. 2007
yılında Hakk’ın rahmetine kavuşan Lütfi Filiz Hz. aynı zamanda da şair ve neyzendi.