1 Kasım 2014 Cumartesi

NOKTANIN SONSUZLUĞU:

İnsan, varlığının farkına vardığı andan itibaren bir yandan kâinatı, diğer taraftan kendi derinliğinde varlığını hissettiği ‘’gerçek beni’’ aramaya yönelmiş, farklı din ve inanca sahip pek çok insan kendi din ve inançları merkez olmak üzere Yaradan’a ulaşmaya çalışmıştır.

İnsanın kendini tanıması ve kendinde var olanı görmesi fikir gözünün açılması ile mümkündür. Ancak o zaman insan Fâni’de Bâki’yi zevk edebilecektir.

Asıl olan kişinin kendini gönül gözü ile görmesi ve kendinde var olan esasın farkına varmasıdır. Bunun yolu da Yaratıcısını tanımaktan geçer. Çünkü cüz, Küll’den bir parçadır.

Allah ancak mânâ yönüyle bilinebilir. Madde yönüyle kendini tenzih etmiştir. Görünene ‘’Allah’’ demek, O’nu bir Esma  ile hudutlandırmak, ‘’Allah değildir’’ demekse, O’nu inkâr etmek olur. Doğrusu ikisi arasında  bir yol bulmaktır. Allah’ı dünyadayken görmek lâzımdır. Nerede görülecektir? Tabi ki, en mükemmel yaratık olan İnsan’da, yani İnsan-ı Kâmil’de.

Allah’ı;  Mûsevîler Tenzih ile, Îsevîler ise Teşbih ile kabul eder.
                           
Tenzih;  Allah’ın asla idrak edilemeyip, her türlü şekilden ve anlayıştan uzak olduğunu kabul etmektir. Bu nedenle Mûsevîlik şerîattır. Havralarda sadece Allah’ın altı yönden münezzeh olduğunu belirten ve ‘’Mühr-ü Süleyman’’  adı verilen altıgen yıldız vardır.
                
Teşbih ise; Baktığı yer varlıkta Hakk’ın bir tecellîsini görmek olup Hakîkat’tir ve din olarak  Îsevilîkte ortaya çıkmıştır. Onlar Allah’ı Hz. Îsâ’da görürler. İslâmiyet ise Tenzih ve Teşbihi kendinde toplayan mârifet dinidir. Teşbih  anlaşılmadan Tenzih’in ne olduğu idrâk edilemez.

 ‘’Biz bir resûl göndermedikçe azap edecek değiliz’’ (İsrâ sûresi-15)

Resûl akıldır. Çocukların ve akılsızların bu nedenle yükümlülükleri yoktur. Akıl zıtlıklarla çalışır. Şer ve hayır ancak akıl sayesinde idrâk edilir. İmam Câfer; ‘’Peygamber senin dışındaki akıl, akıl senin içindeki Peygamber’dir‘’ demiştir. İnsan dünyaya mâsum olarak geldiği halde bûlûğ çağından itibaren bu mâsumiyetini kaybeder.

Tevdid’de cinsiyet farkı ortadan kalkarak yine masumiyetini kazanır. Tevhid’de Bir’den başka bir şey yoktur. Görülen çokluk, Bir’in aynalardaki görüntüsünden başka bir şey değildir. Tevhid insanda hem içtedir, hem dıştadır. Dışta olana fiil, içte olana sıfat denir. İkisini de iyileştiren kimse insan olmaya adaydır. 
                                        
Tevdid ehli için mâsivâ (dünya) diye bir şey yoktur. Çünkü aslını seven gölgesini de sever.  
Tevhid’in zevkine varabilmek için orta düzeyde gitmek gerekir. Yoksa kişi çevresiyle konuşacak ve iletişim kuracak insan bulmakta zorluk çeker. 
                                                                                                     
Tevhid anlayışına göre, zât ‘’tek’’, sıfatlar farklıdır ve tek bir vücud vardır. Böyle olunca karşısındaki kendisi  olduğundan, komşusu aç olanın tok gezmesi günah olur. Çünkü aç gibi gördüğü komşusu, aslında kendinden gayrı değildir ve insanın kendini aç bırakması da vücuduna zararlı olduğu için günahtır.

Tevhid bir noktadan ibârettir. Bu anlayışa göre hiç bir şeye dokunmak doğru değildir. Çünkü her dokunulan dokunanın kendisidir. Karşısındakine dokunan kendisine dokunmuş olur. Bu nedenle kim ne yaparsa kendisine yapar. Çünkü görünen kendi zâtıdır ve kendisinden başkası yoktur.

Tevhid ehlinin kaşığının sapı bir metre olur. Ehl-i Tevhid Hak’tan gayrı bir şey olmadığı için düşman kavramı da yoktur. Ehl-i Tevhid nazarında en büyük Kâfir-i Billah İnsan-ı Kâmil’dir. Neden? Çünkü Allah O’nu gizler, O da Allah’ı. (Kâfir, Küfürden türemiştir. Küfür ise perdedir)

Satranç Tevhidi en iyi anlatan oyundur. Vezir;  Akl-ı küll,  Şah; Peygamber yani İnsan-ı Kâmil’dir. Akl-ı Küll O’nun etrafında tavaf edip durur. Kale; koruyucu zırh yani melekler, Fil; anasır-ı erbaa (ateş, hava, su, toprak), Piyon ise İnsan’dır.

Tevhidin sonu acziyetini idrak etmektir. Tevhid kitap okumakla öğrenilmez. İnsana kendini bildiren, canlı kitap olan Mürşid’dir.  Mürşid irşad eden/yol gösteren, mürid ise irade ve talep edendir.

Mürid’i önce Hak kabul eder, onu Hz. Habib-i Ekrem’ine gönderir. O’da kabul ederek Mürşid’ine gönderir. Müridler, Mürşid’lerini en az ayda bir kez görmelidirler. Çünkü onların gözlerinde ‘’FEYZ-İ MUKADDES’’ denen  görünmez, bir nevi lâzer ışını vardır. Bu mürşid’e ‘’FEYZ-İ AKDES’’ olarak gelir, ‘’FEYZ-İ MUKADDES’’ olarak çıkar.

Himmet, insanın milyarlarca beyin hücresinden bir kısmının açılması demektir. Bunu Mürşid yapar. Anne nasıl bebeğini sütü ile besledikten sonra, onu sütten keserek kendi gıdasını kendisinin temin etmesini ve kendi ayaklarının üzerinde durmasını beklerse, Mürşid de müridini bir süre ilim sütü ile besledikten sonra, eline kazma ve küreği vererek ilmi kendi kuyusundan çıkarmasını bekler. Buna ‘’fefhem’’ kendin bul denir.

Bu artık sorularının cevaplarını düşünerek bulmaya başlamaları demektir. Yeteri kadar olgunlaşırlarsa onlar da başkalarını besler. Bu ‘’baba’’ veya ‘’mürşid’’ makamıdır.

Mürşid’lik Rab esmasının tecellîsidir. Mürşid’lik birbirinden intikâl eden bir Sakal-ı Şerif bohçasıdır. Bu bohça, her efendinin kendi efendisini sarmalayıp içine almasıyla oluşmuştur ve o bohçalardan her birinin sahibi vardır. Sakal-ı Şerif’in kırk bohçaya sarılmasının nedeni, RİSALET harfi olan ‘’MİM’’ in ebced değerinin 40 olmasıdır.

Mürşid, MÂNÂ ve MADDE’nin birleştiği yer yani BERZAH’tır.

Konuşmalarıyla Mürşid’in ağzından çıkan Kevser, kulak kadehi yolu ile dinleyenin kalbine doğmaya başlar. Bu doluş devam ederse güneş mağribden/batıdan doğar ve müridin kıyameti kopar. Kişi ne kadar sohbet dinlerse dinlesin ancak bir gölet olabilir. Onun göl olabilmesi için kaynağının kendinde olması gerekir.

Gül ancak açınca kokusu ortaya çıkar. İnsanın kokusu da düşünceleridir. O gül kulda açmadan Allah, kulun düşüncelerini etrafa yaymasına izin vermez.

Her Mürşid, kendi bayrağı altında topladığı müridlerinin önüne düşer ve onları ‘’Liva-ül Hamd’’ adı verilen Peygamberimizin bayrağı altında toplamak üzere O, ilim şehrine ulaştırır. Çünkü hepsi sonunda orada toplanacaktır.

Mürşid, insanı âhiret âleminde ‘’veled-i kalp’’ olarak doğurduktan sonra, onu sohbet sütüyle besleyip büyüten annedir. Mürşid Ümm-ül Kitap’tır. Ümm-ül Kitap ve Fâtiha aynı şeydir. Fâtiha bütün kapıları fetheden demek olup Mürşid’e işarettir. Kendi kapılarını fethedip, kendi kitap olmayan, başkalarının kapılarını açamaz. Fâtiha sadece Mürşid’lere verilir. Bu onların örtülerini atmış olduklarını gösterir.

Mürşid’in vazifesi kişiye kendini öğretmek, kendini bildirmek, onun mânevî âleme doğmasını sağlamaktır. Doğum gerçekleştikten sonra Mürşid’in işi biter. Ondan sonrası Allah ile kul arasındadır ve Mürşid oraya karışmaz. Herkes kısmetine razı olacaktır. Allah kendisine cellâtlık görevi bile vermiş olsa o görevi kabullenecektir.

Kişi kendini bilirse, o zaman sevmediği bir esmanın etkisi altına girdiğinde, daha güçlü bir esmaya sığınması gerektiğini bilir. En büyük esma da İsm-i Âzam olan ALLAH’tır.

Mürşid’in vazifesi kişileri değiştirip başka kişiler haline getirmek, onları farklılaştırmak değil, onlara kendilerini bildirmek ve üzerlerindeki örtüyü açmaktır. Kendini bilen de, kendi kitap olacağı için kendi kitabını okur, başka kitaba ihtiyaç duymaz. Önemli olan, insanın içindeki kaynağı faaliyete geçirip fışkırtmaya başlamasıdır. Mürşid bunu yapar.

Herkes bir noktadan hayata başlar. Kiminin perdesi lâtifleşerek incelir. Kiminin ise kalınlaşır. Perdenin kalkması, insanın güneşinin doğması demektir. Bundan sonra bayram namazı kılınır.

İnsan-ı Kâmil veya Mürşid’in sembolü minaredir. Her minarenin kapısı kıbleye bakar. İnsan o minarenin merdivenlerini çıkıp, şerefeye ulaşmadıkça etrafını göremez. O merdivenleri çıkan, ezanı okuyup etrafını namaza yani kurtuluşa davet edebilir.

Bir Mürşid kâinatıyla birlikte Peygamberi ve Allah’ı bir noktada toplayabilirse, bu nokta Mürşid’lik noktasıdır. Mürşid’lerin bütün çırpınışları, kendilerine yeni bir elbise bulabilmek içindir. Müridler; Mürşid’lerinin rûhunun elbiseleridir. Efendi ile görüşme, bir mayalanmadır. Müridin hamuru bu maya ile kabarır. Bu maya Maya-i Muhammedi’dir.

Mürşid’ler ilâhi âlemde direksiyondadırlar. Bu âlemin direksiyonunda olanlar da gelmiştir, ama nâdir olarak. Mürşid’ler Allah’tan hiç bir şey istemezler. Ama Allah onların bütün ihtiyaçlarını, onlara verilen hediyelerle karşılar.

Hiç bir Mürşid, yerine bırakacağı birini yetiştirip nöbeti devretmeden göçmez. Mürşid’deki HİLÂFET, Allah’ın elbise değiştirmesinden başka bir şey değildir. Her asırda bir elbise değişir. Her asrın bir Kâmil’in meşrebine uygun olması bu sebepledir. Zamanın sahibi asabi, yani celâllî ise o asırda savaşlar, felâketler fazla olur. Zât cemâl ehli ve yumuşak huyluysa ilim ve irfan kapıları açılır. Celâli isyanının bastırılamaması, zamanın sahibinin asabi mizaçta olmasına bağlanmıştır. Burada zamanın sahibi Hak’a alettir.

Allah’ın bazı sevgili kulları göçerken afakta da bazı celâli tecelliler ortaya çıkmaktadır. Bunlar ‘’doğa olayları’’ olarak görülür. Kâmil’in göçü ile Küll boşalmakta, ama yeri boş kalmayarak dolmaktadır.

Günümüzde keşfedilen bütün teknolojik gelişmeler, keşifler, İnsan-ı Kâmil’in vücudundan afâka yansıyan olaylardan başka bir şey değildir. Bunlar aslında İnsan-ı Kâmil’den yansıyan bir rüya iken, o rüyaların afâka/dışa yansımasıdır. Bu rüya içinde rüyadır. Hz. Peygamber gibi büyük zâtlar da birer hayalden ibarettir.

İnsan-ı Kâmil’in yolla ilişkisi kalmadığı yani evini bulmuş olduğu için O, hakîkat ehlidir. O’nun yolla ilişkisi ancak birini kurtarıp eve getirmek şeklindedir. İnsan-ı Kâmil, Kur’ân-ı Nâtık’tır. Kendi Kur’ân olmayan Kur’ân’ı anlatamaz.

Her Kâmil etrafındakilere ışık saçtıktan ve pek çok kişiyi yetiştirip onları, kendilerini bilir hale getirdikten sonra, kemâlâtın kaybolmaması için mevcûdun içinden bir gül yetiştirip, onda fenâ bulmak sûretiyle görevin devamlılığını sağlar. Her koyun sürüsünün bir çobanı vardır. O başa Mürşid veya Tasavvuf diliyla ‘’GÜL’’ denir.

Allah Allahlığını, Peygamber Peygamberliğini kimseye vermez. Peygamber Allah’ın gölgesi, Mürşid ise gölgenin gölgesidir. Dünya da gölgedir. İnsan gölgesine dönerse onu tutamaz. Gölgesine arkasını dönerse, gölge onun peşini bırakmaz. Işığa arkanı dönersen gölgenin peşinden koşarsın. Işığa yüzünü dönersen gölgen peşinden gelir. İnsan-ı Kâmil’ler gölgesizdir.

Mürşidlerin bazı müridlerine görev ve bazı yetkiler vermeleri; ‘’Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığına bakmaz mısın’’ (Fûrkan sûresi-45) hükmünce gölgelerini uzatmaları anlamına gelir.

Tüm ölenlerin rûhu İnsan-ı Kâmil’de toplandığı için ona ‘’rûh’ların kabri’’ denir. Tüm rûhlar O’na gömülür. (O’ndan gelinir, O’na dönülür)

Hacer-ül Esved; İnsan-ı Kâmil olup, kâinatın gözüdür. Allah kâinatı O gözle görür. Bunun insandaki temsilcisi kalpteki  ‘’nokta-yı süveyda’’dır. Allah kulunu oradan görüp, oradan idâre eder.

‘’Kulunu ayetlerimizden bir bölümünü kendisine gösterelim diye bir gece Mescid-i Haram’dan, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i  Aksa’ya götüren Allah her türlü eksikten münezzehtir’’ (İsrâ Sûresi -1)

Kıblenin Kudüs’teki Mescid-i Aksa’dan (afak), Mescid-i Haram’a (enfüs) çevrilmesi, yüzün celâlden cemâle çevrilmesidir. Yani insanın kaynağını kendinde bulması anlamına gelir.

Mescid-i Aksa Mürşid, Mescid-i Haram ise  Kalp’tir.

Tasavvufi eğitim, kendini kendinde bırakıp yine kendini kendinde buluncaya kadar çalışmak ve kendini kâinatta, kâinatı da kendinde bulmaktan ibarettir. Kişi eğitimini arttırdıkça her şeyin kendisi olduğunu öğrenir. Başkalarına sağladığı fayda aslında kendinedir. Bu bilince TEVHİD bilgisi denir.

İlim kullara iki yolla verilir:     
Vâsıtasız (Feyz-i Akdes, Kalp/Ledün bilgisi)          
Vâsıtalı    (Feyz-i Mukaddes/Mürşid)

Sıfat zâtın içindedir. İçte olan Feyz-i Akdes olarak, dışta olan Feyz-i Mukaddes olarak gelir. Yüzünüzü Mescid-i Aksa’dan, Mescid-i Harama çeviriniz demek, yani yüzünüzü Mürşid’den kendi içinize (kalbinize) çeviriniz demektir.

Bazı insanlar dünyaya arı peteğinde olduğu gibi dolu, bazısı yarı dolu, bazısı boş gelir. Dolu olan Feyz-i Akdes ile doldurulmuştur. Boş olanlar ise Feyz-i Mukaddes yani mürşid ile doldurulacaktır.

Biz hepimiz ilâhi âlemde bir vücûdu teşkil eden bir hücreden ibâretiz. Vücûd tektir. Mânâsı Allah, maddesi Hz. Muhammed’dir. Geri kalan yani ümmet, o vücudun azaları ve hücreleridir.

Hz. Peygamber; ümmetim, ümmetim demiştir. Bizler onun ümmeti yani azaları olduğumuz için, davetine icabet etmeyenleri dahi reddetmemiştir. Bu aynı insanın bir bölümünü yok etmesi gibi bir durumdur.

Her şey letâfetten kesâfete gelmiş olduğu için, sonunda yine letâfete dönecektir.

Hayat bir noktada toplanır (Cem/RÛH MAKAMI)                                    
Kâinata yayılır                       (Fark/ZITLIK)
Tekrar bir noktada birleşir (Cem-ül Cem/KALP MAKAMI)

İçi dışı bir, göründüğü gibi olan ve olduğu gibi görünen bir varlık olduğumuzda ancak İNSAN oluruz. İnsan eti yenmeyen, derisi giyilmeyen, tüyünden bir şey yapılmayan bir canlı olduğu halde neden yaratılmıştır. Sadece SEVGİ için. (Bu nedenle insan eti haramdır, yenmez)

‘’Mekrettiler, Allah da mekretti. Allah mekredenlerin hayırlısıdır’’ (Âli-İmrân sûresi-54)
Allah’ın yaptığı mekir (hile) bizimki gibi zararlı değil, kulları için faydalı hilelerdir.

Hz. Mûsâ; ‘’Allah’ın yaptığı en büyük hile, dünyayı bize var göstermesidir’’ demiştir. Eğer böyle olmasaydı, insanlar bu üç günlük ömürlerinde dünyaya ve dünya malına tapmaya kalkarlar mıydı? Bize dünyayı nasıl var göstermiştir? Her şey kendinden ve bir mânâdan, bir düşünceden ibâret olduğu halde, o mânânın muhafazası olan kabı bize var gibi göstermekle...

Aynı şekilde birbirine zıt esmâlarla bir taraftan Firavûn’u yaratıp, ona Firavûnluk yaptırmak, diğer taraftan da Hz. Mûsâ’yı yaratıp onu, doğru yolu göstersin diye Peygamberlikle görevlendirmek, ‘’TAVŞANA KAÇ, TAZIYA TUT’’ demek değil midir?

Lütfi Filiz Hz. 1911 yılında Tire’de doğdu. 34 yaşında iken Mürşidi Osman Dede’ye bağlandı. Mürşidinin 5 yıl sonra vefat etmesiyle ikinci hocası Kenzî Aziz Şenol’a inkisap ederek 23 yıl boyunca Allah aşkını paylaştı. Aziz Dede’nin vefatıyla yıllar boyunca aldığı bilgileri yaptığı sohbetlerle talip olanlara nakletti. Bu arada hayatını kazanmak için 56 yıl boyunca da saatçilik mesleğini sürdürdü. 2007 yılında Hakk’ın rahmetine kavuşan Lütfi Filiz Hz. aynı zamanda da şair ve neyzendi.