NAZ; Cilve, işve anlamına gelirken tasavvufta; sevgilinin,
sevdiğine güç vermesi için eziyet, sıkıntı çektirerek onu olgunlaştırması
anlamındadır. Naz halinde olan kişilerin dileklerinin ve düşüncelerinin, dua
hükmünde olduğu, kabul gören görüşlerden biridir.
AŞK, IŞK, AŞAKA. Sarmaşık da aynı kökten türemiştir. Sarmaşık hangi
ağaca sarılırsa onun tüm besinini alır, onunla beslenir, aynı âşık gibi. Aşk; Beşerî, İlâhî ve Tevhid adıyla üç gruba
ayrılır. Naz makamında Aşk’ta Tevhid ön plandadır. Bu makamda Âşık ve Maşuk
kavramları, yani fark ortadan kalkmış, AYN’ılık başlamıştır. Buna vûslat
ve cem makamı da denir. Dünyanın Güneş etrafında dönmesi, Sarmaşığın
Ağaca dolanması, Atomun Elektronlarını bağlaması, Şems’in Mevlâna tutkusu aşkın
bu cazibesindendir. Genellikle Beşerî aşklardan İlâhî aşka geçilir. Leyla ile
Mecnun hikâyesinde olduğu gibi. Leyla Mecnun’u gerçek aşkla sever. Mecnun ise
Leyla’da Hakk’ı, Hakk’da Leyla’yı seyretmektedir. Leyla, Leyl; geceye,
bilinmeyene verilen addır. Kişi ne zaman ki yaradılan her şeyde varlığın gerçek
sahibi olan Rabb’ini görür, bilir ve kendi iç âlemine döner, orada O’ndan başkasını
bulamaz, işte o an vuslat
başlar. Artık sen, ben yoktur, gerçek
varlık kendini seyirdedir. Pek çok kişiye göre niyaz daha kıymetlidir. Niyaz
aşığın dua ve yalvarmasıdır. Çünkü kul sürekli zikir ile Allah’a ibâdet
halindedir. Aşk’ın sultanları, ŞEMS ve MEVLÂNA’yı kısaca tanımaya çalışalım:
ŞEMS-İ TEBRÎZÎ: 1186 yılında Tebrîz’de (İran) doğmuştur. Babası
Melek-Dadoğlu Ali’dir. Bazı tefsircilere göre Horosanlı, bazılarına göre Azeri
Türkü’dür. Üstün özellikler ile donatılarak bu âleme gönderilen Şemseddin’e,
daha çocuk yaşlarındayken yerlerin ve göklerin sırrı gösterilir. Aktarılan
bilgiler arasında daha altı yaşındayken Allah ile konuştuğu söylenir. ‘’Ne
istiyorsun’’ diyen Rabb’ine hep aynı cevabı verir. ‘’Seni istiyorum Allah’ım’’.
Sert görünümünün ardında cömert, merhametli, yumuşak kalpli ve üstün
yaradılışlı biridir. İyiliği hiç unutmazken, kötülüğü hemen unutan bir yapıya
sahiptir. Konya’da yaşadığı süre içerisinde kaldığı Şekerciler hanındaki odasında
hasır, ibrik ve tuğla yastığının dışında bir şeyi yoktur. Kara keçeden yapılmış
bir giysi ile gezer, yiyeceği ise kuru ekmek ve arada sırada yağsız et suyudur.
Her ölene gıpta eden, ölümü temenni eden biridir. Mevlâna’nın isteği ile Kimya
Hatun ile nikâhlanmış, Hz. Peygamber’in sünneti olduğu için bu evliliğe razı
olmuştur. Günlerden bir gün kendisinden izinsiz sokağa çıkan Kimya Hatun’a öfkelenir
ve bir kez bakar. Bir süre sonra Kimya Hatun’un boynu tutulur, acılar içinde
kıvranarak üç gün sonra ölür. Şems Konya’da toplam 16 ay kalır. Konya halkı
tarafından anlaşılamaz ve kıskanılır. İçlerinde Mevlâna’nın oğlu Alaeddin’in de
olduğu bir grup yobaz tarafından öldürülür (Ö. 1247). Mevlâna oğluna küser. Bir
süre sonra Alaeddin acı bir ölümle Hakk’a yürür. Babası cenazesine bile
katılmaz. Ancak, rüyasında hocasının ‘’Oğlun
Alaeddin’i bağışla. Bana yaptıkları mutlâk kaderdendir’’ demesi üzerine
emre itaat eder, oğlunu bağışlar. Şems’in en büyük eseri Makalat’dır. Bunun dışında Rubailer ve Şiirleri de
bulunmaktadır.
MEVLÂNA CELÂLEDDİN-İ RUMÎ: 30 Eylül 1207’de Horosan’ın Belh şehrinde doğmuş, 17
Aralık 1273’te Konya’da Hakk’a yürümüştür. Babası sultanların sultanı Bahaeddin
Veled, annesi Mü’mine Hatun’dur. Moğol istilası ve mezhep ayrılıkları yüzünden
Nişabur, Bağdat, Hicaz, Şam ve Karaman’a, oradan da Konya’ya gelmişlerdir. 1225
yılında Şerafeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun ile evlenmiş, bu evlilikten
Sultan Veled ve Alaeddin Çelebi doğmuştur. Eşinin Hakk’a yürümesiyle ikinci
evliliğini Kerra Hatun ile yapmış, bu evlilikten de iki oğlu ve bir kızı
dünyaya gelmiştir. Mevlâna’nın ilk mürşidi büyük bir âlim olan babası Bahaeddin
Veled, onun ölümüyle sırasıyla Seyyit Burhanettin Tırmızî, Şems ve Selahaddin
Zerkûbî olmuştur. En büyük eseri 6 Cilt ve 25.616 beyitten oluşan ve Fars’ça
olarak Hüsameddin Çelebi tarafından kaleme alınan MESNEVÎ’dir. Eserde
Şems’in Makalat’ının, Feridüddin Attar’ın Esrarname’sinin ve Beydaba
eserlerinin izleri de vardır. Diğer bir eseri 40 bin beyitlik Divân-ı Kebîr’dir.
Şems Divanı diye de anılır. Ayrıca 61 bölümden oluşan ve Sultan Veled
tarafından toparlanarak yazılan Fihî Mâ Fih (içindeki içinde) sayılabilir.
Mecalis-i Seb’a, Dua ve Münacaat ve Mektubat diğer eserleridir.
SULTAN VELED (Sırların Katibi): Mevlâna’nın oğludur. Babasının yoldaşı, sırdaşı adeta
manevî ikiz kardeşi gibidir. Mevlevîliği sistemli hale getiren, babasının
yazdıklarının açıklanmasında, Şems’in Makalat adlı eserinin toparlanmasında çok
çaba harcamış, adeta sırların kâtipliğini yapmıştır. Şems; Sultan Veled için
Mevlâna’ya ‘’Sana sırrımı ve başımı, oğluna sırrımın sırrını verdim’’
demiştir. Sultan Veled âlem değiştirmeyi babası gibi mutluluk saymış,
bedeninden sıyrılacağı gece ‘’Bu gece sevinç duyduğum, kendi kendimden
kurtulduğum gecedir’’ beyitini söylemiştir.
Şems
ve Mevlâna’nın, Güneş ve Ay’ın, Mânâ ve Madde’nin yolları ilk kez Şam’da
kesişir. Çok kısa süren bu karşılaşma Şems’i derinden etkiler. İkinci
karşılaşmaları Konya’da olur. Mevlâna İplikçiler Medresesinden çıkarken, Şems onun
atının yularını tutar ve o tarihi soruyu sorar. ‘’Ey dünya ve âhiretin sarrafı,
Tanrı adlarının bilgini! Söyle! Muhammed Hazretleri mi, yoksa Bâyezid-i Bistâmî
mi büyüktü?’’ Mevlâna soruyu ‘’Muhammed Mustafa bütün Peygamberlerin,
velilerin, padişahların başıdır’’ diye cevaplandırır. Şems ‘’Peygamber’imiz
seni lâyıkıyla bilemedik’’ derken, Bâyezid ‘’Sübhanî, benim şanım ne
yücedir, dedi. Bunu nasıl açıklarsın?’’ diye sorar. Mevlâna farklı bir
âleme geçer ve iki denizi Tek’likle birleştirecek cevabı verir. ’’Muhammed
Mustafa’nın kalbi o kadar büyüktü ki, gönül âlemi olup yaradılmış her şeyi
içine almıştır’’. Bu cevap ile Şems kendinden geçer ve aradığı, ilmini
aktaracağı kişinin Mevlâna olduğunu anlar. Yıl 24 Kasım 1244. Medresede bir
hücrede tam 40 gün sohbet ederler. Anasının kucağında sütünü emen yavru,
Celâl’e karşı Cemâl. İki deniz birbiriyle buluşurlar nihayet. Mevlevîlik böyle doğar.
MEVLEVÎLİK, Sünni tarikatların başında gelen, 13. yy.da
Anadolu’da kurulan yollardan biridir. Tanrı ile evrenin, tüm yaratılmışların
Bir’liği ilkesini benimser. Her varlık, yaratan gücün isim ve sıfatlarının,
özelliklerinin tecellî yeridir. Zât ve asıl olan Tanrı’dan başka bir şey
yoktur. Varlık, yokluk olarak kabul edildiğinde asıl var olana ulaşılır, bu
âlemdeki Şey’ler, aslın gölgeleri gibidir. Gölge, ışık vurduğunda asla bağlı
görüntüler oluşur. Gölgenin tek başına bir kimliği yoktur, ancak gölge olmazsa
asıl görünemez. Yaratılan her şey, Yaratıcımız Allah’ın sayısız isimlerinin,
özelliklerinin AYNA olarak
seçilenlere verilmesinden oluşur. Beden bu âlemin malıdır, rûhlarımız ise Allah’tan
ve Allah’a dönücüdür. Ne beden rûhsuz, ne rûh bedensiz olabilir, onlar birbirini
tamamlayan iki yarımdır. Görünmeyenin görünür kılınması bu ikilikten doğar. Her
şey hem O’dur, hem O değildir.
Mevlevîlik; nefis çalışmalarında Vahdet-i Vücûd ilkesi önde
tutularak dervişleri Halk olmaktan, Hakk olmaya yürüten yollardan biridir.
Öğrenme sürecinde önden gidenin ayak izleri takip edilmelidir. Varlıklarda Allah
esmaları ayrı ayrı tecellîdedir. Hayvanda ayrı, bitkide, insanda, dağda, taşta
ayrı, gökyüzünde, yer altında apayrı. Şekiller, renkler, kokular, tarzlar,
yaşamlar farklı farklı. Bu zenginlik içinde dervişten beklenen, hepsinin
özünün, kendisi de dâhil olmak üzere birbirinden farklı olmadığının kabulüdür. Gaye
edeple birlik içinde yaşamak, ama öyle bir yaşam ki kimse kimseden üstün
görülmeden. Mevlevî yolunda çalışan için ayrı, gayrı yoktur. Tüm evren
tesbihte, yaradılış gayesine göre yaşar. Kuş uçar, sinek havayı temizler, rüzgâr
aşılar. Yaradana yöneliş, kendindeki gerçek Ben’i bulmadır. ‘’Bir
ben vardır, Ben’den içeri’’. Mevlevîlerde müzik, raks yani semâ, sohbet
birliktedir. Derslerin amacı insanlığa, kendine, yaratılanlara iyi
davranmak, hizmet etmek, sevgi, hoşgörü, saygı çerçevesinde yaşamak, dinî
hükümleri yerine getirmek, Kûr’an, Mesnevî okumak, hadis, fıkıh, tefsir bilmek,
her konuda ilim yapmak, maddî ve manevî temiz olmak, pir olarak Şems ve
Mevlâna’yı kabul etmektir. Bu yola baş koyanlar, dergâh varsa 1001 günlük çile
çıkarırlar, yoksa öğretmenlerinin gösterdiği şekilde kişilik gelişim dersleri
yaparlar. Kadın mürşidler olmakla beraber, mürşid genellikle erkeklerdir.
Cinsiyet ayırımcılığı yoktur. Çarşı, Pazar, alışveriş ve temizlik ile beraber
en önemli pişme yeri mutfaktır. Pirlerinin yolunda büyük bir vakarla yürüyen
dervişler, tarih boyunca siyasi hiç bir kavgaya karışmamışlar, dini münâkaşalardan
uzak durmuşlardır. Çünkü din, Allah ile kul arasındadır ve kimse buna müdâhale
edemez.
Mevlevîler
kişisel gelişim yolunda eğitim alırken, günlük yaşamlarında kimseye ihtiyaç
duymadan yaşayabilmek için mutlaka meslek edinirler. İnsan çok kıymetli bir
mücevherdir, ancak cevherlerin posasının çıkarılıp saf hale gelebilmesi
gerekir. Bunun için Mevlevîlin ateşinde kaynayıp, zorluklara katlanmalıdır
insan. Tıpkı elmas, yakut ve pırlanta gibi. Baskılara dayanıp kömürleşen nebatların
ve hayvan fosillerinin bin yıllarca toprak altında beklemesi ve madenciler
tarafından çıkarılıp, usta ellerde işlenmesi misali.
Mevlevîlerde
sofra kuralları, günlük yaşamda kullanılan dil, misafir ağırlama, iyi niyetli
yorumlar, semâ, zikir, her şey edep
çerçevesindedir. Eve gelen misafirin ayakkabılarının burnu dışa doğru
çevrilmez, bu ‘’git’’ anlamındadır. Eğer böyle ise, o kişi orayı hemen terketmelidir.
Konuşmalarda olumsuzu çağrıştıracak sözlere yer verilmez, olaylar hayra
yorulur. Çünkü kötüye yorulan her şey kelebek etkisiyle tüm toplumu
ilgilendirir. Mevlevî ‘’ışığı söndür, yak’’ demez, ‘’ışığı
uyutalım, uyandıralım’’ der. ’’Ölüyü gömdük’’ demez, ‘’kardeşimizi
sırladık’’ der. Giysiler öperek giyilir, eşyalara saygı gösterilip
bozulmadıkça, kırılmadıkça atılmaz. Sofra adabı çok önemlidir. Yemekler
dualarla pişer, sunulur ve sessizlik içinde yenilir. Yemeğini bitiren kalkmaz,
sofranın kıdemlisi dua eder. Parmaklar sofra kenarında, baş önde dua edilir. Fâtiha
okunur, gülbank çekilir, sofra sonra toplanır.
İlim
yoluyla bu âlemde Allah’ın varlığını ve birliğini görenler, aşkla vecde gelip
kendilerindeki ilâhi gerçeği idrak edince Semâ başlar. Evrende her şey döner.
Atomların içindeki parçacıklar, çocuklar, arılar, rüzgârda savrulanlar,
gezegenler, bedende kan... Dönme bedendeki tüm ağırlıkları atıp saf kalmayı
sağlayan bir eylemdir. Semâzenler niyaz
duruşuyla başlarlar. Eller çapraz olarak omuz başlarına getirilir. Sağ ayağın
başparmağı, sol ayağın başparmağı üzerine konur. Bu kendini kapatma hali,
Allah’ın Kabz esmâsını ve bir sayısını ve Elif’i temsil eder. Semâzen sol
ayakla yere kuvvetle basar. Sabitlik, kararlı oluş ifâdesiyle, sağ ayağıyla da
tüm varlıkları gezer. Sonra kollar yavaşça, edeple açılır. Sağ elin avuç içi
gökyüzüne, sol elin içi ise yere bakar. Herkesten gizli, Hakk’tan aldığını
Halk’a veriş. Bast esmasının görünür hali. Baş, sol omuza eğik, dönüş sağdan,
sola yapılır. Maddeden kalbe, insanın Kâbe’si yönünde...
Semâ
sırasında neyler, kudümler çalınır. Akşam vakti Rab’bine kavuşan ve düğün
gününü yaşayan Sultan makamını işâret için aşkın, kanın rengi kırmızı şeyh
postu, Semâ meydanının karşısına serili durur. Semâzenler âlemleri gezerken bir
olmanın idrâkini yaşarlar, bu bilişle kendi etrafında dönerler ve dört selâm
verirler raks boyunca. Semâzenlerin başında mezar taşına benzetilen külah,
mezarı ifâde eden siyah hırka, kefen gözüyle bakılan beyaz tennure bulunur.
Semâ sırasında hırkadan soyunulur, lâmelifin simgesi olan tennurelerle dönülür.
Naat-ı Şerifle başlayan semâ, Fâtiha ve dualarla Huuuu çekişlerle o an için biter.
‘’İki
yay boyu yaklaştılar, ama birbirine değmediler’’ âyetinin gerçekleşmesi
ve Peygamber Efendimizin Miraç hadisesi bir kez daha hatırlanır, muhabbet
yaşanır.
Şems
Hazretlerine göre Mevlâna Ay’dır, kendisi de Güneş. Kamer ve Şems. İlâhi Güneş
Hakk’tır, ondan ışığını alansa dünyaya bağlı Kamer Muhammed a.s’dır. Onun rûhu
ve aklı, duyguları Allah’a bağlı olduğundan mutlak gücün göründüğü insan hâline
getirilmiştir. ‘’Saat yaklaştı, Ay yarıldı’’ (Kamer sûresi-1) Ay’ın yarılması
gerçekleşmiş bir mûcizedir. Hz. Muhammed’in rûh boyutunun dış âleme
yansımasıdır. Bir çekirdeğin kabuğunun çatlayıp yeni hayatına başlaması da
fatır; yarılma ve yoktan var edilmedir. İlâhi aşkın tecellîsinin yansıması ve
bunu ümmetinin görmesi ‘’Şakk’ül Kamer’’dir. Mevlâna’nın
Şakk’ül Kameri de kendinde var olan Kudret’in, Şems’in ışıklarıyla, hararetiyle
zuhûra çıkmasıdır. Güneş ve Ay insana ilişkin özelliklerdir aynı zamanda. Şems;
akıl ve Tanrısal Rûh boyutumuz, Ay; duygu yanımız, gerçeklerin yansıdığı
makam olan Nefs’imiz. Gök, kendimizdeki rûhsallık. Yer ise; bizim
bedenimiz ve onun istekleri. İnsanoğlu Rûh, akıl, beden ve onun duygu boyutuyla
Nûr’lu ışıkla görülerek var olur. Şems; Şey’lerin olduğu âlemde, gerçekleri
gören ve aydınlanan aklın, insan olarak görülmesidir. Şems Hazretleri de ilâhi
Güneş’in, Rab’bimizin seçtiği yeryüzü Güneş’lerinden biridir. Tek amacı,
kendindeki Hakk bilgilerini layık olan bir Kamer’e verebilmektir. Hicret edip
durur yıllar boyu o şehir senin, bu şehir benim diyerek ta Şam’a kadar. Buluşur
iki deniz, verir ilmini Kamer’ine ve Hicret gerçekleşir.
Şems’in
eserlerinden alınan bazı özlü sözler:
Ben
bir kimse için fasıktır, günahkârdır diyemem. Hiç kimseyi ne kötü işlerde
görürüm ne de kötülük düşünürüm. Bağışlanmayı da ancak içimdeki kötü
düşüncelerin gitmesi için isterim, bunun için dua ederim. Çok âlim vardır ki, İrfan’dan
nasibi yoktur. Allah’ın dedikodusunu yapma, bu hali sende görmüyorum, kendi
yapmadığın şeylerin bilgisini başkasına verme. Aslında biz, dünyaya gelmiş
değiliz. Bu dünyada yaşar gibi görünen, dolaşan gezen bizim gölgemizdir. Biz
birer gölge varlıktan ibâretiz. Gerçek dindarlık, perdelerin kalkması halidir.
Perdelerin kalkması için de güzel ameller ve eylemler gereklidir. Özüyle sözü
bir olan, maddeden gönlün sırlarına geçer, işte o zaman Ârif’liğe yükselir.
Yaradılmış olan hiç kimse Allah olamaz. İster Muhammed s.a.v. olsun, ister
Muhammed’den başkası. Tanrı neyi isterse o olur. O, mekân âleminde de
mekânsızlık âleminde de hakîmdir. Hiç kimse O’nun ülkesinde, O’nun izni olmada
bir kılı bile kımıldatamaz. Mülk de ferman da onundur. Yaradanı hangi
kelimelerle tanımladığımız, kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar. Şayet Tanrı
dedin mi utanılacak, korkulacak bir varlık geliyorsa aklına, demek ki sen de
korku, utanç içindesin çoğunlukla. Yok, Tanrı dendi mi evvela aşk, merhamet ve
şefkat anlıyorsan, sen de bu vasıflardan bolca mevcud demektir.
Tasavvufta
bazı Hakîkat ve sırlar sembollerle ve hikâyeler içerisinde gizlenerek
aktarılmaktadır. Kaz, Yakut ve Şam bu sembollerden bazılarıdır. Örneğin Şems, Makalat’taki bir hikâyesinde
babasını ve ailesini tavuğa, kendisini de Kaz’a benzetmektedir.
KAZ: Kara hayvanı olan Tavuk’tan farklıdır. Karada yürür,
denizde yüzer, havada uçar. Teni yönüyle toprağa, canıyla deryaya, aklıyla
semâya aittir. Tek eşlidir, yavruları için ömür boyu savaş verir. Veli kelimesine
yakışır şekilde önde, diğer kazlara kılavuzluk eder. Yorulan arkaya geçer,
dinlenen öne. Benlikten uzak, her birine kılavuzluk etme şansı tanınır.
Hindularda yaban kazı, kusursuz rûhaniliğe sahip, mutlâk özgürlüğün simgesidir
ve varılabilecek en yüksek makamdır. Türk mitolojisinde beyaz kaz iç
temizliğinin simgesidir. Yunan mitolojisinde de dünyaya ölümsüzlük suyu serpen
tanrı, kaz figürü ile anlatılır. Kazaklarda da, Kazak adı erler, yiğitler
anlamında kullanılır. Alevi-Bektaşî geleneğinde Hz. Ali’nin eteklerinde kaz
figürleri vardır. Doğum, ölüm ve hayat kazayağı ile anlatılır. Dağ kazı olarak
bilinen cinsleri Everest’in tepesine kadar yükselebilirler.
YAKUT: Sarı, kırmızı, mavi çeşitli renkleri olmasına rağmen
en kıymetlisi nar tanesine benzeyenidir. Şerbet yapılarak içilen bu cins, kalp
dostu olarak bilinir. Güneş altında hararetten, ışıktan etkilenip değerli taş
haline dönüşürler. Peygamberimiz simgesel olarak değerli Yakut kabul edilir.
Kırmızı Yakut’un Külli Nefs’i temsil ettiği söylenir. Evrenin tüm rûhunun
bulunduğu makam.
ŞAM: Farsça akşam anlamına geldiği gibi, kuzey anlamını da
taşır. Başlangıcı Nûh’un oğlu Sam’a dayanır. Mehdi’nin ortaya çıkacağına
düşünülen yer burasıdır. Şems-i Tebrizî, Mevlâna, İbn’ül Arabî, Ak Şemseddin,
İmam Gazalî, Bilal-i Habeşî, Selâhaddin Eyyubi Hazretleri gibi pek çok âlim
buralara uğramış ve bu topraklardan nasiplenmişlerdir. Hâbil ve Kâbil olayının
yaşandığı, Zekeriya ve Yahyâ Peygamberlerin şehit edildiği yer, makam. Hz.
Îsâ’nın Ak minareden bir akşam vakti, dünyaya tekrar döneceği ve Hz. İbrâhim’in
doğduğu topraklar. ŞAM. Evveli Şam,
Âhiri Şam. Şam akşam vakti Fenâfillah’dan, Bekâbillah’a geçilen makamı ifâde
eder.
Şam
ilim, Bağdat aşk makamı. Şam’da Şit a.s’ın dokuduğu kumaşları, İdris a.s. biçip
dikiyor, İbrâhim a.s. giydiriyor. Bağdat’da kimliksiz bırakılıyoruz. Ali
kapısından girilip ev halkı olunuyor, kılıç elden burada bırakılıyor. Boyun kâfirlere
burada uzatılıyor. Dünya suyuna hasret edilip âhiret, Kevser suyuna burada
kavuşuluyor. Şam’dan Bağdat’a seyir, Mirac’tır aşığa.
Her
insan Peygamberlerin çektiklerini, yaşadığı süre içinde geçirir. Kimisi
farkındadır, kimisi değil. Âdemcesine evlat kavgalarını, Eyüp gibi hastalığı,
Yunus olup toplum içinde olamamayı, Îsâ’ca ihâneti, hâsılı insan olmayı yaşarlar.
Yaş aldıkça yaşamı ve hayatı sorgulayanlar, kendi ömür kitaplarını daha
dikkatli okumaya çalışırlar. Allah, hepimizi her an içte ve dışta tamama
erdirmekle meşguldür. Tek tek her birimiz tamamlanmamış sanat eseriyiz.
Yaşadığımız her hadise, atlattığımız her badire eksiklerimizi tamamlamak için
tasarlanmıştır. Rab noksanlıklarımızla ayrı ayrı uğraşır. Allah, kılı kırk
yaran bir saat ustasıdır. O kadar dakiktir ki, sayesinde her şey tam zamanında
olur. Ne bir saniye erken, ne bir saniye geç. Her insanın bir âşık olma, birde
ölmek zamanı vardır. Doğruyu Allah bilir.
(Ayşe
Ertübey’in Naz Makamında Aşk kitabının kısa özetidir)