19 Haziran 2018 Salı

NAZ MAKAMINDA AŞK ‘’Şems-i Mevlâna’’

NAZ; Cilve, işve anlamına gelirken tasavvufta; sevgilinin, sevdiğine güç vermesi için eziyet, sıkıntı çektirerek onu olgunlaştırması anlamındadır. Naz halinde olan kişilerin dileklerinin ve düşüncelerinin, dua hükmünde olduğu, kabul gören görüşlerden biridir.

AŞK, IŞK, AŞAKA. Sarmaşık da aynı kökten türemiştir. Sarmaşık hangi ağaca sarılırsa onun tüm besinini alır, onunla beslenir, aynı âşık gibi. Aşk; Beşerî, İlâhî ve Tevhid adıyla üç gruba ayrılır. Naz makamında Aşk’ta Tevhid ön plandadır. Bu makamda Âşık ve Maşuk kavramları, yani fark ortadan kalkmış, AYN’ılık başlamıştır. Buna vûslat ve cem makamı da denir. Dünyanın Güneş etrafında dönmesi, Sarmaşığın Ağaca dolanması, Atomun Elektronlarını bağlaması, Şems’in Mevlâna tutkusu aşkın bu cazibesindendir. Genellikle Beşerî aşklardan İlâhî aşka geçilir. Leyla ile Mecnun hikâyesinde olduğu gibi. Leyla Mecnun’u gerçek aşkla sever. Mecnun ise Leyla’da Hakk’ı, Hakk’da Leyla’yı seyretmektedir. Leyla, Leyl; geceye, bilinmeyene verilen addır. Kişi ne zaman ki yaradılan her şeyde varlığın gerçek sahibi olan Rabb’ini görür, bilir ve kendi iç âlemine döner, orada O’ndan başkasını bulamaz, işte o an vuslat başlar. Artık sen, ben yoktur, gerçek varlık kendini seyirdedir. Pek çok kişiye göre niyaz daha kıymetlidir. Niyaz aşığın dua ve yalvarmasıdır. Çünkü kul sürekli zikir ile Allah’a ibâdet halindedir. Aşk’ın sultanları, ŞEMS ve MEVLÂNA’yı kısaca tanımaya çalışalım:

ŞEMS-İ TEBRÎZÎ: 1186 yılında Tebrîz’de (İran) doğmuştur. Babası Melek-Dadoğlu Ali’dir. Bazı tefsircilere göre Horosanlı, bazılarına göre Azeri Türkü’dür. Üstün özellikler ile donatılarak bu âleme gönderilen Şemseddin’e, daha çocuk yaşlarındayken yerlerin ve göklerin sırrı gösterilir. Aktarılan bilgiler arasında daha altı yaşındayken Allah ile konuştuğu söylenir. ‘’Ne istiyorsun’’ diyen Rabb’ine hep aynı cevabı verir. ‘’Seni istiyorum Allah’ım’’. Sert görünümünün ardında cömert, merhametli, yumuşak kalpli ve üstün yaradılışlı biridir. İyiliği hiç unutmazken, kötülüğü hemen unutan bir yapıya sahiptir. Konya’da yaşadığı süre içerisinde kaldığı Şekerciler hanındaki odasında hasır, ibrik ve tuğla yastığının dışında bir şeyi yoktur. Kara keçeden yapılmış bir giysi ile gezer, yiyeceği ise kuru ekmek ve arada sırada yağsız et suyudur. Her ölene gıpta eden, ölümü temenni eden biridir. Mevlâna’nın isteği ile Kimya Hatun ile nikâhlanmış, Hz. Peygamber’in sünneti olduğu için bu evliliğe razı olmuştur. Günlerden bir gün kendisinden izinsiz sokağa çıkan Kimya Hatun’a öfkelenir ve bir kez bakar. Bir süre sonra Kimya Hatun’un boynu tutulur, acılar içinde kıvranarak üç gün sonra ölür. Şems Konya’da toplam 16 ay kalır. Konya halkı tarafından anlaşılamaz ve kıskanılır. İçlerinde Mevlâna’nın oğlu Alaeddin’in de olduğu bir grup yobaz tarafından öldürülür (Ö. 1247). Mevlâna oğluna küser. Bir süre sonra Alaeddin acı bir ölümle Hakk’a yürür. Babası cenazesine bile katılmaz. Ancak, rüyasında hocasının ‘’Oğlun Alaeddin’i bağışla. Bana yaptıkları mutlâk kaderdendir’’ demesi üzerine emre itaat eder, oğlunu bağışlar. Şems’in en büyük eseri Makalat’dır. Bunun dışında Rubailer ve Şiirleri de bulunmaktadır.

MEVLÂNA CELÂLEDDİN-İ RUMÎ: 30 Eylül 1207’de Horosan’ın Belh şehrinde doğmuş, 17 Aralık 1273’te Konya’da Hakk’a yürümüştür. Babası sultanların sultanı Bahaeddin Veled, annesi Mü’mine Hatun’dur. Moğol istilası ve mezhep ayrılıkları yüzünden Nişabur, Bağdat, Hicaz, Şam ve Karaman’a, oradan da Konya’ya gelmişlerdir. 1225 yılında Şerafeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun ile evlenmiş, bu evlilikten Sultan Veled ve Alaeddin Çelebi doğmuştur. Eşinin Hakk’a yürümesiyle ikinci evliliğini Kerra Hatun ile yapmış, bu evlilikten de iki oğlu ve bir kızı dünyaya gelmiştir. Mevlâna’nın ilk mürşidi büyük bir âlim olan babası Bahaeddin Veled, onun ölümüyle sırasıyla Seyyit Burhanettin Tırmızî, Şems ve Selahaddin Zerkûbî olmuştur. En büyük eseri 6 Cilt ve 25.616 beyitten oluşan ve Fars’ça olarak Hüsameddin Çelebi tarafından kaleme alınan MESNEVÎ’dir. Eserde Şems’in Makalat’ının, Feridüddin Attar’ın Esrarname’sinin ve Beydaba eserlerinin izleri de vardır. Diğer bir eseri 40 bin beyitlik Divân-ı Kebîr’dir. Şems Divanı diye de anılır. Ayrıca 61 bölümden oluşan ve Sultan Veled tarafından toparlanarak yazılan Fihî Mâ Fih (içindeki içinde) sayılabilir. Mecalis-i Seb’a, Dua ve Münacaat ve Mektubat diğer eserleridir.

SULTAN VELED (Sırların Katibi): Mevlâna’nın oğludur. Babasının yoldaşı, sırdaşı adeta manevî ikiz kardeşi gibidir. Mevlevîliği sistemli hale getiren, babasının yazdıklarının açıklanmasında, Şems’in Makalat adlı eserinin toparlanmasında çok çaba harcamış, adeta sırların kâtipliğini yapmıştır. Şems; Sultan Veled için Mevlâna’ya ‘’Sana sırrımı ve başımı, oğluna sırrımın sırrını verdim’’ demiştir. Sultan Veled âlem değiştirmeyi babası gibi mutluluk saymış, bedeninden sıyrılacağı gece ‘’Bu gece sevinç duyduğum, kendi kendimden kurtulduğum gecedir’’ beyitini söylemiştir.

Şems ve Mevlâna’nın, Güneş ve Ay’ın, Mânâ ve Madde’nin yolları ilk kez Şam’da kesişir. Çok kısa süren bu karşılaşma Şems’i derinden etkiler. İkinci karşılaşmaları Konya’da olur. Mevlâna İplikçiler Medresesinden çıkarken, Şems onun atının yularını tutar ve o tarihi soruyu sorar. ‘’Ey dünya ve âhiretin sarrafı, Tanrı adlarının bilgini! Söyle! Muhammed Hazretleri mi, yoksa Bâyezid-i Bistâmî mi büyüktü?’’ Mevlâna soruyu ‘’Muhammed Mustafa bütün Peygamberlerin, velilerin, padişahların başıdır’’ diye cevaplandırır. Şems ‘’Peygamber’imiz seni lâyıkıyla bilemedik’’ derken, Bâyezid ‘’Sübhanî, benim şanım ne yücedir, dedi. Bunu nasıl açıklarsın?’’ diye sorar. Mevlâna farklı bir âleme geçer ve iki denizi Tek’likle birleştirecek cevabı verir. ’’Muhammed Mustafa’nın kalbi o kadar büyüktü ki, gönül âlemi olup yaradılmış her şeyi içine almıştır’’. Bu cevap ile Şems kendinden geçer ve aradığı, ilmini aktaracağı kişinin Mevlâna olduğunu anlar. Yıl 24 Kasım 1244. Medresede bir hücrede tam 40 gün sohbet ederler. Anasının kucağında sütünü emen yavru, Celâl’e karşı Cemâl. İki deniz birbiriyle buluşurlar nihayet. Mevlevîlik böyle doğar.

MEVLEVÎLİK, Sünni tarikatların başında gelen, 13. yy.da Anadolu’da kurulan yollardan biridir. Tanrı ile evrenin, tüm yaratılmışların Bir’liği ilkesini benimser. Her varlık, yaratan gücün isim ve sıfatlarının, özelliklerinin tecellî yeridir. Zât ve asıl olan Tanrı’dan başka bir şey yoktur. Varlık, yokluk olarak kabul edildiğinde asıl var olana ulaşılır, bu âlemdeki Şey’ler, aslın gölgeleri gibidir. Gölge, ışık vurduğunda asla bağlı görüntüler oluşur. Gölgenin tek başına bir kimliği yoktur, ancak gölge olmazsa asıl görünemez. Yaratılan her şey, Yaratıcımız Allah’ın sayısız isimlerinin, özelliklerinin AYNA olarak seçilenlere verilmesinden oluşur. Beden bu âlemin malıdır, rûhlarımız ise Allah’tan ve Allah’a dönücüdür. Ne beden rûhsuz, ne rûh bedensiz olabilir, onlar birbirini tamamlayan iki yarımdır. Görünmeyenin görünür kılınması bu ikilikten doğar. Her şey hem O’dur, hem O değildir.

Mevlevîlik; nefis çalışmalarında Vahdet-i Vücûd ilkesi önde tutularak dervişleri Halk olmaktan, Hakk olmaya yürüten yollardan biridir. Öğrenme sürecinde önden gidenin ayak izleri takip edilmelidir. Varlıklarda Allah esmaları ayrı ayrı tecellîdedir. Hayvanda ayrı, bitkide, insanda, dağda, taşta ayrı, gökyüzünde, yer altında apayrı. Şekiller, renkler, kokular, tarzlar, yaşamlar farklı farklı. Bu zenginlik içinde dervişten beklenen, hepsinin özünün, kendisi de dâhil olmak üzere birbirinden farklı olmadığının kabulüdür. Gaye edeple birlik içinde yaşamak, ama öyle bir yaşam ki kimse kimseden üstün görülmeden. Mevlevî yolunda çalışan için ayrı, gayrı yoktur. Tüm evren tesbihte, yaradılış gayesine göre yaşar. Kuş uçar, sinek havayı temizler, rüzgâr aşılar. Yaradana yöneliş, kendindeki gerçek Ben’i bulmadır. ‘’Bir ben vardır, Ben’den içeri’’. Mevlevîlerde müzik, raks yani semâ, sohbet birliktedir. Derslerin amacı insanlığa, kendine, yaratılanlara iyi davranmak, hizmet etmek, sevgi, hoşgörü, saygı çerçevesinde yaşamak, dinî hükümleri yerine getirmek, Kûr’an, Mesnevî okumak, hadis, fıkıh, tefsir bilmek, her konuda ilim yapmak, maddî ve manevî temiz olmak, pir olarak Şems ve Mevlâna’yı kabul etmektir. Bu yola baş koyanlar, dergâh varsa 1001 günlük çile çıkarırlar, yoksa öğretmenlerinin gösterdiği şekilde kişilik gelişim dersleri yaparlar. Kadın mürşidler olmakla beraber, mürşid genellikle erkeklerdir. Cinsiyet ayırımcılığı yoktur. Çarşı, Pazar, alışveriş ve temizlik ile beraber en önemli pişme yeri mutfaktır. Pirlerinin yolunda büyük bir vakarla yürüyen dervişler, tarih boyunca siyasi hiç bir kavgaya karışmamışlar, dini münâkaşalardan uzak durmuşlardır. Çünkü din, Allah ile kul arasındadır ve kimse buna müdâhale edemez.

Mevlevîler kişisel gelişim yolunda eğitim alırken, günlük yaşamlarında kimseye ihtiyaç duymadan yaşayabilmek için mutlaka meslek edinirler. İnsan çok kıymetli bir mücevherdir, ancak cevherlerin posasının çıkarılıp saf hale gelebilmesi gerekir. Bunun için Mevlevîlin ateşinde kaynayıp, zorluklara katlanmalıdır insan. Tıpkı elmas, yakut ve pırlanta gibi. Baskılara dayanıp kömürleşen nebatların ve hayvan fosillerinin bin yıllarca toprak altında beklemesi ve madenciler tarafından çıkarılıp, usta ellerde işlenmesi misali.

Mevlevîlerde sofra kuralları, günlük yaşamda kullanılan dil, misafir ağırlama, iyi niyetli yorumlar, semâ, zikir, her şey edep çerçevesindedir. Eve gelen misafirin ayakkabılarının burnu dışa doğru çevrilmez, bu ‘’git’’ anlamındadır. Eğer böyle ise, o kişi orayı hemen terketmelidir. Konuşmalarda olumsuzu çağrıştıracak sözlere yer verilmez, olaylar hayra yorulur. Çünkü kötüye yorulan her şey kelebek etkisiyle tüm toplumu ilgilendirir. Mevlevî ‘’ışığı söndür, yak’’ demez, ‘’ışığı uyutalım, uyandıralım’’ der. ’’Ölüyü gömdük’’ demez, ‘’kardeşimizi sırladık’’ der. Giysiler öperek giyilir, eşyalara saygı gösterilip bozulmadıkça, kırılmadıkça atılmaz. Sofra adabı çok önemlidir. Yemekler dualarla pişer, sunulur ve sessizlik içinde yenilir. Yemeğini bitiren kalkmaz, sofranın kıdemlisi dua eder. Parmaklar sofra kenarında, baş önde dua edilir. Fâtiha okunur, gülbank çekilir, sofra sonra toplanır.

İlim yoluyla bu âlemde Allah’ın varlığını ve birliğini görenler, aşkla vecde gelip kendilerindeki ilâhi gerçeği idrak edince Semâ başlar. Evrende her şey döner. Atomların içindeki parçacıklar, çocuklar, arılar, rüzgârda savrulanlar, gezegenler, bedende kan... Dönme bedendeki tüm ağırlıkları atıp saf kalmayı sağlayan bir eylemdir. Semâzenler niyaz duruşuyla başlarlar. Eller çapraz olarak omuz başlarına getirilir. Sağ ayağın başparmağı, sol ayağın başparmağı üzerine konur. Bu kendini kapatma hali, Allah’ın Kabz esmâsını ve bir sayısını ve Elif’i temsil eder. Semâzen sol ayakla yere kuvvetle basar. Sabitlik, kararlı oluş ifâdesiyle, sağ ayağıyla da tüm varlıkları gezer. Sonra kollar yavaşça, edeple açılır. Sağ elin avuç içi gökyüzüne, sol elin içi ise yere bakar. Herkesten gizli, Hakk’tan aldığını Halk’a veriş. Bast esmasının görünür hali. Baş, sol omuza eğik, dönüş sağdan, sola yapılır. Maddeden kalbe, insanın Kâbe’si yönünde...

Semâ sırasında neyler, kudümler çalınır. Akşam vakti Rab’bine kavuşan ve düğün gününü yaşayan Sultan makamını işâret için aşkın, kanın rengi kırmızı şeyh postu, Semâ meydanının karşısına serili durur. Semâzenler âlemleri gezerken bir olmanın idrâkini yaşarlar, bu bilişle kendi etrafında dönerler ve dört selâm verirler raks boyunca. Semâzenlerin başında mezar taşına benzetilen külah, mezarı ifâde eden siyah hırka, kefen gözüyle bakılan beyaz tennure bulunur. Semâ sırasında hırkadan soyunulur, lâmelifin simgesi olan tennurelerle dönülür. Naat-ı Şerifle başlayan semâ, Fâtiha ve dualarla Huuuu çekişlerle o an için biter. ‘’İki yay boyu yaklaştılar, ama birbirine değmediler’’ âyetinin gerçekleşmesi ve Peygamber Efendimizin Miraç hadisesi bir kez daha hatırlanır, muhabbet yaşanır.

Şems Hazretlerine göre Mevlâna Ay’dır, kendisi de Güneş. Kamer ve Şems. İlâhi Güneş Hakk’tır, ondan ışığını alansa dünyaya bağlı Kamer Muhammed a.s’dır. Onun rûhu ve aklı, duyguları Allah’a bağlı olduğundan mutlak gücün göründüğü insan hâline getirilmiştir. ‘’Saat yaklaştı, Ay yarıldı’’ (Kamer sûresi-1) Ay’ın yarılması gerçekleşmiş bir mûcizedir. Hz. Muhammed’in rûh boyutunun dış âleme yansımasıdır. Bir çekirdeğin kabuğunun çatlayıp yeni hayatına başlaması da fatır; yarılma ve yoktan var edilmedir. İlâhi aşkın tecellîsinin yansıması ve bunu ümmetinin görmesi ‘’Şakk’ül Kamer’’dir. Mevlâna’nın Şakk’ül Kameri de kendinde var olan Kudret’in, Şems’in ışıklarıyla, hararetiyle zuhûra çıkmasıdır. Güneş ve Ay insana ilişkin özelliklerdir aynı zamanda. Şems; akıl ve Tanrısal Rûh boyutumuz, Ay; duygu yanımız, gerçeklerin yansıdığı makam olan Nefs’imiz. Gök, kendimizdeki rûhsallık. Yer ise; bizim bedenimiz ve onun istekleri. İnsanoğlu Rûh, akıl, beden ve onun duygu boyutuyla Nûr’lu ışıkla görülerek var olur. Şems; Şey’lerin olduğu âlemde, gerçekleri gören ve aydınlanan aklın, insan olarak görülmesidir. Şems Hazretleri de ilâhi Güneş’in, Rab’bimizin seçtiği yeryüzü Güneş’lerinden biridir. Tek amacı, kendindeki Hakk bilgilerini layık olan bir Kamer’e verebilmektir. Hicret edip durur yıllar boyu o şehir senin, bu şehir benim diyerek ta Şam’a kadar. Buluşur iki deniz, verir ilmini Kamer’ine ve Hicret gerçekleşir.

Şems’in eserlerinden alınan bazı özlü sözler:

Ben bir kimse için fasıktır, günahkârdır diyemem. Hiç kimseyi ne kötü işlerde görürüm ne de kötülük düşünürüm. Bağışlanmayı da ancak içimdeki kötü düşüncelerin gitmesi için isterim, bunun için dua ederim. Çok âlim vardır ki, İrfan’dan nasibi yoktur. Allah’ın dedikodusunu yapma, bu hali sende görmüyorum, kendi yapmadığın şeylerin bilgisini başkasına verme. Aslında biz, dünyaya gelmiş değiliz. Bu dünyada yaşar gibi görünen, dolaşan gezen bizim gölgemizdir. Biz birer gölge varlıktan ibâretiz. Gerçek dindarlık, perdelerin kalkması halidir. Perdelerin kalkması için de güzel ameller ve eylemler gereklidir. Özüyle sözü bir olan, maddeden gönlün sırlarına geçer, işte o zaman Ârif’liğe yükselir. Yaradılmış olan hiç kimse Allah olamaz. İster Muhammed s.a.v. olsun, ister Muhammed’den başkası. Tanrı neyi isterse o olur. O, mekân âleminde de mekânsızlık âleminde de hakîmdir. Hiç kimse O’nun ülkesinde, O’nun izni olmada bir kılı bile kımıldatamaz. Mülk de ferman da onundur. Yaradanı hangi kelimelerle tanımladığımız, kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar. Şayet Tanrı dedin mi utanılacak, korkulacak bir varlık geliyorsa aklına, demek ki sen de korku, utanç içindesin çoğunlukla. Yok, Tanrı dendi mi evvela aşk, merhamet ve şefkat anlıyorsan, sen de bu vasıflardan bolca mevcud demektir.

Tasavvufta bazı Hakîkat ve sırlar sembollerle ve hikâyeler içerisinde gizlenerek aktarılmaktadır. Kaz, Yakut ve Şam bu sembollerden bazılarıdır.  Örneğin Şems, Makalat’taki bir hikâyesinde babasını ve ailesini tavuğa, kendisini de Kaz’a benzetmektedir.

KAZ: Kara hayvanı olan Tavuk’tan farklıdır. Karada yürür, denizde yüzer, havada uçar. Teni yönüyle toprağa, canıyla deryaya, aklıyla semâya aittir. Tek eşlidir, yavruları için ömür boyu savaş verir. Veli kelimesine yakışır şekilde önde, diğer kazlara kılavuzluk eder. Yorulan arkaya geçer, dinlenen öne. Benlikten uzak, her birine kılavuzluk etme şansı tanınır. Hindularda yaban kazı, kusursuz rûhaniliğe sahip, mutlâk özgürlüğün simgesidir ve varılabilecek en yüksek makamdır. Türk mitolojisinde beyaz kaz iç temizliğinin simgesidir. Yunan mitolojisinde de dünyaya ölümsüzlük suyu serpen tanrı, kaz figürü ile anlatılır. Kazaklarda da, Kazak adı erler, yiğitler anlamında kullanılır. Alevi-Bektaşî geleneğinde Hz. Ali’nin eteklerinde kaz figürleri vardır. Doğum, ölüm ve hayat kazayağı ile anlatılır. Dağ kazı olarak bilinen cinsleri Everest’in tepesine kadar yükselebilirler.

YAKUT: Sarı, kırmızı, mavi çeşitli renkleri olmasına rağmen en kıymetlisi nar tanesine benzeyenidir. Şerbet yapılarak içilen bu cins, kalp dostu olarak bilinir. Güneş altında hararetten, ışıktan etkilenip değerli taş haline dönüşürler. Peygamberimiz simgesel olarak değerli Yakut kabul edilir. Kırmızı Yakut’un Külli Nefs’i temsil ettiği söylenir. Evrenin tüm rûhunun bulunduğu makam.

ŞAM: Farsça akşam anlamına geldiği gibi, kuzey anlamını da taşır. Başlangıcı Nûh’un oğlu Sam’a dayanır. Mehdi’nin ortaya çıkacağına düşünülen yer burasıdır. Şems-i Tebrizî, Mevlâna, İbn’ül Arabî, Ak Şemseddin, İmam Gazalî, Bilal-i Habeşî, Selâhaddin Eyyubi Hazretleri gibi pek çok âlim buralara uğramış ve bu topraklardan nasiplenmişlerdir. Hâbil ve Kâbil olayının yaşandığı, Zekeriya ve Yahyâ Peygamberlerin şehit edildiği yer, makam. Hz. Îsâ’nın Ak minareden bir akşam vakti, dünyaya tekrar döneceği ve Hz. İbrâhim’in doğduğu topraklar. ŞAM. Evveli Şam, Âhiri Şam. Şam akşam vakti Fenâfillah’dan, Bekâbillah’a geçilen makamı ifâde eder.

Şam ilim, Bağdat aşk makamı. Şam’da Şit a.s’ın dokuduğu kumaşları, İdris a.s. biçip dikiyor, İbrâhim a.s. giydiriyor. Bağdat’da kimliksiz bırakılıyoruz. Ali kapısından girilip ev halkı olunuyor, kılıç elden burada bırakılıyor. Boyun kâfirlere burada uzatılıyor. Dünya suyuna hasret edilip âhiret, Kevser suyuna burada kavuşuluyor. Şam’dan Bağdat’a seyir, Mirac’tır aşığa.

Her insan Peygamberlerin çektiklerini, yaşadığı süre içinde geçirir. Kimisi farkındadır, kimisi değil. Âdemcesine evlat kavgalarını, Eyüp gibi hastalığı, Yunus olup toplum içinde olamamayı, Îsâ’ca ihâneti, hâsılı insan olmayı yaşarlar. Yaş aldıkça yaşamı ve hayatı sorgulayanlar, kendi ömür kitaplarını daha dikkatli okumaya çalışırlar. Allah, hepimizi her an içte ve dışta tamama erdirmekle meşguldür. Tek tek her birimiz tamamlanmamış sanat eseriyiz. Yaşadığımız her hadise, atlattığımız her badire eksiklerimizi tamamlamak için tasarlanmıştır. Rab noksanlıklarımızla ayrı ayrı uğraşır. Allah, kılı kırk yaran bir saat ustasıdır. O kadar dakiktir ki, sayesinde her şey tam zamanında olur. Ne bir saniye erken, ne bir saniye geç. Her insanın bir âşık olma, birde ölmek zamanı vardır. Doğruyu Allah bilir.

(Ayşe Ertübey’in Naz Makamında Aşk kitabının kısa özetidir)