TERS/ZÂHİR ve BÂTIN:
Sûfiler ilâhi
isimleri âlemin var oluşunun sebebi olarak görürler. Varlıkların vücudunun zuhûra
gelişi ilâhi isimlerle olmaktadır. Âlemdeki bütün varlıklar Allah’ın
isimlerinin mazhârıdır. Her birinde Allah’ın bir ya da birkaç isminin tecellîsi
vardır. İsmin menşei sıfat, sıfatın menşei zâttır. Bu isimler bir yönüyle
müsemmaya (isimlenene), diğer yönüyle de ‘’hakîkate’’ delâlet ederler.
Dolayısıyla isimler, aslına bakılacak olursa birer nispet ve izafetten
ibarettirler ve bir asla rücu ederler. İlâhi isimlerin âlemde bulunuşları,
zâtları itibariyle değil, eser ve hükümleriyle, hakîkatleriyle değil,
misilleriyledir. Binaenaleyh bizim bildiğimiz esma-i ilahiyye de aslında İSİMLERİN
İSİMLERİDİR. (İsmâil Hakkı Bursevî Hz.)
ESMA; ‘’ilâhi âlemdeki
sıfatların değişmez, zuhûr âlemindeki nesnelerin değişebilir isimleridir’’ Esmaların cümlesinin özeti Allah (lafza-yı celâl) ismidir.
Allah ismi tüm ESMA’ları toplayan MÜSEMMA’dır. Esmalar müsemmadan ayrı
değildir. Esmaları tam olarak bilen MÜSEMMA’yı bulur. Allah’ta olan her şey
KADİM’dir. Zuhûr âlemindeki isimler ise HADİS’tir. HADİS, KADİM’in TERS’idir.
Bu durum şöyle açıklanabilir; birbirinden farklı eğri, büğrü, ince, kalın,
kısa, uzun, çarpık aynaların karşısına geçen kişi farklı sûretlerde görülür.
İşte aynalardaki görüntülere ESMA, aynada görüntü verene de MÜSEMMA
diyebiliriz. İnsan da tüm ESMA’ların MÜSEMMA’sıdır. Ancak bizdeki arızî, Allah’taki
aslîdir. Halk esma, Hakk ise Müsemma’dır. Kişinin ismi karakter yapısına veya
Allah tarafından verilmiş olan ismine uygun olur ise bu kişilere ‘’İsmi ile
müsemma’’ denir.
SIFAT ise; ’’bir
şahıs veya nesnenin geçici hal ve niteliklerini gösteren kelime, vasıf, lakap,
unvan, surattır.’’ Kısaca
SIFAT elbisedir. Örn: Polis, asker, bahçıvan, çöpçü kıyafetleri ile tanınır.
Allah’ın sıfatları sonsuzdur ve bu sonsuzluk devamlı sıfata bakanların O’nu
tanımasını zorlaştırır.
İlâhi
sıfatlar zâti ve subûti (meydana çıkan) sıfatlar olarak iki kısımdır. Zâti
olanlar Allah’a aittir. Vücud, Bekâ, Vahdâniyet gibi… Subûti sıfatlar da
aslî ve selbî sıfatlar olarak iki kısımdır. Selbî sıfatlar Hakk’ın ne
olduğundan çok ne olmadığına işaret eden isimlerdir. Bunlar Hakk hakkında bize
bir bilgi sunmazlar. O’nun mahlûklardan farklılığını ifâde etmek üzere de
olumsuz bir şekilde zikredilirler. Subûtî sıfatlar sekiz tanedir. Hayat, ilim,
irâde, kudret, duyma, görme, kelâm ve Tekvin’dir. Allah bu sıfatları kullarına
da bahşetmiştir ancak O’ndakiler aslî, bizdekiler selbidir (hayal). Aslî
sıfatlar adından da anlaşılacağı gibi esastır ve iyi sıfatlardır. Bunların
kâinata yansımasıyla oluşan selbî sıfatlar ise, aslî olanların TERS’idir.
Yani biri pozitif, biri negatiftir. Örn; Akl-ı Küll’ün yansıması Nefs-i Küll,
sevabın yansıması günah, cennet’in yansıması cehennemdir. Bu nedenle Sıfat-ı
aslîye esastır, zâtîdir, has boyadır ve değişmez. Böyle olduğu için de’’sıbgatullah’’ (Allah boyası) diye
isimlendirilir. ‘’Allah boyası esastır ve
ondan güzel boya kimde bulunabilir’’ (Bakara, 138)
‘’Allah’ın zâtını tefekkür etmeyiniz
isim ve sıfatlarını tefekkür ediniz.’’ Allah zâtı itibariyle TEK, sıfat ve esmaları itibariyle
ÇİFT’tir. Bu nedenle ‘’Allah’ın
Velilerini tanımak, Allah’ı tanımaktan daha zordur’’ denilir. Çünkü Allah’ın tek olan zâtına karşılık isim ve
sıfatlar sonsuzdur. (Lütfi Filiz Hz.)
Aslında zâtın
bizim nezdimizde ne bir ismi, ne bir sıfatı, ne de bir niteliği vardır. Çünkü zât
cem ve vahdet mertebesidir. Mertebeleri cem eder ve onları ayrıştırır. Bu
yüzden de zâtın, Allah’ın kendisiyle bize zâtı tanıttığı muayyen bir ad ve
sıfatı yoktur. Çünkü isimler ve sıfatlar taayyün ve fark içindir. Zira her
tecellinin bir sıfatı, her sıfatın da bir ismi olmalıdır. Sıfatların çok sayıda
olmasından dolayı isimler de çok sayıdadır. (Abdülkerîm Cîlî Hz.)
Âlem sınırsız çeşitliliğiyle bir taraftan
isimleri anlamamızı sağlarken, eş zamanlı olarak diğer taraftan yaratılmış
şeylerdeki isimlere ait eserlerin, Allah’tan tamamıyla farklı olduklarını
göstermektedir. ‘’Her şeyden iki çift yarattık’’ (Zâriyât, 49) ayeti, Allah’ın
birliğinin her şeyden çift ve çoklu olmasını talep ettiğini anlatır. Başlangıcı olmayanın (kadîm’in) zıddı,
sonradan var olan (hâdis) tir. Hâdis olanlar Allah’tan başka her
şeydir. Çünkü âlem ve içerdiği her şey O’nun tekvini (yaradılış) emriyle
varlığa gelmiştir.
Bu âyette
Rabbin birliği (vahdâniyet) ve tekliğinin (ferdâniyet) isbâtı vardır. Allah
sonradan var edilmiş ve meydana getirilmiş şeyleri yarattığı zaman onları
çiftler halinde yaratır. Bu çiftler ya birbiriyle bağlantılıdır ya da birbirine
karşıttır: Erkek ve kadın, gece ve gündüz, ışık ve karanlık, gök ve yer, kara
ve deniz, güneş ve ay, cin ve insan, itaat ve isyankârlık, bahtiyarlık ve
bedbahtlık, doğru yol ve sapıklık, yükselme ve alçalma, kudret ve acz, kuvvet
ve zayıflık, ilim ve cehâlet, hayat ve ölüm gibi…. Allah, yaratılmışların
sıfatları yaratıcının sıfatlarına benzer olmasın diye onları bu tarz üzere,
yâni birbirleriyle eşleştirilmiş ya da birbirlerine karşıt olacak şekilde
yarattı (Çünkü zıddı olmayan şey evrende görülemez). Bu sûretle O’nun birliği ve tekliği
yaratılmışlara âşikâr olmalıydı.
Şöyle ki, O’nun yüceliğine alçaklık, kudretine
acziyet, kuvvetine zayıflık, ilmine cehâlet, hayatına ölüm, bekâsına fenâ
yoktur. Eşsiz olan Allah zâtında ve sıfatlarında bir, kendi kemâlinde
yegânedir. ‘’O’nun benzeri hiçbir şey
yoktur’’ (Şûrâ,11) Çünkü benzerlik türdeşlikten türer, fakat Allah’ın
yardımcısı ve ortağı yoktur. O eşsiz,
denksiz ve ihtiyaçsızdır. Buna göre Allah’ın mutlak birliği ve ilâhi AZÎM ismi
gereği EŞYA’nın kendine ait varlıkları olamaz.
EŞYA’nın bir tür varlığa sahip olması, Allah’ın lütuf ve kereminden
kaynaklanmaktadır. O her şeyden önce tekti, her şeyi varlığa getirdikten sonra
yine tektir. Onlar yok olup gittiklerinde de tek olacaktır.
Hayat,
insanların kendi nefislerine şekil verdikleri bir işlemdir. Beden ölümle terk edildiğinde, nefs
kendi sıfatına uygun hayali suretlerle bedenleşir. Nefsin tüm işleri, ahlâkı,
hâlleri, makamları, ilmi ve gayeleri, uygun sûretlerde görülür. Berzahta tüm
insanlar, dünyada yaptıkları işlerin ve kazandıkları şeylerin sûretinde kıyamet
gününe kadar rehinedirler. O gün bulundukları sûretlerde diriltilirler ve âhiret
(bir sonraki) hayatına geçerler. Şeyh, berzah ile ahiret arasında bazı
pasajlarında açık bir ayırım yapar. Kıyamet yani berzah hayali varoluş, ahiret
ise hissi varoluş yeridir.
Ahirette
insanlar bu dünyadaki halleri ölçüsünde değerlenirler. İnsanların âhiretteki dış durumları, bu dünyadaki iç durumlarına,
ahlaklarına bağlıdır. Bu dünyada
salt kul olan kimse ahirette mutlak sultan olur. Çünkü bu dünyada Hakk’ın ve
hakîkatin karşısında kendi nefsini silenden başka kimse, âhirette daha yüce
olamaz. Aynı şekilde, bu dünyada yerlerde sürünse bile, nefsini yüceltmiş olan
kimse âhirette aşağılanacak kimsedir. Berzahta ve büyük ölçüde kıyamet gününde
herkesin ahlâkı olduğu gibi gösterilir ve ahlâkına uygun sûrette bedenlenir.
Makrokosmos (evren)
gibi mikrokosmos (insan) da Allah’ın sûretidir. Allah bir yandan zâhir ismi
gereği kendini zâhir ederken, öte yandan bâtın ismi gereği kendini gizler.
Allah’ın sonsuzluğundan dolayı tecellîler tekrarlanmaz ve âlemdeki şeyler
sürekli bir değişime maruz kalırlar. Tüm ilâhi sıfatlara denk düşmesi
bakımından mikrokosmos makrokosmosa denk düşer. Ama mikrokosmosun birliği
insanın dış suretinde göründüğünde, mikrokosmos (insan) makrokosmostan (evren)
farklıdır.
Allah
makrokosmosun sonsuz çeşitliliğinde zâhir ismi gereği kendini sergiler ve
Allah’ın tecellileri, gerek zaman içinde gerekse mekânda asla tekrarlanmazken, bâtın ismi gereği Hakk sabit ve değişmezdir.
Allah’ın zâtı değişmez. İnsanlar ise dış
suretlerinde nispeten sabit ve değişmezdirler ama düşünceleri ve
uyanıklıkları düzeyinde anbean sonsuz bir değişme çeşitliliğine maruz kalırlar.
Yani insan Dünya’da bâtın (iç) boyutunda değişime maruz kalırken, zâhir (dış)
boyutunda sabittir. Çünkü insanın zâhir boyutuna hiçbir organ eklenemez, ama
bâtın boyutunda da sabit kalamaz (kalp halden hale geçer). Hakk’ta ise; zâhir değişime, bâtın
sabitliğe sahiptir (Ayan-ı Sâbite). Sonuç olarak; Bâtın olan Hakk insanın
zâhir boyutuyla, Zâhir olan Hakk insanın bâtın boyutuyla aynıdır.
İnsan bir
AYNA gibidir. Aynaya bakarken sağ elini kaldırırsan, aynadaki sûretin sol elini
kaldırır. Senin sağ elin aynadaki sûretin sol eli, senin sol elin de bu sûretin
sağ eli olur. Ey yaratılmış, senin zâhir boyutun Hakk’ın bâtın isminin sûretidir
ve senin bâtın boyutun O’nun zâhir isminin suretidir.
İnsanlar bu dünyada Hakk’ın aynadaki görüntüleridir ama bu sûretler
ölümden sonra âhiret’te TERS döndürülecektir. Burada içeride olan orada dışarıda ve burada
dışarıda olan orada içeride olacaktır. BERZAH
İÇİN DIŞ, DIŞIN DA İÇ OLDUĞU ÂLEMDİR. Âhirette insanların zâhir
boyutları Allah’ın zâhir boyutuna, bâtın boyutları Allah’ın bâtın boyutuna denk
düşer. Bu nedenle her bir şeyin iç hakikati sabit dururken dış boyutu sürekli
tekâmül ve değişime uğrar.
Allah bu
dünyadayken düşüncelerimize ve hayallerimize sûret verdiği gibi, ahiretteki
düşüncelerimize ve hayallerimize de sûret verir. Bu dünyada O senin sûretine
bürünürken, âhirette sen O’nun suretine bürünürsün. Çünkü Allah insanı tersine
çevrilebilir bir yaratılışta yaratmıştır. O hâlde, âhiret insanın bâtın
boyutunda gizlidir ve insanın bu dünyası da zâhir boyutunda gizlidir.
Allah’ın ‘’ilk
önce sizi yarattığımız gibi, yine O’na döndürüleceksiniz’’ (Araf, 29) demesinin
nedeni budur. Ahiret bu dünya hayatının aksidir ve bu dünya âhiretin aksidir.
Öyleyse, bu dünyadayken düşüncelerinin Şeriâtte övülen şeyler olması için
çalışmalısın ki, âhirette sûretin güzel olsun.
Cennet de,
cehennem de âhirete aittir. Bu âlemdeyken herkes bir şeyin olması için ’’Ol’’ der ve bu şey, zihinlerimizde ve
hayallerimizde olur. Çünkü bu âlemde Ayan-ı Sâbite’ler kevnî (varlık) olarak zuhûra
gelmeyebilir. Oysa cennete ulaşan insanlar, kendi isteklerine göre durumlarını
belirlerler. Neyi hayal ederlerse o gerçek olur. Allah’ın kelimeleri onların
kelimeleri olur. ‘’Bir şeyin olmasını
istediğimiz zaman, ona sözümüz sadece ‘’OL!’’ demektir ve hemen oluverir’’
(Nahl, 40) (Çünkü âhirette sen Hakk’ın
sûretine bürünürsün)
İnsanlar
sadece kendi cennetlerini değil, cehennemlerini de kurarlar. Şeyh, cehennem ateşinin
bile Allah’ın rahmetinden kaynaklandığını ve cehennemin amacının insanları
temizlemek olduğunu ısrarla söyler. İnsanın temizlenmesi demek fıtratlarına (Tevhid’e)
uymayan her şeyin yanıp gitmesi demektir. Eğer bir kimse cehenneme girmişse, bu
sadece onun kötülüklerinin yok olması, geriye iyiliklerinin kalması içindir.
Kötülükleri kaybolup iyilikleri kaldığında, ‘’Saadeti kötülükleri tarafından tüketilmiş saadet ehli’’ olarak
adlandırılır’’ Doğruyu Allah bilir.
(William Chittick/ Hayal Âlemleri)