16 Ocak 2019 Çarşamba



TERS/ZÂHİR ve BÂTIN:

Sûfiler ilâhi isimleri âlemin var oluşunun sebebi olarak görürler. Varlıkların vücudunun zuhûra gelişi ilâhi isimlerle olmaktadır. Âlemdeki bütün varlıklar Allah’ın isimlerinin mazhârıdır. Her birinde Allah’ın bir ya da birkaç isminin tecellîsi vardır. İsmin menşei sıfat, sıfatın menşei zâttır. Bu isimler bir yönüyle müsemmaya (isimlenene), diğer yönüyle de ‘’hakîkate’’ delâlet ederler. Dolayısıyla isimler, aslına bakılacak olursa birer nispet ve izafetten ibarettirler ve bir asla rücu ederler. İlâhi isimlerin âlemde bulunuşları, zâtları itibariyle değil, eser ve hükümleriyle, hakîkatleriyle değil, misilleriyledir. Binaenaleyh bizim bildiğimiz esma-i ilahiyye de aslında İSİMLERİN İSİMLERİDİR. (İsmâil Hakkı Bursevî Hz.)

ESMA;’ilâhi âlemdeki sıfatların değişmez, zuhûr âlemindeki nesnelerin değişebilir isimleridir’’  Esmaların cümlesinin özeti Allah (lafza-yı celâl) ismidir. Allah ismi tüm ESMA’ları toplayan MÜSEMMA’dır. Esmalar müsemmadan ayrı değildir. Esmaları tam olarak bilen MÜSEMMA’yı bulur. Allah’ta olan her şey KADİM’dir. Zuhûr âlemindeki isimler ise HADİS’tir. HADİS, KADİM’in TERS’idir. Bu durum şöyle açıklanabilir; birbirinden farklı eğri, büğrü, ince, kalın, kısa, uzun, çarpık aynaların karşısına geçen kişi farklı sûretlerde görülür. İşte aynalardaki görüntülere ESMA, aynada görüntü verene de MÜSEMMA diyebiliriz. İnsan da tüm ESMA’ların MÜSEMMA’sıdır. Ancak bizdeki arızî, Allah’taki aslîdir. Halk esma, Hakk ise Müsemma’dır. Kişinin ismi karakter yapısına veya Allah tarafından verilmiş olan ismine uygun olur ise bu kişilere ‘’İsmi ile müsemma’’ denir.

SIFAT ise; ’’bir şahıs veya nesnenin geçici hal ve niteliklerini gösteren kelime, vasıf, lakap, unvan, surattır.’’ Kısaca SIFAT elbisedir. Örn: Polis, asker, bahçıvan, çöpçü kıyafetleri ile tanınır. Allah’ın sıfatları sonsuzdur ve bu sonsuzluk devamlı sıfata bakanların O’nu tanımasını zorlaştırır.

İlâhi sıfatlar zâti ve subûti (meydana çıkan) sıfatlar olarak iki kısımdır. Zâti olanlar Allah’a aittir. Vücud, Bekâ, Vahdâniyet gibi… Subûti sıfatlar da aslî ve selbî sıfatlar olarak iki kısımdır. Selbî sıfatlar Hakk’ın ne olduğundan çok ne olmadığına işaret eden isimlerdir. Bunlar Hakk hakkında bize bir bilgi sunmazlar. O’nun mahlûklardan farklılığını ifâde etmek üzere de olumsuz bir şekilde zikredilirler. Subûtî sıfatlar sekiz tanedir. Hayat, ilim, irâde, kudret, duyma, görme, kelâm ve Tekvin’dir. Allah bu sıfatları kullarına da bahşetmiştir ancak O’ndakiler aslî, bizdekiler selbidir (hayal). Aslî sıfatlar adından da anlaşılacağı gibi esastır ve iyi sıfatlardır. Bunların kâinata yansımasıyla oluşan selbî sıfatlar ise, aslî olanların TERS’idir. Yani biri pozitif, biri negatiftir. Örn; Akl-ı Küll’ün yansıması Nefs-i Küll, sevabın yansıması günah, cennet’in yansıması cehennemdir. Bu nedenle Sıfat-ı aslîye esastır, zâtîdir, has boyadır ve değişmez. Böyle olduğu için de’’sıbgatullah’’ (Allah boyası) diye isimlendirilir. ‘’Allah boyası esastır ve ondan güzel boya kimde bulunabilir’’ (Bakara, 138)

‘’Allah’ın zâtını tefekkür etmeyiniz isim ve sıfatlarını tefekkür ediniz.’’ Allah zâtı itibariyle TEK, sıfat ve esmaları itibariyle ÇİFT’tir.  Bu nedenle ‘’Allah’ın Velilerini tanımak, Allah’ı tanımaktan daha zordur’’ denilir. Çünkü Allah’ın tek olan zâtına karşılık isim ve sıfatlar sonsuzdur. (Lütfi Filiz Hz.)

Aslında zâtın bizim nezdimizde ne bir ismi, ne bir sıfatı, ne de bir niteliği vardır. Çünkü zât cem ve vahdet mertebesidir. Mertebeleri cem eder ve onları ayrıştırır. Bu yüzden de zâtın, Allah’ın kendisiyle bize zâtı tanıttığı muayyen bir ad ve sıfatı yoktur. Çünkü isimler ve sıfatlar taayyün ve fark içindir. Zira her tecellinin bir sıfatı, her sıfatın da bir ismi olmalıdır. Sıfatların çok sayıda olmasından dolayı isimler de çok sayıdadır. (Abdülkerîm Cîlî Hz.)

Âlem sınırsız çeşitliliğiyle bir taraftan isimleri anlamamızı sağlarken, eş zamanlı olarak diğer taraftan yaratılmış şeylerdeki isimlere ait eserlerin, Allah’tan tamamıyla farklı olduklarını göstermektedir. ’Her şeyden iki çift yarattık’’ (Zâriyât, 49) ayeti, Allah’ın birliğinin her şeyden çift ve çoklu olmasını talep ettiğini anlatır. Başlangıcı olmayanın (kadîm’in) zıddı, sonradan var olan (hâdis) tir. Hâdis olanlar Allah’tan başka her şeydir. Çünkü âlem ve içerdiği her şey O’nun tekvini (yaradılış) emriyle varlığa gelmiştir.

Bu âyette Rabbin birliği (vahdâniyet) ve tekliğinin (ferdâniyet) isbâtı vardır. Allah sonradan var edilmiş ve meydana getirilmiş şeyleri yarattığı zaman onları çiftler halinde yaratır. Bu çiftler ya birbiriyle bağlantılıdır ya da birbirine karşıttır: Erkek ve kadın, gece ve gündüz, ışık ve karanlık, gök ve yer, kara ve deniz, güneş ve ay, cin ve insan, itaat ve isyankârlık, bahtiyarlık ve bedbahtlık, doğru yol ve sapıklık, yükselme ve alçalma, kudret ve acz, kuvvet ve zayıflık, ilim ve cehâlet, hayat ve ölüm gibi…. Allah, yaratılmışların sıfatları yaratıcının sıfatlarına benzer olmasın diye onları bu tarz üzere, yâni birbirleriyle eşleştirilmiş ya da birbirlerine karşıt olacak şekilde yarattı (Çünkü zıddı olmayan şey evrende görülemez).  Bu sûretle O’nun birliği ve tekliği yaratılmışlara âşikâr olmalıydı. 

Şöyle ki, O’nun yüceliğine alçaklık, kudretine acziyet, kuvvetine zayıflık, ilmine cehâlet, hayatına ölüm, bekâsına fenâ yoktur. Eşsiz olan Allah zâtında ve sıfatlarında bir, kendi kemâlinde yegânedir. ‘’O’nun benzeri hiçbir şey yoktur’’ (Şûrâ,11) Çünkü benzerlik türdeşlikten türer, fakat Allah’ın yardımcısı ve ortağı yoktur.  O eşsiz, denksiz ve ihtiyaçsızdır. Buna göre Allah’ın mutlak birliği ve ilâhi AZÎM ismi gereği EŞYA’nın kendine ait varlıkları olamaz.  EŞYA’nın bir tür varlığa sahip olması, Allah’ın lütuf ve kereminden kaynaklanmaktadır. O her şeyden önce tekti, her şeyi varlığa getirdikten sonra yine tektir. Onlar yok olup gittiklerinde de tek olacaktır.

Hayat, insanların kendi nefislerine şekil verdikleri bir işlemdir. Beden ölümle terk edildiğinde, nefs kendi sıfatına uygun hayali suretlerle bedenleşir. Nefsin tüm işleri, ahlâkı, hâlleri, makamları, ilmi ve gayeleri, uygun sûretlerde görülür. Berzahta tüm insanlar, dünyada yaptıkları işlerin ve kazandıkları şeylerin sûretinde kıyamet gününe kadar rehinedirler. O gün bulundukları sûretlerde diriltilirler ve âhiret (bir sonraki) hayatına geçerler. Şeyh, berzah ile ahiret arasında bazı pasajlarında açık bir ayırım yapar. Kıyamet yani berzah hayali varoluş, ahiret ise hissi varoluş yeridir.

Ahirette insanlar bu dünyadaki halleri ölçüsünde değerlenirler. İnsanların âhiretteki dış durumları, bu dünyadaki iç durumlarına, ahlaklarına bağlıdırBu dünyada salt kul olan kimse ahirette mutlak sultan olur. Çünkü bu dünyada Hakk’ın ve hakîkatin karşısında kendi nefsini silenden başka kimse, âhirette daha yüce olamaz. Aynı şekilde, bu dünyada yerlerde sürünse bile, nefsini yüceltmiş olan kimse âhirette aşağılanacak kimsedir. Berzahta ve büyük ölçüde kıyamet gününde herkesin ahlâkı olduğu gibi gösterilir ve ahlâkına uygun sûrette bedenlenir.

Makrokosmos (evren) gibi mikrokosmos (insan) da Allah’ın sûretidir. Allah bir yandan zâhir ismi gereği kendini zâhir ederken, öte yandan bâtın ismi gereği kendini gizler. Allah’ın sonsuzluğundan dolayı tecellîler tekrarlanmaz ve âlemdeki şeyler sürekli bir değişime maruz kalırlar. Tüm ilâhi sıfatlara denk düşmesi bakımından mikrokosmos makrokosmosa denk düşer. Ama mikrokosmosun birliği insanın dış suretinde göründüğünde, mikrokosmos (insan) makrokosmostan (evren) farklıdır.

Allah makrokosmosun sonsuz çeşitliliğinde zâhir ismi gereği kendini sergiler ve Allah’ın tecellileri, gerek zaman içinde gerekse mekânda asla tekrarlanmazken,  bâtın ismi gereği Hakk sabit ve değişmezdir. Allah’ın zâtı değişmez. İnsanlar ise dış suretlerinde nispeten sabit ve değişmezdirler ama düşünceleri ve uyanıklıkları düzeyinde anbean sonsuz bir değişme çeşitliliğine maruz kalırlar. Yani insan Dünya’da bâtın (iç) boyutunda değişime maruz kalırken, zâhir (dış) boyutunda sabittir. Çünkü insanın zâhir boyutuna hiçbir organ eklenemez, ama bâtın boyutunda da sabit kalamaz (kalp halden hale geçer). Hakk’ta ise;  zâhir değişime, bâtın sabitliğe sahiptir (Ayan-ı Sâbite). Sonuç olarak; Bâtın olan Hakk insanın zâhir boyutuyla, Zâhir olan Hakk insanın bâtın boyutuyla aynıdır.

İnsan bir AYNA gibidir. Aynaya bakarken sağ elini kaldırırsan, aynadaki sûretin sol elini kaldırır. Senin sağ elin aynadaki sûretin sol eli, senin sol elin de bu sûretin sağ eli olur. Ey yaratılmış, senin zâhir boyutun Hakk’ın bâtın isminin sûretidir ve senin bâtın boyutun O’nun zâhir isminin suretidir.

İnsanlar bu dünyada Hakk’ın aynadaki görüntüleridir ama bu sûretler ölümden sonra âhiret’te TERS döndürülecektir. Burada içeride olan orada dışarıda ve burada dışarıda olan orada içeride olacaktır. BERZAH İÇİN DIŞ, DIŞIN DA İÇ OLDUĞU ÂLEMDİR. Âhirette insanların zâhir boyutları Allah’ın zâhir boyutuna, bâtın boyutları Allah’ın bâtın boyutuna denk düşer. Bu nedenle her bir şeyin iç hakikati sabit dururken dış boyutu sürekli tekâmül ve değişime uğrar.
 
 Allah bu dünyadayken düşüncelerimize ve hayallerimize sûret verdiği gibi, ahiretteki düşüncelerimize ve hayallerimize de sûret verir. Bu dünyada O senin sûretine bürünürken, âhirette sen O’nun suretine bürünürsün. Çünkü Allah insanı tersine çevrilebilir bir yaratılışta yaratmıştır. O hâlde, âhiret insanın bâtın boyutunda gizlidir ve insanın bu dünyası da zâhir boyutunda gizlidir. 

Allah’ın ‘’ilk önce sizi yarattığımız gibi, yine O’na döndürüleceksiniz’’ (Araf, 29) demesinin nedeni budur. Ahiret bu dünya hayatının aksidir ve bu dünya âhiretin aksidir. Öyleyse, bu dünyadayken düşüncelerinin Şeriâtte övülen şeyler olması için çalışmalısın ki, âhirette sûretin güzel olsun.

Cennet de, cehennem de âhirete aittir. Bu âlemdeyken herkes bir şeyin olması için ’’Ol’’ der ve bu şey, zihinlerimizde ve hayallerimizde olur. Çünkü bu âlemde Ayan-ı Sâbite’ler kevnî (varlık) olarak zuhûra gelmeyebilir. Oysa cennete ulaşan insanlar, kendi isteklerine göre durumlarını belirlerler. Neyi hayal ederlerse o gerçek olur. Allah’ın kelimeleri onların kelimeleri olur. ‘’Bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona sözümüz sadece ‘’OL!’’ demektir ve hemen oluverir’’ (Nahl, 40) (Çünkü âhirette sen Hakk’ın sûretine bürünürsün)

İnsanlar sadece kendi cennetlerini değil, cehennemlerini de kurarlar. Şeyh, cehennem ateşinin bile Allah’ın rahmetinden kaynaklandığını ve cehennemin amacının insanları temizlemek olduğunu ısrarla söyler. İnsanın temizlenmesi demek fıtratlarına (Tevhid’e) uymayan her şeyin yanıp gitmesi demektir. Eğer bir kimse cehenneme girmişse, bu sadece onun kötülüklerinin yok olması, geriye iyiliklerinin kalması içindir. Kötülükleri kaybolup iyilikleri kaldığında, ‘’Saadeti kötülükleri tarafından tüketilmiş saadet ehli’’ olarak adlandırılır’’  Doğruyu Allah bilir. (William Chittick/ Hayal Âlemleri)