25 Ağustos 2019 Pazar


DUHÂ – İNŞİRÂH – TÎN SÛRELERİ:

Duhâ sûresi on bir âyet olup, Mekke döneminde nâzil olmuştur ve ‘’kuşluk vakti’’ anlamındadır. Bu sûre, vahyin bir süre kesilmesi sebebiyle Mekke müşrikleri arasında çıkan ‘’Rabbi Muhammed’i terk etti, ona küstü’’ şeklindeki dedikodulardan Hz. Peygamber’in duyduğu üzüntü üzerine nâzil olmuştur. (Vahyin bir süre kesilmesine sebep olarak Peygamber’in müşriklerin sorduğu sorulara ‘’yarın size bunlar hakkında bilgi vereceğim’’ deyip ‘’inşallah’’ dememesi gösterilmiştir)  Duhâ sûresinin nâzil olmasıyla Hz. Muhammed ‘’Allâhuekber’’ demiş ve bundan sonra inen her sûrenin sonunda bu tekbiri tekrarlamıştır. Farz olmamakla birlikte bu tekbir getiriş, Müslümanlar arasında da sünnet olarak uygulanmıştır.

Duhâ sûresi, İslâm güneşini sembolize eden kuşluk vakti ile küfür ve şirk döneminin bitmeye yüz tutmuş karanlık bir geceyi andıran hâline yeminle başlar. Allah’ın Hz. Peygamber’i terk etmediği ve kendisine darılmadığı bildirilir. Hz. Peygamber’i yakın bir gelecekte büyük başarıların beklediği, Peygamberlik görevinin sonunun başlangıcından daha hayırlı olacağı müjdelenir. Duhâ sûresinden bir önceki sûre Leyl sûresidir ve ikisi arasında bir anlam ilişkisi vardır. Leyl sûresinin son ayeti ‘’Rabbin sana verecek, sen de râzı olacaksın’’ cümlesiyle biterken iyilerin ileride hoşnut ve râzı olacakları müjdelenir. Duhâ sûresinden sonra gelen İnşirâh sûresi ise hem üslûp hem de mânâ bakımından Duhâ sûresinin bir devamı gibidir. Çünkü bu sûrede Peygamberin göğsünün genişletildiği, sırtındaki ağır yükün kaldırıldığı ve nâmının yüceltildiği bildirilir. Duhâ sûresinde yer alan, ‘’Rabbin seni terk etmedi, senden yüz çevirmedi’’ âyetine karşılık İnşirâh sûresi ’Öyleyse sen de sadece Rabbine yönel’’ âyetiyle son bulur.

DUHÂ SÛRESİ:Andolsun Duhâya, Sükûnet vaktinde geceye, Rabbin seni terk etmedi ve sana darılmadı.’’ (Duhâ 1, 2, 3) Duhâ diye bilinen kuşluk vaktidir ki, ‘’güneşin parlayıp yükselmeye başladığı, gündüzün gençliği zamanıdır.’’ Bu vakte yemin edilmiştir. Bu vakit ayrıca, Allah Teâlâ’nın Mûsâ (a.s.) ile konuştuğu ve sihirbazların secdeye kapandıkları vakittir. Allah neden geceye değil de kuşluk vaktine yemin etti denilirse;  Kuşluk zamanı günün belli bir ânı iken, gece birçok ânın birleşmesinden meydana gelir. Buradaki yeminden kastedilen güneşin, kuşluk vaktinin Rabbidir. Allah sadece kendine yemin edebilir ve sadece Allah adına yemin edilebilir. İbn. Arabî Hazretleri Duhâ’yı iki âlemin yani nûr ve zûlmetin birleşme noktası olarak ele alır. Nûr; gündüz, güneşin parladığı zât makamıyken, zûlmet; gece ve nefis mâkâmıdır. Rûh güneşinin Hz. Peygamber’in beşeriyetine ışık vermesi halinde kalbin kazandığı gündüz parlaklığı, gece ise tabiatında cereyan eden beşeri halleridir. Geceler insanı gayb/bâtın âlemine, gündüz ise şehâdet/ zâhir âlemine bağlar. Gece vahdet, gündüz ise kesrettir. Yine Duhâ Hz. Peygamber’in yüzünün nûrunun, leyl/gece onun saçının siyahlığının aksidir. (Gece beşer için gaflet, ârif için vuslattır)

‘’Gerçekten âhiret senin için dünyadan daha iyidir. Pek yakında Rabbin sana verecektir, hoşnut olacaksın.’’ (Duhâ 4, 5) Dünya (Allah’tan) perdelenmişlik ve özlem yeridir. Son hâl (âhiret) ilk hâlden (dünyadan)  hayırlıdır. İnsanın tekâmülden sonraki hâli mutlaka tekâmül öncesi hâlinden çok daha iyidir. Çünkü kul içine döner, kendi hakîkatiyle tanışır, kendini bilir, Rabbini bilir.  Bu hâlden yani Hakk ile Hakk olmuş vaziyette halka hizmet eder. Kuldan zuhûr eden rızâ hâli, yani Allah’tan memnun olma hâli ancak egosundan kurtulmuş, kendinde varlık oluşmuş insanlar için geçerlidir. (Nefsinden yok olan, Allah ile var olur)İnsan vücut memleketinde nefsinin emiri olduğu ölçüde dünyaya gelişinin gayesine erişmiş olur.

 ‘’Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Kuşkusuz Allah bütün günahları bağışlayıcıdır’’ (Zümer, 53) ‘’Rabbin sana, sen râzı oluncaya kadar verecek’’ âyeti Kûr’an’ın en umut verici âyetidir ve Şefaat’tir. Hz; Peygamber ‘’Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir’’ demiştir. Bu büyük günahlara Allah’ı inkâr dâhil değildir. Ancak küfür ve şirki içine alır. Allah yüz Rahmet yaratmıştır. O doksan dokuz Rahmeti kendi nezdinde tutmuş, bir Rahmeti dünyaya indirmiştir.

İnsanın bâtınında ‘’OL’’ deme kuvveti vardır. Âhiret’te ise ‘’OL’’ sözü onun zâhirinde gözükür. Bazen dünyada insanlara bu güç verilebilir. Allah adamlarının bir kısmı bu gücü alırken, bir kısmı bu gücün yerinin dünya olmadığını bilir. Allah’ı bilen edepli insan ameli ‘’OL’’ sözünün gücüyle değil,  Besmeleyle yaratır. Besmelenin gayesi amelde şeytanın ortaklığından kurtulmaktır. Çünkü Allah şeytana mal ve çocuklara ortak olmayı emretmiştir (İsrâ, 64). Keşif ehlinin bir kısmı, kulun amele başlarken söylediği ilâhi isim ile şeytan arasındaki çatışmaya ve birbirlerini itmeye şâhit olmuştur.

‘’O seni yetim bulmadı mı? Barındırmadı mı? Şaşırmış bulmadı mı? Ve yola iletmedi mi? Seni fakir bulmadı mı? Seni zengin etmedi mi?’’ (Duhâ 6, 7, 8) Tek ve benzersiz veya pek az bulunur kıymetli şeye yetim denilir. Benzeri olmayan, gayet kıymetli inciye  ‘’dürr-i yetim’’ denilmesi bundandır.  Yetim’in gerçek mânâsı mümindir ki, onlar rûhlarının hakîkati olan Allah’tan geldiklerini idrak ederler ve anne babaları olsa da yetim ve öksüz gibidirler. Hz. Peygamber de ‘’dürr-i yetim’’ olarak adlandırılır. Hz. Peygamber’in babası o doğmadan öldü. Annesi Âmine o henüz altı yaşındayken, dedesi Abdülmuttalib sekiz yaşındayken öldü. Allah Peygamberin terbiye ve bakımını bizzat kendi üstlendi. Kendisi dışında kimsenin minneti altına sokmadı. ‘’Kuşkusuz sen ondan önce gafillerden idin’’ (Yûsuf, 3) ‘’Sen bundan önce hiç kitap okur değildin, hâlâ da elinle yazı yazmazsın’’ (Ankebût, 48) ‘’Sen kitap nedir, Îman nedir bilmezdin’’ (Şûrâ, 52) Bu âyetler Peygamberlikten önce onun gafil ve şaşkınlık hallerine işarettir. Vahiy ve indirdiği kitap ile Allah onu Hidâyet’e ulaştırmıştır. Resûlullah hiçbir puta tapmamış, hiçbir çirkin fiil işlememiştir.

Fakirlik/Fakr; Hiçlik, yokluk ve boşluktur. Fakir hiçbir şeyi olmayan değil,  her şeyde buyruğu olandır. O bir şeyi dileyip olmasını istediği zaman, hemen olur. Hz. Muhammed (sav) ‘’Fakirlik övüncümdür, iftiharımdır’’ demiştir. Fakirlik; O’na özlem ve ihtiyaç, Zenginlik (gına) Rûh zenginliğidir. Belâ fakra, fakr likâ yani cemâle, likâ Bekâ’ya götürür.

‘’Ey insanlar siz Allah’a muhtaçsınız. Allah zengin ve övülendir’’ (Fâtır,15) Allah bütün isimleri ve sıfatları kendinde toplayan olması hasebiyle müstağni iken, kul O’nun isimlerine muhtaçtır. Bu anlamda fakirlik ârifin ulaştığı en haz veren şeydir, çünkü fakirlik ârifi Hakk’ın huzuruna sokar ve Hakk bu sayede onu kabul eder. Âlemde sadece talep eden vardır, dolayısıyla âlemde sadece istediği şeye muhtaç olan vardır. Bu muhtaçlık insanı Allah’a yaklaştırır.

Yine İbn’ül Arabî Hazretleri der ki; Vücut kalkınca (fakr halinde) Hak görünür ve hiç kaybolmaz. Dersen ki, vücûd görünürde ve gerçekte Allah Teâlâ’nın ise o halde ârif kim, O’na bakan, O’nu gören kim? Derim ki; Vücut Bir’dir ama mertebeleri çoktur. O bir yerde gül, bir yerde bülbül olur. Rabb Hakk’tır, kul Hakk’tır. O halde mükellef kimdir? Kuldur dersen, o ölüdür. Rabdır dersen o halde o nasıl mükellef olur? Buradan anlaşılır ki fakr, iki cihanda da yüzün siyah (yok) olmasıdır. Yokluğa da siyah denilir. Yani dünya ve âhiret  Adem’dir. Bunların varlığı yoktur. Çünkü varlık gerçekte Allah’ındır. ‘’nefsini bilen Rabbini bilir’’ sözünün mânâsı budur. Nefsini yoklukla bilen, Rabbini varlıkla bilir. Yani nefsinin vücûdu olmadığını bilirse, vücûdun Allah’a ait olduğunu anlar.

‘’Öyleyse yetimi sakın ezme. El açıp isteyeni sakın azarlama. Ve Rabbinin nimetini minnet ve şükranla an’’ (Duhâ 9, 10, 11) Yetim’lik; nefsin sıfatlarıyla ezeli dirilikten nefsaniyete geçmektir. Yetim; yalnız, kalbi kırık, kudsî nûrdan kopmuş ve nefsiyle perdelenmiş kimsedir. Allah bu anlamda yetimin ezilmesini yasaklamıştır. Yine ilim dilenmek övülmüş, mal dilenmek yerilmiştir. Kulun kapısına giden dilenci, Allah’ın ona hediyesidir. Bir hadis-i şerifte ‘’Kendisine ilim sorulup da onu gizleyen kimse, ateşten bir gem ile gemlenir’’ denilmiştir. İnsanlar, amellerini yerine getirirken Allah’tan bilgilerine bilgi katmasını ister. Allah da kullarının öğretim işini üstlenir. Çünkü Allah kıskançtır ve başkasına bir şey sorulmasını/bir şey istenmesini sevmez. Kalp Allah’ın karşısında bulunduğunun bilincindeyken, kul diliyle başkasına bir şey sorduğunda, sorulanın gerçekte her şeyin yönetimini elinde tutan Allah olduğunu bilir. Çünkü Allah’tan ortaya çıkan isim, bu şahıstır, çünkü o da, yayılmış varlık sayfasına işaretli harflerden biridir. Kulun kendisine verilen nimetlerden bahsetmesi ise şükürdür. Allah kuluna verdiği zâhirî ve bâtınî nimetleri, onda görmek ister.

 Büyük velilerden Necmeddin-i Kübra Te’vilât-ı Necmiyye adlı eserinde ve’d Duhâ sûresinin mânâsını şöyle anlatır; ‘’Peygamberlik nimetini nefsinin zâhirine, risâlet nimetini kalbinin bâtınına, velâyet nimetini sırrına, yokluktan sonra bekâ nimetini rûhuna zikret ve hatırlat’’

İNŞİRÂH SÛRESİ: Duhâ sûresinden sonra indirilmiş olup sekiz âyettir. Mekke döneminde Hz. Peygamber’in tebliğin ilk dönemlerinde mâruz kaldığı sıkıntılar karşısında kendisini teselli etmek amacıyla nâzil olduğu rivayet edilir.

 ’’Biz senin için (mutluluğun) göğsünü açmadık mı?’’ (İnşirâh, 1) Bu âyet ile ilgili iki farklı görüş vardır. Birincisi; ’göğsünü açmadık mı’’ ifadesi ile çocukluk döneminde, vahyin başlamasından önce ve Mirac gecesinde göğsünün yarılarak Cebrâil (a.s.) tarafından kalbinin çıkarılıp zemzem ile yıkanması, ilim ve hikmet ile doldurularak yerine konulması, ikincisi de göğsünün İslâm’a açıldığı görüşü. ‘’Allah, hidâyetini dilediği kimsenin göğsünü İslâm için açar’’ (En’am, 125) ‘’Allah’ın İslâm için göğsüne genişlik verdiği kimse Rabbi tarafından hidâyet nûru üzerinde değil midir’’ (Zümer, 22) sûreleri ile ikinci görüş kabul görmektedir. Çünkü Îman’ın yeri kalp, İslâm’ın yeri Sadr’dır.

‘’Senin Kalbini’’ değil, ‘’senin göğsünü’’ denilmesinin sebebi, bu durumun sadece içte kalmayıp eserlerinin, dışta da görüldüğüne dikkat çekmek içindir. Çünkü Resûlullah bu olaydan sonra telaş etmez, ızdırap çekmez, şaşırmaz, sıkıntı ve ferah hallerinin ikisinde de gönlü rahat olmuştur.

Fenâ makamında kul Allah’tan başka her şeye karşı kapalı, halktan uzak ve perdelenmiş haldedir. Bu durumda sebeplere takılı kalmaz. Fenâ makamından önce ise halk ile meşgul olduğundan Hakk’tan perdelenir. Göğsün, kalbin yarılması Hakk’ı da halkı da içine alabilmesi içindir. O zaman her şeyin Hakk olduğunu kalben bilip, halkın yanlışlarıyla mücadele edilir.

Mânâ âleminde Hz. Muhammed’den sonra müminlerin sadrının yarılması ve genişletilmesi, ricalin/yetişmiş yücelerin nazarıyla yapılacağı ifade edilir. Şerh-i Sadr/göğsün yarılması, genişletilmesi, idrak edilemeyen mânâların idraki içindir. Mevlâna Hazretleri ‘’göğsünü açıp genişletmedik mi?’’ âyetini ilhamlar taşan menbâından su, şarap, süt ve bal nehirleri olarak ele alır. 
İbnü’l Arabî Hazretleri de der ki; ‘’İnsanın nasibi olan her ilim ve amel bir nehirdir. Nehir, insanın iyi veya kötü ilmi ve ameli içeceğidir. İnsan nasibini bu nehirlerden alır, fakat ona sahip olamaz. Dünya, âhirete akan bir nehirdir. Dünya nehri geçici zevklerdir. Bu nehirlerden bal vahiy, süt sırlar, şarap haller, su hayat ilmidir.

Hayat nehri, Cebrâil’in Hz. Peygamber’e gelişini betimlemek için kullanılmış simgesel bir işarettir. Allah Cebrâil’i her gün hayat nehrine bir kez daldırır. Cebrâil (a.s) nehirden çıktığında kuş gibi kanat çırpar. Böylelikle, nehir suyunun damlaları müminin kalbine inen melekleri meydana getirerek dökülürler. Cebrâil sadece Peygamberin kalbine iner, veliler de bilgilerini Peygamberin Kandil’inden alırlar.

‘’Ve ağır yükünü indirmedik mi? O senin sırtını ezen yükü. Senin zikrini yüceltmedik mi?’’  (İnşirâh, 2, 3, 4) Yükün ağırlığından sırtından ses geliyordu. ‘’inkaz’’ ağırlığın şiddetinden ses çıkaran yük demektir. Aslında fenâdan sonra bekâya yönelince bu hâl ona ağır geldi. Eğer Peygamber fenâda yani cemde kalsaydı ‘’lâ ilâhe illallah’’ denilirdi. Ancak Peygamber bekâya geçtikten yani Allah ile bakî olduktan sonra ‘’Muhammeden Resûlullah’’ dememiz sahih olmuştur. Bu iki cümlenin söylenmesiyle de ‘’İslâm’’ tamamlanmıştır. Allah Peygamberin zikrini yüceltmiştir. ‘’Biz kuşkusuz zikri indirdik’’ (Hicr, 9) Zikir Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’ân-ı Kerîm de Peygamberin hakîkatidir. Allah kendisini zikredenle birlikte oturur. Oturan ise zikredene görülür. Zikreden kendisiyle birlikte oturan Hakk’ı görmezse, gerçek zâkir değildir. Çünkü Allah’ı zikretmek kulun her yönüne yayılır. Sadece dil ile yapılan zikirden böyle bir sonuç çıkmaz. Hakîki zikrin mânâsı, zikreden, zikredilen ve zikrin bir olmasıdır. Bu da ancak nefsi ıslah ile olur.

Hz. Mûsâ Tâ-Hâ âyetinin 24-36 sûrelerinde der ki; ‘’Ya Rabbi, öyle ise sadrımı şerh et (genişlet) ve işimi kolaylaştır, lisanımda olan kekemeliği ref’et, tâ ki beni iyi anlasınlar, sözümü iyi işitsinler ve bana ehlimden olan kardeşim Hârûn’u vezir eyle……. Tâ ki seni çokça tesbih ve zikredelim’’ Yani ‘’Rabbim Nefsimle mücadele için sadrımı genişlet, Külli aklı (Hârûn’u) bana vezir eyle, dünya aklımı ki kekemedir, benden kaldır. Seni tesbih ve zikredeyim’’

‘’Demek ki, zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Kesinlikle zorlukla beraber kolaylık vardır’’ (İnşirâh, 5, 6) Yükü kaldırmak için önce yükün verilmesi gerekir. Bir iş darlık halinde genişler. Âyette zorluğun arkasından kolaylık iki kere zikredilmiştir.  Peygamberimiz için zorluk halk yüzünden Hakk’tan perdelenmek, birinci kolaylık zâtın keşfi ve Velâyet makamı, ikinci kolaylık ise Nübüvvet makamıdır. Zıtlıklar bir arada bulunmaz. Ancak ard arda gelir. Hz. Peygamber ‘’bir zorluk iki kolaylığı yenemez’’ demiştir. Şu halde bundan sonra bir zorluğa tesadüf edersek, mutlaka arkasından bir kolaylık olduğu böylece tasdik edilmiş olur. İslâm’da her türlü mazeret bu âyet ile yasaklanmıştır. Her türlü zorluğun içinde var olan kolaylık bulunup çıkarılacaktır. Her zorluğun iki kolaylık sırrı vardır. Birincisi zorluğa karşı sabır ne kadar güçlü ise, kolaylık o kadar tez gelir. İkincisi zorluğun içindeki kolaylığı arayıp bulma çabası ki, bu da bir mücadeledir. Bu âyetle gerçek Müslümanın yenilmezliği ve başarı azmi ilâhi garanti altına alınmıştır.

‘’O halde boş kaldın mı, yine kalk yorul. Ancak Rabbine yönel’’ (İnşirâh7, 8) Sana verdiğimiz geçmiş nimetlere ve vadettiğimiz gelecek nimetlere şükretmek için ibâdete koyul ve bu hususta kendini yor. Vahyi alıp boş kalınca onu tebliğe koyul. Dekkâk Hz. şöyle demiştir: ‘’Namazı bitirdiğinde hemen duaya koyul’’ Her halinle Rabbine yönel. Bir şey isterken sadece O’ndan iste. Senin bütün ihtiyaçlarını görüp dardan kurtarmaya gücü yeten sadece O’dur. Başkasının böyle bir gücü yoktur.

Duhâ ve İnşirâh sûreleri; bilhassa Resûlullah’ın (sav) hâl ve şanını anlatarak feyzini daha çok yaymayı ve genelleştirmeyi ve neticede nimetten, o nimeti verene geçerek ancak Allah’a rağbet etmesini hatırlattıktan sonra en mükemmel Ferd’in hâlinden, türün hâline ve müminleri bekleyen sonun da güzelliğine geçilerek bu iki sûrenin bir bağlanışı olmak ve âhiret hükmü ile dinin sabit olduğu anlatılmak üzere ‘’ve’t - tînî’’ sûresi gelecektir.

TÎN SÛRESİ: Tîn sûresi Mekke’de nâzil olmuştur ve sekiz âyettir.  Kur’ân-ı Kerîm, büyük bir lütufta bulunarak insanın hakîkatini bu sûreyle anlatır. Kalbin, rûhun, sırrın açıklandığı sûre insanı hakîkatine doğru yolculuğa çıkarır. Allah İnşirâh sûresinde Hz. Peygamber’in hâlini zikrederken, Tîn sûresinde en güzel kabiliyette yarattığı diğer insanların hâlini zikretmektedir.  İnsanı tanımlayan bu sûre Kur’ân’da açıklanması en zor üç sûreden biridir (diğerleri Asr ve Yûsuf sûresidir).Tîn sûresinde hem insanın hilkatı, hem de yaratılış hikmetleri iç içe bir gülün goncası gibi açmaktadır. Kur’ân’da her âyet bir diğerini açar. Birbirine ilgisiz gibi görünen kelimeler, gerçekte birbirini tamamlayarak bir büyük mesajın çatısını teşkil eder. Ve asıl üzerinde durulması gereken âyetler, özellikle ilgisiz gibi kelimelerden kurulu bu tarz âyetlerdir. Allah bu sûrede İncir’e, Zeytin’e, Tur-i Sinâ’ya ve Emin beldeye yemin eder.

‘’Yemin olsun incire ve zeytine’’ (Tîn,1) Pek çok tefsirci İncir ve Zeytin’in özel isim olduğunu ve tercümesine kalkışılmaması gerektiğini savunmuş, meyve ve gıda olarak insana sağladığı faydaları anlatmışlardır. ‘’E’’ vitamini sadece Zeytin’de depo edilmiştir. Zeytin, ağacında acı olarak yaratılmış ve tüm hayvanlara bu yönü ile yasaklanmıştır. Sırf insana özgüdür.  İncir ise pek çok bitki türünden farklı olarak tıpkı haşhaşta olduğu gibi bitki sütü dediğimiz süt benzeri bir madde ile gelişir. Hilkatin vahdet sırrını temsil eden bu süt; çokluğu, yani binlerce çekirdeği oluşturur. Âdem ve Havvâ dünyaya indikten sonra avret yerlerini İncir ağacının yaprakları ile örttüklerinden, bu ağacın korunduğu ve yakılmadığı Peygamberimizin âdetleri arasında sayılmaktadır.  İbnü’l Arabî Hazretlerine göre Allah, İncir’e ‘’Kalbin idrak ettiği külli anlamlara’’, Zeytin’e ‘’Nefsin idrak ettiği cüzzi anlamlara’’ yemin etmiştir. İncir çokluktan önceki Tek’liği anlatır. Çünkü çokluk, o Tek’liğin içindedir. İncir’in içindeki tanecikler gibi. Çokluktan sonraki Tek’lik ise Zeytin ile anlatılır.

İnsan da, annenin tek yumurta hücresi ile babanın birçok meni hücrelerinin birleşmesi sonucu teşekkül eder. Ve meni hücrelerinin yumurta hücrelerine oranı; zeytin çekirdeğine, incir çekirdeklerinin oranına eşittir. Yani büyüklük oranları tıpatıp birbirine benzemektedir.

‘’Sinâ Dağı’na da yemin ederim’’ (Tîn, 2) Sinâ dağı; Sinâ yarımadasında, Hz. Mûsâ’nın Allah ile konuşma şerefine nâil olduğu, mübârek bir dağdır. Tûr-i Sinâ/Sinâ dağı. Her dağa Tûr denilmez. Tûr ağaçlı ve meyveli dağ demektir. Üzerinde ağaç olmayan dağa ‘’cebel’’ denir. ‘’Bu İncir ve Zeytin’in, yani meni ve yumurtanın rahimde döllendiği tüylü tepeciğe gider ki (rahimin özel epitel hücreleri) Tûr-i Sinâ ifadesine benzer. ‘’Sinâ/sin’’  sırrullah olan Kâmil insandaki Allah’ın sırrıdır. Tûr-i Sinâ Kâmil insanın tecellî ettiği dağdır. Bu yüzden Hz. Mûsâ’nın vücudu dağa benzetilir.

‘’Ve şu emin beldeye yemin ederim ki’’ (Tîn, 3) Emin belde/el-beled ‘’Beled sûresinde’’ geçtiği üzere Hz. Peygamber’in doğup büyüdüğü, Peygamber olarak gönderildiği ve Kâbe’nin bulunduğu yer olan Mekke’dir. Emin, ‘’Emânet ’’ kökünden gelip, emniyette kılan, zulüm ve haksızlık yapmaktan uzak kendisine bırakılan şeyi iyi koruyan, güvenilir demektir. ‘’Bu emniyetli şehir’’ mevcudatın özü, ilimlerin toplayıcısı, nûrların toplandığı yer olan Hz. Peygamber’in mübarek vücûdudur. Zira kendisi Allah’ın emânetini taşımada en emin olandır. Düşmanının dahi kendisinden emin olduğu kuldur. Halûk Nurbaki ise emin beldeyi rahim olarak açıklar ve yumurtanın orada tutunup korunduğunu anlatır. ‘’İncir ve Zeytin.  Sperm ve yumurta.  Çokluk ve teklik.  Anne rahminde sperm ve yumurta birleşmezse, rahim bebeği tutamaz ve düşer. Vahdet’te Kesret’i, Kesret’te Vahdet’i bir göremeyen esfel-i sâfilîn (aşağıların aşağısına) atılır. Bir gören Emin Belde’ye (Rahme) yerleşir ve cenin oluşur’’

‘’Gerçekten biz insanı en güzel biçimde yarattık’’ (Tîn, 4) İnsan, Allah’ın iki yaratılışından söz ettiği tek varlıktır. Birincisi çamur ve pişirilmiş toprak, diğeri meni. İnsan her iki durumda da en güzel şekilde yaratılmıştır. ‘’Ahseni takvîm’’  herhangi bir şeyi olması gereken en uygun biçime ve kıvama getirmek, şekil ve duyguların güzelliği demektir. ‘’Size şekil verip de şekillerinizi güzel yapan….’’ (Mü’min, 64) Allah insanı en güzel biçimde ve yine ilâhi sıfatlarla bezeli olarak yaratmıştır. Hz. Resûlullah ‘’Allahu Teâlâ Âdem’i kendi sûretinde yarattı’’ diye buyurmuştur. İnsan, içinde zûlmet ve nûrun birleştirilmesiyle, zıtların birleştirilip uyuşturulmasıyla dengeli bir şekilde yaratılmıştır. Böylece iki âlem arasında bir vâsıta, ikisini kapsayan bir özellikle var edilmiştir. Yaratılışı düzgün, ahlâkı ve sûreti güzel kılınmıştır. İnsan, Allah’ın sûreti; âlem bu sûretin kendisinde yansıdığı ayna; Allah da, insanın sûretinin olduğu zâttır. Bu yüzden insan ‘’Berzah’’dır. İnsan’ın ‘’Câmi bir kelime’’ olmasının sebebi ise, tecellîgahlar yeri ve bütün ilâhi isimleri kendisinde toplamasındandır.

‘’Sonra da onu en aşağı derecelere döndürdük’ (Tîn, 5) Zûlmet aracılığıyla nûrdan perdelendiği, ahlâki rezilliklerin yanında durduğu, faziletlerden yüz çevirdiği için onu ‘’aşağıların aşağısına’’ indirdik. Rablık özellikleri itibariyle mertebe bakımından insandan daha izzetli kılınmış bir mahlûk olmadığı gibi kulluk özellikleriyle de ondan daha zelil kılınmış bir mahlûk yoktur. Rablık tüm mertebelerin en yükseği olduğu gibi, onun karşıtı olan kulluk da tüm mertebelerin en aşağısıdır. İnsan bir yüzünde Rablık özelliklerini, diğer yüzünde ise kulluğun eksikliklerini gösteren iki yönlü bir Ayna’dır. En güzel yaratılmış (ahsen-i takvîm) olan Rablık yönünden bakarsan onun bütün varlıklardan daha yüce, daha güzel olduğunu, kulluk yönünden bakarsan bütün kâinattan daha aşağı olduğunu görürsün. Nefsin bir ucu ‘’ahsen-i takvîm’’e çıkar, öbür ucu ‘’esfel-i sâfilîn’’e iner. Bir ucu cennetin zirveleri, öbür ucu cehennemin dereceleridir.

‘’Fakat Îman edip sâlih amel işleyenler müstesna. Onlar için hiç bitmeyen ve eksilmeyen bir ecir vardır’’ (Tîn, 6) Amel bedenin, niyet ise kalbin Allah uğrundaki gayretidir. Allah sûrete bakmaz, kalbe bakar. Îman kalptedir. Salih amel değiştiricidir. Allah günahkârın günahlarını iyiliklere çevirir. Kalbinin nûru nefsinin karanlığına galip gelenler, faziletler ve hayırlar kazanırlar. Bunlar ilmi ve ameli kemâli elde edenlerdir. ‘’Onlar için’’ kalp ve nefis cennetleri sevabından bir ecir vardır ki, ‘’eksilmez’’. Îman eden ve gençliğinde sâlih amel işleyenler, amel edemeyecek kadar yaşlı olsalar bile, amellerinin karşılığını almaları kesintiye uğramayacaktır. Enes (r.a) Hz. Peygamber’in (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir; ‘’Ömrü uzun olup da ameli güzel olan kişiye ne mutlu’’  Bir mümin elli yaşına ulaştığı zaman, Allah onun hesabını kolaylaştırır, yükünü hafifletir. Altmış yaşına ulaştığı zaman, Allah onun kendisine yönelmesini nasip eder. Yetmiş yaşına geldiği zaman göktekiler onu sever. Seksen yaşına ulaştığı zaman, iyilikleri yazılır, Allah onun kusurlarını affeder.  Doksan yaşına ulaştığı zaman günahları affedilir, ailesi için şefaatçi olur.

‘’Bundan sonra sana âhiret (diyn) gününü yalanlatan nedir? ’’ (Tîn, 7)  Din; İnsanların yaratıcı olarak kabul ettikleri üstün güce olan îmanlarını, ona yapacakları ibadetlerin bütününü ve bu îmana göre davranışlarının nasıl olması gerektiğini düzenleyen inanış yoludur. Din; Âdem’den Muhammed’e kadar tek dindir. O da ‘’İslâm’’dır. Din, insanlığın gerçek mutluluk ve huzur kaynağıdır. Hiçbir din kötülüğe geçit vermez. Yalanı, kul hakkını, hırsızlığı, yolsuzluğu, öldürmeyi ve benzerlerini yasaklamayan tek din yoktur. İnsanoğlu, toplum barışını yüzyıllardır dinler sayesinde sağlamaktadır. Din ‘’Allah’ın şeriatına’’ boyun eğme ve itaattir. Âdete de din denilir. Çünkü nefs bir şeyi ‘’âdet’’ ettiğinde ona boyun eğer. Fâtiha’nın 4.  sûresinde ‘’Din gününün sahibi’’ ifâdesi de buradan gelir. Din günü hüküm günüdür. Din günü aynı zamanda cezâ (karşılık ve amelin sahibine dönme) günüdür.

‘’Allah hüküm verenlerin en üstünü değil midir?’’ (Tîn, 8) Hüküm veren Hakîm’dir. El-Hakîm; her şeyi menziline indiren ve yerli yerine yerleştiren demektir. Allah Hakîm’dir. Bu ismin sıfatı Hikmet’tir. Hikmet; hüküm veren ve kendisiyle hüküm verilen ve kendisi üzerine hüküm verilemeyen bir sıfattır. Her hikmet sahibi Âlim’dir. Ancak her Âlim hikmet sahibi değildir. Hikmet; bütün peygamberlerin ve velilerin ‘’Hakîkat-i Muhammediyye’’ den aldıkları bâtınî miras, ya da Hz. Peygamber’in ‘’mişkat’’ inden almış oldukları ilimdir. Hikmet’in özelliklerinden birisi, onun akıllara değil, kalplere inmesidir. Kalp; Keşf ve ilham mahalli, gaybın anlamlarının üzerine yansımış olduğu Ayna’dır. Kalp arındığı ve her şeyden boşaltıldığı ölçüde ilâhi bilgiler o kalpte gerçekleşir. (Hikmet’in zıddı zulümdür. Zulüm bir şeyi yerli yerine koymamaktır)

 İmam Kuşeyrî Hazretlerine göre; Tîn/İncir kalp, zeytin rûh, Tûr-i Sînâ sır, Emin belde Ârifin emniyet hâli, temkin hâlinden sonra elde ettiği gizlilik hâlidir.

Kaynak: Cemalnur Sargut; Duhâ, İnşirâh, Tîn sûresi kitabı

BİLGİ: Türkiye Zeytin dostu derneği yönetim kurulu üyesi Hüseyin Bozkurt der ki;  ‘’Zeytin ve incir ağaçları aynı dönemde meyve verir. Bu dönem zeytin sineğinin üremeye başladığı zamanlardır. Zeytin sineğinin, zeytin ağaçları ve zeytin meyvesine zarar vereceği dönemlerde iyice olgunlaşan incir ağaçlarının meyveleri bal dökmeye başlar. İncirin balı, zeytin sineğine cazip gelir ve zeytin yerine incir meyvesini tercih eder. Zeytinliklerdeki incir ağaçları tıpkı bir paratoner gibi zeytin sineklerini üzerine çeker. İncir balı yiyen zeytin sinekleri bir süre sonra zehirlenerek ölür. Mübadele öncesinde Ege kıyılarında yaşayan Rumların zeytin tarlasına 3-4 adet incir ağacı dikmelerinin sebebi budur. Yeni nesil zeytin üreticilerinin birçoğu bu gerçeği bilmedikleri için yüzlerce zeytin ağacını sinek topluyor diye kesmişler ve odun yapmışlardır. Bugün zeytin sineği ve zeytin zararlısı uçkunların sayısı da hızla artmıştır.

Zeytin ve incir ağaçları doğaya ters çalışır. Bütün bitkiler gündüz oksijen verirken, zeytin ve incir ağaçları karbondioksit salınımı yapar. Gece ise diğer ağaçlar karbondioksit verirken zeytin ve incir ağaçları oksijen vermeye başlar. İncir ağacı yapraklarını döker ama zeytin ağacı hiçbir zaman yapraklarını dökmez.’’ (2018 Milliyet gazetesi) Zeytin barışın sembolü, kralların başına taçtır.

Nûr sûresi 35. Ayet de mübarek zeytin ağacından bahseder. ‘’Allah göklerin ve yerin nurudur. O’nun nûrunun örneği, içinde çerağ  meş’ale (misbâh) bulunan bir kandil (mişkât) gibidir. Kandil, bir sırça (zücâce) içerisindedir. Sırça inciden bir yıldız gibidir ki, doğuya ve batıya da nispeti olmayan bereketli bir zeytin ağacından yakılır. Bu ağacın yağı neredeyse, ateş dokunmasa bile ışık saçar. Nûr üzerine nûrdur o. Allah dilediğini kendi nûruna kılavuzlar. Allah, insana örnekler verir. Allah her şeyi bilmektedir.’’

Hakk Teâla bu ayette kendi zâti nûrundan misâl verip, insanın zatının nûrunu; Mişkât, Misbâh ve Zücâce ile tahayyülî bir şekilde nakletmektedir. Zâtın o teşbihi (benzetmesi), insanın sûretinden ibarettir.

‘’Mişkât’’ dan (lamba konan yer) maksat: İnsanın sadrıdır(göğsü). ‘’Züccâc’’ dan maksat, kalbidir. ‘’Misbâh’’ dan maksat ise, insanın sırrıdır. (Abdülkerîm Cili Hz., İnsan-ı Kâmil)


‘’O mişkât Peygamber efendimizin vücûdudur. Zeytinyağı O’nun temiz gönlüdür ve Allah’ın bu gönülle alâkası vardır’’ (Sultan Veled, Maârif)