DUHÂ – İNŞİRÂH – TÎN SÛRELERİ:
Duhâ sûresi
on bir âyet olup, Mekke döneminde nâzil olmuştur ve ‘’kuşluk vakti’’ anlamındadır. Bu sûre, vahyin bir süre kesilmesi
sebebiyle Mekke müşrikleri arasında çıkan ‘’Rabbi
Muhammed’i terk etti, ona küstü’’ şeklindeki dedikodulardan Hz.
Peygamber’in duyduğu üzüntü üzerine nâzil olmuştur. (Vahyin bir süre
kesilmesine sebep olarak Peygamber’in müşriklerin sorduğu sorulara ‘’yarın size bunlar hakkında bilgi
vereceğim’’ deyip ‘’inşallah’’ dememesi
gösterilmiştir) Duhâ sûresinin nâzil
olmasıyla Hz. Muhammed ‘’Allâhuekber’’
demiş ve bundan sonra inen her sûrenin sonunda bu tekbiri tekrarlamıştır. Farz
olmamakla birlikte bu tekbir getiriş, Müslümanlar arasında da sünnet olarak
uygulanmıştır.
Duhâ sûresi,
İslâm güneşini sembolize eden kuşluk
vakti ile küfür ve şirk döneminin bitmeye yüz tutmuş karanlık bir geceyi
andıran hâline yeminle başlar. Allah’ın Hz. Peygamber’i terk etmediği ve kendisine
darılmadığı bildirilir. Hz. Peygamber’i yakın bir gelecekte büyük başarıların
beklediği, Peygamberlik görevinin sonunun başlangıcından daha hayırlı olacağı
müjdelenir. Duhâ sûresinden bir önceki sûre Leyl sûresidir ve ikisi arasında
bir anlam ilişkisi vardır. Leyl sûresinin son ayeti ‘’Rabbin sana verecek, sen de râzı olacaksın’’ cümlesiyle biterken
iyilerin ileride hoşnut ve râzı olacakları müjdelenir. Duhâ sûresinden sonra
gelen İnşirâh sûresi ise hem üslûp hem de mânâ bakımından Duhâ sûresinin bir
devamı gibidir. Çünkü bu sûrede Peygamberin göğsünün genişletildiği, sırtındaki
ağır yükün kaldırıldığı ve nâmının yüceltildiği bildirilir. Duhâ sûresinde yer
alan, ‘’Rabbin seni terk etmedi, senden yüz çevirmedi’’ âyetine
karşılık İnşirâh sûresi ‘’Öyleyse sen de sadece Rabbine yönel’’
âyetiyle son bulur.
DUHÂ SÛRESİ: ‘’Andolsun Duhâya, Sükûnet vaktinde
geceye, Rabbin seni terk etmedi ve sana darılmadı.’’ (Duhâ 1, 2, 3)
Duhâ diye bilinen kuşluk vaktidir ki, ‘’güneşin
parlayıp yükselmeye başladığı, gündüzün gençliği zamanıdır.’’ Bu vakte
yemin edilmiştir. Bu vakit ayrıca, Allah Teâlâ’nın Mûsâ (a.s.) ile konuştuğu ve
sihirbazların secdeye kapandıkları vakittir. Allah neden geceye değil de kuşluk
vaktine yemin etti denilirse; Kuşluk
zamanı günün belli bir ânı iken, gece birçok ânın birleşmesinden meydana gelir.
Buradaki yeminden kastedilen güneşin, kuşluk vaktinin Rabbidir. Allah sadece kendine yemin edebilir ve
sadece Allah adına yemin edilebilir. İbn. Arabî Hazretleri Duhâ’yı iki
âlemin yani nûr ve zûlmetin birleşme noktası olarak ele alır. Nûr; gündüz, güneşin parladığı zât makamıyken,
zûlmet; gece ve nefis mâkâmıdır. Rûh
güneşinin Hz. Peygamber’in beşeriyetine ışık vermesi halinde kalbin kazandığı gündüz
parlaklığı, gece ise tabiatında cereyan eden beşeri halleridir. Geceler insanı
gayb/bâtın âlemine, gündüz ise şehâdet/ zâhir âlemine bağlar. Gece vahdet,
gündüz ise kesrettir. Yine Duhâ Hz. Peygamber’in yüzünün nûrunun, leyl/gece onun
saçının siyahlığının aksidir. (Gece beşer için gaflet, ârif için vuslattır)
‘’Gerçekten âhiret senin için
dünyadan daha iyidir. Pek yakında Rabbin sana verecektir, hoşnut olacaksın.’’ (Duhâ 4, 5) Dünya (Allah’tan)
perdelenmişlik ve özlem yeridir. Son hâl (âhiret) ilk hâlden (dünyadan) hayırlıdır. İnsanın tekâmülden sonraki hâli mutlaka
tekâmül öncesi hâlinden çok daha iyidir. Çünkü kul içine döner, kendi hakîkatiyle
tanışır, kendini bilir, Rabbini bilir.
Bu hâlden yani Hakk ile Hakk olmuş vaziyette halka hizmet eder. Kuldan
zuhûr eden rızâ hâli, yani Allah’tan memnun olma hâli ancak egosundan
kurtulmuş, kendinde varlık oluşmuş
insanlar için geçerlidir. (Nefsinden yok olan, Allah ile var olur)İnsan
vücut memleketinde nefsinin emiri olduğu ölçüde dünyaya gelişinin gayesine
erişmiş olur.
‘’Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Kuşkusuz
Allah bütün günahları bağışlayıcıdır’’ (Zümer, 53) ‘’Rabbin sana, sen râzı oluncaya
kadar verecek’’ âyeti Kûr’an’ın en umut verici âyetidir ve Şefaat’tir.
Hz; Peygamber ‘’Benim şefaatim
ümmetimden büyük günah işleyenleredir’’ demiştir. Bu büyük günahlara
Allah’ı inkâr dâhil değildir. Ancak küfür ve şirki içine alır. Allah yüz Rahmet
yaratmıştır. O doksan dokuz Rahmeti kendi nezdinde tutmuş, bir Rahmeti dünyaya
indirmiştir.
İnsanın
bâtınında ‘’OL’’ deme kuvveti
vardır. Âhiret’te ise ‘’OL’’ sözü
onun zâhirinde gözükür. Bazen dünyada insanlara bu güç verilebilir. Allah
adamlarının bir kısmı bu gücü alırken, bir kısmı bu gücün yerinin dünya
olmadığını bilir. Allah’ı bilen edepli insan ameli ‘’OL’’ sözünün gücüyle değil,
Besmeleyle yaratır. Besmelenin
gayesi amelde şeytanın ortaklığından kurtulmaktır. Çünkü Allah şeytana mal ve
çocuklara ortak olmayı emretmiştir (İsrâ, 64). Keşif ehlinin bir kısmı, kulun
amele başlarken söylediği ilâhi isim ile şeytan arasındaki çatışmaya ve
birbirlerini itmeye şâhit olmuştur.
‘’O seni yetim bulmadı mı?
Barındırmadı mı? Şaşırmış bulmadı mı? Ve yola iletmedi mi? Seni fakir bulmadı
mı? Seni zengin etmedi mi?’’ (Duhâ 6, 7, 8) Tek ve benzersiz veya pek az bulunur
kıymetli şeye yetim denilir. Benzeri
olmayan, gayet kıymetli inciye ‘’dürr-i yetim’’ denilmesi bundandır. Yetim’in gerçek mânâsı mümindir ki, onlar
rûhlarının hakîkati olan Allah’tan geldiklerini idrak ederler ve anne babaları
olsa da yetim ve öksüz gibidirler. Hz. Peygamber de ‘’dürr-i yetim’’ olarak adlandırılır. Hz. Peygamber’in babası o
doğmadan öldü. Annesi Âmine o henüz altı yaşındayken, dedesi Abdülmuttalib
sekiz yaşındayken öldü. Allah Peygamberin terbiye ve bakımını bizzat kendi
üstlendi. Kendisi dışında kimsenin minneti altına sokmadı. ‘’Kuşkusuz sen ondan önce gafillerden idin’’ (Yûsuf, 3) ‘’Sen bundan önce hiç kitap okur değildin,
hâlâ da elinle yazı yazmazsın’’ (Ankebût, 48) ‘’Sen kitap nedir, Îman nedir bilmezdin’’ (Şûrâ, 52) Bu âyetler
Peygamberlikten önce onun gafil ve şaşkınlık hallerine işarettir. Vahiy ve
indirdiği kitap ile Allah onu Hidâyet’e ulaştırmıştır. Resûlullah hiçbir puta
tapmamış, hiçbir çirkin fiil işlememiştir.
Fakirlik/Fakr;
Hiçlik, yokluk ve boşluktur. Fakir hiçbir şeyi olmayan değil, her şeyde buyruğu olandır. O bir şeyi dileyip
olmasını istediği zaman, hemen olur. Hz. Muhammed (sav) ‘’Fakirlik övüncümdür, iftiharımdır’’ demiştir. Fakirlik; O’na
özlem ve ihtiyaç, Zenginlik (gına) Rûh zenginliğidir. Belâ fakra, fakr likâ yani cemâle, likâ Bekâ’ya götürür.
‘’Ey insanlar siz Allah’a
muhtaçsınız. Allah zengin ve övülendir’’ (Fâtır,15) Allah bütün isimleri ve sıfatları kendinde
toplayan olması hasebiyle müstağni iken, kul O’nun isimlerine muhtaçtır. Bu
anlamda fakirlik ârifin ulaştığı en haz veren şeydir, çünkü fakirlik ârifi
Hakk’ın huzuruna sokar ve Hakk bu sayede onu kabul eder. Âlemde sadece talep
eden vardır, dolayısıyla âlemde sadece istediği şeye muhtaç olan vardır. Bu
muhtaçlık insanı Allah’a yaklaştırır.
Yine İbn’ül
Arabî Hazretleri der ki; Vücut kalkınca (fakr halinde) Hak görünür ve hiç
kaybolmaz. Dersen ki, vücûd görünürde ve gerçekte Allah Teâlâ’nın ise o halde ârif
kim, O’na bakan, O’nu gören kim? Derim ki; Vücut Bir’dir ama mertebeleri
çoktur. O bir yerde gül, bir yerde bülbül olur. Rabb Hakk’tır, kul Hakk’tır. O halde mükellef kimdir? Kuldur dersen, o
ölüdür. Rabdır dersen o halde o nasıl mükellef olur? Buradan anlaşılır ki fakr,
iki cihanda da yüzün siyah (yok) olmasıdır. Yokluğa da siyah denilir. Yani dünya
ve âhiret Adem’dir. Bunların varlığı
yoktur. Çünkü varlık gerçekte Allah’ındır. ‘’nefsini
bilen Rabbini bilir’’ sözünün mânâsı budur. Nefsini yoklukla bilen, Rabbini
varlıkla bilir. Yani nefsinin vücûdu olmadığını bilirse, vücûdun Allah’a ait
olduğunu anlar.
‘’Öyleyse yetimi sakın ezme. El açıp
isteyeni sakın azarlama. Ve Rabbinin nimetini minnet ve şükranla an’’ (Duhâ 9, 10, 11) Yetim’lik; nefsin
sıfatlarıyla ezeli dirilikten nefsaniyete geçmektir. Yetim; yalnız, kalbi
kırık, kudsî nûrdan kopmuş ve nefsiyle perdelenmiş kimsedir. Allah bu anlamda
yetimin ezilmesini yasaklamıştır. Yine ilim
dilenmek övülmüş, mal dilenmek yerilmiştir. Kulun kapısına giden dilenci,
Allah’ın ona hediyesidir. Bir hadis-i şerifte ‘’Kendisine ilim sorulup da onu
gizleyen kimse, ateşten bir gem ile gemlenir’’ denilmiştir. İnsanlar, amellerini yerine getirirken Allah’tan
bilgilerine bilgi katmasını ister. Allah da kullarının öğretim işini üstlenir.
Çünkü Allah kıskançtır ve başkasına bir şey sorulmasını/bir şey istenmesini
sevmez. Kalp Allah’ın karşısında bulunduğunun bilincindeyken, kul diliyle
başkasına bir şey sorduğunda, sorulanın gerçekte her şeyin yönetimini elinde
tutan Allah olduğunu bilir. Çünkü Allah’tan ortaya çıkan isim, bu şahıstır,
çünkü o da, yayılmış varlık sayfasına işaretli harflerden biridir. Kulun
kendisine verilen nimetlerden bahsetmesi ise şükürdür. Allah kuluna verdiği
zâhirî ve bâtınî nimetleri, onda görmek ister.
Büyük velilerden Necmeddin-i Kübra Te’vilât-ı
Necmiyye adlı eserinde ve’d Duhâ sûresinin mânâsını şöyle anlatır;
‘’Peygamberlik nimetini nefsinin zâhirine, risâlet nimetini kalbinin bâtınına,
velâyet nimetini sırrına, yokluktan sonra bekâ
nimetini rûhuna zikret ve hatırlat’’
İNŞİRÂH SÛRESİ: Duhâ
sûresinden sonra indirilmiş olup sekiz âyettir. Mekke döneminde Hz. Peygamber’in
tebliğin ilk dönemlerinde mâruz kaldığı sıkıntılar karşısında kendisini teselli
etmek amacıyla nâzil olduğu rivayet edilir.
’’Biz
senin için (mutluluğun) göğsünü açmadık mı?’’ (İnşirâh, 1) Bu âyet ile
ilgili iki farklı görüş vardır. Birincisi; ‘’göğsünü açmadık mı’’ ifadesi ile
çocukluk döneminde, vahyin başlamasından önce ve Mirac gecesinde göğsünün
yarılarak Cebrâil (a.s.) tarafından kalbinin çıkarılıp zemzem ile yıkanması, ilim
ve hikmet ile doldurularak yerine konulması, ikincisi de göğsünün İslâm’a
açıldığı görüşü. ‘’Allah, hidâyetini
dilediği kimsenin göğsünü İslâm için açar’’ (En’am, 125) ‘’Allah’ın İslâm için göğsüne genişlik
verdiği kimse Rabbi tarafından hidâyet nûru üzerinde değil midir’’ (Zümer,
22) sûreleri ile ikinci görüş kabul görmektedir. Çünkü Îman’ın yeri kalp, İslâm’ın
yeri Sadr’dır.
‘’Senin Kalbini’’ değil, ‘’senin göğsünü’’ denilmesinin sebebi, bu durumun sadece içte
kalmayıp eserlerinin, dışta da görüldüğüne dikkat çekmek içindir. Çünkü
Resûlullah bu olaydan sonra telaş etmez, ızdırap çekmez, şaşırmaz, sıkıntı ve
ferah hallerinin ikisinde de gönlü rahat olmuştur.
Fenâ
makamında kul Allah’tan başka her şeye karşı kapalı, halktan uzak ve
perdelenmiş haldedir. Bu durumda sebeplere takılı kalmaz. Fenâ makamından önce ise
halk ile meşgul olduğundan Hakk’tan perdelenir. Göğsün, kalbin yarılması Hakk’ı
da halkı da içine alabilmesi içindir. O
zaman her şeyin Hakk olduğunu kalben bilip, halkın yanlışlarıyla mücadele
edilir.
Mânâ
âleminde Hz. Muhammed’den sonra müminlerin sadrının yarılması ve
genişletilmesi, ricalin/yetişmiş yücelerin nazarıyla yapılacağı ifade edilir.
Şerh-i Sadr/göğsün yarılması, genişletilmesi, idrak edilemeyen mânâların idraki
içindir. Mevlâna Hazretleri ‘’göğsünü açıp
genişletmedik mi?’’ âyetini ilhamlar taşan menbâından su, şarap, süt ve bal
nehirleri olarak ele alır.
İbnü’l Arabî Hazretleri de der ki; ‘’İnsanın nasibi
olan her ilim ve amel bir nehirdir. Nehir, insanın iyi veya kötü ilmi ve ameli
içeceğidir. İnsan nasibini bu nehirlerden alır, fakat ona sahip olamaz. Dünya,
âhirete akan bir nehirdir. Dünya nehri geçici zevklerdir. Bu nehirlerden bal vahiy,
süt sırlar, şarap haller, su hayat ilmidir.
Hayat nehri, Cebrâil’in Hz.
Peygamber’e gelişini betimlemek için kullanılmış simgesel bir işarettir. Allah Cebrâil’i her gün hayat nehrine
bir kez daldırır. Cebrâil (a.s) nehirden çıktığında kuş gibi kanat çırpar.
Böylelikle, nehir suyunun damlaları müminin kalbine inen melekleri meydana
getirerek dökülürler. Cebrâil sadece Peygamberin kalbine iner, veliler de
bilgilerini Peygamberin Kandil’inden
alırlar.
‘’Ve ağır yükünü indirmedik mi? O senin
sırtını ezen yükü. Senin zikrini yüceltmedik mi?’’ (İnşirâh, 2, 3, 4) Yükün
ağırlığından sırtından ses geliyordu. ‘’inkaz’’
ağırlığın şiddetinden ses çıkaran yük demektir. Aslında fenâdan sonra bekâya yönelince
bu hâl ona ağır geldi. Eğer Peygamber fenâda yani cemde kalsaydı ‘’lâ ilâhe
illallah’’ denilirdi. Ancak Peygamber bekâya geçtikten yani Allah ile bakî olduktan
sonra ‘’Muhammeden Resûlullah’’
dememiz sahih olmuştur. Bu iki cümlenin söylenmesiyle de ‘’İslâm’’ tamamlanmıştır. Allah Peygamberin zikrini yüceltmiştir. ‘’Biz kuşkusuz zikri indirdik’’ (Hicr,
9) Zikir Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’ân-ı Kerîm de Peygamberin hakîkatidir. Allah
kendisini zikredenle birlikte oturur. Oturan ise zikredene görülür. Zikreden
kendisiyle birlikte oturan Hakk’ı görmezse, gerçek zâkir değildir. Çünkü
Allah’ı zikretmek kulun her yönüne yayılır. Sadece dil ile yapılan zikirden
böyle bir sonuç çıkmaz. Hakîki zikrin
mânâsı, zikreden, zikredilen ve zikrin bir olmasıdır. Bu da ancak nefsi
ıslah ile olur.
Hz. Mûsâ
Tâ-Hâ âyetinin 24-36 sûrelerinde der ki; ‘’Ya
Rabbi, öyle ise sadrımı şerh et (genişlet) ve işimi kolaylaştır, lisanımda olan
kekemeliği ref’et, tâ ki beni iyi anlasınlar, sözümü iyi işitsinler ve bana
ehlimden olan kardeşim Hârûn’u vezir eyle……. Tâ ki seni çokça tesbih ve
zikredelim’’ Yani ‘’Rabbim Nefsimle mücadele için sadrımı genişlet, Külli
aklı (Hârûn’u) bana vezir eyle, dünya aklımı ki kekemedir, benden kaldır. Seni
tesbih ve zikredeyim’’
‘’Demek ki, zorlukla beraber bir
kolaylık vardır. Kesinlikle zorlukla beraber kolaylık vardır’’ (İnşirâh, 5, 6) Yükü kaldırmak için önce yükün verilmesi gerekir. Bir iş darlık halinde
genişler. Âyette zorluğun arkasından kolaylık iki kere zikredilmiştir. Peygamberimiz için zorluk halk yüzünden
Hakk’tan perdelenmek, birinci kolaylık zâtın keşfi ve Velâyet makamı, ikinci
kolaylık ise Nübüvvet makamıdır. Zıtlıklar bir arada bulunmaz. Ancak ard arda
gelir. Hz. Peygamber ‘’bir zorluk iki kolaylığı yenemez’’ demiştir. Şu halde bundan
sonra bir zorluğa tesadüf edersek, mutlaka arkasından bir kolaylık olduğu
böylece tasdik edilmiş olur. İslâm’da her türlü mazeret bu âyet ile
yasaklanmıştır. Her türlü zorluğun içinde var olan kolaylık bulunup
çıkarılacaktır. Her zorluğun iki kolaylık sırrı vardır. Birincisi zorluğa karşı
sabır ne kadar güçlü ise, kolaylık o
kadar tez gelir. İkincisi zorluğun içindeki kolaylığı arayıp bulma çabası ki,
bu da bir mücadeledir. Bu âyetle gerçek
Müslümanın yenilmezliği ve başarı azmi ilâhi garanti altına alınmıştır.
‘’O halde boş kaldın mı, yine kalk
yorul. Ancak Rabbine yönel’’ (İnşirâh7, 8) Sana verdiğimiz geçmiş nimetlere ve
vadettiğimiz gelecek nimetlere şükretmek için ibâdete koyul ve bu hususta
kendini yor. Vahyi alıp boş kalınca onu tebliğe koyul. Dekkâk Hz. şöyle
demiştir: ‘’Namazı bitirdiğinde hemen
duaya koyul’’ Her halinle Rabbine yönel. Bir şey isterken sadece O’ndan
iste. Senin bütün ihtiyaçlarını görüp dardan kurtarmaya gücü yeten sadece
O’dur. Başkasının böyle bir gücü yoktur.
Duhâ ve İnşirâh
sûreleri; bilhassa Resûlullah’ın (sav) hâl ve şanını anlatarak feyzini daha çok
yaymayı ve genelleştirmeyi ve neticede nimetten, o nimeti verene geçerek ancak
Allah’a rağbet etmesini hatırlattıktan sonra en mükemmel Ferd’in hâlinden, türün hâline ve müminleri bekleyen
sonun da güzelliğine geçilerek bu iki sûrenin bir bağlanışı olmak ve âhiret
hükmü ile dinin sabit olduğu anlatılmak üzere ‘’ve’t - tînî’’ sûresi gelecektir.
TÎN SÛRESİ: Tîn sûresi
Mekke’de nâzil olmuştur ve sekiz âyettir. Kur’ân-ı Kerîm, büyük bir lütufta bulunarak
insanın hakîkatini bu sûreyle anlatır. Kalbin, rûhun, sırrın açıklandığı sûre
insanı hakîkatine doğru yolculuğa çıkarır. Allah İnşirâh sûresinde Hz.
Peygamber’in hâlini zikrederken, Tîn sûresinde en güzel kabiliyette yarattığı
diğer insanların hâlini zikretmektedir. İnsanı
tanımlayan bu sûre Kur’ân’da açıklanması en zor üç sûreden biridir (diğerleri
Asr ve Yûsuf sûresidir).Tîn sûresinde hem insanın hilkatı, hem de yaratılış
hikmetleri iç içe bir gülün goncası gibi açmaktadır. Kur’ân’da her âyet bir
diğerini açar. Birbirine ilgisiz gibi görünen kelimeler, gerçekte birbirini
tamamlayarak bir büyük mesajın çatısını teşkil eder. Ve asıl üzerinde durulması
gereken âyetler, özellikle ilgisiz gibi kelimelerden kurulu bu tarz âyetlerdir.
Allah bu sûrede İncir’e, Zeytin’e, Tur-i Sinâ’ya ve Emin beldeye yemin eder.
‘’Yemin olsun incire ve zeytine’’ (Tîn,1) Pek
çok tefsirci İncir ve Zeytin’in özel isim olduğunu ve tercümesine
kalkışılmaması gerektiğini savunmuş, meyve ve gıda olarak insana sağladığı
faydaları anlatmışlardır. ‘’E’’ vitamini sadece Zeytin’de depo edilmiştir.
Zeytin, ağacında acı olarak yaratılmış ve tüm hayvanlara bu yönü ile
yasaklanmıştır. Sırf insana özgüdür.
İncir ise pek çok bitki türünden farklı olarak tıpkı haşhaşta olduğu
gibi bitki sütü dediğimiz süt benzeri bir madde ile gelişir. Hilkatin vahdet sırrını temsil eden bu süt;
çokluğu, yani binlerce çekirdeği oluşturur. Âdem ve Havvâ dünyaya indikten
sonra avret yerlerini İncir ağacının yaprakları ile örttüklerinden, bu ağacın
korunduğu ve yakılmadığı Peygamberimizin âdetleri arasında sayılmaktadır. İbnü’l Arabî Hazretlerine göre Allah, İncir’e ‘’Kalbin idrak ettiği külli
anlamlara’’, Zeytin’e ‘’Nefsin idrak ettiği cüzzi anlamlara’’ yemin etmiştir.
İncir çokluktan önceki Tek’liği anlatır. Çünkü çokluk, o Tek’liğin içindedir.
İncir’in içindeki tanecikler gibi. Çokluktan sonraki Tek’lik ise Zeytin ile
anlatılır.
İnsan da,
annenin tek yumurta hücresi ile
babanın birçok meni hücrelerinin birleşmesi sonucu teşekkül eder. Ve meni
hücrelerinin yumurta hücrelerine oranı; zeytin çekirdeğine, incir
çekirdeklerinin oranına eşittir. Yani büyüklük oranları tıpatıp birbirine
benzemektedir.
‘’Sinâ Dağı’na da yemin ederim’’ (Tîn, 2) Sinâ dağı; Sinâ
yarımadasında, Hz. Mûsâ’nın Allah ile konuşma şerefine nâil olduğu, mübârek bir
dağdır. Tûr-i Sinâ/Sinâ dağı. Her dağa Tûr denilmez. Tûr ağaçlı ve meyveli dağ
demektir. Üzerinde ağaç olmayan dağa
‘’cebel’’ denir. ‘’Bu İncir ve Zeytin’in, yani meni ve yumurtanın rahimde
döllendiği tüylü tepeciğe gider ki (rahimin özel epitel hücreleri) Tûr-i Sinâ
ifadesine benzer. ‘’Sinâ/sin’’ sırrullah olan Kâmil insandaki Allah’ın
sırrıdır. Tûr-i Sinâ Kâmil insanın tecellî ettiği dağdır. Bu yüzden Hz. Mûsâ’nın
vücudu dağa benzetilir.
‘’Ve şu emin beldeye yemin ederim
ki’’ (Tîn, 3) Emin
belde/el-beled ‘’Beled sûresinde’’ geçtiği üzere Hz. Peygamber’in doğup
büyüdüğü, Peygamber olarak gönderildiği ve Kâbe’nin bulunduğu yer olan Mekke’dir.
Emin, ‘’Emânet ’’ kökünden gelip,
emniyette kılan, zulüm ve haksızlık yapmaktan uzak kendisine bırakılan şeyi iyi
koruyan, güvenilir demektir. ‘’Bu emniyetli şehir’’ mevcudatın özü, ilimlerin
toplayıcısı, nûrların toplandığı yer olan Hz. Peygamber’in mübarek vücûdudur.
Zira kendisi Allah’ın emânetini taşımada en emin olandır. Düşmanının dahi
kendisinden emin olduğu kuldur. Halûk Nurbaki ise emin beldeyi rahim olarak açıklar ve yumurtanın
orada tutunup korunduğunu anlatır. ‘’İncir
ve Zeytin. Sperm ve yumurta. Çokluk ve teklik. Anne
rahminde sperm ve yumurta birleşmezse, rahim bebeği tutamaz ve düşer. Vahdet’te
Kesret’i, Kesret’te Vahdet’i bir göremeyen esfel-i sâfilîn (aşağıların
aşağısına) atılır. Bir gören Emin Belde’ye (Rahme) yerleşir ve cenin oluşur’’
‘’Gerçekten biz insanı en güzel
biçimde yarattık’’ (Tîn, 4) İnsan, Allah’ın iki yaratılışından söz ettiği tek varlıktır.
Birincisi çamur ve pişirilmiş toprak, diğeri meni. İnsan her iki durumda da en
güzel şekilde yaratılmıştır. ‘’Ahseni
takvîm’’ herhangi bir şeyi olması
gereken en uygun biçime ve kıvama getirmek, şekil ve duyguların güzelliği
demektir. ‘’Size şekil verip de
şekillerinizi güzel yapan….’’ (Mü’min, 64) Allah insanı en güzel biçimde ve
yine ilâhi sıfatlarla bezeli olarak yaratmıştır. Hz. Resûlullah ‘’Allahu Teâlâ Âdem’i kendi sûretinde
yarattı’’ diye buyurmuştur. İnsan, içinde zûlmet ve nûrun
birleştirilmesiyle, zıtların birleştirilip uyuşturulmasıyla dengeli bir şekilde
yaratılmıştır. Böylece iki âlem arasında bir vâsıta, ikisini kapsayan bir
özellikle var edilmiştir. Yaratılışı düzgün, ahlâkı ve sûreti güzel
kılınmıştır. İnsan, Allah’ın sûreti; âlem bu sûretin kendisinde yansıdığı ayna;
Allah da, insanın sûretinin olduğu zâttır. Bu
yüzden insan ‘’Berzah’’dır. İnsan’ın ‘’Câmi bir kelime’’ olmasının sebebi ise,
tecellîgahlar yeri ve bütün ilâhi isimleri kendisinde toplamasındandır.
‘’Sonra da onu en aşağı derecelere
döndürdük’’
(Tîn, 5) Zûlmet aracılığıyla nûrdan perdelendiği, ahlâki rezilliklerin yanında
durduğu, faziletlerden yüz çevirdiği için onu ‘’aşağıların aşağısına’’ indirdik. Rablık özellikleri itibariyle
mertebe bakımından insandan daha izzetli kılınmış bir mahlûk olmadığı gibi
kulluk özellikleriyle de ondan daha zelil kılınmış bir mahlûk yoktur. Rablık
tüm mertebelerin en yükseği olduğu gibi, onun karşıtı olan kulluk da tüm
mertebelerin en aşağısıdır. İnsan bir yüzünde Rablık özelliklerini, diğer
yüzünde ise kulluğun eksikliklerini gösteren iki yönlü bir Ayna’dır. En güzel
yaratılmış (ahsen-i takvîm) olan Rablık yönünden bakarsan onun bütün
varlıklardan daha yüce, daha güzel olduğunu, kulluk yönünden bakarsan bütün
kâinattan daha aşağı olduğunu görürsün.
Nefsin bir ucu ‘’ahsen-i takvîm’’e çıkar, öbür ucu ‘’esfel-i sâfilîn’’e iner. Bir
ucu cennetin zirveleri, öbür ucu cehennemin dereceleridir.
‘’Fakat Îman edip sâlih amel
işleyenler müstesna. Onlar için hiç bitmeyen ve eksilmeyen bir ecir vardır’’ (Tîn, 6) Amel bedenin, niyet ise
kalbin Allah uğrundaki gayretidir. Allah sûrete bakmaz, kalbe bakar. Îman
kalptedir. Salih amel değiştiricidir. Allah günahkârın günahlarını iyiliklere
çevirir. Kalbinin nûru nefsinin karanlığına galip gelenler, faziletler ve
hayırlar kazanırlar. Bunlar ilmi ve ameli kemâli elde edenlerdir. ‘’Onlar
için’’ kalp ve nefis cennetleri sevabından bir ecir vardır ki, ‘’eksilmez’’. Îman eden ve gençliğinde sâlih amel
işleyenler, amel edemeyecek kadar yaşlı olsalar bile, amellerinin karşılığını
almaları kesintiye uğramayacaktır. Enes (r.a) Hz. Peygamber’in (sav) şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir; ‘’Ömrü uzun
olup da ameli güzel olan kişiye ne mutlu’’ Bir mümin elli yaşına ulaştığı zaman,
Allah onun hesabını kolaylaştırır, yükünü hafifletir. Altmış yaşına ulaştığı
zaman, Allah onun kendisine yönelmesini nasip eder. Yetmiş yaşına geldiği zaman
göktekiler onu sever. Seksen yaşına ulaştığı zaman, iyilikleri yazılır, Allah
onun kusurlarını affeder. Doksan yaşına ulaştığı
zaman günahları affedilir, ailesi için şefaatçi olur.
‘’Bundan sonra sana âhiret (diyn)
gününü yalanlatan nedir? ’’ (Tîn, 7) Din;
İnsanların yaratıcı olarak kabul ettikleri üstün güce olan îmanlarını, ona
yapacakları ibadetlerin bütününü ve bu îmana göre davranışlarının nasıl olması
gerektiğini düzenleyen inanış yoludur. Din; Âdem’den Muhammed’e kadar tek
dindir. O da ‘’İslâm’’dır. Din, insanlığın gerçek mutluluk ve huzur kaynağıdır.
Hiçbir din kötülüğe geçit vermez. Yalanı, kul hakkını, hırsızlığı, yolsuzluğu,
öldürmeyi ve benzerlerini yasaklamayan tek din yoktur. İnsanoğlu, toplum
barışını yüzyıllardır dinler sayesinde sağlamaktadır. Din ‘’Allah’ın
şeriatına’’ boyun eğme ve itaattir. Âdete de din denilir. Çünkü nefs bir şeyi ‘’âdet’’ ettiğinde ona boyun eğer.
Fâtiha’nın 4. sûresinde ‘’Din gününün sahibi’’ ifâdesi de
buradan gelir. Din günü hüküm günüdür. Din
günü aynı zamanda cezâ (karşılık ve amelin sahibine dönme) günüdür.
‘’Allah hüküm verenlerin en üstünü
değil midir?’’
(Tîn, 8) Hüküm veren Hakîm’dir. El-Hakîm; her şeyi menziline indiren ve yerli
yerine yerleştiren demektir. Allah Hakîm’dir. Bu ismin sıfatı Hikmet’tir. Hikmet;
hüküm veren ve kendisiyle hüküm verilen ve kendisi üzerine hüküm verilemeyen
bir sıfattır. Her hikmet sahibi Âlim’dir. Ancak her Âlim hikmet sahibi
değildir. Hikmet; bütün peygamberlerin ve velilerin ‘’Hakîkat-i Muhammediyye’’ den aldıkları bâtınî miras, ya da Hz.
Peygamber’in ‘’mişkat’’ inden almış
oldukları ilimdir. Hikmet’in özelliklerinden birisi, onun akıllara değil,
kalplere inmesidir. Kalp; Keşf ve ilham mahalli, gaybın anlamlarının üzerine
yansımış olduğu Ayna’dır. Kalp arındığı ve her şeyden boşaltıldığı ölçüde ilâhi
bilgiler o kalpte gerçekleşir. (Hikmet’in zıddı zulümdür. Zulüm bir şeyi yerli
yerine koymamaktır)
İmam Kuşeyrî Hazretlerine göre; Tîn/İncir kalp,
zeytin rûh, Tûr-i Sînâ sır, Emin belde Ârifin emniyet hâli, temkin hâlinden
sonra elde ettiği gizlilik hâlidir.
Kaynak:
Cemalnur Sargut; Duhâ, İnşirâh, Tîn sûresi kitabı
BİLGİ: Türkiye
Zeytin dostu derneği yönetim kurulu üyesi Hüseyin Bozkurt der ki; ‘’Zeytin ve incir ağaçları aynı dönemde meyve
verir. Bu dönem zeytin sineğinin üremeye başladığı zamanlardır. Zeytin
sineğinin, zeytin ağaçları ve zeytin meyvesine zarar vereceği dönemlerde iyice
olgunlaşan incir ağaçlarının meyveleri bal dökmeye başlar. İncirin balı, zeytin
sineğine cazip gelir ve zeytin yerine incir meyvesini tercih eder.
Zeytinliklerdeki incir ağaçları tıpkı bir paratoner gibi zeytin sineklerini
üzerine çeker. İncir balı yiyen zeytin sinekleri bir süre sonra zehirlenerek
ölür. Mübadele öncesinde Ege kıyılarında yaşayan Rumların zeytin tarlasına 3-4
adet incir ağacı dikmelerinin sebebi budur. Yeni nesil zeytin üreticilerinin birçoğu
bu gerçeği bilmedikleri için yüzlerce zeytin ağacını sinek topluyor diye
kesmişler ve odun yapmışlardır. Bugün zeytin sineği ve zeytin zararlısı
uçkunların sayısı da hızla artmıştır.
Zeytin ve
incir ağaçları doğaya ters çalışır. Bütün bitkiler gündüz oksijen verirken,
zeytin ve incir ağaçları karbondioksit salınımı yapar. Gece ise diğer ağaçlar
karbondioksit verirken zeytin ve incir ağaçları oksijen vermeye başlar. İncir
ağacı yapraklarını döker ama zeytin ağacı hiçbir zaman yapraklarını dökmez.’’
(2018 Milliyet gazetesi) Zeytin barışın sembolü, kralların başına taçtır.
Nûr sûresi 35.
Ayet de mübarek zeytin ağacından bahseder.
‘’Allah göklerin ve yerin nurudur. O’nun nûrunun örneği, içinde çerağ meş’ale (misbâh) bulunan bir kandil (mişkât)
gibidir. Kandil, bir sırça (zücâce) içerisindedir. Sırça inciden bir yıldız
gibidir ki, doğuya ve batıya da nispeti olmayan bereketli bir zeytin ağacından
yakılır. Bu ağacın yağı neredeyse, ateş dokunmasa bile ışık saçar. Nûr üzerine
nûrdur o. Allah dilediğini kendi nûruna kılavuzlar. Allah, insana örnekler
verir. Allah her şeyi bilmektedir.’’
Hakk Teâla
bu ayette kendi zâti nûrundan misâl verip, insanın zatının nûrunu; Mişkât,
Misbâh ve Zücâce ile tahayyülî bir şekilde nakletmektedir. Zâtın o teşbihi
(benzetmesi), insanın sûretinden ibarettir.
‘’Mişkât’’ dan (lamba konan yer) maksat:
İnsanın sadrıdır(göğsü). ‘’Züccâc’’
dan maksat, kalbidir. ‘’Misbâh’’ dan
maksat ise, insanın sırrıdır. (Abdülkerîm Cili Hz., İnsan-ı Kâmil)
‘’O mişkât Peygamber efendimizin
vücûdudur. Zeytinyağı O’nun temiz gönlüdür ve Allah’ın bu gönülle alâkası
vardır’’ (Sultan
Veled, Maârif)