YÛSUF SÛRESİ:
Yûsuf sûresi
Mekke’de nâzil olmuştur. 111 âyettir.
Nüzul sebebi
olarak, rivayet olunuyor ki Yahudi bilginlerden bazılarının Mekke müşriklerinin
ileri gelenlerine, ‘’Muhammed’e sorun bakalım, İsrâiloğulları Mısır’a hangi sebepten dolayı geçmişlerdir, Muhammed
buna ne diyecek?’’ diye sormaları gösterilmiştir. Nitekim ‘’Yûsuf ile kardeşleri kıssasında, soranlar için âyetler vardır’’
(Yûnus,7) âyeti buna işaret niteliğindedir.
Bir diğer
nüzul/iniş sebebi olarak ‘’Mekke müşriklerinin, Resûlullah’a yaptığı ezâdan
dolayı, daha önce Hz. Yûsuf’a kardeşlerinin duyduğu haset ve yaptıkları ezâya
rağmen onun Allah’a teslimiyetini, Allah’ın ona ihsan ve ikramını anlatarak, Peygamberini
teskin ve teselli etmek olduğu’’ söylenebilir. Bu sûrede kâmil olma yolunda bir
kulun kat edeceği merhaleler anlatılır. Bu
sûreyi Kur’ân âyetlerine dayandırarak özetleyecek olursak:
Yûsuf; Hz.
Yâkub’un oğludur. Hz. Yâkub’un babası Hz. İshâk, dedesi Hz. İbrâhim’dir. Hz.
Yâkub’un bir adı da İSRÂİL’dir (Âli
İmran- 93, Meryem-58). İsrâil Allah’a doğru gece yapılan yolculuk anlamındadır
(İsrâiloğulları adı buradan gelir). Yûsuf ve öz kardeşi Bünyamin’in annesi çok
küçük yaşlarda vefât etmiştir. Babalarından 10 üvey kardeşleri daha vardır.
Bunların yedisi hür olan teyzesinden, diğerleri de Yâkub’un iki
cariyesindendir.
Yûsuf bir
sabah babası Yâkub’a rüyasında on bir yıldız, ay ve güneşin kendisine secde
ettiğini gördüğünü söyler. Babası bu rüyayı kardeşlerine söylememesini tembih
eder. Çünkü Yâkub, Yûsuf’un kendisinin ve dedesinin mirasçısı olacağını ve kardeşlerinin
de hasedini üzerine çekeceğini anlamıştır. Bu nedenle de Yûsuf’u gözünün
önünden ayırmamaya başlar. Kardeşlerinin ise kıskançlıkları gün geçtikçe artar,
kendilerini yiyip bitiren bu hased sonunda onları Yûsuf’a hücum etmeye zorlar. Aralarında
Yûsuf’u öldürmek için bir plan yaparlar. Ancak Yehuda isimli kardeş Yûsuf’u
öldürmeyip kör bir kuyuya atmayı, oradan geçen kervanlardan birinin onu oradan
kurtararak uzak diyarlara götüreceğini böylece de ondan kurtulacaklarını
söyler. Kardeşleri kabul eder ve babalarına yanlarına Yûsuf’u da alarak kıra
gitmek istediklerini Yûsuf’un orada koşup oynayacağını, eğleneceğini söylerler.
Yâkub buna izin vermez çünkü Yûsuf’u bir kurdun yemesinden korktuğunu söyler.
Ancak kardeşleri onu koruyacaklarına yemin ederler. Yâkub Yûsuf’un da gitmek
istediğini sezince onlara izin verir.
Birlikte
yola çıkarlar. Kıra vardıklarında üvey kardeşleri Yûsuf’un üzerine çullanırlar
ve aman diledikçe, onlara sığındıkça onu döverler. Üzerinden gömleğini çıkarıp
kör bir kuyuya atarlar. Yûsuf bunları yaşadığında henüz on yedi yaşındadır. (On
iki yaşında olduğu da söylenir)
Kardeşleri
akşam gün batımında ağlayarak eve varırlar, Yûsuf’u bir kurdun yediğini
söyleyip delil olarak da bir hayvanın kanını sürdükleri gömleğini gösterirler.
Yâkub gömleği alır, onu yüzüne sürer ve gömlekteki kan yüzüne bulaşıncaya kadar
ağlar. Sonrada ‘’Vallahi ömrümde bu kadar
yumuşak huylu bir kurt görmedim. Yavrumu yediği halde üzerindeki gömleği
parçalamamış’’ der. Bu ifâdesi ile söylenenlere inanmadığını beyan eder ve ‘’arttık bana düşen hakkıyla sabretmektir.
Anlattıklarınız karşısında (bana) yardım edecek olan, ancak Allah’tır’’ diyerek
sabra sarılır.
Rivâyete
göre Yûsuf kuyuda üç gün kalır. Medyen yönünden gelip Mısır’a giden bir kervan
Yûsuf’un içinde bulunduğu kuyuya yakın bir yerde mola verir. Kervandakiler su
çekmek gayesi ile kovalarını kuyuya sarkıttıklarında Yûsuf ipe tutunarak
kuyudan çıkar. Onu gören kervancılar sevinirler ve onu bir ticaret malı olarak
görürler. Mısır’a vardıklarında da onu birkaç dirheme satarlar. Yûsuf’u satın
alan kimse, ‘’Aziz’’ ünvanıyla tanınan (yani Mısır idaresini elinde tutan)
maliye bakanı ve ordu komutanı Kıtfir’dir. Aziz’in Râil isminde bir eşi vardır
ve lakabı ‘’Züleyha’’dır.
Yûsuf
erginlik çağına gelince Züleyha onu baştan çıkarmaya, nefsinden murad almaya
çalışır. Rabbinin ikâzı ve işareti olmasa o da Züleyha’ya meyledecektir.
Ancak Allah’a sığınır. Yine böyle bir gün Züleyha kapıları kapatır, Yûsuf hızla
uzaklaşırken Züleyha gömleğine asılır, gömlek arkadan yırtılır. Kapıda Züleyha’nın
eşi Kıtfir ile karşılaşırlar. Züleyha Yûsuf’u suçlar ve onun kendi nefsinden
murad almak istediğini söyler. Kıtfir Yûsuf’un gömleğinin arkadan yırtılmış
olduğunu görünce onun masum olduğunu anlar. Ancak Mısır’da dedikodular yayılır.
Züleyha dedikodu eden Mısırlı kadınları evine davet eder. Ellerine meyve ve
bıçak verir. Önlerinden Yûsuf’u geçirir. Yûsuf’u gören kadınlar onun güzelliği
karşısında kendilerinden geçerek ellerini keserler. ‘’Haşâ Rabbimiz! Bu bir beşer değil. Bu üstün bir melektir‘’
derler.
Züleyha’nın
Yûsuf’a karşı arzusu bitmez ve istediklerini yapmazsa onu hapse attırmakla
tehdit eder. Yûsuf ‘’Rabbim! Bana zindan,
bunların benden istediklerinden daha iyidir’’ diyerek hapse girmeye razı
olur. Böylece Yusuf’un yedi yıl sürecek hapis hayatı başlar. Onunla birlikte
hapse iki delikanlı daha girer. Bunlardan biri kralın şarapçısı, biri de
ekmekçisidir. Ekmekçi Yûsuf’a gördüğü bir rüyayı anlatır. Yûsuf tâbirini yapar.
Ancak ekmekçi aslında öyle bir rüya
görmediğini söylemesine rağmen, rüya tabir edildiği gibi gerçekleşir.
Yûsuf’un
rüyalar ile ilgili isâbetli tâbirleri Kralın kulağına kadar gider. Kral da bir
rüya görmüş ve bu rüyasını kimse tâbir edememiştir. Daha önce Yûsuf’a rüya tâbir ettiren iki
delikanlıdan biri gelir ve Kralın gördüğü rüyayı anlatarak ‘’yedi zayıf ineğin yediği yedi semiz inek ile yedi yeşil ve yedi kuru
başak hakkında bize yorum yap’’ der. Yûsuf rüyayı şöyle tâbir eder. ‘’Yedi
sene eskisi gibi ekeceksiniz, biçtiklerinizi başağında bırakınız, biraz
yiyeceğinizden başka. Sonra onun arkasından yedi kurak sene gelecek, önceki
biriktirdiklerinizin birazını tohumluk
olarak saklayınız az bir miktar hariç. Çünkü biriktirdiklerinizi yiyip
bitirecek yedi kıtlık yılı gelecektir. Sonra bunun ardından bir yıl gelecek ki,
o yılda insanlara (Allah tarafından) yardım olunacak ve o yılda (meyve suyu ve
yağ) sıkılacaktır.’’ Kral yorumu çok isabetli bulur, bir elçi göndererek
Yûsuf’u saraya davet eder. Yûsuf suçsuzluğu ispatlanmadan zindandan çıkmak
istemez. Sonunda Züleyha suçunu kabul eder. Kral ’’onu bana getirin, onu kendime danışman yapayım’’ der. Yûsuf suçsuzluğu ispatlanınca zindandan çıkar
ve Kral’a ‘’beni ülkenin hazinelerine
tayin et! Çünkü ben onları çok iyi korurum ve bu işi bilirim’’ der. Yûsuf
henüz otuz yaşındadır.
Yûsuf
Mısır’da sultan olduktan sonra babası ve kardeşlerinin yaşadığı Şam (Ken’an)
ülkesinde kıtlık baş göstermiş açlık sıkıntısı başlamıştır. Yâkub Mısır
sultanının adaletine güvenerek evlatlarını onun ülkesine erzak almaya gönderir.
Kardeşleri Mısır sultanı Yûsuf’un huzuruna çıkarlar. Yûsuf’un kuyuya
atılmasından, karşılaşmalarına kadar geçen süre ‘’kırk yıldır’’. Dolayısıyla onu tanımazlar. Oysa Yûsuf
kardeşlerini tanır ancak tanıdığını belli etmez, ailesini sorar. Babası ve
Bünyamin hakkında bilgi alır. İstedikleri erzakları fazlası ile verir. Ancak
bir daha ki gelişlerinde kardeşleri Bünyamin’i getirmezlerse onlara erzak
vermeyeceğini söyler. Kardeşleri Şam’a geri döner ve babalarına durumu anlatır.
Babaları Bünyamin’i vermek istemez. Israrlar karşısında onlardan Bünyamin’i sağ
salim getireceğine dair ‘’Allah adına’’ söz alır ve râzı olur. Onlara ‘’oğullarım şehre hepiniz bir kapıdan
girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin’’ diyerek öğüt verir.
Kardeşler
yanlarına Bünyamin’i de alarak babalarının emrettiği gibi farklı kapılardan girerek Mısır’a varırlar. Yûsuf Bünyamin’i görür
görmez onu bir kenara çekerek gerçeği açıklar ve onu yanında tutmak için bir plan
yaptığını söyler. Bünyamin râzı olur. Yûsuf kardeşleri için develere erzak
yüklerken kabını Bünyamin’in yükünün içine saklar. Sonrada kabının çalındığını,
yüklerin aranmasını ister. ‘’Su kabı’’
Bünyamin’in yüklerinin içinden çıkar. Yûsuf Bünyamin’i hırsızlıkla suçlar. O
zamanın yasalarına göre hırsızlık yapan kişinin cezâsı malı çalınan kişinin
yanında alıkonmaktır.
Kardeşler
Ken’an iline, babalarının yanına dönerler. Yâkub Bünyamin’in alıkonması
haberini alınca sabrı savunur ama Yûsuf’un özleminden kör olmuştur. Evlatları
bu duruma çok üzülür, Mısır’a geri dönerek babalarının durumunu anlatarak
Yûsuf’tan kardeşlerini serbest bırakmasını isterler. Yûsuf kardeşlerine gerçek
kimliğini açıklar. Kardeşleri af dilerler, Yûsuf da onları affeder. Üzerindeki
gömleği çıkararak kardeşlerine verir. Gömleği babalarının üzerine atmasını,
böylece gözlerinin açılacağını söyler. Kervan Ken’an ili için yola çıktığında
Yâkub Yûsuf’un kokusunu almaya başlamıştır bile. Gömlek üzerine atılınca
Yâkub’un gözleri açılır. Çocukları babalarından özür diler. Yûsuf hepsini
Mısır’a davet eder. Büyük değer vererek onları karşılar. Anne (teyze) ve
babasını büyük bir kürsüye oturtur. Hepsi
ona secde ederek onu selâmlarlar. Yûsuf’un gördüğü rüya gerçekleşmiştir.
Allah’ın lütfu ve koruması için şükreder ve O’na teslim olarak ölmeyi ve
Sıddıklardan olmayı niyaz eder.
Kur’ân’da üç büyük sûre; Allah’ın, Peygamberimiz’in ve
insanın sırrını açıklar. Sûre-i Rahman ilâhi sırları, Yâsin sûresi efendimizin
hikmetlerini, Sûre-i Yûsuf insanın esrarını dile getirir.
Kur’ân’ın üç kısa sûresi de bu önemli üç konuyu özet hâlinde
vermektedir. İhlâs sûresi Hakk’ı, Kevser sûresi Peygamberimiz’i, Asr sûresi de
insanı anlatmaktadır.
Yûsuf sûresi
açıklanması en zor üç sûreden biridir (diğerleri Asr ve Tin sûresi). Bu sûrenin
bâtınî anlamda açıklaması pek çok değerli mutasavvıf tarafından ele alınmıştır.
Yûsuf
sûresinin bütününe baktığımızda bir kulun kâmil olma yolunda kat edeceği
merhalelerin semboller ile anlatıldığı kolayca anlaşılmaktadır. O halde
öncelikle bu sembollerin ne olduğu anlaşılmalıdır.
Bismillahirrahmanirrahim deyip başlayalım.
Hz. Yâkub Aklı-ı Küll/rûh, Hz. Yûsuf istidatlı
kalptir (gönül).
Züleyha ise Hz. Yûsuf’un nefsidir
(Nefs-i Levvâme).
Yûsuf
rüyasında on bir yıldız, güneş ve ayın kendisine secde ettiğini görür. On bir
yıldız Yûsuf’un kardeşleri, güneş ve ay anne-babasıdır. Kardeşlerinden biri idrâki/düşünce gücünü temsil eden
Bünyamin, diğer kardeşler nefsinin olumsuz sıfatlarıdır.
Aslında on bir yıldız, insanın kalbinin
emrinde olan on bir yüce güzelliği
temsil eder. On bir yıldızın temsil ettiği bu güzellikler; Cömertlik, vefâ, gayret, sıdk, cesaret, verâ, hayâ, merhamet,
teslimiyet, ihlâs ve idrâktir. Yûsuf’un üvey kardeşleri olarak anlatılan on yıldız
kötü huylar yani hayvanî kuvvetler olup (cimrilik,
kin, tembellik, şüphe, korkaklık, ihtiras, şehvet, zulüm, kararsızlık, gurur) gönüldeki
bu yüceliklerin insanın kendi tarafından saptırılmış hâlidir. Burada on birinci
öz kardeş olan Bünyamin idrâki temsil eder ve değişmez.
Kardeşlerin
Yûsuf’u babalarından kıskanması, nefsin rûhun kalbe yakınlığını
kıskanmalarıdır. Yine babanın Yûsuf’u kardeşlerinden koruması, rûhun kalbi
nefsin on kötü hasletinden uzak tutmasıdır. Yâkub Yûsuf’u kurdun yemesinden
korkmuştur. Çünkü dünya hırsı insanın gönlünü şeytana kaptırmasına sebep olur.
Kurt burada şeytanı temsil eder. Ayrıca belâ dile dayalıdır denir. Ağızdan
çıkan başa gelir.
Kardeşlerinin
Yûsuf’a karşı yaptıkları hainlik ve onu kıskanmaları (on kardeş onun nefsinin
saptırılmış sıfatlarıdır), Peygamberlerin başına gelen küçük günahlardandır.
Bunun hikmeti şudur ki, dünya halkı, bir ve tek olan Allah’ın kusursuz, diğer
her şeyin kusurlu olduğunu bilsin. Peygamberlerin Allah tarafından
Peygamberlikle görevlendirildikleri andan itibaren ‘’ismet’’
yani günah işlememe şartı aranır. Bundan önce böyle bir şart aranmaz.
Yüce Allah
Yâkub’u Yûsuf’a karşı kalbinde beslediği sevgiden dolayı imtihan etmeyi
dilediği, daha sonra imtihanının çok ağır olması için Yûsuf’u kendisinden
uzaklaştırdığı da söylenmektedir. ‘’Yâkub
Yûsuf’u sevince olanlar oldu, birbirlerinden ayrılıverdiler. Bu tür olaylar
Peygamberler, Veliler ve Hak sevgililerinin kıssalarında çoktur. Çünkü Allah gayyurdur
(kıskançtır), onların kalplerini Kendisinin dışındaki her şeyden temizlemiştir.’’
Allah’ın
kulları arasında uyguladığı âdeti şudur: Kula yetki ve imkân ancak imtihandan
sonra verilir. Teselli, ancak hüzünden sonra gelir, izzet, ancak zilletten
sonra elde edilir. Bulmak da kaybetmekten sonra olur. Allah kullarını üç
nedenle imtihan eder: 1). Kulun cezâsını dünyada vermek için. 2). Kulun
içindekini dışarı çıkarıp Rabbi katındaki durumunu insanlara göstermek için.
3). Kulun değer ve yakınlığını kendi katında arttırmak için. Şüphesiz aslında
bu bir ikramdır. Kardeşleri zâhirde Yûsuf’a kötülük yapmış gibi gözükse de
aslında ona iyilik yapmışlar, onlar Yûsuf’un saltanat ve izzete ulaşmasına
sebep olmuşlardır.
Kuyuya
atılan Yûsuf, ancak kuyuya sarkıtılan kovanın ipine yapışarak çıkmıştır.
Peygamber ve veliler, Allah’tan gelip Allah’a giden kervanlar ve kafilelerdir.
Kendinde Rabbani bilgiler ve bilkuvve ilâhi insanlık kemâlleri bulunan Yûsuf da
tabiat zindanında hapsedilmiştir. Dünya âhiret konaklarından bir konaktır.
Kova, insanlara inen Allah kitabıdır. Kervancıların (Peygamberlerin) kovayı
sarkıtmaları, insanları Allah’ın kitabına davet etmektir. Ona yapışmak, o
kitabı getiren kimseye inanıp onu kabul etmek demektir. Ama kuyuda olan
kurbağa, çiyan, akrep, yılan ve daha kuyuda yaşayan diğer haşerelerden biri
ise, o sarkıtılan ipe asılmaz, ona yapışıp kuyudan çıkmak istemez. Çünkü
insanların bazılarının rûhları güzel ve yüksek meşreplidir, bazılarının rûhları
habis ve alçak meşreplidir. Hiç davet kabul etmez.
Tekâmül
kuyunun dibinde başlar. Çünkü kuyunun dibi mânevî hastalıkların başladığı
devreyi anlatır. Nefis yavaş yavaş bu hastalıklara karşı bir gücü olmadığını
hisseder, kendini temizlemek ve egosundan kurtulmak için gün ışığına çıkmaya
çalışır. Bunun için çalışıp çabalar. Çalışıp çabalama da Allah’ın
takdiriyledir.
Yûsuf’un
kardeşlerinin kıskançlığından kurtulması üç gün kuyu zindanı iken, Mısır
krallığına layık olması yedi yıl zindan olmuştur. Mümin için anne ve babasının
güzelliğini görme zindanı dokuz ay iken, evveli ve ahiri olmayan Allah’ı
görmenin değeri kabir zindanında kalmaktır.
Yâkub’un
gözyaşları, Yûsuf’u kaybedip tekrar kavuşuncaya kadar geçen kırk yıllık zaman içinde hiç dinmez. Ne
zaman ki bir yaratılmışa ağladığı için Hakk’ın şiddetli azarına maruz kalır,
artık Yûsuf’un adını anmaz. Yâkub’un bir yaratılmış için ağladığından dolayı
gözleri görmez olmuştur. Dâvud, Yâkub’dan daha fazla ağlamış ama gözleri kör
olmamıştır. Çünkü onun ağlaması Allah içindir.
Yâkub niçin
gözlerini kaybetti denilirse: Yâkub’un
âmâ olması oğullarını gördükçe üzüntüsünün artmaması ve Cemâlullah’ı seyretmesi
içindir. Hz. Peygamber’e Cebrâil’den, Cebrâil’e Rabbinden rivâyet ettiğine göre
yüce Allah: ‘’Ey Cebrâil! İki gözünü aldığım kişinin mükâfatı nedir bilir misin ?’’
buyurmuş. Cebrâil de, ‘’Seni
noksan sıfatlardan tenzih ederim. Senin bildirdiğinden başka hiçbir bilgim
yoktur’’ demiştir. Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurmuş: ‘’Onun
mükâfatı, cennetimde ebedi kalmak ve cemâlimi seyretmektir.’’
Gerçekte
körlük, kalbin görme kabiliyetine sahip olmamasıdır. Bu nedenle ‘’Yâkub’un gözleri ağardı’’ denilmiştir.
’’Allah’ın yüzünü ilk görecek olanlar
âmâlardır.’’ Hz. İshâk, Hz.
Yâkub ve Hz. Şuayb âmâ Peygamberler’dendir.
Hz.
Peygamber; ‘’Ben size ağlamayı yasaklamadım. Yasakladığım sevinç ve üzüntü
anında atılan çığlıktır’’ demiştir. Bu da gösterir ki, musîbet zamanında üzülmek
ve ağlamak caizdir. Çünkü şiddetli acı zamanında insan kendini tutmaya pek az
muvaffak olabileceğinden dolayı, bundan büsbütün kendini engellemesi elinde
olmayabilir. Bu da mükellefiyeti gerektiren bir husus değildir. Çünkü teklif, gücün yettiği yere kadardır.
Yasak olan mukadderata (kadere) dil
uzatacak sözler sarf etmektir. Yâkub Allah’a bir an bile suizan etmemiş,
gamını kederini hep içine atmıştır. Aslında rûh kalbi kaybedince onun
hasretiyle yanıp kör olmuştur. Ancak Yâkub sabredicidir. Gönlün başına bir iş
gelince, o işi çözmek yerine sabır gösterip Allah’a yalvarmak o sorunun daha
çabuk hallolmasını sağlar. Bir kimsenin
bir şeye ihtiyacı olur da dua etmek isterse önce Allah’ı methetmelidir.
Yûsuf’un
(kalbin) Züleyha’ya (nefse) yönelmesi ise kalbin henüz hâlinde kalıcılık kazanmadığı
ve istikâmete kavuşmadığı için ona meyletmesi demektir. Gönül nefsi, nefs de
gönlü arzulamaktadır. Vesvese ve boş düşünceler bütün kalplere gelir, fakat
mutmain nefsin onu giderme kuvveti vardır. Bazen gelen düşünceler, tek ve
kahhar olan Allah’ın takdir ettiği şeyi kalpte uygular. Allah’ın emri, olması
muhakkak bir kaderdir.
Yusuf’un
gömleğinin arkadan yırtılması, kalbin nefse bakan yönü olan arka taraftan zarara
uğradığını anlatır. Rûh nûrunu kalbin üzerine düşürürse kalp rûha yönelir ve nûr
kalbi istila eder, kalp nefsi egemenliği altına alır.
Züleyha’nın
Yûsuf’a Mısırlı kadınları çağırıp ‘’çık
karşılarına’’ demesi, nefsin kendi irâdesiyle kalbin nûruyla parlamak
istemesi, kalbin ortaya çıkmasını dilemesi anlamındadır.
Yûsuf’un
zindana girmek istemesi, aslında halvete girmek istemesidir. Böylece kalp nefsin
istilasından korunacaktır.
Yûsuf ile
zindana giren iki delikanlıdan biri Kral’ın ekmekçisi, diğeri şarapçısıdır. Ekmekçi nefstir çünkü ekmek dünya taamıdır (gıdası). Şarapçı ise
muhabbet gücüdür çünkü şarap aşk ve muhabbeti anlattığı için cennet taamıdır.
Nitekim ekmekçinin (nefs) görmediği halde gördüm dediği ve Yûsuf’a tevil
ettirdiği rüyası, Yûsuf’un tevil ettiği gibi gerçekleşmiş ve ekmekçi çarmıha
gerilerek öldürülmüştür. Ekmekçinin
ölmesi hevânın ölmesidir.
Kralın
gördüğü rüyanın tevilinde geçen bolluk ve kıtlık kavramları, mânevi âlemdeki feyizlerin ve
duraklamaların ifâdesidir. Yine burada çok önemli bir mesaj, tohumluk
saklanması ifâdesidir. Tohum, îman
tohumudur. Îman tohumunu taşımaz isek yokluğa mahkûm oluruz.
Yûsuf
tamamen haklılığı ispat edilmeden zindandan çıkarılma teklifini kabul
etmemiştir. Çünkü nefs belli bir seviyeye gelmeden sıkıntıdan kurtulursa bunun
ona faydası olmayacaktır. Hz. Peygamber’in ’’Yûsuf’un yerinde olsaydım, davetçinin
davetine uyar zindandan çıkardım’’ sözü onun kemâl noktasında olmasından ve
nefsine uyma korkusu olmamasındandır. Âyet 53; Kûr’an’ı Kerim’de Nefs-i Emmârenin her insanda
bulunduğunu, nefs yükselse bile tekrar emmâre makamına düşebileceğini vurgular.
Yûsuf ‘’ Nefs kötülüğü emreder, Rabbimin korumasa olmasa’’ diyerek
korunduğunu söyler. Eğer iyi bir davranışı kendimiz yaptık sanıyorsak, bu
nefs-i emmârenin bir oyunudur. Züleyha’nın Yûsuf zindandayken suçunu itiraf
etmesi, nefsin mutmainne makamına ulaşması, saf aşka dönüşmesi, suflî taraftan
ulvî tarafa yönelmesi demektir.
Allah’ın
izniyle kulda tecelli eden ve onun tekâmülünü sağlayan iki güç vardır; nefsi ve
muhabbeti. Nefsi insanı daima aşağı çeker, tâ ki o nefsin yokluğunu öğrenene
kadar. Muhabbeti ise herkesi sevmesine ve muhabbet göstermesine sebep olur, tâ
ki Allah’ın muhabbetine lâyık olana kadar.
Fenâ bulma
süreci sona erince, mahpusluk müddeti dolunca, Yüce Allah onu kendi hayatıyla
diriltti, zâtından ve sıfatlarından ona bir hayat bahşetti. Bu da vahdetten
kesrete dönüştür. (Fenâ Allah’a hareketin sonu, bekâ Allah’ta hareketin
başlangıcıdır)
Kral ‘’faal akla’’ işarettir. Yûsuf’un
Kral’a ‘’Beni ülkenin hazinelerine tayin
et! Çünkü ben onları çok iyi korurum ve bu işi bilirim’’ demesi,
kıymetlerin/hazinelerin ancak gönül tarafından korunabileceğinin anlatımıdır.
Bünyamin’in
çalmakla suçlandığı Yûsuf’a ait ‘’su
kabı’’ ilmin elde edilmesinin aracı olan istidat gücüdür. Yâkub’un dininde hırsızlığın cezâsı, hırsızın
kendisini, çaldığı malın sahibine teslim etmektir. Mal sahibi, o hırsızı mal edinir
ve yanında alıkoyabilir. Yûsuf da (kalp) böylece Bünyamin’i (istidat gücünü)
alıkoymaya hak kazanır. Bu Hz. Âdem’in
hikâyesidir. Âdem de Allah’a ait elmayı çalmıştır. Allah Âdem’e elmayı çaldırtmıştır.
Çünkü onu kendi mânâsının daima yanında tutmak istemektedir. Allah Âdem’den
tecellî etmektedir.
‘’Yûsuf bu
hileyi Allah’ın vahyi ve takdiriyle yapmıştır. Haram olmasına rağmen bazı
durumlarda yalana izin verilmiştir. Hatta yalanın bazen doğrudan daha hayırlı
olduğu vurgulanmıştır. Örn: İki hasmın arasını düzeltmek için, savaş halinde ve
ailenin menfaati için adamın karısına, kadının kocasına yalan söylemesine izin
verilmiştir.’’ (İmam Gazali)
Yâkub’un ‘’evlatlarım hepiniz bir kapıdan girmeyin’’
demesi, bir tek fazilet yolunda gitmeyin, tek yönlü inançlardan çok, bütün
inançlara hürmet edin. Kendi yolunda sabit olup, diğer bütün yollara hürmet et
anlamındadır. Hakîkat budur.
‘’Yûsuf (kardeşleri için) dedi ki;
Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi affetsin.’’ Devamlı kötülüğü emreden (emmâre)
nefsin sıfatı, kendini savunmak, noksanlıklarını ve utanç sebebi olacak şeyleri
kendinden uzaklaştırmaktır. Mutmainne hâlindeki nefsin sıfatı ise hâlini
Allah’ın bilmesiyle yetinmek ve Allah tarafından takdir edilen şeylere rızâ
göstermesidir. Mutmainne nefis, kendisinde intikam alma ve kendini savunma
duygusu harekete geçtiğinde, onu içinde gizler, ortaya çıkarmaz. Geçmiş
günahları yüze vurmamak, af ve bağışlanmanın tam olduğuna işaret eder. Zulme
uğrayanın helâllik vermesi, ilâhi mağfiretin ön şartlarından biridir.
Şâzelî Hz.
der ki; Gönlünü mâsivadan çekip tamamen Allah’a veren dervişin temel edepleri
şu dört şeydir: Büyüklere hürmet, küçüklere merhamet, kendine karşı insaflı
olmak ve nefsi adına intikam almamak. Derviş nefsi adına intikam almaya
kalkıştığı zaman, Rabbi ile yaptığı sözleşmeyi bozmuş olur. Bu durumda tövbe
etmesi gerekir.
Allah, Tâhâ
sûresi 44. âyette Firavun için ‘’ona
yumuşak söz söyleyin’’ diyerek insanın kendi nefsine dahi hilimle muamele
etmesi gerektiğini söyler (Firavun Mûsâ’nın nefsidir). Tekâmül için nefsi aşırı
suçlamadan muamele kâmil insanın görevidir. Zirâ kemâl arttıkça hilim
(yumuşaklık) artar.
Yusuf anne
ve babasını bağrına bastı. Onlar Mısır’a girdiklerinde yetmiş iki erkek ve kadından ibârettiler. Yâkub ve
kardeşlerinin Yûsuf’un yanına girmeleri, istikamet hâli olan sadr makamına
ulaşmaları demektir. Çünkü Yûsuf’un
yanına varmak vücut içinde birliğin oluşması ve kalbin hâkim olması demektir.
Anne ve babanın tahta oturtulması diğerlerine göre külli aklın ve tekâmül etmiş nefsin tüm his ve kuvvetlerden
daha yüksek derecede olduğunu anlatmak içindir.
Yâkub’un
üzerine atılarak gözlerinin açılmasını sağlayan gömlek, Cebrâil’in (a.s.) Hz.
İbrâhim ateşe atılmışken cennetten getirip ona giydirdiği gömlekti. Bu gömlek
İbrâhim’den Yâkub’a miras kalmış, Yâkub da bu gömleği muska yaparak Yûsuf’un
boynuna asmıştı. Yûsuf kuyudayken Cebrâil onu kuyudan çıkartıp ona giydirmişti.
Bu gömlek aslî fıtrat nûruna işarettir. Gömlek aynı zamanda
Hakikat-i Muhammedi’nin vücuttaki zuhûr anını temsil etmektedir. Bu da ancak
ezeli nasibi bile olsa kalbin cem haline ulaştığını gösterir.
Yâkub için
Yûsuf’u temâşâ etmek (seyretmek), Hakk’ı temâşâ etmek yoluyladır. Yâkub Yûsuf’u
baş gözüyle her gördüğünde, sır gözüyle Hakk’ı temâşâ ediyordu. Bu sebeple,
Yûsuf’u temâşâ etmekten perdelenince, kalbi de Hakk’ı görmekten perdelendi.
Yâkub’un bütün endişe ve kederi, Hakk’ın müşâhedesini yani AYNA’sını kaybetmiş
olmasıydı. İşte bu sebeple onu tekrar gördüğünde secde etti, çünkü kalbi artık
Hakk’ı müşâhede ediyordu. Secde sadece
Hakk’a yapılır.
Yûsuf’un
Yâkub’u görmesi Akl-ı Küll’ün vücutta tecellî ettiğini gösterir. Yâkub külli
aklın yani diri rûhun temsilcisi olduğu halde, nasıl oluyor da Yûsuf için kör
oluyor denilirse, aklın körlüğü ancak kalbin aydınlanmasıyla giderilebilir.
Kral’ ın
Yûsuf ile Züleyha’yı evlendirmesi nefsin tekâmül etmesiyle hazlardan
yararlanması demektir. Nefs kalbe boyun eğmiştir. Züleyha evlendiğinde
bakiredir bu da nefsin güzelliğinin işaretidir. Ki bu evlilikten iki çocukları
doğar. İLİM ve ÂMEL.
Yûsuf ‘’Ey
gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da âhiret de de benim sahibimsin. Beni
Müslüman olarak öldür ve beni Salihler arasına kat’’ diye duasından
sonra Allah rûhunu Tayyib ve Tâhir olarak kabzetmiştir. Gerçi İslâmiyet’ten önce gelen hak dinlerin inananları Müslüman kabul
edilir. Ancak burada Yûsuf’un ‘’Benim
canımı Müslüman olarak al’’ demesi ayrı bir hikmeti temsil eder.
Bir kul,
fazlaca amel içinde ve kemâl makamında terakki halinde ise onun bu dünyada
kalmayı temenni etmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü o, ebedi kalacağı yeri için
daha fazla azık hazırlama imkânına sahiptir. Kul amelde noksanlık içinde ise veya kemâl hâlinden sonra hâlinde bir
noksanlık olmasından korkarsa, onun bu dünyadan gitmeyi istemesinde bir sakınca
yoktur.
Hâdis-i
şerifte ‘’Âniden ölmek, Allah’ın kula gazap alâmetidir’’ buyurulmuştur.
Mümin helâllik almadan, tövbesini yenilemeden, nefsine toparlanma fırsatı
vermeden gaflet üzere Rabbine kavuşmasın diye, âniden ölmek hoş görülmemiştir.
Rivâyet göre Hz. İbrâhim, Hz. Dâvut ve Hz. Süleyman âniden ölmüşlerdir.
Dolayısıyla bu tür ölümün, sâlihlerin ölümü olduğu da söylenir. Kimseyle hak
hukuk ilişkisi kalmamış, tamamen hazır kimseler için böyle bir ölüm kolaylık ve
rahmettir.
Âyette geçen
ve Yûsuf’un aralarına katılmayı temenni ettiği Sâlihler de Allah’ın kulları
arasında en üst mertebeye sahip olduğu kimseler olduğu gibi salah ve iyilik
onların en üstün niteliğidir. Kadınların ulaşabileceği son mertebe de, sıddıklık makamıdır. Sıddık: Doğru sözlü, asla yalan
söylemeyen, sözünde duran, gerçeği konuşan, güvenilir olan anlamındadır. Meryem,
Âsiye, Hatice, Fâtıma ve Âişe bu mâkâma erişenlerdendir. ‘’Senden önce de şehirler halkından kendilerine vahyettiğimiz bir takım
erkeklerden başkasını (peygamber) göndermedik’’ (Yûsuf, 109) âyeti hiçbir kadın peygamber
gönderilmediğinin işaretidir.
Yûsuf dedi
ki: ‘’Ey babacığım! İşte bu daha önce
(gördüğüm) rüyanın tevilidir. Rabbim onu bana hak olarak gösterdi’’
âyetinde belirtildiği gibi, Allah Hz. Yûsuf’da tevil ya da rüya tâbiri (hâdiselerin
tâbir edilmesi) kabiliyetini tecellî ettirmiş, böylece de mübârek ismi rüya
tâbiri ile birlikte anılmıştır. Tevil, bir şeyi evveline götürmek demektir. Dolayısıyla İslâm kaynaklarında tevil,
Kurân’ın dış sûretinin örtüsünü kaldırarak, bunun altındaki ezeli iç mânâyı
ortaya çıkarma, ilk mânâsına döndürme kabiliyetidir. Tevil, nefsin ilmidir.
İbnü’l Arabî Hz. göre tahayyül edilen
her şey tâbir edilir, meselâ rüya öyledir. Her söz tâbir edilir ve tevil
edilir. Öyleyse âlemde tevil edilmeyecek söz yoktur. ‘’Hâdiselerin tevilini öğrensin diye…’’ (Yûsuf, 21) Bir sahih
hadiste ‘’Müslümanın rüyası, anlatmadığı
sürece bir kuşun ayağındadır. Rüyasını anlatınca gerçekleşir’’ buyrulmuştur.
Rüya kerâmet çeşitlerinden biridir. Bir kişi gördüğünün rüya değil gerçek
olduğunu sanırsa, işte gerçek rüya budur. Bazı rüyanın mânâsı açıktır, tâbire
ihtiyaç duymaz. Bazı rüyaların mânâsı gizlidir, tâbire ihtiyaç duyar. Rüyayı tâbir
edecek kimsenin de ilim, ferâset ve çokça ilhama ihtiyacı vardır. Rüya
tâbirleri, rüyanın şekline göre değil, rüyayı görenin hakîkatine göre
yapılmalıdır. Bunu da ancak kâmil insan yapabilir. Rüya tâbiri ilmi, müstakil
bir ilimdir. Allah, Hz. Yûsuf’a bu
ilimden büyük bir pay vermiştir.
Üzücü
rüyalar şeytandan veya kişinin uyanıkken yaptığı iç konuşmalardan oluşur. Böyle
rüyalara güvenilmez. Güvenilmese bile bu tarz bir rüya tâbir edildiğinde, bir
hükmü olur ve bu hükmün onun adına (kendisinden değil) tâbirin gücü nedeniyle
ortaya çıkması kaçınılmazdır. Rüyayı yorumlayan kişi, kendisini anlatandan
(alarak) hayalinde tasavvur etmeksizin tâbir edemez. Tasavvur ettiğinde ise
rüyada görülen bu sûret, rüyayı gören kişinin algısından, tâbircinin hayaline
geçirir. Tâbirci için bu rüya, artık bir iç konuşması değildir ve zâtında
resmedilmiş gerçek bir sûret hakkında hüküm verir. Böylelikle rüyanın hükmü
ortaya çıkar (Böyle rüyaların anlatılmaması tavsiye edilir). Yûsuf’a zindanda
iki arkadaştan birinin anlattığı rüya gerçek değil, yalandı. Ancak anlatılan
rüya yalan da olsa Yûsuf’un hayalinde bir sûret oluşturmuş ve sonunda
gerçekleşmişti.
İnsan suflî
cihete yönelince nefsani ve şeytani rüyalarda artış olur. Bu rüyalar da kişinin
bilinçaltını, nefsin hastalık ve bağımlılıklarını göstermesi bakımından önemsiz
değildir.
Hakîkat
dilinde rüya, sâdık olanların adıdır. Sâdık rüya, Allah tarafından doğrudan
doğruya veya bir melek aracılığıyla meydana gelen ilâhi bir telkindir ki, asıl
rüya, hak ve gerçek rüya budur. Bir diğeri de kendinden kendine yapılan telkin
ile meydana gelen görüntüdür ki, geçmişten gelen hatıra birikimlerinin yeni
baştan hayal edilmesinden başka bir değer taşımaz. Ayrıca şeytani bir telkin ile meydana gelen
zihinsel görüntüler vardır ki, bilinmeyen bir dış etkenden etkilenerek meydana
gelir. Fakat yalan bir çağrışım ve tahayyülden ibâret olarak kalır. Yalan rüyalara
ahlâm (Hulüm) denilmektedir. Rüya ahlâm’ın zıddıdır.
Hz.Yâkub
vefat ettiğinde yüz kırk yedi yaşındaydı. Yûsuf babasından sonra yirmi üç sene
daha yaşadı ve yüz yirmi sene ömür sürdü.
Yûsuf’un
vefatından sonra Mısır’da hanedan değişikliği olmuş, iktidar Amelika’dan
çıkmış, Firavunlar’a geçmiştir. İsrâiloğulları da Hz. Mûsâ’nın Peygamber olarak
gönderilmesine kadar Firavunlar’ın elinde esir kalmıştır. Hz. Yûsuf
İsrâiloğulları’ndan ilk Peygamberdir.
Yûsuf sûresi 108. Âyet, (Hayal
ve gerçeğin bir olduğunu ifâde eder) ‘’(Resûlüm!)
De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben Allah’a çağırıyorum, ben ve bana
uyanlar aydınlık bir yol üzerindeyiz……..’’ De ki! İşte bu yol
tevhid yoludur. Bana has yolumdur, sadece ben bu yolu izliyorum. ‘’Ben….çağırıyorum’’ bütün sıfatlarla tek zâta davet ediyorum. ‘’Ben
ve bana uyanlar’’ bu yolda benim peşimden gelenler ki bu yola davet
eden herkes bana tâbi olanlar arasında yer alır. Ben O’nunlayım, Ben O’nda fenâ
bulmuşum. Dolayısıyla kendi yoluna çağıran O’dur. Kaynak:
Cemâlnur Sargut, Aşkın Hikâyesi/Yûsuf’un sûresi
(*) Yûsuf sûresi başta da belirtildiği
gibi bir kulun kâmil olma yolunda geçirdiği gelişim aşamalarını anlatır. Konuya
bütünsel olarak bakacak olursak, Kur’ân’da geçen bütün Peygamber’ler kalbi sembolize eder. Bir önceki
Peygamber (Örn. baba) ise rûhtur. Her
Peygamberin karşısında nefsi
sembolize eden, ona muhalif anlayışta farklı bir görüş vardır. Örn. Âdem’in karşısında
İblis, Mûsâ’nın karşısında Firavun, Hz. Muhammed’in karşısında Ebû Cehil
vardır. Kalp yaratılışı gereği hâlden hâle geçer ve yine yaratılışı gereği
zaman zaman bir ulvî taraf olan rûha, bir suflî taraf olan nefse meyleder. Nitekim
Hz. Yûsuf’un vefâtından sonra hâkimiyet Firavun’ların eline geçmiştir. Yani
kalp tekrar nefse yönelmiştir. Bu tekâmül süreci Âdem döneminden başlar, ne
zaman mı biter? Hz. Îsâ doğana kadar. Îsâ’yı doğuran Peygamber’in Sâfiye
makamındaki nefsi olan Meryem’dir. Rûhullah olan Hz. Îsâ’nın doğumuyla vücuda
rûh hâkim olur. Senlik benlik kalmaz. Sâfiye makamındaki nefs rûh makamına
ulaşır.
Seyrü sulûk
içsel bir yolculuktur. Din de yoldur. Son din İslâmiyet yani Müslümanlıktır. Müslümanlık
da teslimiyet yani rızâ makamıdır. Rızâ, kulun Allah’tan râzı olduğu son makamdır
(Râdiye). Onun üzerinde Allah’ın kuldan râzı olduğu Merdiye, Mertlik makamı
vardır. Onun da üzerindeki makam sadece Hz. Muhammede ait olan Sâfiye makamıdır.
Hz. Peygamber
bu tekâmülü tamamlamış, son başa dönmüştür. Her kul da ezelde kabul ettiği rolü
ve istidadı ölçüsünde bu tekâmülden pay alacaktır. Allah nasip etsin.
Sadakallahül Azim.