1 Temmuz 2020 Çarşamba


YÛSUF SÛRESİ:

Yûsuf sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 111 âyettir.

Nüzul sebebi olarak, rivayet olunuyor ki Yahudi bilginlerden bazılarının Mekke müşriklerinin ileri gelenlerine, ‘’Muhammed’e sorun bakalım, İsrâiloğulları Mısır’a hangi sebepten dolayı geçmişlerdir, Muhammed buna ne diyecek?’’ diye sormaları gösterilmiştir. Nitekim ‘’Yûsuf ile kardeşleri kıssasında, soranlar için âyetler vardır’’ (Yûnus,7) âyeti buna işaret niteliğindedir.

Bir diğer nüzul/iniş sebebi olarak ‘’Mekke müşriklerinin, Resûlullah’a yaptığı ezâdan dolayı, daha önce Hz. Yûsuf’a kardeşlerinin duyduğu haset ve yaptıkları ezâya rağmen onun Allah’a teslimiyetini, Allah’ın ona ihsan ve ikramını anlatarak, Peygamberini teskin ve teselli etmek olduğu’’ söylenebilir. Bu sûrede kâmil olma yolunda bir kulun kat edeceği merhaleler anlatılır. Bu sûreyi Kur’ân âyetlerine dayandırarak özetleyecek olursak:

Yûsuf; Hz. Yâkub’un oğludur. Hz. Yâkub’un babası Hz. İshâk, dedesi Hz. İbrâhim’dir. Hz. Yâkub’un bir adı da İSRÂİL’dir (Âli İmran- 93, Meryem-58). İsrâil Allah’a doğru gece yapılan yolculuk anlamındadır (İsrâiloğulları adı buradan gelir). Yûsuf ve öz kardeşi Bünyamin’in annesi çok küçük yaşlarda vefât etmiştir. Babalarından 10 üvey kardeşleri daha vardır. Bunların yedisi hür olan teyzesinden, diğerleri de Yâkub’un iki cariyesindendir.

Yûsuf bir sabah babası Yâkub’a rüyasında on bir yıldız, ay ve güneşin kendisine secde ettiğini gördüğünü söyler. Babası bu rüyayı kardeşlerine söylememesini tembih eder. Çünkü Yâkub, Yûsuf’un kendisinin ve dedesinin mirasçısı olacağını ve kardeşlerinin de hasedini üzerine çekeceğini anlamıştır. Bu nedenle de Yûsuf’u gözünün önünden ayırmamaya başlar. Kardeşlerinin ise kıskançlıkları gün geçtikçe artar, kendilerini yiyip bitiren bu hased sonunda onları Yûsuf’a hücum etmeye zorlar. Aralarında Yûsuf’u öldürmek için bir plan yaparlar. Ancak Yehuda isimli kardeş Yûsuf’u öldürmeyip kör bir kuyuya atmayı, oradan geçen kervanlardan birinin onu oradan kurtararak uzak diyarlara götüreceğini böylece de ondan kurtulacaklarını söyler. Kardeşleri kabul eder ve babalarına yanlarına Yûsuf’u da alarak kıra gitmek istediklerini Yûsuf’un orada koşup oynayacağını, eğleneceğini söylerler. Yâkub buna izin vermez çünkü Yûsuf’u bir kurdun yemesinden korktuğunu söyler. Ancak kardeşleri onu koruyacaklarına yemin ederler. Yâkub Yûsuf’un da gitmek istediğini sezince onlara izin verir.

Birlikte yola çıkarlar. Kıra vardıklarında üvey kardeşleri Yûsuf’un üzerine çullanırlar ve aman diledikçe, onlara sığındıkça onu döverler. Üzerinden gömleğini çıkarıp kör bir kuyuya atarlar. Yûsuf bunları yaşadığında henüz on yedi yaşındadır. (On iki yaşında olduğu da söylenir)

Kardeşleri akşam gün batımında ağlayarak eve varırlar, Yûsuf’u bir kurdun yediğini söyleyip delil olarak da bir hayvanın kanını sürdükleri gömleğini gösterirler. Yâkub gömleği alır, onu yüzüne sürer ve gömlekteki kan yüzüne bulaşıncaya kadar ağlar. Sonrada ‘’Vallahi ömrümde bu kadar yumuşak huylu bir kurt görmedim. Yavrumu yediği halde üzerindeki gömleği parçalamamış’’ der. Bu ifâdesi ile söylenenlere inanmadığını beyan eder ve ‘’arttık bana düşen hakkıyla sabretmektir. Anlattıklarınız karşısında (bana) yardım edecek olan, ancak Allah’tır’’ diyerek sabra sarılır.

Rivâyete göre Yûsuf kuyuda üç gün kalır. Medyen yönünden gelip Mısır’a giden bir kervan Yûsuf’un içinde bulunduğu kuyuya yakın bir yerde mola verir. Kervandakiler su çekmek gayesi ile kovalarını kuyuya sarkıttıklarında Yûsuf ipe tutunarak kuyudan çıkar. Onu gören kervancılar sevinirler ve onu bir ticaret malı olarak görürler. Mısır’a vardıklarında da onu birkaç dirheme satarlar. Yûsuf’u satın alan kimse, ‘’Aziz’’ ünvanıyla tanınan (yani Mısır idaresini elinde tutan) maliye bakanı ve ordu komutanı Kıtfir’dir. Aziz’in Râil isminde bir eşi vardır ve lakabı ‘’Züleyha’’dır.

Yûsuf erginlik çağına gelince Züleyha onu baştan çıkarmaya, nefsinden murad almaya çalışır. Rabbinin ikâzı ve işareti olmasa o da Züleyha’ya meyledecektir. Ancak Allah’a sığınır. Yine böyle bir gün Züleyha kapıları kapatır, Yûsuf hızla uzaklaşırken Züleyha gömleğine asılır,  gömlek arkadan yırtılır. Kapıda Züleyha’nın eşi Kıtfir ile karşılaşırlar. Züleyha Yûsuf’u suçlar ve onun kendi nefsinden murad almak istediğini söyler. Kıtfir Yûsuf’un gömleğinin arkadan yırtılmış olduğunu görünce onun masum olduğunu anlar. Ancak Mısır’da dedikodular yayılır. Züleyha dedikodu eden Mısırlı kadınları evine davet eder. Ellerine meyve ve bıçak verir. Önlerinden Yûsuf’u geçirir. Yûsuf’u gören kadınlar onun güzelliği karşısında kendilerinden geçerek ellerini keserler. ‘’Haşâ Rabbimiz! Bu bir beşer değil. Bu üstün bir melektir‘’ derler.

Züleyha’nın Yûsuf’a karşı arzusu bitmez ve istediklerini yapmazsa onu hapse attırmakla tehdit eder. Yûsuf ‘’Rabbim! Bana zindan, bunların benden istediklerinden daha iyidir’’ diyerek hapse girmeye razı olur. Böylece Yusuf’un yedi yıl sürecek hapis hayatı başlar. Onunla birlikte hapse iki delikanlı daha girer. Bunlardan biri kralın şarapçısı, biri de ekmekçisidir. Ekmekçi Yûsuf’a gördüğü bir rüyayı anlatır. Yûsuf tâbirini yapar. Ancak ekmekçi aslında öyle bir rüya görmediğini söylemesine rağmen, rüya tabir edildiği gibi gerçekleşir.

Yûsuf’un rüyalar ile ilgili isâbetli tâbirleri Kralın kulağına kadar gider. Kral da bir rüya görmüş ve bu rüyasını kimse tâbir edememiştir.  Daha önce Yûsuf’a rüya tâbir ettiren iki delikanlıdan biri gelir ve Kralın gördüğü rüyayı anlatarak ‘’yedi zayıf ineğin yediği yedi semiz inek ile yedi yeşil ve yedi kuru başak hakkında bize yorum yap’’ der. Yûsuf rüyayı şöyle tâbir eder. ‘’Yedi sene eskisi gibi ekeceksiniz, biçtiklerinizi başağında bırakınız, biraz yiyeceğinizden başka. Sonra onun arkasından yedi kurak sene gelecek, önceki biriktirdiklerinizin birazını tohumluk olarak saklayınız az bir miktar hariç. Çünkü biriktirdiklerinizi yiyip bitirecek yedi kıtlık yılı gelecektir. Sonra bunun ardından bir yıl gelecek ki, o yılda insanlara (Allah tarafından) yardım olunacak ve o yılda (meyve suyu ve yağ) sıkılacaktır.’’ Kral yorumu çok isabetli bulur, bir elçi göndererek Yûsuf’u saraya davet eder. Yûsuf suçsuzluğu ispatlanmadan zindandan çıkmak istemez. Sonunda Züleyha suçunu kabul eder. Kral ’’onu bana getirin, onu kendime danışman yapayım’’ der.  Yûsuf suçsuzluğu ispatlanınca zindandan çıkar ve Kral’a ‘’beni ülkenin hazinelerine tayin et! Çünkü ben onları çok iyi korurum ve bu işi bilirim’’ der. Yûsuf henüz otuz yaşındadır.

Yûsuf Mısır’da sultan olduktan sonra babası ve kardeşlerinin yaşadığı Şam (Ken’an) ülkesinde kıtlık baş göstermiş açlık sıkıntısı başlamıştır. Yâkub Mısır sultanının adaletine güvenerek evlatlarını onun ülkesine erzak almaya gönderir. Kardeşleri Mısır sultanı Yûsuf’un huzuruna çıkarlar. Yûsuf’un kuyuya atılmasından, karşılaşmalarına kadar geçen süre ‘’kırk yıldır’’. Dolayısıyla onu tanımazlar. Oysa Yûsuf kardeşlerini tanır ancak tanıdığını belli etmez, ailesini sorar. Babası ve Bünyamin hakkında bilgi alır. İstedikleri erzakları fazlası ile verir. Ancak bir daha ki gelişlerinde kardeşleri Bünyamin’i getirmezlerse onlara erzak vermeyeceğini söyler. Kardeşleri Şam’a geri döner ve babalarına durumu anlatır. Babaları Bünyamin’i vermek istemez. Israrlar karşısında onlardan Bünyamin’i sağ salim getireceğine dair  ‘’Allah adına’’ söz alır ve râzı olur. Onlara ‘’oğullarım şehre hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin’’ diyerek öğüt verir.

Kardeşler yanlarına Bünyamin’i de alarak babalarının emrettiği gibi farklı kapılardan girerek Mısır’a varırlar. Yûsuf Bünyamin’i görür görmez onu bir kenara çekerek gerçeği açıklar ve onu yanında tutmak için bir plan yaptığını söyler. Bünyamin râzı olur. Yûsuf kardeşleri için develere erzak yüklerken kabını Bünyamin’in yükünün içine saklar. Sonrada kabının çalındığını, yüklerin aranmasını ister. ‘’Su kabı’’ Bünyamin’in yüklerinin içinden çıkar. Yûsuf Bünyamin’i hırsızlıkla suçlar. O zamanın yasalarına göre hırsızlık yapan kişinin cezâsı malı çalınan kişinin yanında alıkonmaktır.

Kardeşler Ken’an iline, babalarının yanına dönerler. Yâkub Bünyamin’in alıkonması haberini alınca sabrı savunur ama Yûsuf’un özleminden kör olmuştur. Evlatları bu duruma çok üzülür, Mısır’a geri dönerek babalarının durumunu anlatarak Yûsuf’tan kardeşlerini serbest bırakmasını isterler. Yûsuf kardeşlerine gerçek kimliğini açıklar. Kardeşleri af dilerler, Yûsuf da onları affeder. Üzerindeki gömleği çıkararak kardeşlerine verir. Gömleği babalarının üzerine atmasını, böylece gözlerinin açılacağını söyler. Kervan Ken’an ili için yola çıktığında Yâkub Yûsuf’un kokusunu almaya başlamıştır bile. Gömlek üzerine atılınca Yâkub’un gözleri açılır. Çocukları babalarından özür diler. Yûsuf hepsini Mısır’a davet eder. Büyük değer vererek onları karşılar. Anne (teyze) ve babasını büyük bir kürsüye oturtur. Hepsi ona secde ederek onu selâmlarlar. Yûsuf’un gördüğü rüya gerçekleşmiştir. Allah’ın lütfu ve koruması için şükreder ve O’na teslim olarak ölmeyi ve Sıddıklardan olmayı niyaz eder.

Kur’ân’da üç büyük sûre; Allah’ın, Peygamberimiz’in ve insanın sırrını açıklar. Sûre-i Rahman ilâhi sırları, Yâsin sûresi efendimizin hikmetlerini, Sûre-i Yûsuf insanın esrarını dile getirir. 

Kur’ân’ın üç kısa sûresi de bu önemli üç konuyu özet hâlinde vermektedir. İhlâs sûresi Hakk’ı, Kevser sûresi Peygamberimiz’i, Asr sûresi de insanı anlatmaktadır.

Yûsuf sûresi açıklanması en zor üç sûreden biridir (diğerleri Asr ve Tin sûresi). Bu sûrenin bâtınî anlamda açıklaması pek çok değerli mutasavvıf tarafından ele alınmıştır.

Yûsuf sûresinin bütününe baktığımızda bir kulun kâmil olma yolunda kat edeceği merhalelerin semboller ile anlatıldığı kolayca anlaşılmaktadır. O halde öncelikle bu sembollerin ne olduğu anlaşılmalıdır.

Bismillahirrahmanirrahim deyip başlayalım.

Hz. Yâkub Aklı-ı Küll/rûh, Hz. Yûsuf istidatlı kalptir (gönül).

Züleyha ise Hz. Yûsuf’un nefsidir (Nefs-i Levvâme).

Yûsuf rüyasında on bir yıldız, güneş ve ayın kendisine secde ettiğini görür. On bir yıldız Yûsuf’un kardeşleri, güneş ve ay anne-babasıdır. Kardeşlerinden biri idrâki/düşünce gücünü temsil eden Bünyamin, diğer kardeşler nefsinin olumsuz sıfatlarıdır.

Aslında on bir yıldız, insanın kalbinin emrinde olan on bir yüce güzelliği temsil eder. On bir yıldızın temsil ettiği bu güzellikler; Cömertlik, vefâ, gayret, sıdk, cesaret, verâ, hayâ, merhamet, teslimiyet, ihlâs ve idrâktir.   Yûsuf’un üvey kardeşleri olarak anlatılan on yıldız kötü huylar yani hayvanî kuvvetler olup (cimrilik, kin, tembellik, şüphe, korkaklık, ihtiras, şehvet, zulüm, kararsızlık, gurur) gönüldeki bu yüceliklerin insanın kendi tarafından saptırılmış hâlidir. Burada on birinci öz kardeş olan Bünyamin idrâki temsil eder ve değişmez.

Kardeşlerin Yûsuf’u babalarından kıskanması, nefsin rûhun kalbe yakınlığını kıskanmalarıdır. Yine babanın Yûsuf’u kardeşlerinden koruması, rûhun kalbi nefsin on kötü hasletinden uzak tutmasıdır. Yâkub Yûsuf’u kurdun yemesinden korkmuştur. Çünkü dünya hırsı insanın gönlünü şeytana kaptırmasına sebep olur. Kurt burada şeytanı temsil eder.  Ayrıca belâ dile dayalıdır denir. Ağızdan çıkan başa gelir.

Kardeşlerinin Yûsuf’a karşı yaptıkları hainlik ve onu kıskanmaları (on kardeş onun nefsinin saptırılmış sıfatlarıdır), Peygamberlerin başına gelen küçük günahlardandır. Bunun hikmeti şudur ki, dünya halkı, bir ve tek olan Allah’ın kusursuz, diğer her şeyin kusurlu olduğunu bilsin. Peygamberlerin Allah tarafından Peygamberlikle görevlendirildikleri andan itibaren  ‘’ismet’’ yani günah işlememe şartı aranır. Bundan önce böyle bir şart aranmaz.

Yüce Allah Yâkub’u Yûsuf’a karşı kalbinde beslediği sevgiden dolayı imtihan etmeyi dilediği, daha sonra imtihanının çok ağır olması için Yûsuf’u kendisinden uzaklaştırdığı da söylenmektedir. ‘’Yâkub Yûsuf’u sevince olanlar oldu, birbirlerinden ayrılıverdiler. Bu tür olaylar Peygamberler, Veliler ve Hak sevgililerinin kıssalarında çoktur. Çünkü Allah gayyurdur (kıskançtır), onların kalplerini Kendisinin dışındaki her şeyden temizlemiştir.’’

Allah’ın kulları arasında uyguladığı âdeti şudur: Kula yetki ve imkân ancak imtihandan sonra verilir. Teselli, ancak hüzünden sonra gelir, izzet, ancak zilletten sonra elde edilir. Bulmak da kaybetmekten sonra olur. Allah kullarını üç nedenle imtihan eder: 1). Kulun cezâsını dünyada vermek için. 2). Kulun içindekini dışarı çıkarıp Rabbi katındaki durumunu insanlara göstermek için. 3). Kulun değer ve yakınlığını kendi katında arttırmak için. Şüphesiz aslında bu bir ikramdır. Kardeşleri zâhirde Yûsuf’a kötülük yapmış gibi gözükse de aslında ona iyilik yapmışlar, onlar Yûsuf’un saltanat ve izzete ulaşmasına sebep olmuşlardır.

Kuyuya atılan Yûsuf, ancak kuyuya sarkıtılan kovanın ipine yapışarak çıkmıştır. Peygamber ve veliler, Allah’tan gelip Allah’a giden kervanlar ve kafilelerdir. Kendinde Rabbani bilgiler ve bilkuvve ilâhi insanlık kemâlleri bulunan Yûsuf da tabiat zindanında hapsedilmiştir. Dünya âhiret konaklarından bir konaktır. Kova, insanlara inen Allah kitabıdır. Kervancıların (Peygamberlerin) kovayı sarkıtmaları, insanları Allah’ın kitabına davet etmektir. Ona yapışmak, o kitabı getiren kimseye inanıp onu kabul etmek demektir. Ama kuyuda olan kurbağa, çiyan, akrep, yılan ve daha kuyuda yaşayan diğer haşerelerden biri ise, o sarkıtılan ipe asılmaz, ona yapışıp kuyudan çıkmak istemez. Çünkü insanların bazılarının rûhları güzel ve yüksek meşreplidir, bazılarının rûhları habis ve alçak meşreplidir. Hiç davet kabul etmez.

Tekâmül kuyunun dibinde başlar. Çünkü kuyunun dibi mânevî hastalıkların başladığı devreyi anlatır. Nefis yavaş yavaş bu hastalıklara karşı bir gücü olmadığını hisseder, kendini temizlemek ve egosundan kurtulmak için gün ışığına çıkmaya çalışır. Bunun için çalışıp çabalar. Çalışıp çabalama da Allah’ın takdiriyledir.

Yûsuf’un kardeşlerinin kıskançlığından kurtulması üç gün kuyu zindanı iken, Mısır krallığına layık olması yedi yıl zindan olmuştur. Mümin için anne ve babasının güzelliğini görme zindanı dokuz ay iken, evveli ve ahiri olmayan Allah’ı görmenin değeri kabir zindanında kalmaktır.

Yâkub’un gözyaşları, Yûsuf’u kaybedip tekrar kavuşuncaya kadar geçen kırk yıllık zaman içinde hiç dinmez. Ne zaman ki bir yaratılmışa ağladığı için Hakk’ın şiddetli azarına maruz kalır, artık Yûsuf’un adını anmaz. Yâkub’un bir yaratılmış için ağladığından dolayı gözleri görmez olmuştur. Dâvud, Yâkub’dan daha fazla ağlamış ama gözleri kör olmamıştır. Çünkü onun ağlaması Allah içindir.

Yâkub niçin gözlerini kaybetti denilirse:  Yâkub’un âmâ olması oğullarını gördükçe üzüntüsünün artmaması ve Cemâlullah’ı seyretmesi içindir. Hz. Peygamber’e Cebrâil’den, Cebrâil’e Rabbinden rivâyet ettiğine göre yüce Allah: ‘’Ey Cebrâil! İki gözünü aldığım kişinin mükâfatı nedir bilir misin ?’’ buyurmuş. Cebrâil de, ‘’Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Senin bildirdiğinden başka hiçbir bilgim yoktur’’ demiştir. Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurmuş: ‘’Onun mükâfatı, cennetimde ebedi kalmak ve cemâlimi seyretmektir.’’

Gerçekte körlük, kalbin görme kabiliyetine sahip olmamasıdır. Bu nedenle ‘’Yâkub’un gözleri ağardı’’ denilmiştir.  ’’Allah’ın yüzünü ilk görecek olanlar âmâlardır.’’  Hz. İshâk, Hz. Yâkub ve Hz. Şuayb âmâ Peygamberler’dendir. 
         
Hz. Peygamber; ‘’Ben size ağlamayı yasaklamadım. Yasakladığım sevinç ve üzüntü anında atılan çığlıktır’’ demiştir. Bu da gösterir ki, musîbet zamanında üzülmek ve ağlamak caizdir. Çünkü şiddetli acı zamanında insan kendini tutmaya pek az muvaffak olabileceğinden dolayı, bundan büsbütün kendini engellemesi elinde olmayabilir. Bu da mükellefiyeti gerektiren bir husus değildir. Çünkü teklif, gücün yettiği yere kadardır. Yasak olan mukadderata (kadere) dil uzatacak sözler sarf etmektir. Yâkub Allah’a bir an bile suizan etmemiş, gamını kederini hep içine atmıştır. Aslında rûh kalbi kaybedince onun hasretiyle yanıp kör olmuştur. Ancak Yâkub sabredicidir. Gönlün başına bir iş gelince, o işi çözmek yerine sabır gösterip Allah’a yalvarmak o sorunun daha çabuk hallolmasını sağlar.  Bir kimsenin bir şeye ihtiyacı olur da dua etmek isterse önce Allah’ı methetmelidir.

Yûsuf’un (kalbin) Züleyha’ya (nefse) yönelmesi ise kalbin henüz hâlinde kalıcılık kazanmadığı ve istikâmete kavuşmadığı için ona meyletmesi demektir. Gönül nefsi, nefs de gönlü arzulamaktadır. Vesvese ve boş düşünceler bütün kalplere gelir, fakat mutmain nefsin onu giderme kuvveti vardır. Bazen gelen düşünceler, tek ve kahhar olan Allah’ın takdir ettiği şeyi kalpte uygular. Allah’ın emri, olması muhakkak bir kaderdir.

Yusuf’un gömleğinin arkadan yırtılması, kalbin nefse bakan yönü olan arka taraftan zarara uğradığını anlatır. Rûh nûrunu kalbin üzerine düşürürse kalp rûha yönelir ve nûr kalbi istila eder, kalp nefsi egemenliği altına alır. 

Züleyha’nın Yûsuf’a Mısırlı kadınları çağırıp ‘’çık karşılarına’’ demesi, nefsin kendi irâdesiyle kalbin nûruyla parlamak istemesi, kalbin ortaya çıkmasını dilemesi anlamındadır.

Yûsuf’un zindana girmek istemesi, aslında halvete girmek istemesidir. Böylece kalp nefsin istilasından korunacaktır.

Yûsuf ile zindana giren iki delikanlıdan biri Kral’ın ekmekçisi, diğeri şarapçısıdır. Ekmekçi nefstir çünkü ekmek dünya taamıdır (gıdası). Şarapçı ise muhabbet gücüdür çünkü şarap aşk ve muhabbeti anlattığı için cennet taamıdır. Nitekim ekmekçinin (nefs) görmediği halde gördüm dediği ve Yûsuf’a tevil ettirdiği rüyası, Yûsuf’un tevil ettiği gibi gerçekleşmiş ve ekmekçi çarmıha gerilerek öldürülmüştür. Ekmekçinin ölmesi hevânın ölmesidir.

Kralın gördüğü rüyanın tevilinde geçen bolluk ve kıtlık kavramları, mânevi âlemdeki feyizlerin ve duraklamaların ifâdesidir. Yine burada çok önemli bir mesaj, tohumluk saklanması ifâdesidir. Tohum, îman tohumudur. Îman tohumunu taşımaz isek yokluğa mahkûm oluruz.

Yûsuf tamamen haklılığı ispat edilmeden zindandan çıkarılma teklifini kabul etmemiştir. Çünkü nefs belli bir seviyeye gelmeden sıkıntıdan kurtulursa bunun ona faydası olmayacaktır. Hz. Peygamber’in  ’’Yûsuf’un yerinde olsaydım, davetçinin davetine uyar zindandan çıkardım’’  sözü onun kemâl noktasında olmasından ve nefsine uyma korkusu olmamasındandır. Âyet 53;  Kûr’an’ı Kerim’de Nefs-i Emmârenin her insanda bulunduğunu, nefs yükselse bile tekrar emmâre makamına düşebileceğini vurgular. Yûsuf ‘’ Nefs kötülüğü emreder, Rabbimin korumasa olmasa’’ diyerek korunduğunu söyler. Eğer iyi bir davranışı kendimiz yaptık sanıyorsak, bu nefs-i emmârenin bir oyunudur. Züleyha’nın Yûsuf zindandayken suçunu itiraf etmesi, nefsin mutmainne makamına ulaşması, saf aşka dönüşmesi, suflî taraftan ulvî tarafa yönelmesi demektir.

Allah’ın izniyle kulda tecelli eden ve onun tekâmülünü sağlayan iki güç vardır; nefsi ve muhabbeti. Nefsi insanı daima aşağı çeker, tâ ki o nefsin yokluğunu öğrenene kadar. Muhabbeti ise herkesi sevmesine ve muhabbet göstermesine sebep olur, tâ ki Allah’ın muhabbetine lâyık olana kadar.

Fenâ bulma süreci sona erince, mahpusluk müddeti dolunca, Yüce Allah onu kendi hayatıyla diriltti, zâtından ve sıfatlarından ona bir hayat bahşetti. Bu da vahdetten kesrete dönüştür. (Fenâ Allah’a hareketin sonu, bekâ Allah’ta hareketin başlangıcıdır)

Kral ‘’faal akla’’ işarettir. Yûsuf’un Kral’a ‘’Beni ülkenin hazinelerine tayin et! Çünkü ben onları çok iyi korurum ve bu işi bilirim’’ demesi, kıymetlerin/hazinelerin ancak gönül tarafından korunabileceğinin anlatımıdır.

Bünyamin’in çalmakla suçlandığı Yûsuf’a ait ‘’su kabı’’ ilmin elde edilmesinin aracı olan istidat gücüdür. Yâkub’un dininde hırsızlığın cezâsı, hırsızın kendisini, çaldığı malın sahibine teslim etmektir. Mal sahibi, o hırsızı mal edinir ve yanında alıkoyabilir. Yûsuf da (kalp) böylece Bünyamin’i (istidat gücünü) alıkoymaya hak kazanır. Bu Hz. Âdem’in hikâyesidir. Âdem de Allah’a ait elmayı çalmıştır. Allah Âdem’e elmayı çaldırtmıştır. Çünkü onu kendi mânâsının daima yanında tutmak istemektedir. Allah Âdem’den tecellî etmektedir.

‘’Yûsuf bu hileyi Allah’ın vahyi ve takdiriyle yapmıştır. Haram olmasına rağmen bazı durumlarda yalana izin verilmiştir. Hatta yalanın bazen doğrudan daha hayırlı olduğu vurgulanmıştır. Örn: İki hasmın arasını düzeltmek için, savaş halinde ve ailenin menfaati için adamın karısına, kadının kocasına yalan söylemesine izin verilmiştir.’’ (İmam Gazali)

Yâkub’un ‘’evlatlarım hepiniz bir kapıdan girmeyin’’ demesi, bir tek fazilet yolunda gitmeyin, tek yönlü inançlardan çok, bütün inançlara hürmet edin. Kendi yolunda sabit olup, diğer bütün yollara hürmet et anlamındadır. Hakîkat budur.

‘’Yûsuf (kardeşleri için) dedi ki; Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi affetsin.’’ Devamlı kötülüğü emreden (emmâre) nefsin sıfatı, kendini savunmak, noksanlıklarını ve utanç sebebi olacak şeyleri kendinden uzaklaştırmaktır. Mutmainne hâlindeki nefsin sıfatı ise hâlini Allah’ın bilmesiyle yetinmek ve Allah tarafından takdir edilen şeylere rızâ göstermesidir. Mutmainne nefis, kendisinde intikam alma ve kendini savunma duygusu harekete geçtiğinde, onu içinde gizler, ortaya çıkarmaz. Geçmiş günahları yüze vurmamak, af ve bağışlanmanın tam olduğuna işaret eder. Zulme uğrayanın helâllik vermesi, ilâhi mağfiretin ön şartlarından biridir.

Şâzelî Hz. der ki; Gönlünü mâsivadan çekip tamamen Allah’a veren dervişin temel edepleri şu dört şeydir: Büyüklere hürmet, küçüklere merhamet, kendine karşı insaflı olmak ve nefsi adına intikam almamak. Derviş nefsi adına intikam almaya kalkıştığı zaman, Rabbi ile yaptığı sözleşmeyi bozmuş olur. Bu durumda tövbe etmesi gerekir.

Allah, Tâhâ sûresi 44. âyette Firavun için ‘’ona yumuşak söz söyleyin’’ diyerek insanın kendi nefsine dahi hilimle muamele etmesi gerektiğini söyler (Firavun Mûsâ’nın nefsidir). Tekâmül için nefsi aşırı suçlamadan muamele kâmil insanın görevidir. Zirâ kemâl arttıkça hilim (yumuşaklık) artar.

Yusuf anne ve babasını bağrına bastı. Onlar Mısır’a girdiklerinde yetmiş iki erkek ve kadından ibârettiler. Yâkub ve kardeşlerinin Yûsuf’un yanına girmeleri, istikamet hâli olan sadr makamına ulaşmaları demektir.  Çünkü Yûsuf’un yanına varmak vücut içinde birliğin oluşması ve kalbin hâkim olması demektir. Anne ve babanın tahta oturtulması diğerlerine göre külli aklın ve tekâmül etmiş nefsin tüm his ve kuvvetlerden daha yüksek derecede olduğunu anlatmak içindir.

Yâkub’un üzerine atılarak gözlerinin açılmasını sağlayan gömlek, Cebrâil’in (a.s.) Hz. İbrâhim ateşe atılmışken cennetten getirip ona giydirdiği gömlekti. Bu gömlek İbrâhim’den Yâkub’a miras kalmış, Yâkub da bu gömleği muska yaparak Yûsuf’un boynuna asmıştı. Yûsuf kuyudayken Cebrâil onu kuyudan çıkartıp ona giydirmişti. Bu gömlek aslî  fıtrat nûruna işarettir. Gömlek aynı zamanda Hakikat-i Muhammedi’nin vücuttaki zuhûr anını temsil etmektedir. Bu da ancak ezeli nasibi bile olsa kalbin cem haline ulaştığını gösterir.

Yâkub için Yûsuf’u temâşâ etmek (seyretmek), Hakk’ı temâşâ etmek yoluyladır. Yâkub Yûsuf’u baş gözüyle her gördüğünde, sır gözüyle Hakk’ı temâşâ ediyordu. Bu sebeple, Yûsuf’u temâşâ etmekten perdelenince, kalbi de Hakk’ı görmekten perdelendi. Yâkub’un bütün endişe ve kederi, Hakk’ın müşâhedesini yani AYNA’sını kaybetmiş olmasıydı. İşte bu sebeple onu tekrar gördüğünde secde etti, çünkü kalbi artık Hakk’ı müşâhede ediyordu. Secde sadece Hakk’a yapılır.

Yûsuf’un Yâkub’u görmesi Akl-ı Küll’ün vücutta tecellî ettiğini gösterir. Yâkub külli aklın yani diri rûhun temsilcisi olduğu halde, nasıl oluyor da Yûsuf için kör oluyor denilirse, aklın körlüğü ancak kalbin aydınlanmasıyla giderilebilir.

Kral’ ın Yûsuf ile Züleyha’yı evlendirmesi nefsin tekâmül etmesiyle hazlardan yararlanması demektir. Nefs kalbe boyun eğmiştir. Züleyha evlendiğinde bakiredir bu da nefsin güzelliğinin işaretidir. Ki bu evlilikten iki çocukları doğar. İLİM ve ÂMEL.

Yûsuf ’Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da âhiret de de benim sahibimsin. Beni Müslüman olarak öldür ve beni Salihler arasına kat’’ diye duasından sonra Allah rûhunu Tayyib ve Tâhir olarak kabzetmiştir. Gerçi İslâmiyet’ten önce gelen hak dinlerin inananları Müslüman kabul edilir. Ancak burada Yûsuf’un ‘’Benim canımı Müslüman olarak al’’ demesi ayrı bir hikmeti temsil eder.
 
Bir kul, fazlaca amel içinde ve kemâl makamında terakki halinde ise onun bu dünyada kalmayı temenni etmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü o, ebedi kalacağı yeri için daha fazla azık hazırlama imkânına sahiptir. Kul amelde noksanlık içinde ise veya kemâl hâlinden sonra hâlinde bir noksanlık olmasından korkarsa, onun bu dünyadan gitmeyi istemesinde bir sakınca yoktur.

Hâdis-i şerifte ‘’Âniden ölmek, Allah’ın kula gazap alâmetidir’’ buyurulmuştur. Mümin helâllik almadan, tövbesini yenilemeden, nefsine toparlanma fırsatı vermeden gaflet üzere Rabbine kavuşmasın diye, âniden ölmek hoş görülmemiştir. Rivâyet göre Hz. İbrâhim, Hz. Dâvut ve Hz. Süleyman âniden ölmüşlerdir. Dolayısıyla bu tür ölümün, sâlihlerin ölümü olduğu da söylenir. Kimseyle hak hukuk ilişkisi kalmamış, tamamen hazır kimseler için böyle bir ölüm kolaylık ve rahmettir.

Âyette geçen ve Yûsuf’un aralarına katılmayı temenni ettiği Sâlihler de Allah’ın kulları arasında en üst mertebeye sahip olduğu kimseler olduğu gibi salah ve iyilik onların en üstün niteliğidir. Kadınların ulaşabileceği son mertebe de, sıddıklık makamıdır. Sıddık: Doğru sözlü, asla yalan söylemeyen, sözünde duran, gerçeği konuşan, güvenilir olan anlamındadır. Meryem, Âsiye, Hatice, Fâtıma ve Âişe bu mâkâma erişenlerdendir. ‘’Senden önce de şehirler halkından kendilerine vahyettiğimiz bir takım erkeklerden başkasını (peygamber) göndermedik’’  (Yûsuf, 109) âyeti hiçbir kadın peygamber gönderilmediğinin işaretidir. 

Yûsuf dedi ki: ‘’Ey babacığım! İşte bu daha önce (gördüğüm) rüyanın tevilidir. Rabbim onu bana hak olarak gösterdi’’ âyetinde belirtildiği gibi, Allah Hz. Yûsuf’da tevil ya da rüya tâbiri (hâdiselerin tâbir edilmesi) kabiliyetini tecellî ettirmiş, böylece de mübârek ismi rüya tâbiri ile birlikte anılmıştır. Tevil, bir şeyi evveline götürmek demektir. Dolayısıyla İslâm kaynaklarında tevil, Kurân’ın dış sûretinin örtüsünü kaldırarak, bunun altındaki ezeli iç mânâyı ortaya çıkarma, ilk mânâsına döndürme kabiliyetidir. Tevil, nefsin ilmidir. İbnü’l Arabî Hz. göre tahayyül edilen her şey tâbir edilir, meselâ rüya öyledir. Her söz tâbir edilir ve tevil edilir. Öyleyse âlemde tevil edilmeyecek söz yoktur. ‘’Hâdiselerin tevilini öğrensin diye…’’ (Yûsuf, 21) Bir sahih hadiste ‘’Müslümanın rüyası, anlatmadığı sürece bir kuşun ayağındadır. Rüyasını anlatınca gerçekleşir’’ buyrulmuştur. Rüya kerâmet çeşitlerinden biridir. Bir kişi gördüğünün rüya değil gerçek olduğunu sanırsa, işte gerçek rüya budur. Bazı rüyanın mânâsı açıktır, tâbire ihtiyaç duymaz. Bazı rüyaların mânâsı gizlidir, tâbire ihtiyaç duyar. Rüyayı tâbir edecek kimsenin de ilim, ferâset ve çokça ilhama ihtiyacı vardır. Rüya tâbirleri, rüyanın şekline göre değil, rüyayı görenin hakîkatine göre yapılmalıdır. Bunu da ancak kâmil insan yapabilir. Rüya tâbiri ilmi, müstakil bir ilimdir. Allah, Hz. Yûsuf’a bu ilimden büyük bir pay vermiştir.

Üzücü rüyalar şeytandan veya kişinin uyanıkken yaptığı iç konuşmalardan oluşur. Böyle rüyalara güvenilmez. Güvenilmese bile bu tarz bir rüya tâbir edildiğinde, bir hükmü olur ve bu hükmün onun adına (kendisinden değil) tâbirin gücü nedeniyle ortaya çıkması kaçınılmazdır. Rüyayı yorumlayan kişi, kendisini anlatandan (alarak) hayalinde tasavvur etmeksizin tâbir edemez. Tasavvur ettiğinde ise rüyada görülen bu sûret, rüyayı gören kişinin algısından, tâbircinin hayaline geçirir. Tâbirci için bu rüya, artık bir iç konuşması değildir ve zâtında resmedilmiş gerçek bir sûret hakkında hüküm verir. Böylelikle rüyanın hükmü ortaya çıkar (Böyle rüyaların anlatılmaması tavsiye edilir). Yûsuf’a zindanda iki arkadaştan birinin anlattığı rüya gerçek değil, yalandı. Ancak anlatılan rüya yalan da olsa Yûsuf’un hayalinde bir sûret oluşturmuş ve sonunda gerçekleşmişti.
 
İnsan suflî cihete yönelince nefsani ve şeytani rüyalarda artış olur. Bu rüyalar da kişinin bilinçaltını, nefsin hastalık ve bağımlılıklarını göstermesi bakımından önemsiz değildir.

Hakîkat dilinde rüya, sâdık olanların adıdır. Sâdık rüya, Allah tarafından doğrudan doğruya veya bir melek aracılığıyla meydana gelen ilâhi bir telkindir ki, asıl rüya, hak ve gerçek rüya budur. Bir diğeri de kendinden kendine yapılan telkin ile meydana gelen görüntüdür ki, geçmişten gelen hatıra birikimlerinin yeni baştan hayal edilmesinden başka bir değer taşımaz.  Ayrıca şeytani bir telkin ile meydana gelen zihinsel görüntüler vardır ki, bilinmeyen bir dış etkenden etkilenerek meydana gelir. Fakat yalan bir çağrışım ve tahayyülden ibâret olarak kalır. Yalan rüyalara ahlâm (Hulüm) denilmektedir. Rüya ahlâm’ın zıddıdır.

Hz.Yâkub vefat ettiğinde yüz kırk yedi yaşındaydı. Yûsuf babasından sonra yirmi üç sene daha yaşadı ve yüz yirmi sene ömür sürdü.

Yûsuf’un vefatından sonra Mısır’da hanedan değişikliği olmuş, iktidar Amelika’dan çıkmış, Firavunlar’a geçmiştir. İsrâiloğulları da Hz. Mûsâ’nın Peygamber olarak gönderilmesine kadar Firavunlar’ın elinde esir kalmıştır. Hz. Yûsuf İsrâiloğulları’ndan ilk Peygamberdir.

Yûsuf sûresi 108. Âyet, (Hayal ve gerçeğin bir olduğunu ifâde eder) ‘’(Resûlüm!) De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben Allah’a çağırıyorum, ben ve bana uyanlar aydınlık bir yol üzerindeyiz……..’’ De ki! İşte bu yol tevhid yoludur. Bana has yolumdur, sadece ben bu yolu izliyorum. ‘’Ben….çağırıyorum’’  bütün sıfatlarla tek zâta davet ediyorum. ‘’Ben ve bana uyanlar’’ bu yolda benim peşimden gelenler ki bu yola davet eden herkes bana tâbi olanlar arasında yer alır. Ben O’nunlayım, Ben O’nda fenâ bulmuşum. Dolayısıyla kendi yoluna çağıran O’dur.  Kaynak: Cemâlnur Sargut, Aşkın Hikâyesi/Yûsuf’un sûresi

(*) Yûsuf sûresi başta da belirtildiği gibi bir kulun kâmil olma yolunda geçirdiği gelişim aşamalarını anlatır. Konuya bütünsel olarak bakacak olursak, Kur’ân’da geçen bütün Peygamber’ler kalbi sembolize eder. Bir önceki Peygamber (Örn. baba) ise rûhtur. Her Peygamberin karşısında nefsi sembolize eden, ona muhalif anlayışta farklı bir görüş vardır. Örn. Âdem’in karşısında İblis, Mûsâ’nın karşısında Firavun, Hz. Muhammed’in karşısında Ebû Cehil vardır. Kalp yaratılışı gereği hâlden hâle geçer ve yine yaratılışı gereği zaman zaman bir ulvî taraf olan rûha, bir suflî taraf olan nefse meyleder. Nitekim Hz. Yûsuf’un vefâtından sonra hâkimiyet Firavun’ların eline geçmiştir. Yani kalp tekrar nefse yönelmiştir. Bu tekâmül süreci Âdem döneminden başlar, ne zaman mı biter? Hz. Îsâ doğana kadar. Îsâ’yı doğuran Peygamber’in Sâfiye makamındaki nefsi olan Meryem’dir. Rûhullah olan Hz. Îsâ’nın doğumuyla vücuda rûh hâkim olur. Senlik benlik kalmaz. Sâfiye makamındaki nefs rûh makamına ulaşır.

Seyrü sulûk içsel bir yolculuktur. Din de yoldur. Son din İslâmiyet yani Müslümanlıktır. Müslümanlık da teslimiyet yani rızâ makamıdır. Rızâ,  kulun Allah’tan râzı olduğu son makamdır (Râdiye). Onun üzerinde Allah’ın kuldan râzı olduğu Merdiye, Mertlik makamı vardır. Onun da üzerindeki makam sadece Hz. Muhammede ait olan Sâfiye makamıdır.

Hz. Peygamber bu tekâmülü tamamlamış, son başa dönmüştür. Her kul da ezelde kabul ettiği rolü ve istidadı ölçüsünde bu tekâmülden pay alacaktır. Allah nasip etsin. Sadakallahül Azim.