DERVİŞİN TESELLİ KOLEKSİYONU:
Yazı Mecit Ömür Öztürk’ün, ‘’Dervişin Teselli Koleksiyonu’’ adlı kitabından
alıntılardır. Kitap ‘’çıkmazdakilere’’ ithaf
edilmiş ve her musibetin aslında bir anlamının ve tesellisinin olduğu fikrine
dayandırılmış. Yazar Felsefeci olmasına rağmen kitabında çok değerli
Mutasavvıflar, Felsefeciler ve Kur’ân âyetlerinden örnekler vermiş ve her bir
musibete bir anlam kazandırarak harika bir eser ortaya koymuş.
İsabet
kökünden gelen ‘’musibet’’ kelimesi ölçülmüş, biçilmiş, kendisine ulaşacak
insan için ayarlanmış bir takım mesajlar, seçilmiş özel hadiseler anlamına
gelmektedir. Musibet; ansızın bastıran yağmur anlamındaki savb kökünden türemiştir ve ‘’bir şeyin hedefine ulaşması,
birinin payına düşmesi’’ mânâsındadır. Kâinatta rastgele hiçbir şey
bulunamayacağı gibi, musibetler de tesadüfi değildir, ilâhi seçimin bir
parçasıdır ve hürmete lâyıktırlar. Bu nedenle de musibetler okumamız, anlamamız
ve tahlil etmemiz gereken bir kitaptır. Gerçek musibet insanın mâneviyatına ve
kalbine ulaşan belâdır.
Sabahları
evinden, akşamları işyerinden ve girdiğin dükkânlardan çıkman; bindiğin
arabalardan, otobüslerden inmen, geceden gündüze, gündüzden geceye varman,
kıştan bahara, bahardan kışa ulaşman kederinin de yok olup gideceğini
göstermiyor mu?
Bulunduğun
odada misafirsin. Yaşadığın şehirde misafirsin. Dünya gezegeninde misafirsin.
Samanyolu galaksisinde misafirsin. Bu odadan çıkacağın, bu şehirden
ayrılacağın, nihayetinde bu fâni dünyayı terk edeceğin nasıl muhakkak ise, bu
musibetteki misafirliğin de öyle kesindir.
Daha
önceleri Allah’ın ilminde misafirdin, rûhlar âleminde misafirdin, annenin
karnında misafirdin. Oradan bu dünyaya hangi zorlukları getirebildin? Dünyaya
eli boş bedeni çırılçıplak olarak gelmen ve buradan diğer âlemlere eli boş
olarak gidecek olman gösteriyor ki, bu zorluk ve sıkıntıların da bir parçasını
dahi yanına almadan çıkıp gideceksin.
İslâm
Filozofu Kindî, bir eserinde şöyle der; ‘’İnsanlar, bu dünyada asıl yurtlarına
doğru deniz yolculuğu yaparken bazı ihtiyaçlarını temin etmek üzere bir adaya
uğrayan yolcular gibidir. Bu yolculardan bir kısmı ihtiyaçlarını giderip hemen
gemiye döner ve en rahat yerlere otururlar. Bazıları adanın güzelliklerine
kapılıp oyalanırlar, bu yüzden gemiye geç bindikleri için hem uygun yerler
bulamazlar hem de adadan topladıkları çiçekler, kıymetli taşlar yolculuk
boyunca başlarına dert olur. Bir grup ise gemiyi büsbütün unutarak tabiatın
çekiciliğine kendilerini kaptırır ve geminin kalktığını bile fark etmezler,
sonunda acılar içinde kıvranarak ölürler. İşte dünyanın çekiciliğine kapılarak
ölümden sonraki hayatı unutanların akıbeti budur.’’
Dünyaya
gönderilmiş olan insan kendini inşa etmekle mükelleftir. Kendini inşa ise ona
doğuştan verilen hususi özelliklerin açığa çıkarılmasıyla mümkün olacaktır.
Peki, fıtrat ve istidatları ortaya çıkarmak için ne yapmalı? İstidatları ortaya
çıkaran başlıca faktörler; iman, ibâdetler, ameller, mücâdele ve musibetlerdir. Bebekler daha dünyaya
geldiklerinde ‘’hoş geldin’’ der hastalıklar. Ateşlenirler, kabakulak, suçiçeği
gibi hastalıklara yakalanırlar. Gaye o zayıf ve nazik bedenlerin gücünü
arttırmak, ileride yaşayacağı fırtınalı hâdiselere onları yavaş yavaş
alıştırmak ve onların manevi terbiyesini erkenden başlatmak hikmetleriyle manevi
bir aşı görevi üstlenmektir. Her musibet bir sonraki için insanı daha dayanıklı
kılacaktır. ’’ Ağrı olmasaydı yaşam
olmazdı, çünkü ağrı olmasaydı hasta organlarımız anlaşılamazdı. Nietzsche der ki: ‘’Öldürmeyen acı, beni
güçlendirir’’
Tabiatta
hayvanların birbirine musallat olması ilk bakışta rahmete ters, şefkate sığmaz
gibi görünür. Hâlbuki saklı yeteneklerin ortaya çıkması için, musallat olacak
varlıklar zorunludur. Atmacanın serçeye musallat olması, hakikat perdesinde ona
sunulmuş bir nimettir. Atmacanın musallat olması serçede zaten var olan uçma
yeteneğinin harekete geçmesi içindir. En iyi uçan kuşlar, en zorlu düşmanlar
tarafından tehdit edilenlerdir genellikle. Tavukta aslana saldırma potansiyeli
vardır ancak bu sadece yavrusunu tehlikede gördüğünde ortaya çıkar. Teknolojik
gelişmelerin tamamı da bir engelden, bir tıkanıklıktan, bir düşmanın
varlığından ve tehlikeden dolayı ortaya çıkar. O zaman icatlar ve mucitler
belirir. Örn. Mısırlılar, sel felaketleri vesilesiyle dairenin alanının çapına
orantılı olduğunu saptamışlar ve pi
sayısını bulmuşlardır. Dolayısıyla modern bilimin kaynağı Nil nehrindeki su
taşkınlarıdır, diyebiliriz. Seller enerji santrallerini beslerken hayrıdır.
Ancak dere yataklarına binalar yapılırsa bu şerre dönüşür. Depremler
yeryüzündeki yüksek basıncı dışarı atarken hayırdır, düşük ve kötü inşa edilmiş
binalarda yaşayanlar için şerdir, musibettir.
Sokrates,
Atinalılar için bir musibetti. Şehrin tanrılarına inanmamak, onların yerine
başka bir tanrı koymak ve bu yolla gençliği zehirlemekle suçlandı. Savunması
şöyleydi ‘’Kentimiz iyi yetiştirilmiş
heybetli bir at, ben ise bir at sineğiyim. Tanrı beni bu atın üzerine
yerleştirdi, ona bağlıyım. Heybetinden ötürü tembelliğe meyleden bu at ancak
bir at sineğinin varlığıyla hareketlenebilir. Eğer sözüme kulak verirseniz,
hayatımı bağışlarsınız. Ancak bundan umutlu değilim’’ Musibetler de bizim
Sokrates’imizdir. ‘’Mutluluk vücut için yararlıdır fakat aklın yetkinliğini asıl
geliştiren, ıstıraptır’’ (Marcel Proust) Şadi Şirazi der ki, ’’Mutluluk
vadisine ulaşmanın yolu, mutsuzluk vadisinden geçmektir’’
İnsanın
üzülmeye de, musibete de, yadırganmaya da, incinmeye de, hayal kırıklığına da
ihtiyacı vardır. İnsanın hatırlamaya ihtiyacı olduğu kadar unutmaya da ihtiyacı
vardır. İnsanın gerçekte neye ihtiyaç duyduğu, onun beden ve rûhunun tamamını
gören Cenâb-ı Allah tarafından bilinir. Nimet lazımsa nimet, musibet lazımsa
musibet gelir. Herkes işe ihtiyacı olduğunu düşünür. Ancak kimi zaman insanın
işsizliğe de ihtiyacı olabilir. İşsiz kalmanın içinde birçok hikmetler
saklıdır. Zaman olur, insanın kendini bulması, kafasını ve düşüncelerini
toparlaması, istikamete girmesi ancak işsizlik vesilesiyle mümkün olabilir. Herkesin
içinde bir inziva ve halvet ihtiyacı vardır. Bazı dönemlerde bizi evden çıkamaz
hale getiren hastalıklar ve musibetler, şu evde biraz kal bakalım, durup
düşünmen gereken bazı şeyler, ilgilenmen gereken insanlar var, hayatını gözden
geçir, iç dünyana zaman ayır şeklinde hatırlatmalar olabilir. Evimizde bizden
ilgi bekleyen biri varsa, Rabbimiz onun bu haline acıyarak bizi evde tutmak
isteyebilir. ‘’Tanrıdan
güç istedim, beni güçlü kılması için acılar verdi. Cesaret istedim, yenebilmem
için tehlikeler verdi. Bilgelik istedim, çözebilmem için daha da çok sorunla
karşılaştım.’’ (Antik Yunan Tabletlerinden)
Nimetin
varlığı ve kıymeti, onun yokluğunda hissedilir. Zenginliğin kıymeti fakirlikle,
sağlığın kıymeti hastalıkla algılanır. Daimi, kesintiye uğramaksızın süren
nimetler hissedilemez, algılanamaz ve dolayısıyla şükrü eda edilemez. Güzellik
çirkinlik olmadan, aydınlık karanlık olmadan anlaşılamayacağı gibi musibetler
olmadan da mutluluk anlaşılamaz. Yolunda giden, nimet olan şeylerin
hissedilmesi ve anlaşılması için Cenab-ı Hakk, yolunda gitmeyen, insanı üzen ve
hoşuna gitmeyen olayları da yaratmaktadır. Madem biz bu kâinatı algılamaya
geldik, kâinatta her şeyin zıddı olmak zorundadır ve biz her şeyi zıddıyla
deneyimlemek mecburiyetindeyiz. ‘’Aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı,
yükselişle düşüşü yakından tanımış olan kişi hayatı gerçekten yaşamış
sayılır.’’ (Stefan Zweig)
Belirsizliklerin
de hikmetleri vardır. İnsanın eceli belirsizdir. Bunun nedeni insanın hem
yaşama ümidi taşıyarak dünya işlerini şevkle yapması, hem de ölümle her an
karşılaşma olasılığından dolayı âhiret hazırlığına vesile olmaktır. Rûhun denge
hali olan korku ve ümit dengesi bu belirsizlikler sayesinde korunur. Rızık da
belirsizdir. Bunun gayesi de insanın onu her yerde araması ve bu çabayla
ataletten kurtulmasını sağlamaktır. Kadir gecesinin dahi belirsiz olması
Ramazan’ın her gecesinin Kadir gecesi hürmeti görmesi, Hızır’ın belirsiz olması
da her insana hürmet gösterilmesi gayesiyledir. Belirsizlik hayatı yaşanır
kılmaktır. Dostoyevski; ‘’Baylar, yemin ederim, her şeyi fazlasıyla
anlamak bir hastalıktır; hem de tam anlamıyla, gerçek bir hastalık’’
derken, Gorki de ‘’Ne kadar az bilirsen, o kadar iyi uyursun’’ demiştir.
Cenâb-ı Hakk
şifasını yaratmadığı bir hastalık vermediği gibi, çözümünü kendi kudret elinde
bulundurmadığı bir musibet de yaratmamıştır. İnsan fezada, sonu bilinmeyen
boşlukta dolaşan bir kürenin üzerinde hayat sürmektedir. Bundan daha riskli,
daha korkunç ne olabilir? Gezegenlerin, yıldızların birbirine her an
çarpabileceği bir Semâ’da, kontrolü insanda olmayan bir dünyada, organları
kendisinden habersiz ve izinsiz çalışan bir bedenin içerisinde, risk altında
olmadığı bir anı var mı insanın? Ey insan! Ölümden korkma. Olması gereken, günü
gelince elbette olur. Aşırı üzüntü ve merhamet O’ndan daha şefkatli olduğumuzun
iddiasıdır, dikkat et. Musibetler karşısında telaşa kapılma. Onlar Allah
tarafından vazifelendirildiği için gelir, görevi bittiği saniyede yok olup
gitmek zorunda kalır. Rızkın için telaşlanma; zira seni yaratan onu senin için
önceden belirlemiştir. ‘’Rızkını dert etme. Çünkü o seni, senin onu
aradığından daha fazla aramaktadır’’ (Abdülkâdir Geylâni Hz.) Gelecek
kaygısı taşıma. Seni gelecekte yaşatmaya kim karar vermişse, gerekli
ihtiyaçlarını gidermek de O’nun sorumluluğundadır. İhtiyaç olduğunda en önemli
şeyi, en basit şeye boyun eğdiren O’dur. İstemeden düşürdüğümüz bir parça
çikolata ile yerdeki böceğin ve karıncanın rızkını veren yine O’dur. Allah
yaralı koyunun ağrısını dindirecek ota, engerek yılanı tarafından ısırıldığında
kaplumbağayı mercanköşk otuna yönlendirirken, kedi, karınca ve örümceğin tüm
sıkıntı ve ağrılarıyla ilgilenerek yarattığı her varlığı korur. Hayal ve
hedeflerin için fânilerin peşinden koşma. ‘’İlla’’ deyip arkasına düşülen
konuların bazıları insanı dünyada felâkete, âhiretteyse cehenneme sürükler,
unutma. Bütün kâinatı idare eden Tek’tir. Bütün sorunların çözümü O’ndadır.
Seni korkutan her şeyin dizginleri O’nun elindedir. ‘’Düğümü kim bağladı ise en iyi o
çözer. Bela Allah’tandır. Öyleyse…’’ (Mesnevi)
Belâ ve
hastalıklar kişiyi nefsanî ve dünyevi arzulardan gayr-ı ihtiyari uzak
tutmaktadır. Bu da Rabbimizin bir ihsanı ve inayetidir. (İnayet, bazı musibet
gibi görünen olayların sonradan nimete çevrilmesidir) Musibetler, dostluk ve
kardeşliğin önündeki engelleri ortadan kaldırır; görüşme imkânı bulunmayan
dostları buluşturur ve onları yeniden kaynaştırır, yıpranmış ilişkileri
tazeler.
Musibet
yaşamamış insanlar, içlerindeki mühim kabiliyetleri açığa çıkaramadıkları için,
depresif bir hâl içerisindedir. Zira açığa çıkmamış yetenekler insana
musibetlerden daha çok azap verir.
Açığa çıkmış
her musibet, o musibetin daha da büyümesini engeller. Aile içinde konuşulmayan
problemler üstü kapalı kaldığı sürece sorunların daha da büyümesine sebep olur.
Kader rotasında bir problem gördüğünde onu iliklerine kadar yaşamalı, ondan
kaçmamalısın. Bugünkü sorunlar, dün yüzleşemediklerimiz, yarının dertleri de
bugün yüzleşemediklerimiz olabilir. Onlarla yüzleşmek, insanın kendisiyle
yüzleşmesi demektir. Onları anlamak, insanın kendisini anlaması demektir.
Dionysius ‘’Acı,
acının ilacıdır’’ der.
Hadiseler kendiliğinden unutulmaz. Onları unutturan, tesirlerini hafifleten,
varsa kabahatlilerini affettiren daima öbür hadiselerdir. Neden başıma bu
hadiseler geliyor diyen birine verilecek cevap şudur; ‘’çünkü Allah senin daha kuvvetli olmanı istiyor. Zaman olur,
derdin biri bitmeden öbürü başlar. İnsan bir musibete sabretmekle meşgulken bir
başka acı çalar kapıyı. Üst üste gelmeye başlar her şey. Dikkatle bakıldığında
bu durum insanın lehinedir. Cerrahın narkozu vermişken diğer operasyonları da
aradan çıkarmasına benzer bir durum söz konusudur. Fransızların ‘’Bir
felâket hiçbir zaman tek başına gelmez’’ sözü adeta bu hakikati
anlatır. Yalnız gelen felâkete dayanmak, peş peşe gelen felâketlere dayanmaktan
daha zordur. Bir dert diğer bir derdin tesirini azaltır, dertler çoğalınca her
biri ayrı ayrı gücünü kaybeder. Amerikan filmlerinde tek yumrukla bayılan
adamı, bazı defa yine yumrukla ayıltırlar.
‘’Zihnimizin sahip olduğu en büyük beceri
belki de acıyla başa çıkmaktır. Klasik yaklaşım bize, ihtiyacı doğrultusunda
herkesin karşısına çıkan dört çıkış olduğunu öğretir. Birinci çıkış uykudur. Uyku bize dünyadan ve onu dolduran
acılardan kaçabileceğimiz bir sığınak sağlar. Biri ağır yaralandığı zaman
genellikle kendinden geçer. Aynı şekilde travmatik haberler alan birinin
bayıldığı olur. Zihin kendini böylece acıdan korur. İkinci çıkış unutmaktır. Bazı yaralar kısa zamanda kapanmayacak
kadar derindir. Bazı anılar o kadar azap vericidir ki, onlara alışmak mümkün
değildir. İşte zaman o acıları unutturur ve çoğu yarayı iyileştirir. Unutmak
ilâhi bir lütuftur. Güçlü bir hafıza, ağır bir cezâdır ve işin kötüsü: iyi anıları
nadiren, kötü anıları sıklıkla hatırlatır.
Üçüncü çıkış deliliktir. Bazen insanın aklı öyle bir darbe alır ki, kendini
ancak delilikle koruyabilir. Öyle zamanlar vardır ki acıdan kurtulmak için
zihnin gerçekliği bırakması gerekebilir.
Dördüncü çıkış ölümdür. Ölüm son sığınaktır. Dünyadaki süreçler ölüyü
incitemez.’’ (Patrick Rothfuss)
Fiziğin
metafiziğe, metafiziğin de fizik âleme etkileri vardır. ‘’Ey iman edenler! Siz toplantı halindeyken ‘’Biraz yer açıverin!’’
denildiği zaman yer açın ki Allah da size genişlik versin’’ (Mücadele, 11)
Mekân olarak birbirine yer açmayla, yer verenin hayatında birtakım genişliklere
sebep olması arasında kurulan bağ harikuladedir. Maddi bir sebep, mânevi bir
sonuca kaynaklık edebileceği gibi, mânevi bir aksaklık da, maddi gerçeklik
dünyasında birtakım aksamaların gerekçesi olabilmektedir. Her bir ödül ve
musibet maddi veya mânevi bir sebebe dayanır. Örn. Baş ağrısının tıbbi bir
sebebinin olması, onun aynı zamanda mânevi bir gerekçesinin olmadığını
göstermez. Diyelim ki arabamızla giderken arkadan bir araç çarptı, üstelik biz
yolumuzda dosdoğru giderken. Bu hadisenin gerçek sebebi nedir. Biz de birine mi
çarptık acaba? Bu çarpma illa arabayla da olmayabilir. Bir lafla bile
çarpabilir insan insana. Şimdi belki de bunun bedelini ödüyoruzdur kim bilir?
İlâhi izin olmadan belâ da gelmez, nimet de erişmez. Kaderden mutlaka izin
çıkması lâzım. Bu izinler insanın daha çok mânevi hâl ve tavırlarına
bağlanmıştır. ‘’İnsanlardan gördüğün zulümler senin huyundur. Sen kendi huyunu onların
aynasında seyredersin.’’ (Mevlâna)
Musibetler
birtakım günahlara da kefaret olurlar ve Hak katındaki cezaların silinmesine
sebebiyet verirler. En küçük sıkıntılar dahi günahları temizleyen birer
musibettirler. Peygamberimiz (sav.) insanın elindeki kandilin istemeden
sönmesinin dahi bir musibet olduğunu, büyük küçük her musibetin hata ve
günahlara kefaret olarak değerlendirileceğini ifade etmiştir. Kulun eline batan
diken dahi bu kapsamdadır.
Nimetler
şükürle fazlalaşırken, musibetler şikâyet ile çoğalır. ‘’Şikâyet ettiğimiz yaşam, belki
de bir başkasının hayalidir’’ (Tolstoy). Şükür ve hamd musibetin
azalmasına bir vesiledir. Peki, musibete şükür nasıl olacaktır. Musibetin
birinci boyutu, musibet zamanlarında isyan ve itiraza girmemek, ikinci boyutu daha
da kötüsünün yaşanmadığına memnun olmak, üçüncü ve en yüksek boyutu ise bunun
bir armağan olduğunun bilincine vararak getireceği yüksek sevapların olduğunu
anlamaktır. ‘’Üzgün olduğunuzda kalbinize bir bakın, aslında mutluluğunuz olan şeye
üzüldüğünüzü göreceksiniz’’ (Halil Cibran)
Zaman
izafidir. Nimetler akıp giderken, musibetler zamanı olabildiğince yavaşlatır.
Musibet zamanının uzun algılanmasının sebebi, berzahta ve âhirette uzun zaman
dilimlerine yayılan mükâfatların insan rûhunda algılanması olarak yorumlanır. ‘’Hazine
bazen de musibetin ta kendisidir’’
İnsan
bedeninden çok rûhunda yaşadığını fark edebilirse, yaşadıklarını da bir pencereden
bakar gibi dışarıdan seyredebilir. Olayların etkisi altına girerek, onları
sahiplenerek, kendini olayların nesnesiymiş gibi düşünerek onlardan aşırı
etkilenmek yerine, onları dışarıdan seyrederek, sahiplenmeden, onlara maruz
kalan değil de şahit olan biriymiş gibi davranabilir. Öyleyse, yaşadığımız
kederlerin bize hükmedişinden kurtulabilmenin ve özgür bir biçimde onları
kullanmanın ilk adımı duygu ve
düşüncelerimizi dışarıdan seyredebilmeyi öğrenmektir. Aurelius Düşünceler adlı eserinde der ki; ‘’Sana acı veriyormuş gibi gelen şey
hakkındaki zihinsel yargıyı ortadan kaldırırsan, acı sona erer. Acıyı neren çekiyor?
Zihnin. Ama sen bir zihin değilsin ki. Zihinden başka hiçbir şey, zihne özgü
olan şeyi engelleyemez. Fışkıran bir tatlı su kaynağının başında durup, ona
lanetler yağdıran bir adam karşısında, suyun tatlılığı etkilenir mi? Bir dış
nedenden ötürü üzülüyorsan, aslında canını sıkan bu değil, onun hakkındaki
yargındır, bu yargıdan her an vazgeçebilirsin. Ama seni üzen kendi
karakterinden bir şeyse, yargını düzeltmeni kim engelleyebilir? Sorun; çözümü
bulamıyor olmak değil, problemi göremiyor olmaktır.’’ ‘’Hep olumsuzluklara odaklananlar, çiçekleri
bırakıp sadece yaraların üzerine konan sineklere benzerler’’ (Bir Bilge
sözü)
Schopenhauer
kusursuz bir dünyanın hayalini kurmuş ve şu düşüncelere ulaşmış: ‘’Tüm dilekler kabul olsaydı, insanlar
kendilerini neyle meşgul eder, nasıl zaman geçirirlerdi? Her işin kendi kendine
olduğunu, geçim sıkıntısının olmadığını, âşıkların hiç zorluk yaşamadan
kavuştuğunu, ilişkilerin hiç zorlanmadan yürüdüğünü hayal edelim. Böyle bir
yerde bazıları can sıkıntısından ölür, ya da kendini asar, bazıları kavga edip
birbirini öldürür, böylece doğanın onlara şimdi verdiğinden daha fazla zarara
kendileri sebep olurlardı’’ Merkez Efendinin mantığıyla söylersek, kâinatta
her şey olması gerektiği gibidir, merkezindedir. Eksik, yanlış, kusur ve noksan
gibi görünen her şeyin mükemmel hikmetleri vardır. ‘’Acı, onu çekeni mükemmelliğe
yöneltir, tıpkı tohumun çürüme içerisinde yeşermesi gibi’’ (Leibniz)
Herkes
kâinatı kendi duyularıyla algılar. Kimsenin algısı, bir başkasıyla aynı
olamayacağına göre, herkesin farklı ve kendine özgü bir kâinat algısı ve bir
âlemi vardır. İnsan ve hatta varlık sayısınca ortaya çıkan kâinat ve özel
âlemler, tek bir kâinatın içerisine yerleşmiştir. Aynı odada bulunan üç ayrı
kişiden, biri mutlu, biri kederli, diğeri korku içindeyse, bu insanlardan her
biri, aslında farklı odalarda bulunmaktadır. Genel olarak herkes aynı kâinatın
içinde olsa da, özel olarak hiç kimse bir başkasının kâinatı içerisinde yer
tutamaz. Herkes kendi kâinatının başrol
oyuncusudur. Bilim adamlarına göre bir elektron aynı anda iki farklı yerde
ve zıt yönde bulunabilmektedir. Bazı veli kulların aynı anda birçok yerde
bulunup farklı işler yapmaları gibi, cennette müminlerin kendileri olarak, bölünüp
parçalanmadan birçok yerde aynı anda var olmaları gibi, kâinat da aynı anda,
her insanda bölünüp parçalanmaksızın ayrı ayrı var olmaktadır. Her insan
kendine özel, bu hususi kâinat içerisinde, Rabbinin özel Rububiyet
tecellilerine muhataptır. Bu açıdan her bir insan kâinatın tamamı kadar
önemlidir.
Hiçbir
varlık ve hiçbir şey bulunduğu yerde bir daha bulunmaz. Dünya kendi ekseni
etrafında ve güneş etrafında dönmektedir. Bu dönüş esnasında geçtiği bir
koordinattan sonsuza dek bir daha geçmeyecektir. Güneş, etrafındaki
gezegenlerle birlikte ayrı bir hareket halindedir ve bu güneşin içinde
bulunduğu galaksi de dairesel olmayan başka bir hareketle bilinmeyen bir yere
doğru ilerlemektedir. Dolayısıyla dünya, şimdi bulunduğu koordinata sonsuza dek
bir daha uğramayacaktır. Mekân düzleminde, bedene kendini sıkışık görmek nasıl
bir acı kaynağıysa, zaman düzleminde kendini ‘’şimdi’’ye mahkûm etmek öyle bir
keder kaynağıdır.
Karanlığın
en yoğun olduğu zaman dilimi, aydınlığın da başladığı noktadır. Bütün
çıkış yolları kapanmış insanın duası hadiseler üzerinde çok etkilidir.
Böylelerinin duası vesilesiyle en büyük şeyler, en küçük varlıklara hizmetkâr
olur, en zor işler umulmadık bir şekilde çözülür. İnsan için ‘’çaresizlik’’ ve
‘’çıkmaza girmişlik’’ kâinattaki dengeleri yerinden oynatabilecek güce sahip
bir hazinedir. Çaresiz insan, birçok
çaresi olan insana nazaran daha güçlüdür. Kurtuluş çaresi kalmayan birinin
yalnızca Rabbine güvenmekten başka seçeneği yoktur. Duadan başka silahı
kalmamış birinden daha güçlü bir ordusu yoktur dünyanın.
Cenâb-ı Hak
kâinattaki her varlığa kesintisiz bir şekilde yardım etmektedir. Yardımın
tamamen kesildiği bir an bile yoktur. Bazen yardım gelmiyor gibi görünse de, o
durumda yardımın gelmeyişi bir yardımdır, desteğin ulaşmaması bir destektir.
İlâhi yardımlar insanın heveslerine göre gelmez. Bazen kişinin darmadağın edilmesi
bir tür yardımdır. Bazen rûh halinin bozulması ona verilmiş bir destektir.
İnsanın ihtiyaçları ile istekleri birbirinin zıddı durumuna geldiğinde, onun
ihtiyaçlarını gidermeyi öncelemek merhametin gereği, onun isteklerini
öncelemekse bir acımasızlıktır. ‘’Bazen fırtınalar iyi gelir insana. Tekneyi
biraz yıpratır ama güvertede hiç pislik kalmaz’’ (İcarus)
Her elem
geçicidir ve rûhta mânevi bir lezzet bırakır. Hüküm giymiş, hapishaneye atılmış
ve cezasını bitirmiş bir mahkûm, kim bilir nasıl bir mutluluk içerisindedir.
Sıfırı tüketmiş, dibe vurmuş bir insanın toparlandıktan sonra yaşadığı
mutlulukla, dibi görmemiş bir insanın yaşadığı huzur aynı olamaz. Doğma büyüme
âmâ olan birinin gözleri açıldığı anda onunla aynı görüntüyü görüyor olsak bile
görebilmekten duyduğumuz lezzet aynı değildir. Fakirlikten yeni kurtulmuş
birinin nimetlerden aldığı lezzetle, hayatı boyunca imkânlar içinde yüzen
birinin nimetlerden aldığı tat elbette farklıdır. Acı, kendi miktarınca
mutluluğu içinde saklar. Kalpteki her ferahlık, önceden çekilmiş bir sıkıntının
sonucudur. Keder ne kadar derin boşluklar yaratırsa kalbinizde, işte o kadar
fazla neşe sığar oraya. Mevlâna Mesnevi
de der ki; ‘’Gülmek ağlamada gizlidir. Zevk, gamda gizlidir’’
Cenab-ı
Hakk’ın hazinesi sonsuzdur. O dileseydi kimseye musibet vermeden, kimseyi
incitmeden, hiçbir canlıya en küçük bir acı dahi tattırmadan yaşamın devamını
sağlayabilirdi. Peki, Rabbimizin bu hudutsuz zenginliğine rağmen, insan neden
dar bir hayat yaşamakta ve türlü sıkıntılara maruz kalmaktadır. Neden
insanların başlarından musibetler hiç eksik olmamaktadır? Musibetler birer
davet, birer çağrıdır. Nimetler, Rabbimizin cemâliyle insana ‘’gel’’ çağrısıyken,
musibetler de O’nun celâliyle davet etmesidir. Musibetlerin varlığının gerçek sebebi Allah’la birliktelik kurmaktır. İlâhi
hitabı en çok hastalar ve musibete uğrayanlar duyar. Ayrıca musibetler halimizi
duaya dönüştürme fırsatlarıdır. ’’Dua edin icabet edeyim’’ demek,
‘’dua edin sizinle konuşayım‘’ demektir. ‘’Bize yalvarsınlar diye onları darlık ve
sıkıntı ile yakalayıp sarstık’’ (En’âm, 44) ‘’Dertsiz dua soğuktur’’
(Mevlâna)
Kimse
Rabbimizden daha şefkatli olamaz. Hiçbir acı boşa gitmez ve her kayıp mutlaka
kazanca dönüşür. Kaybedilen mal, dinimizce sadaka sayılmıştır. Aynı şekilde
migren, hafif şeker hastalığı, işitme bozukluğu, konuşma sorunları, görmede ve
yürümede aksaklıklar kesintisiz birer sevap kaynağıdırlar. Gülümsemek, güzel
söz, nasihat ve ilim sadakadır. Allah insanlara üzülsünler diye değil,
düşünsünler diye musibet gönderir. Kendine nasihat eden, dersler çıkaran ve
nefsini ıslaha gayretli bir insanın belki de musibetlerle terbiye edilmesine
ihtiyaç kalmayacaktır.
Ancak işlerin yolunda gitmesi,
kişinin doğru yolda olduğunu ve gidişatının iyi olduğunu göstermediği gibi,
işlerin ters gitmesi de yanlış yolda olduğunun kanıtı değildir. Bazen kişi yanlış yolda gittikçe
üzerindeki nimetler artar durur. Nimetler kimi zaman insanı Rabbinden
uzaklaştıran, O’nunla mânevi irtibatın kesilmesine sebep olan ve kişiyi kâinat
içinde yapayalnız bırakan faktörlere dönüşür. İşte bu ödül görünümlü cezadır (istidraç).
Nimetler, duaya, ibâdete engel olmaya başlamışsa onlar hakikatte musibettirler.
İnsan musibetlerle imtihan edildiği gibi nimetlerle de imtihan edilmektedir.
Firavunun hayatında yolunda gitmeyen bazı şeyler olsaydı, belki de hâlini
sorgular ve ilâhlık iddiasından vazgeçerek Rabbini bulabilirdi. Belalar da
nimetlerde imtihandır, ancak nimetle imtihan daha zordur. Bu nedenle ‘’hadiselerde
şükreden zengin, sabreden fakirden üstün görülmüştür.’’
‘’Yeryüzünde ve nefislerinizde,
sizlere isabet eden bir musibet yoktur ki, onu yaratmamızdan önce kitapta
yazılmamış olsun. Muhakkak ki bu, Allah için kolaydır. Bu elinizden çıkan
şeylerden dolayı gam yememeniz, Allah’ın size nasip ettiği nimetlerle
şımarmamanız içindir’’ (Hadid, 22-23) ‘’Allah’ın izni
olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez.’’ (Tegabun, 11)
Musibetlerde
kimsenin Rabbine itiraz hakkı yoktur. Mülkün sahibi mülkünde dilediği gibi
tasarruf eder, onda dilediği karara imza atar ve onu istediği hâllerden
geçirir. İnsanın hayatı da, bedeni de, içerisinde yaşadığı dünya da ona ait
değildir. Sokrat’a ‘’Niçin hiç
kederlenmiyorsun?’’ diye sorduklarında,
’’Kaybettiğimde beni
kederlendirecek şeyler edinmiyorum’’
diye cevap verir. Az şeye sahip olursan, az şeye ait olursun. Platon der
ki; ‘’Zenginlik
çok şeye sahip olmak değil, az şeye ihtiyaç duymaktır.’’ ‘’Kimde varlık var ise,
gitmez gönül darlığı’’ (Yunus Emre)
İnsanların
başına gelen musibetleri yaratan sebepler değil, Allah’tır. İnsanı o
musibetlerden kurtaracak olan da sebeplerle boğuşmak değil Rabbine yönelmektir.
Her sonucun bir sebebi vardır. Kâinatta her şey sebep sonuç ilişkileri içinde
var olurlar. Ancak Nobelli fizikçi Heisenberg, atom altı ölçekte hadiselerin
sebepsiz meydana geldiğini ortaya koydu ve ispatladı. Bilim atomun
derinliklerinde ilerledikçe, maddi nedenlere dayanmayan birçok etkinliğin
varlığını keşfetmeye başladı. Atom altı âlemde durumun böyle olmasından
anlaşılıyor ki, Cenâb-ı Hakk nedensizliklerden bir nedenler dünyasını her an
yaratmakta; varlık yokluk sınırını, madde mânâ sınırını, yoktan var etmenin
sınırını her an her yerde sergilemektedir.
Kadere
inanmak, acıları dindiren bir iksirdir. Tolstoy der ki: ‘’Ağaçtaki elma
olgunlaştığında neden yere düşer? Yerçekimine yenik mi düşmüştür yoksa artık
dayanacak gücü kalmamış mıdır? Güneşten kurumuş mudur, yoksa ağırlaşmış mıdır?
Belki de ağacın altındaki çocuk onu yemek istiyordur. Hayır, bunların hiçbiri
yeterli bir açıklama değildir. Kendi özgür irademizle yapıyoruz diye görünse de
tarih açısından hiçbir eylem aslında özgür değildir. Her şey önceden
belirlenmiştir.’’ ‘’Kaderini sev, çünkü hayatın budur’’ (Nietzsche)
Blaise
Paskal şöyle der; ‘’Her insan mutluluğu aramaktadır. Bunun istinası yoktur ama
her insan şikâyet etmektedir. Prensler, hizmetçiler, asiller, halk, yaşlı,
genç, güçlü, zayıf, eğitimli, câhil, sağlıklı, hasta, her ülkede, her zamanda, her
dönemde, her şartta… İnsan boş yere etrafındaki her şeyle boşluğu kapamaya
çalışır, o şeylerden hiç biri ona yardımcı olmaz. Çünkü bu sonsuz boşluk ancak
sonsuz olanla, yani Allah ile kapatılabilir’’ ‘’İyi bilin ki gönüller ancak
Allah’ı anmakla huzur bulur’’ (Ra’d, 28)
‘’Öyleyse kalbinde
çözülmeden kalan her şey için sabırlı ol. Cevapları şimdi arama. Cevaplar sana
şimdi verilmez, çünkü sen henüz onlarla yaşayamazsın. Bu, her şeyi o an yaşama
meselesidir. Şu anda soruyu yaşaman gerekir. Daha ileride, belki farkına bile
varmadan, günün birinde kendini cevabı yaşarken bulacaksın.’’ (Rilke) Beynin
kendi ile alakalı sorunlarda iki yüz civarında ilaç salgıladığı söylenir. Bütün
hastalıklara çözümün bedenin içerisinde arayan yaklaşımlar da var. Hacı Bektaşi
Veli’nin dediği gibi; ‘’Harâret nardadır sacda değil, Kerâmet
baştadır tacda değil, Her ne ararsan kendinde ara, Kudüs’te Mekke’de Hac’da
değil’’
Her şey
insanın iç dünyasında olup bitmektedir, dışında değil. İnsan, evrenin yaratılış
tarzını iyiye yorduğu gibi, yaşadığı hadiseleri de iyiye yormalıdır ki,
olayların gidişatı yorumlara göre şekillensin. Dolayısıyla düzeltilmesi gereken
ilk yer zorlu dış dünya değil, bakış açımız yani iç dünyamızdır. İnsan evrene
nasıl bakıyorsa evren de ona göre şekillenir. ‘’Gözlemciye göre şekillenen
evren modeli.’’ ‘’Ben kulumun zannına göreyim, beni nasıl biliyorsa ona öyle muamele
ederim’’ (Kutsi hadis)
Bazen zafer
mücadeleyi terk etmekte yatar. Bazı yaralar tedavi edildikçe büyür. Hücum eden
arılarla uğraşıldıkça daha fazla saldırganlaşmaları ve onları dikkate almadıkça
dağılıp gitmeleri gibi üzerinde yoğunlaştıkça büyür bazı mânevi ve psikolojik
sorunlar. Yersiz korkular ve vehmi endişeler belâları davet eder ve dış
tesirleri insanın üzerine çeker. Hz. Muhammed; ‘’Allah’ım senden sabır diliyorum’’ diyen Hz. Ali’ye ‘’Bu sözünle Allah’tan ağır bir imtihan
istemiş oldun. O’ndan afiyet dile’’ buyurmuşlardır. Hz. Mevlana’da; ‘’Hasta değilken hastayım demeyiniz,
hastalık taslarken gerçekten hasta olursunuz. Uydurma hastalık hastalığı
çağırır ve sahibini kandil gibi söndürür’’ demiştir.
Dünya bir meşakkat diyarıdır. Burası, keyif alınsın, mutluluk içinde yaşansın diye değil, insanlığa hizmet ve Rabbe ibâdet için yaratılmıştır. Schopenhauer’in dediği gibi; ‘’Doğuştan getirdiğimiz bir kusur var: Hepimiz mutlu olmak için dünyaya geldiğimize inanıyoruz. Bu kusurumuzu gidermedikçe, dünya gözümüzde çelişkilerle dolu bir yer gibi görünecektir. Çünkü her adımımızda, ister büyük ister küçük bir şey yapmış olalım, dünyanın ve insan hayatının, insanların mutlu bir yaşam sürmelerine olanak verecek biçimde tasarlanmadığını anlayacağız… İşte bu yüzden neredeyse bütün yaşlıların yüzlerinde aynı ifâdeyi, aynı düş kırıklığını görmek mümkündür.’’ Ne çelişkidir ki; ‘’İnsan doğarken ağlar, yakınları ise sevinçten bayram eder. İnsan ölürken, aslına kavuşacağı için bayram eder, yakınları ise yas içinde ağlar.’’
Unutma! Çölde susuz kalmış iki kişiden
biri uzaktaki çeşmeyi gördüğünde diğerinden daha az acı çeker.