30 Eylül 2020 Çarşamba

 

DERVİŞİN TESELLİ KOLEKSİYONU:

Yazı Mecit Ömür Öztürk’ün, ‘’Dervişin Teselli Koleksiyonu’’ adlı kitabından alıntılardır. Kitap ‘’çıkmazdakilere’’ ithaf edilmiş ve her musibetin aslında bir anlamının ve tesellisinin olduğu fikrine dayandırılmış. Yazar Felsefeci olmasına rağmen kitabında çok değerli Mutasavvıflar, Felsefeciler ve Kur’ân âyetlerinden örnekler vermiş ve her bir musibete bir anlam kazandırarak harika bir eser ortaya koymuş.

İsabet kökünden gelen ‘’musibet’’ kelimesi ölçülmüş, biçilmiş, kendisine ulaşacak insan için ayarlanmış bir takım mesajlar, seçilmiş özel hadiseler anlamına gelmektedir. Musibet; ansızın bastıran yağmur anlamındaki savb kökünden türemiştir ve ‘’bir şeyin hedefine ulaşması, birinin payına düşmesi’’ mânâsındadır. Kâinatta rastgele hiçbir şey bulunamayacağı gibi, musibetler de tesadüfi değildir, ilâhi seçimin bir parçasıdır ve hürmete lâyıktırlar. Bu nedenle de musibetler okumamız, anlamamız ve tahlil etmemiz gereken bir kitaptır. Gerçek musibet insanın mâneviyatına ve kalbine ulaşan belâdır.

Sabahları evinden, akşamları işyerinden ve girdiğin dükkânlardan çıkman; bindiğin arabalardan, otobüslerden inmen, geceden gündüze, gündüzden geceye varman, kıştan bahara, bahardan kışa ulaşman kederinin de yok olup gideceğini göstermiyor mu?

Bulunduğun odada misafirsin. Yaşadığın şehirde misafirsin. Dünya gezegeninde misafirsin. Samanyolu galaksisinde misafirsin. Bu odadan çıkacağın, bu şehirden ayrılacağın, nihayetinde bu fâni dünyayı terk edeceğin nasıl muhakkak ise, bu musibetteki misafirliğin de öyle kesindir.

Daha önceleri Allah’ın ilminde misafirdin, rûhlar âleminde misafirdin, annenin karnında misafirdin. Oradan bu dünyaya hangi zorlukları getirebildin? Dünyaya eli boş bedeni çırılçıplak olarak gelmen ve buradan diğer âlemlere eli boş olarak gidecek olman gösteriyor ki, bu zorluk ve sıkıntıların da bir parçasını dahi yanına almadan çıkıp gideceksin.

İslâm Filozofu Kindî, bir eserinde şöyle der; ‘’İnsanlar, bu dünyada asıl yurtlarına doğru deniz yolculuğu yaparken bazı ihtiyaçlarını temin etmek üzere bir adaya uğrayan yolcular gibidir. Bu yolculardan bir kısmı ihtiyaçlarını giderip hemen gemiye döner ve en rahat yerlere otururlar. Bazıları adanın güzelliklerine kapılıp oyalanırlar, bu yüzden gemiye geç bindikleri için hem uygun yerler bulamazlar hem de adadan topladıkları çiçekler, kıymetli taşlar yolculuk boyunca başlarına dert olur. Bir grup ise gemiyi büsbütün unutarak tabiatın çekiciliğine kendilerini kaptırır ve geminin kalktığını bile fark etmezler, sonunda acılar içinde kıvranarak ölürler. İşte dünyanın çekiciliğine kapılarak ölümden sonraki hayatı unutanların akıbeti budur.’’

Dünyaya gönderilmiş olan insan kendini inşa etmekle mükelleftir. Kendini inşa ise ona doğuştan verilen hususi özelliklerin açığa çıkarılmasıyla mümkün olacaktır. Peki, fıtrat ve istidatları ortaya çıkarmak için ne yapmalı? İstidatları ortaya çıkaran başlıca faktörler; iman, ibâdetler, ameller, mücâdele ve musibetlerdir. Bebekler daha dünyaya geldiklerinde ‘’hoş geldin’’ der hastalıklar. Ateşlenirler, kabakulak, suçiçeği gibi hastalıklara yakalanırlar. Gaye o zayıf ve nazik bedenlerin gücünü arttırmak, ileride yaşayacağı fırtınalı hâdiselere onları yavaş yavaş alıştırmak ve onların manevi terbiyesini erkenden başlatmak hikmetleriyle manevi bir aşı görevi üstlenmektir. Her musibet bir sonraki için insanı daha dayanıklı kılacaktır. ’’ Ağrı olmasaydı yaşam olmazdı, çünkü ağrı olmasaydı hasta organlarımız anlaşılamazdı. Nietzsche der ki: ‘’Öldürmeyen acı, beni güçlendirir’’

Tabiatta hayvanların birbirine musallat olması ilk bakışta rahmete ters, şefkate sığmaz gibi görünür. Hâlbuki saklı yeteneklerin ortaya çıkması için, musallat olacak varlıklar zorunludur. Atmacanın serçeye musallat olması, hakikat perdesinde ona sunulmuş bir nimettir. Atmacanın musallat olması serçede zaten var olan uçma yeteneğinin harekete geçmesi içindir. En iyi uçan kuşlar, en zorlu düşmanlar tarafından tehdit edilenlerdir genellikle. Tavukta aslana saldırma potansiyeli vardır ancak bu sadece yavrusunu tehlikede gördüğünde ortaya çıkar. Teknolojik gelişmelerin tamamı da bir engelden, bir tıkanıklıktan, bir düşmanın varlığından ve tehlikeden dolayı ortaya çıkar. O zaman icatlar ve mucitler belirir. Örn. Mısırlılar, sel felaketleri vesilesiyle dairenin alanının çapına orantılı olduğunu saptamışlar ve pi sayısını bulmuşlardır. Dolayısıyla modern bilimin kaynağı Nil nehrindeki su taşkınlarıdır, diyebiliriz. Seller enerji santrallerini beslerken hayrıdır. Ancak dere yataklarına binalar yapılırsa bu şerre dönüşür. Depremler yeryüzündeki yüksek basıncı dışarı atarken hayırdır, düşük ve kötü inşa edilmiş binalarda yaşayanlar için şerdir, musibettir.

Sokrates, Atinalılar için bir musibetti. Şehrin tanrılarına inanmamak, onların yerine başka bir tanrı koymak ve bu yolla gençliği zehirlemekle suçlandı. Savunması şöyleydi ‘’Kentimiz iyi yetiştirilmiş heybetli bir at, ben ise bir at sineğiyim. Tanrı beni bu atın üzerine yerleştirdi, ona bağlıyım. Heybetinden ötürü tembelliğe meyleden bu at ancak bir at sineğinin varlığıyla hareketlenebilir. Eğer sözüme kulak verirseniz, hayatımı bağışlarsınız. Ancak bundan umutlu değilim’’ Musibetler de bizim Sokrates’imizdir. ‘’Mutluluk vücut için yararlıdır fakat aklın yetkinliğini asıl geliştiren, ıstıraptır’’ (Marcel Proust) Şadi Şirazi der ki, ’’Mutluluk vadisine ulaşmanın yolu, mutsuzluk vadisinden geçmektir’’

İnsanın üzülmeye de, musibete de, yadırganmaya da, incinmeye de, hayal kırıklığına da ihtiyacı vardır. İnsanın hatırlamaya ihtiyacı olduğu kadar unutmaya da ihtiyacı vardır. İnsanın gerçekte neye ihtiyaç duyduğu, onun beden ve rûhunun tamamını gören Cenâb-ı Allah tarafından bilinir. Nimet lazımsa nimet, musibet lazımsa musibet gelir. Herkes işe ihtiyacı olduğunu düşünür. Ancak kimi zaman insanın işsizliğe de ihtiyacı olabilir. İşsiz kalmanın içinde birçok hikmetler saklıdır. Zaman olur, insanın kendini bulması, kafasını ve düşüncelerini toparlaması, istikamete girmesi ancak işsizlik vesilesiyle mümkün olabilir. Herkesin içinde bir inziva ve halvet ihtiyacı vardır. Bazı dönemlerde bizi evden çıkamaz hale getiren hastalıklar ve musibetler, şu evde biraz kal bakalım, durup düşünmen gereken bazı şeyler, ilgilenmen gereken insanlar var, hayatını gözden geçir, iç dünyana zaman ayır şeklinde hatırlatmalar olabilir. Evimizde bizden ilgi bekleyen biri varsa, Rabbimiz onun bu haline acıyarak bizi evde tutmak isteyebilir.  ‘’Tanrıdan güç istedim, beni güçlü kılması için acılar verdi. Cesaret istedim, yenebilmem için tehlikeler verdi. Bilgelik istedim, çözebilmem için daha da çok sorunla karşılaştım.’’ (Antik Yunan Tabletlerinden)

Nimetin varlığı ve kıymeti, onun yokluğunda hissedilir. Zenginliğin kıymeti fakirlikle, sağlığın kıymeti hastalıkla algılanır. Daimi, kesintiye uğramaksızın süren nimetler hissedilemez, algılanamaz ve dolayısıyla şükrü eda edilemez. Güzellik çirkinlik olmadan, aydınlık karanlık olmadan anlaşılamayacağı gibi musibetler olmadan da mutluluk anlaşılamaz. Yolunda giden, nimet olan şeylerin hissedilmesi ve anlaşılması için Cenab-ı Hakk, yolunda gitmeyen, insanı üzen ve hoşuna gitmeyen olayları da yaratmaktadır. Madem biz bu kâinatı algılamaya geldik, kâinatta her şeyin zıddı olmak zorundadır ve biz her şeyi zıddıyla deneyimlemek mecburiyetindeyiz. ‘’Aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle düşüşü yakından tanımış olan kişi hayatı gerçekten yaşamış sayılır.’’ (Stefan Zweig)

Belirsizliklerin de hikmetleri vardır. İnsanın eceli belirsizdir. Bunun nedeni insanın hem yaşama ümidi taşıyarak dünya işlerini şevkle yapması, hem de ölümle her an karşılaşma olasılığından dolayı âhiret hazırlığına vesile olmaktır. Rûhun denge hali olan korku ve ümit dengesi bu belirsizlikler sayesinde korunur. Rızık da belirsizdir. Bunun gayesi de insanın onu her yerde araması ve bu çabayla ataletten kurtulmasını sağlamaktır. Kadir gecesinin dahi belirsiz olması Ramazan’ın her gecesinin Kadir gecesi hürmeti görmesi, Hızır’ın belirsiz olması da her insana hürmet gösterilmesi gayesiyledir. Belirsizlik hayatı yaşanır kılmaktır. Dostoyevski; ‘’Baylar, yemin ederim, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; hem de tam anlamıyla, gerçek bir hastalık’’ derken, Gorki de ‘’Ne kadar az bilirsen, o kadar iyi uyursun’’ demiştir.

Cenâb-ı Hakk şifasını yaratmadığı bir hastalık vermediği gibi, çözümünü kendi kudret elinde bulundurmadığı bir musibet de yaratmamıştır. İnsan fezada, sonu bilinmeyen boşlukta dolaşan bir kürenin üzerinde hayat sürmektedir. Bundan daha riskli, daha korkunç ne olabilir? Gezegenlerin, yıldızların birbirine her an çarpabileceği bir Semâ’da, kontrolü insanda olmayan bir dünyada, organları kendisinden habersiz ve izinsiz çalışan bir bedenin içerisinde, risk altında olmadığı bir anı var mı insanın? Ey insan! Ölümden korkma. Olması gereken, günü gelince elbette olur. Aşırı üzüntü ve merhamet O’ndan daha şefkatli olduğumuzun iddiasıdır, dikkat et. Musibetler karşısında telaşa kapılma. Onlar Allah tarafından vazifelendirildiği için gelir, görevi bittiği saniyede yok olup gitmek zorunda kalır. Rızkın için telaşlanma; zira seni yaratan onu senin için önceden belirlemiştir. ‘’Rızkını dert etme. Çünkü o seni, senin onu aradığından daha fazla aramaktadır’’ (Abdülkâdir Geylâni Hz.) Gelecek kaygısı taşıma. Seni gelecekte yaşatmaya kim karar vermişse, gerekli ihtiyaçlarını gidermek de O’nun sorumluluğundadır. İhtiyaç olduğunda en önemli şeyi, en basit şeye boyun eğdiren O’dur. İstemeden düşürdüğümüz bir parça çikolata ile yerdeki böceğin ve karıncanın rızkını veren yine O’dur. Allah yaralı koyunun ağrısını dindirecek ota, engerek yılanı tarafından ısırıldığında kaplumbağayı mercanköşk otuna yönlendirirken, kedi, karınca ve örümceğin tüm sıkıntı ve ağrılarıyla ilgilenerek yarattığı her varlığı korur. Hayal ve hedeflerin için fânilerin peşinden koşma. ‘’İlla’’ deyip arkasına düşülen konuların bazıları insanı dünyada felâkete, âhiretteyse cehenneme sürükler, unutma. Bütün kâinatı idare eden Tek’tir. Bütün sorunların çözümü O’ndadır. Seni korkutan her şeyin dizginleri O’nun elindedir. ‘’Düğümü kim bağladı ise en iyi o çözer. Bela Allah’tandır. Öyleyse…’’ (Mesnevi)

Belâ ve hastalıklar kişiyi nefsanî ve dünyevi arzulardan gayr-ı ihtiyari uzak tutmaktadır. Bu da Rabbimizin bir ihsanı ve inayetidir. (İnayet, bazı musibet gibi görünen olayların sonradan nimete çevrilmesidir) Musibetler, dostluk ve kardeşliğin önündeki engelleri ortadan kaldırır; görüşme imkânı bulunmayan dostları buluşturur ve onları yeniden kaynaştırır, yıpranmış ilişkileri tazeler.

Musibet yaşamamış insanlar, içlerindeki mühim kabiliyetleri açığa çıkaramadıkları için, depresif bir hâl içerisindedir. Zira açığa çıkmamış yetenekler insana musibetlerden daha çok azap verir.

Açığa çıkmış her musibet, o musibetin daha da büyümesini engeller. Aile içinde konuşulmayan problemler üstü kapalı kaldığı sürece sorunların daha da büyümesine sebep olur. Kader rotasında bir problem gördüğünde onu iliklerine kadar yaşamalı, ondan kaçmamalısın. Bugünkü sorunlar, dün yüzleşemediklerimiz, yarının dertleri de bugün yüzleşemediklerimiz olabilir. Onlarla yüzleşmek, insanın kendisiyle yüzleşmesi demektir. Onları anlamak, insanın kendisini anlaması demektir.

Dionysius ‘’Acı, acının ilacıdır’’ der. Hadiseler kendiliğinden unutulmaz. Onları unutturan, tesirlerini hafifleten, varsa kabahatlilerini affettiren daima öbür hadiselerdir. Neden başıma bu hadiseler geliyor diyen birine verilecek cevap şudur; ‘’çünkü Allah senin daha kuvvetli olmanı istiyor. Zaman olur, derdin biri bitmeden öbürü başlar. İnsan bir musibete sabretmekle meşgulken bir başka acı çalar kapıyı. Üst üste gelmeye başlar her şey. Dikkatle bakıldığında bu durum insanın lehinedir. Cerrahın narkozu vermişken diğer operasyonları da aradan çıkarmasına benzer bir durum söz konusudur. Fransızların ‘’Bir felâket hiçbir zaman tek başına gelmez’’ sözü adeta bu hakikati anlatır. Yalnız gelen felâkete dayanmak, peş peşe gelen felâketlere dayanmaktan daha zordur. Bir dert diğer bir derdin tesirini azaltır, dertler çoğalınca her biri ayrı ayrı gücünü kaybeder. Amerikan filmlerinde tek yumrukla bayılan adamı, bazı defa yine yumrukla ayıltırlar.

 ‘’Zihnimizin sahip olduğu en büyük beceri belki de acıyla başa çıkmaktır. Klasik yaklaşım bize, ihtiyacı doğrultusunda herkesin karşısına çıkan dört çıkış olduğunu öğretir. Birinci çıkış uykudur. Uyku bize dünyadan ve onu dolduran acılardan kaçabileceğimiz bir sığınak sağlar. Biri ağır yaralandığı zaman genellikle kendinden geçer. Aynı şekilde travmatik haberler alan birinin bayıldığı olur. Zihin kendini böylece acıdan korur. İkinci çıkış unutmaktır. Bazı yaralar kısa zamanda kapanmayacak kadar derindir. Bazı anılar o kadar azap vericidir ki, onlara alışmak mümkün değildir. İşte zaman o acıları unutturur ve çoğu yarayı iyileştirir. Unutmak ilâhi bir lütuftur. Güçlü bir hafıza, ağır bir cezâdır ve işin kötüsü: iyi anıları nadiren, kötü anıları sıklıkla hatırlatır. Üçüncü çıkış deliliktir. Bazen insanın aklı öyle bir darbe alır ki, kendini ancak delilikle koruyabilir. Öyle zamanlar vardır ki acıdan kurtulmak için zihnin gerçekliği bırakması gerekebilir. Dördüncü çıkış ölümdür. Ölüm son sığınaktır. Dünyadaki süreçler ölüyü incitemez.’’ (Patrick Rothfuss)

Fiziğin metafiziğe, metafiziğin de fizik âleme etkileri vardır. ‘’Ey iman edenler! Siz toplantı halindeyken ‘’Biraz yer açıverin!’’ denildiği zaman yer açın ki Allah da size genişlik versin’’ (Mücadele, 11) Mekân olarak birbirine yer açmayla, yer verenin hayatında birtakım genişliklere sebep olması arasında kurulan bağ harikuladedir. Maddi bir sebep, mânevi bir sonuca kaynaklık edebileceği gibi, mânevi bir aksaklık da, maddi gerçeklik dünyasında birtakım aksamaların gerekçesi olabilmektedir. Her bir ödül ve musibet maddi veya mânevi bir sebebe dayanır. Örn. Baş ağrısının tıbbi bir sebebinin olması, onun aynı zamanda mânevi bir gerekçesinin olmadığını göstermez. Diyelim ki arabamızla giderken arkadan bir araç çarptı, üstelik biz yolumuzda dosdoğru giderken. Bu hadisenin gerçek sebebi nedir. Biz de birine mi çarptık acaba? Bu çarpma illa arabayla da olmayabilir. Bir lafla bile çarpabilir insan insana. Şimdi belki de bunun bedelini ödüyoruzdur kim bilir? İlâhi izin olmadan belâ da gelmez, nimet de erişmez. Kaderden mutlaka izin çıkması lâzım. Bu izinler insanın daha çok mânevi hâl ve tavırlarına bağlanmıştır. ‘’İnsanlardan gördüğün zulümler senin huyundur. Sen kendi huyunu onların aynasında seyredersin.’’ (Mevlâna)

Musibetler birtakım günahlara da kefaret olurlar ve Hak katındaki cezaların silinmesine sebebiyet verirler. En küçük sıkıntılar dahi günahları temizleyen birer musibettirler. Peygamberimiz (sav.) insanın elindeki kandilin istemeden sönmesinin dahi bir musibet olduğunu, büyük küçük her musibetin hata ve günahlara kefaret olarak değerlendirileceğini ifade etmiştir. Kulun eline batan diken dahi bu kapsamdadır.

Nimetler şükürle fazlalaşırken, musibetler şikâyet ile çoğalır. ‘’Şikâyet ettiğimiz yaşam, belki de bir başkasının hayalidir’’ (Tolstoy). Şükür ve hamd musibetin azalmasına bir vesiledir. Peki, musibete şükür nasıl olacaktır. Musibetin birinci boyutu, musibet zamanlarında isyan ve itiraza girmemek, ikinci boyutu daha da kötüsünün yaşanmadığına memnun olmak, üçüncü ve en yüksek boyutu ise bunun bir armağan olduğunun bilincine vararak getireceği yüksek sevapların olduğunu anlamaktır. ‘’Üzgün olduğunuzda kalbinize bir bakın, aslında mutluluğunuz olan şeye üzüldüğünüzü göreceksiniz’’ (Halil Cibran)

Zaman izafidir. Nimetler akıp giderken, musibetler zamanı olabildiğince yavaşlatır. Musibet zamanının uzun algılanmasının sebebi, berzahta ve âhirette uzun zaman dilimlerine yayılan mükâfatların insan rûhunda algılanması olarak yorumlanır. ‘’Hazine bazen de musibetin ta kendisidir’’

İnsan bedeninden çok rûhunda yaşadığını fark edebilirse, yaşadıklarını da bir pencereden bakar gibi dışarıdan seyredebilir. Olayların etkisi altına girerek, onları sahiplenerek, kendini olayların nesnesiymiş gibi düşünerek onlardan aşırı etkilenmek yerine, onları dışarıdan seyrederek, sahiplenmeden, onlara maruz kalan değil de şahit olan biriymiş gibi davranabilir. Öyleyse, yaşadığımız kederlerin bize hükmedişinden kurtulabilmenin ve özgür bir biçimde onları kullanmanın ilk adımı duygu ve düşüncelerimizi dışarıdan seyredebilmeyi öğrenmektir. Aurelius Düşünceler adlı eserinde der ki; ‘’Sana acı veriyormuş gibi gelen şey hakkındaki zihinsel yargıyı ortadan kaldırırsan, acı sona erer. Acıyı neren çekiyor? Zihnin. Ama sen bir zihin değilsin ki. Zihinden başka hiçbir şey, zihne özgü olan şeyi engelleyemez. Fışkıran bir tatlı su kaynağının başında durup, ona lanetler yağdıran bir adam karşısında, suyun tatlılığı etkilenir mi? Bir dış nedenden ötürü üzülüyorsan, aslında canını sıkan bu değil, onun hakkındaki yargındır, bu yargıdan her an vazgeçebilirsin. Ama seni üzen kendi karakterinden bir şeyse, yargını düzeltmeni kim engelleyebilir? Sorun; çözümü bulamıyor olmak değil, problemi göremiyor olmaktır.’’  ‘’Hep olumsuzluklara odaklananlar, çiçekleri bırakıp sadece yaraların üzerine konan sineklere benzerler’’ (Bir Bilge sözü)

Schopenhauer kusursuz bir dünyanın hayalini kurmuş ve şu düşüncelere ulaşmış: ‘’Tüm dilekler kabul olsaydı, insanlar kendilerini neyle meşgul eder, nasıl zaman geçirirlerdi? Her işin kendi kendine olduğunu, geçim sıkıntısının olmadığını, âşıkların hiç zorluk yaşamadan kavuştuğunu, ilişkilerin hiç zorlanmadan yürüdüğünü hayal edelim. Böyle bir yerde bazıları can sıkıntısından ölür, ya da kendini asar, bazıları kavga edip birbirini öldürür, böylece doğanın onlara şimdi verdiğinden daha fazla zarara kendileri sebep olurlardı’’ Merkez Efendinin mantığıyla söylersek, kâinatta her şey olması gerektiği gibidir, merkezindedir. Eksik, yanlış, kusur ve noksan gibi görünen her şeyin mükemmel hikmetleri vardır. ‘’Acı, onu çekeni mükemmelliğe yöneltir, tıpkı tohumun çürüme içerisinde yeşermesi gibi’’ (Leibniz)

Herkes kâinatı kendi duyularıyla algılar. Kimsenin algısı, bir başkasıyla aynı olamayacağına göre, herkesin farklı ve kendine özgü bir kâinat algısı ve bir âlemi vardır. İnsan ve hatta varlık sayısınca ortaya çıkan kâinat ve özel âlemler, tek bir kâinatın içerisine yerleşmiştir. Aynı odada bulunan üç ayrı kişiden, biri mutlu, biri kederli, diğeri korku içindeyse, bu insanlardan her biri, aslında farklı odalarda bulunmaktadır. Genel olarak herkes aynı kâinatın içinde olsa da, özel olarak hiç kimse bir başkasının kâinatı içerisinde yer tutamaz. Herkes kendi kâinatının başrol oyuncusudur. Bilim adamlarına göre bir elektron aynı anda iki farklı yerde ve zıt yönde bulunabilmektedir. Bazı veli kulların aynı anda birçok yerde bulunup farklı işler yapmaları gibi, cennette müminlerin kendileri olarak, bölünüp parçalanmadan birçok yerde aynı anda var olmaları gibi, kâinat da aynı anda, her insanda bölünüp parçalanmaksızın ayrı ayrı var olmaktadır. Her insan kendine özel, bu hususi kâinat içerisinde, Rabbinin özel Rububiyet tecellilerine muhataptır. Bu açıdan her bir insan kâinatın tamamı kadar önemlidir.

Hiçbir varlık ve hiçbir şey bulunduğu yerde bir daha bulunmaz. Dünya kendi ekseni etrafında ve güneş etrafında dönmektedir. Bu dönüş esnasında geçtiği bir koordinattan sonsuza dek bir daha geçmeyecektir. Güneş, etrafındaki gezegenlerle birlikte ayrı bir hareket halindedir ve bu güneşin içinde bulunduğu galaksi de dairesel olmayan başka bir hareketle bilinmeyen bir yere doğru ilerlemektedir. Dolayısıyla dünya, şimdi bulunduğu koordinata sonsuza dek bir daha uğramayacaktır. Mekân düzleminde, bedene kendini sıkışık görmek nasıl bir acı kaynağıysa, zaman düzleminde kendini ‘’şimdi’’ye mahkûm etmek öyle bir keder kaynağıdır.

Karanlığın en yoğun olduğu zaman dilimi, aydınlığın da başladığı noktadır. Bütün çıkış yolları kapanmış insanın duası hadiseler üzerinde çok etkilidir. Böylelerinin duası vesilesiyle en büyük şeyler, en küçük varlıklara hizmetkâr olur, en zor işler umulmadık bir şekilde çözülür. İnsan için ‘’çaresizlik’’ ve ‘’çıkmaza girmişlik’’ kâinattaki dengeleri yerinden oynatabilecek güce sahip bir hazinedir.  Çaresiz insan, birçok çaresi olan insana nazaran daha güçlüdür. Kurtuluş çaresi kalmayan birinin yalnızca Rabbine güvenmekten başka seçeneği yoktur. Duadan başka silahı kalmamış birinden daha güçlü bir ordusu yoktur dünyanın.

Cenâb-ı Hak kâinattaki her varlığa kesintisiz bir şekilde yardım etmektedir. Yardımın tamamen kesildiği bir an bile yoktur. Bazen yardım gelmiyor gibi görünse de, o durumda yardımın gelmeyişi bir yardımdır, desteğin ulaşmaması bir destektir. İlâhi yardımlar insanın heveslerine göre gelmez. Bazen kişinin darmadağın edilmesi bir tür yardımdır. Bazen rûh halinin bozulması ona verilmiş bir destektir. İnsanın ihtiyaçları ile istekleri birbirinin zıddı durumuna geldiğinde, onun ihtiyaçlarını gidermeyi öncelemek merhametin gereği, onun isteklerini öncelemekse bir acımasızlıktır. ‘’Bazen fırtınalar iyi gelir insana. Tekneyi biraz yıpratır ama güvertede hiç pislik kalmaz’’ (İcarus)

Her elem geçicidir ve rûhta mânevi bir lezzet bırakır. Hüküm giymiş, hapishaneye atılmış ve cezasını bitirmiş bir mahkûm, kim bilir nasıl bir mutluluk içerisindedir. Sıfırı tüketmiş, dibe vurmuş bir insanın toparlandıktan sonra yaşadığı mutlulukla, dibi görmemiş bir insanın yaşadığı huzur aynı olamaz. Doğma büyüme âmâ olan birinin gözleri açıldığı anda onunla aynı görüntüyü görüyor olsak bile görebilmekten duyduğumuz lezzet aynı değildir. Fakirlikten yeni kurtulmuş birinin nimetlerden aldığı lezzetle, hayatı boyunca imkânlar içinde yüzen birinin nimetlerden aldığı tat elbette farklıdır. Acı, kendi miktarınca mutluluğu içinde saklar. Kalpteki her ferahlık, önceden çekilmiş bir sıkıntının sonucudur. Keder ne kadar derin boşluklar yaratırsa kalbinizde, işte o kadar fazla neşe sığar oraya.  Mevlâna Mesnevi de der ki; ‘’Gülmek ağlamada gizlidir. Zevk, gamda gizlidir’’

Cenab-ı Hakk’ın hazinesi sonsuzdur. O dileseydi kimseye musibet vermeden, kimseyi incitmeden, hiçbir canlıya en küçük bir acı dahi tattırmadan yaşamın devamını sağlayabilirdi. Peki, Rabbimizin bu hudutsuz zenginliğine rağmen, insan neden dar bir hayat yaşamakta ve türlü sıkıntılara maruz kalmaktadır. Neden insanların başlarından musibetler hiç eksik olmamaktadır? Musibetler birer davet, birer çağrıdır. Nimetler, Rabbimizin cemâliyle insana ‘’gel’’ çağrısıyken, musibetler de O’nun celâliyle davet etmesidir. Musibetlerin varlığının gerçek sebebi Allah’la birliktelik kurmaktır. İlâhi hitabı en çok hastalar ve musibete uğrayanlar duyar. Ayrıca musibetler halimizi duaya dönüştürme fırsatlarıdır. ’’Dua edin icabet edeyim’’ demek, ‘’dua edin sizinle konuşayım‘’ demektir. ‘’Bize yalvarsınlar diye onları darlık ve sıkıntı ile yakalayıp sarstık’’ (En’âm, 44) ‘’Dertsiz dua soğuktur’’ (Mevlâna)

Kimse Rabbimizden daha şefkatli olamaz. Hiçbir acı boşa gitmez ve her kayıp mutlaka kazanca dönüşür. Kaybedilen mal, dinimizce sadaka sayılmıştır. Aynı şekilde migren, hafif şeker hastalığı, işitme bozukluğu, konuşma sorunları, görmede ve yürümede aksaklıklar kesintisiz birer sevap kaynağıdırlar. Gülümsemek, güzel söz, nasihat ve ilim sadakadır. Allah insanlara üzülsünler diye değil, düşünsünler diye musibet gönderir. Kendine nasihat eden, dersler çıkaran ve nefsini ıslaha gayretli bir insanın belki de musibetlerle terbiye edilmesine ihtiyaç kalmayacaktır.

Ancak işlerin yolunda gitmesi, kişinin doğru yolda olduğunu ve gidişatının iyi olduğunu göstermediği gibi, işlerin ters gitmesi de yanlış yolda olduğunun kanıtı değildir. Bazen kişi yanlış yolda gittikçe üzerindeki nimetler artar durur. Nimetler kimi zaman insanı Rabbinden uzaklaştıran, O’nunla mânevi irtibatın kesilmesine sebep olan ve kişiyi kâinat içinde yapayalnız bırakan faktörlere dönüşür. İşte bu ödül görünümlü cezadır (istidraç). Nimetler, duaya, ibâdete engel olmaya başlamışsa onlar hakikatte musibettirler. İnsan musibetlerle imtihan edildiği gibi nimetlerle de imtihan edilmektedir. Firavunun hayatında yolunda gitmeyen bazı şeyler olsaydı, belki de hâlini sorgular ve ilâhlık iddiasından vazgeçerek Rabbini bulabilirdi. Belalar da nimetlerde imtihandır, ancak nimetle imtihan daha zordur. Bu nedenle ‘’hadiselerde şükreden zengin, sabreden fakirden üstün görülmüştür.’’

‘’Yeryüzünde ve nefislerinizde, sizlere isabet eden bir musibet yoktur ki, onu yaratmamızdan önce kitapta yazılmamış olsun. Muhakkak ki bu, Allah için kolaydır. Bu elinizden çıkan şeylerden dolayı gam yememeniz, Allah’ın size nasip ettiği nimetlerle şımarmamanız içindir’’ (Hadid, 22-23) ‘’Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez.’’ (Tegabun, 11)

Musibetlerde kimsenin Rabbine itiraz hakkı yoktur. Mülkün sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder, onda dilediği karara imza atar ve onu istediği hâllerden geçirir. İnsanın hayatı da, bedeni de, içerisinde yaşadığı dünya da ona ait değildir. Sokrat’a ‘’Niçin hiç kederlenmiyorsun?’’ diye sorduklarında,  ’’Kaybettiğimde beni kederlendirecek şeyler edinmiyorum’’  diye cevap verir. Az şeye sahip olursan, az şeye ait olursun. Platon der ki; ‘’Zenginlik çok şeye sahip olmak değil, az şeye ihtiyaç duymaktır.’’ ‘’Kimde varlık var ise, gitmez gönül darlığı’’ (Yunus Emre)

İnsanların başına gelen musibetleri yaratan sebepler değil, Allah’tır. İnsanı o musibetlerden kurtaracak olan da sebeplerle boğuşmak değil Rabbine yönelmektir. Her sonucun bir sebebi vardır. Kâinatta her şey sebep sonuç ilişkileri içinde var olurlar. Ancak Nobelli fizikçi Heisenberg, atom altı ölçekte hadiselerin sebepsiz meydana geldiğini ortaya koydu ve ispatladı. Bilim atomun derinliklerinde ilerledikçe, maddi nedenlere dayanmayan birçok etkinliğin varlığını keşfetmeye başladı. Atom altı âlemde durumun böyle olmasından anlaşılıyor ki, Cenâb-ı Hakk nedensizliklerden bir nedenler dünyasını her an yaratmakta; varlık yokluk sınırını, madde mânâ sınırını, yoktan var etmenin sınırını her an her yerde sergilemektedir.

Kadere inanmak, acıları dindiren bir iksirdir. Tolstoy der ki: ‘’Ağaçtaki elma olgunlaştığında neden yere düşer? Yerçekimine yenik mi düşmüştür yoksa artık dayanacak gücü kalmamış mıdır? Güneşten kurumuş mudur, yoksa ağırlaşmış mıdır? Belki de ağacın altındaki çocuk onu yemek istiyordur. Hayır, bunların hiçbiri yeterli bir açıklama değildir. Kendi özgür irademizle yapıyoruz diye görünse de tarih açısından hiçbir eylem aslında özgür değildir. Her şey önceden belirlenmiştir.’’ ‘’Kaderini sev, çünkü hayatın budur’’ (Nietzsche)

Blaise Paskal şöyle der; ‘’Her insan mutluluğu aramaktadır. Bunun istinası yoktur ama her insan şikâyet etmektedir. Prensler, hizmetçiler, asiller, halk, yaşlı, genç, güçlü, zayıf, eğitimli, câhil, sağlıklı, hasta, her ülkede, her zamanda, her dönemde, her şartta… İnsan boş yere etrafındaki her şeyle boşluğu kapamaya çalışır, o şeylerden hiç biri ona yardımcı olmaz. Çünkü bu sonsuz boşluk ancak sonsuz olanla, yani Allah ile kapatılabilir’’ ‘’İyi bilin ki gönüller ancak Allah’ı anmakla huzur bulur’’ (Ra’d, 28)

‘’Öyleyse kalbinde çözülmeden kalan her şey için sabırlı ol. Cevapları şimdi arama. Cevaplar sana şimdi verilmez, çünkü sen henüz onlarla yaşayamazsın. Bu, her şeyi o an yaşama meselesidir. Şu anda soruyu yaşaman gerekir. Daha ileride, belki farkına bile varmadan, günün birinde kendini cevabı yaşarken bulacaksın.’’ (Rilke) Beynin kendi ile alakalı sorunlarda iki yüz civarında ilaç salgıladığı söylenir. Bütün hastalıklara çözümün bedenin içerisinde arayan yaklaşımlar da var. Hacı Bektaşi Veli’nin dediği gibi; ‘’Harâret nardadır sacda değil, Kerâmet baştadır tacda değil, Her ne ararsan kendinde ara, Kudüs’te Mekke’de Hac’da değil’’

Her şey insanın iç dünyasında olup bitmektedir, dışında değil. İnsan, evrenin yaratılış tarzını iyiye yorduğu gibi, yaşadığı hadiseleri de iyiye yormalıdır ki, olayların gidişatı yorumlara göre şekillensin. Dolayısıyla düzeltilmesi gereken ilk yer zorlu dış dünya değil, bakış açımız yani iç dünyamızdır. İnsan evrene nasıl bakıyorsa evren de ona göre şekillenir. ‘’Gözlemciye göre şekillenen evren modeli.’’ ‘’Ben kulumun zannına göreyim, beni nasıl biliyorsa ona öyle muamele ederim’’ (Kutsi hadis)

Bazen zafer mücadeleyi terk etmekte yatar. Bazı yaralar tedavi edildikçe büyür. Hücum eden arılarla uğraşıldıkça daha fazla saldırganlaşmaları ve onları dikkate almadıkça dağılıp gitmeleri gibi üzerinde yoğunlaştıkça büyür bazı mânevi ve psikolojik sorunlar. Yersiz korkular ve vehmi endişeler belâları davet eder ve dış tesirleri insanın üzerine çeker. Hz. Muhammed; ‘’Allah’ım senden sabır diliyorum’’ diyen Hz. Ali’ye ‘’Bu sözünle Allah’tan ağır bir imtihan istemiş oldun. O’ndan afiyet dile’’ buyurmuşlardır. Hz. Mevlana’da; ‘’Hasta değilken hastayım demeyiniz, hastalık taslarken gerçekten hasta olursunuz. Uydurma hastalık hastalığı çağırır ve sahibini kandil gibi söndürür’’ demiştir.

Dünya bir meşakkat diyarıdır. Burası, keyif alınsın, mutluluk içinde yaşansın diye değil, insanlığa hizmet ve Rabbe ibâdet için yaratılmıştır. Schopenhauer’in dediği gibi; ‘’Doğuştan getirdiğimiz bir kusur var: Hepimiz mutlu olmak için dünyaya geldiğimize inanıyoruz. Bu kusurumuzu gidermedikçe, dünya gözümüzde çelişkilerle dolu bir yer gibi görünecektir. Çünkü her adımımızda, ister büyük ister küçük bir şey yapmış olalım, dünyanın ve insan hayatının, insanların mutlu bir yaşam sürmelerine olanak verecek biçimde tasarlanmadığını anlayacağız… İşte bu yüzden neredeyse bütün yaşlıların yüzlerinde aynı ifâdeyi, aynı düş kırıklığını görmek mümkündür.’’ Ne çelişkidir ki; ‘’İnsan doğarken ağlar, yakınları ise sevinçten bayram eder.  İnsan ölürken, aslına kavuşacağı için bayram eder, yakınları ise yas içinde ağlar.’’ 

Unutma! Çölde susuz kalmış iki kişiden biri uzaktaki çeşmeyi gördüğünde diğerinden daha az acı çeker.