28 Kasım 2020 Cumartesi

KURTULUŞ:

Kurtuluş nedir? Âyetler/işaretler ile başlayalım!

‘’Allah, takvâ sahiplerini esenliğe kavuşturup kurtuluşa erdirir. Onlara hiçbir fenalık dokunmaz. Mahzun da olmazlar.’’ (Zümer, 61)

‘’Şüphesiz muttakiler (takva sahipleri) için kurtuluş vardır’’ (Nebe, 31)

‘’Ve onlar ki hem sana indirilene îman ederler, hem de senden önce indirilene. Âhirette de bunlar kesinlikle îman ederler. Bunlar, işte Rablerinden bir hidâyet üzeredirler ve bunlar felâha (kurtuluşa) erenlerdir’’ (Bakara, 4-5)

‘’Allah îman sahibi olan erkeklere ve kadınlara içinde ebediyen kalıcılar olmak üzere altında ırmaklar akan cennetler ve adn cennetlerinde pâk ikâmetgâhlar vaad buyurmuştur. Ve Allah tarafından rıza olan bir rıza ise, daha büyüktür. İşte en büyük necât (kurtuluş) da budur’’ (Tevbe,72)

‘’Artık îman edip salih âmellerde bulunanlara gelince; Rableri onları kendi rahmetine sokar. İşte apaçık olan ‘’büyük mutluluk ve kurtuluş’’ budur.’’ (Casiye, 30)

Kur’ân âyetlerine göre îman ve takva sahipleri kurtuluşa ereceklerdir. Ayrıca Peygamberler, sıddıklar, şehitler ve sâlihlerin de Allah katında kurtuluşa erecekleri söylenir. Buna ilaveten sevenler de bu gruba dâhildir.

İslâm açısından îman, Peygamberimiz olan Hz. Muhammed’i Allah’tan getirdiği kesin olarak bilinen hükümler doğrultusunda doğrulamak, hiçbir şüphe duymaksızın O’nun tarafından söylenen şeyleri kabul etmek ve bunların kesin gerçekler olduğuna kesinlikle inanmak demektir.

Hz. Peygamber (s.a.v) Îman nedir diye sorulduğunda; ‘’Allah’a, meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmaktır’’ demiştir. Yani kalpten tasdik (onay), dil ile ikrar (kabul) ve dış duygulardan ameldir.

Takva ise; Allah’tan korkmak, Allah’ın yasakladığı ve haram kıldığı şeylerden uzak durmak, dinin buyurduklarını yerine getirmektir.

Nefsini hesaba çekmeyen ve onunla mücadele etmeyen kimse felâh (kurtuluş) bulamaz.

İslâm anlayışına göre her varlık yaşamının sonunda cennete girmeyi umut eder. Bu gayeye uygun yaşamaya çalışır. Kur’ân-ı Kerim’in pek çok âyetinde cennet ile kurtuluş özdeşleşir. Hz. Muhammed de yaşayan Kur’ân olarak bize kurtuluş yolunu yaşayarak göstermiştir. Cennet son duraktır ve KURTULUŞ tur.

Ezanlar günde beş kere insanları namaza ve kurtuluşa çağırır. ‘’Hayye ale’l- felâh’’ haydi kurtuluşa….

Yazar KEVSER YEŞİLTAŞ ‘’Aşk Bir Devadır’’ adlı kitabında KURTULUŞ u farklı bir açıdan ele alır.

Her rûh, dünya maddesindeki bedeni diriltip kaldırmak için bir akit imzalar, anlaşmalar yapar. Ve bedene girince de unutur. İnsan bir rûhtur, lâkin maddede var olur. Rûhu maddeyle bütünlemek durumundadır. Birbirinden ayrılamaz iki büyük cevherdir rûh ve madde. Birbirine muhtaçtır ve bir aradadır. Bir bütün ve birdirler. Madde de rûh vardır. İşte bu maddedeki rûhu ortaya çıkarmak görevi de insana bahşedilmiştir. Madde canlı ve diridir, fakat madde bu özelliğini bilmekten mahrum bırakılmıştır. (Hayvani, insani, Sultani rûh)

Bu yüzden rûh, maddeye uzanarak onun bu erdemini ona hatırlatmak için insan görünümüne bürünmek durumunda kalır. Hatırlatma işini de ‘’akıl’’ vâsıtası ile yerine getirir. İdrâkin ve anlayışın depolandığı merkez ise ‘’gönül’’dür. Muazzam bir hafıza deposu. Orada her şey en ince ayrıntısına kadar kayıt altına alınır. Rûh bir sonraki varoluş ve olay terkibi için bu hafızadan faydalanır. Ve bu sonsuza kadar sürer gider.

Dünyanın görünen, bir de görünmeyen bir dünya ile kuşatıldığını artık hepimiz biliyoruz. Görünen üzerinde yaşadığımız yer küre. Görünmeyen dünyaya ise, çağlar boyunca çeşitli isimler verildi. Astral dünya, Gayb âlemi, Öte âlem, İç âlem, Âhiret gibi mânâlar yüklendi. İsmi değişse de varlığı ve konumu hiç değişmedi.

Her birimizin düşler, ilhâmlar, sözler, yazılar, çizgiler, düşünceler, fikirler, hareketler ve resimler ile var ettiği birtakım ifâde tarzları var. Bunların her biri bizim görünmeyen dünyamızda şekil alıyor ve orada çakılı kalıyor. Doğduğumuz andan nefesimizi verene kadar geçen her dakika yarattığımız tüm oluşumlar bizim görünmeyen dünyamızda mevcut. Ve bizi bu yönden kuşatmış durumda.

Her insanın yarattığı bu kendi gerçeği, aslında dünyanın da gerçeği olmakta. Dünyamızın görünmeyen dünyası da oldukça yoğun bir enerjiyle kuşatılmış.  Neden? Çünkü her insan, hem kendi görünmeyen dünyasına, hem de dünyanın görünmeyen bu enerji yoğunluğuna sürekli katkıda bulunuyor. Bu yüzden hiç kimse bu dünyadan ölerek dahi kurtulamıyor. Dünya yaşamından kurtulmak, kendi yaşamını sonlandırmak ve kaçmak gibi girişimler, dünyamızın görünmeyen dünyasında sıkışıp kalmayı da beraberinde getiriyor. Yani ne isek, ne yapıyorsak, ne yapmışsak, ne planlamışsak, ne düşünmüşsek, ne yaratmışsak, nasıl şekil vermişsek, ne söylemişsek aynen devam ediyoruz yolculuğa.

Kaçmak ve kurtulmak için yapılan her eylemin sonucu, bir sıkışma, bir darlık meydana getiriyor. Dünya ve bağlı olduğu yoğun enerji alanı, bir beton gibi rûhlarımızın bu dünyaya olan bağlarını kapsayıp, adeta bir hapishane görevi yapıyor. Ya dünyada bedenleniyoruz ya da dünyadan ayrılarak dünyanın görünmeyen yoğun atmosferinde bedenleniyoruz. Bu bir döngü ve işimizi tamamlayana kadar da devam edecek gibi görünüyor.

Dünyayı çevreleyen bu görünmeyen enerji çemberini aşıp çıkmak ve rûhumuzun dünyasal kısmının, aslına dönmesi için yapılacak tüm çabalar nafile. İşler bu dünyada tamam olacak. Mânâ ve maddeyi henüz nefes alırken tamamlamak ve bir etmekten başka çıkış noktası yok.

Kısacası, dünyaya gelmeyi isteyerek, dünyanın halihazırdaki mevcut görünmeyen planına gömülüyoruz. Oradan çıkış da, ancak dünyada henüz yaşarken bulunacak, keşfedilecek bir sır.

Aslında başka bir yere de gitmiyoruz. Sıkışmak kelimesini, bir deyim olarak belirtmek mümkün. Bu bir döngü. Ve bu döngüden çıkmak ancak bir sıçrama ile mümkün. Bireysel olmuyor sıçrama. Bu sıçramaları bireysel yapabilenler yani önder olanlar, yeterli sayıda değil. Ancak topluca sıçrama mümkün olabilir. Bunun için de geniş ufukları deneyimleyen insanların artması gerekiyor.  Önce yanındakinden başlamalı insan. Önce sevdiklerinden, sonra sevmediklerinden. Her birine dokunmalı ve onlara farkındalığı, öz farkındalığı anlatmalı. Unutmayalım ki bir kişi bin kişidir. Ve binlerin dokunuşları ile milyarlarca insan geniş ufukları deneyimleyebilir. Dünyanın hem görünenini, hem görünmeyenini değiştirmek, dönüştürmek biz insanların elinde. Dünyanın enerjisi yükselirse ancak darlıktan KURTULMAK mümkün olacaktır.

Dünya üzerine gelen görevli nebiler, veliler, ârifler, komutanlar, üstün vazifeli varlıklar, kendi menzillerini terk ederek, feda ederek dünyaya konuşlandılar. Onların vazifesi dünyayı güzelleştirmek ve iyileştirmekti. Görünürde çok işler başardılar, lâkin en büyük işleri astral/rûhsal  planı da temizlemek oldu. Fakat bu yeterli olmadı. Tüm insanlığın da bu çabaya katkı sağlaması beklendi. İnsanlık katkı yerine negatif plana hizmet etti. Negatif plandan kastettiğimiz, içimize attığımız, kendimizle hesaplaşmaktan korktuğumuz, kaçtığımız tüm gerçeklerimiz. Bunlar bizim kendi astral (rûhsal/lâtif) âlemimiz. Kısacası kendi cehennemimiz, kendi hapishanemiz. Kendimizi hapsettiğimiz kalın duvarlar. Tüm astrallerin birleşimi de dünyanın astral yani negatif planlarını oluşturuyor. İşte bu negatif plan, insanın ve insanlığın içinden kusturularak çıkarılacak. Kusturulma işi olağanüstü bir hızla devam etmekte. İç, dışa çıkmadıkça bu mümkün de görünmüyor.

Düşünmeyen, muhakeme etmeyen, onun bunun uydurduğu hadislerle, bâtıl olaylarla, geri düşünceli hurâfelerle hareket eden tüm insanlar, bu kendi yarattıkları negatif duvarlar içine mahkûm oldular. Bu büyük bir kaostur. Bu kaostan da ölerek kurtulmamız söz konusu dahi değildir. Gerçekliğimiz şu olmalı: Alt ve üst dediğimiz her oluşumu tamamlayacağımız yer, bu yaşamımız ve doğduğumuz bu dünya. Alt dünyalar ya da üst dünyalar. Burası bizim orta dünyamız. Alt dünyamızı doğrultmadan, üst dünyamızdaki hakîkatimizle tanışmadan, bulunduğumuz orta dünyamızda ikisini de tamam etmeden, buradan çıkış yok. Madde ve mânâyı burada birleme, bir etme. İşte TEVHİD anlamının hakîkati bu.

Alt dünyanda mahlûkat olarak doğdun ve ilkel düşünce ile hareket halindeydin (Beşer). Yürüyen, uyuyan, çiftleşen, yiyen ve içen bir mahlûk. Ne vakit düşünmeye ve hayal etmeye başladın, bu yüksek hayallerin ve ilâhi düşüncelerin seni şerefli mahlûkat dünyasına, yani orta dünyaya taşıdı. Şu anda bulunduğun dünyaya. Üst dünyan da, tüm öğrendiklerini tatbik edeceğin, yaşayışa aktaracağın, kısaca yaşayacağın dünyan (âhiret).

İnsan uygulamayı idrakle yaptığı sürece, alt dünyasından orta dünyasına ve daha sonra da üst dünyasına terfi etme işlemi sürecektir. Her ulaştığı üst dünyada yine daha üstlere terfileri gerçekleşecektir. Bu sonsuz bir döngüdür. Ne başlangıcı ne de sonu olan bir gelişim süreci. Bu tamamen idrakte bir genişleme hadisesi. Ve tüm bunlar tamamen senin bedeninde gerçekleşiyor. İdrakle genişlediğin sürece, idrak dünyaların genişliyor ve bedenin bundan besleniyor. Sen düşünceyi tekâmül ettirdiğin müddetçe madde de gelişiyor.

Bu dünyadan çıkış, tek tek mi olacak yoksa topluca mı? O kapı nasıl açılacak? O kapı açılmadan buradan çıkış yok. Ölerek çıkış yapacağını, kurtulacağını sananlar bilsinler ki, daha da sıkışma söz konusu. Bu bulunduğun hâlden daha da kötü olma durumu söz konusu. Dünyaların arasında kalmak durumu. Bu şekilde sıkışıp darda kalan ölmüş varlıkların enerji alanları bizlerin negatif alanlarından hem beslenmekte hem de planımızı beslemektedirler. Bundan kurtuluş nasıl mümkün olacak?

İnsanların bulundukları enerjilerden bir üst enerjiye transfer olabilmeleri için hem fiziken, hem mânen hazırlanmaları gerekiyor. Elinin erdiği, gözünün gördüğü, fikrinin ulaştığı her şeyden bilgilenmek, bundan dolayı her şeyden etkilenmek, görünen her şeyin ardındaki ana amacı hissetmek ve bu amaca yakın olmak. Bunun için Yaradan dediğimiz, O büyük mevcudiyetiyle ortada. Elinin uzandığında, kirpiğinin ucunda, attığın adımda. Bu içsel bir durum ve bunu sistemli bir hâle getirip aktarmak zor. Bunun bir okulu yok, kitabı yok. Bunun okulu da kitabı da hayat. Her söz bu kitabın içinde bir derstir. Ders, her şeyin O’nun adından ibâret olduğunu bilmektir.

Özetle; İnsanın hayatlar boyu biriktirdiği ve o hayatların içerisinde de tüm yaşadıklarını gömdüğü bir astrali (rûhani/lâtif varlığı) var ve bu tüm insanlığın astrallerinin birleşimi sonucu, dünyanın astraline yansıyor. Kısacası, dünyaya gelmeyi isteyerek, dünyanın astral planına gömülüyoruz. Ve oradan çıkış da, ancak dünyada bulunacak, keşfedilecek bir sır.

Yüce bir rûhun, kendi yüceler yücesi mekânını terk edip, kendini feda ederek madde ortamında görünür olması seni meydana getiriyor. Ama biz ne yapıyoruz gündelik dünya işlerini hayatımızın merkezine koyuyoruz. Dünyayı çok gerçek görüyoruz. Dünyayı çok fazla ciddiye alıyoruz. Dünya ne ciddiye alınacak, ne de boş verilecek bir yer. Biraz oyalanacağımız bir geçiş mekânı. Bu durum, ileri zaman aralığında bu dünyadan göçerken anlaşılacak.

Rûhsal tekâmülde toplu inisiyasyon (bir alt kademeden bir üst kademeye geçiş) devri mühürlendi. Bundan sonra insan kendi gelişiminde tek ve yalnız, herkes boynuna dolanan kendi kuşu ile kanatlanıp uçacak (Biz her insanın kuşunu/sorumluluğunu/kitabını, kendi boynuna doladık. İsrâ, 13). Bu yol yalnızlık yolu. Sen de gönül kuşunun sana naklettiklerini İŞİT!

Bu ilâhi işin, yüksek mertebelerde, yüksek derinliklerde sonsuz bir yürüyüş olduğunu ve bu yürüyüşün asla bitmeyeceğini, attığın her adında yaklaştığını zannettiğini ve asla erişemeyeceğini, elde edemeyeceğini, elde ettiğin anda ortada hiçbir şeyin kalmayacağını anla!

Gelin peçesini sadece vuslata erdiğinde açar, kavuştuğu anda artık şeffaf ve zariftir.

RENE GUENON da ‘’Vedanta’da İnsan-ı Kâmil’’ adlı kitabında GERÇEK KURTULUŞTAN bahseder. Hint öğretilerine dayandırılarak ve ağır bir dil kullanılarak kaleme alınan kitapta Vedanta ile İslâm mâneviyatı arasında tam bir uyum olduğundan bahsedilir. Vedanta ne bir felsefe, ne bir din ve ne de ikisiyle uzaktan yakından alâkalı herhangi bir şeydir. Vedanta hakîkaten sınırsız kavrayış imkânlarına açık, tamamen saf bir metafizik öğretisidir. Metafizik açısından, bireysel/cüz’î seviyeye ait her şey hakîkatte mâdumdur (yoktur). Yine Metafizik açıdan asıl olan zuhûr etmemiştir. Metafiziğin özü Külli’nin bilgisidir (Brahma, Yüce Düzenleyici, Akl-ı Küll).

Analojinin (benzerlik) ilkesi, Hermetizm geleneğinde Zümrüt Levha’nın şu cümlesiyle ifâde edilmektedir. ‘’Aşağıda olan yukarıda olan gibi, yukarıda olan aşağıda olan gibidir.’’ Bu anlayış ‘’Süleyman’ın mührü’’ sembolünün bağlantısı içinde düşünülmelidir. Biri diğerinin tam aksi yönde olmak üzere yerleştirilmiş iki üçgen.

Olmuş olan ve olacak her şey Brahma ile aynileşen kâinattır (evren) bu niteliği açısından ‘’OM’’ hecesiyle sembolize edilir. ‘’OM’’ varolan her şeydir. Bozulamaz ve yok edilemez. ‘’Tohum’’ manasına da gelir.

Bütün varlıklar Brahma’da olsa bile, Brahma değildirler ve mânevi gerçeklik karşısında ancak bir hayalden ibârettirler. Bütün varlıkları sınırlı kılanın kendisi sınırsız ve sonsuzdur. Her şey O’ndan gelir ve O’nun tarafından hâlden hâle sokulur.

Doğum ve ölüm de bir hâl değişikliğidir. İnsanın doğumu ve ölüm sonrası evrimi mikrokosmos ve makrokosmos noktasından değerlendirilebilir.

Doğum ve ölüm (oluş ve bozuluş), en genel mânâlarıyla hâl değişikliği olarak ele alınırsa, bir hâlden başka bir hâle geçmektir. Ölüm, beşeri terkibin çözülüşüdür. Varlık beşeri ölüm ânıyla, lâtif hâle geçer. Doğumla birlikte beşeri olmak üzere başka bir hâli terk ederek beşeri olmuş varlık, artık başka bir şey olmak üzere beşeri olmayı bırakır. Cismani bedenin terki câhiller için de, ârifler için de aynıdır. Ancak bir noktadan itibaren bunlar için farklı yollar başlar. Ölümsüzlük zikrin/ibâdetin meyvesidir, ama cehaletten kaynaklanan bireysel zincirler henüz tamamıyla yok edilmemiştir.

Bireysel niteliği korunan rûh eğer varlığın yüksek derecelerine ulaşamamışsa ve dünya hayatı boyunca zikre devam etmişse, (ölümle) lâtif biçimde bileşik kalır ve hayati melekeler de bu lâtif biçimde birleşir. Yani cismani biçimden çıkılmıştır, ancak lâtif biçim varlığını sürdürür. Varlık böyle kalmayı zuhûr etmiş âlemlerin dışsal çözülüşüne kadar sürdürebilir (kıyamet) ve nihai çözülüşle birlikte, bu âlemdeki bütün varlıklarla beraber Aşkın Brahma’ya dönecektir. (Brahma: Yüce düzenleyici, Külli akıl, kendilik)

Bedenin terki anlamında ölümden önce ‘’Brahma’nın gerçek Bilgi’’sine ulaşan, bütün bireysel kayıtların nihayet ortadan kalktığı lâ zuhûr hâline çekiliş/sönüş derecelerini kat edemez. Sadece Vuslat’ta kalır. ‘’Vuslat’’ sadece kuvve olarak gerçekleşmişse, ‘’kurtuluş’’ dolaysız olarak ölümle birlikte gelecektir.

Ancak bu kurtuluş, şayet Vuslat tam ve fiili olarak tahakkuk etmişse, hayat esnasında da vuku bulabilir. Hatta bazı istisnai durumlarda bu hayati melekeler ve unsurların kaynaklarına dönüşü öyle bir tarzda cereyan edebilir ki, cismani biçimin kendisi bile hiçbir iz bırakmadan kaybolacak, normal olarak varlık tarafından terk edilmek yerine bütünüyle lâtif hâle ya da lâ zuhûra geçecek ve gerçek mânâda bir ölümden söz edilmeyecektir. (Hz. Îsâ ve Şems örneği)

Ölüm bireyliğin lâ zuhûrda sönüşü, emilişi, dürülmesi, örtünmesi anlamlarındadır. Bu sönüş, bir yok oluş mânâsına gelmemektedir.  Kızgın taşa su serpildiğinde suyun buharlaşarak yok olması, atmosferde genişleyerek yayılması gibi. ‘’Kurtuluş’’a erenin durumu budur.

Ateş, ışık, gün, büyüyen ay, kuzeye doğru yükselen güneş: Brahma’yı bilenler işte bu nûrlu alâmetler altında Brahma’ya gider. Bunlar için lâ zuhûrdan zuhûra dönüş yoktur. Duman, gece, küçülen ay, güneye doğru inen güneş: Brahma’yı bilmeyenlerse işte bu gölge alâmetleri altında ve yeniden zuhûr hâllerine geri dönmek üzere Ay Feleği’ne gider. Bunlar zuhûr etmiş âlemin biri aydınlık diğeri karanlık (varlık ve yokluk) iki daimi yoludur.

İnkişaf (gelişim) mecralarını tamama erdirmiş biçimler ‘’Ay Feleğinde/kozmik hafızada (İslâmiyete göre İnsan-ı Kâmil’de)’’ çözülmektedir. Her bir çevrim gerçekte bir varoluş hâli olduğu için, bireylikten azade olmamış bir varlığın terk ettiği eski biçim ve büründüğü yeni biçim iki farklı hâle aittir. Birinden diğerine geçiş, her iki çevrimin de ortak noktası olan Ay Feleğinde gerçekleşir. Ay Feleği yüksek hâllerle, aşağı hâllerin arasını ayırır. Kesinlikle hiçbir varlık (reenkarnasyon iddiası gibi) aynı halden iki kere geçmez. Ay Feleğinden yani biçimler mecrasından çıktığı andan itibaren ‘’ölümsüzlüğe’’ sahip olacaktır. Ölümsüzlerin hayatı Güneş’in doğuş ve batışlarıyla tükenmektedir. Kurtulmuş insan Güneş’in dünyasının ötesinde vardır. Bilgi Güneş’i kalp göğünde doğduğu zaman karanlıkları yok eder, her şeye nüfus eder, her şeyi kuşatır ve her şeyi aydınlatır.

Tam ve nihai kurtuluşa ulaşmanın Bilgi’den başka hiçbir vâsıtası yoktur. Bilgi aşkın/mânevi ve aşkın olmayan olarak iki kısımdır. Aşkın (mânevi) bilgi özünde katiyetle  (bir üstadın dizinin dibinde oturarak) iletilemez ve herkes ancak kendi başına ona ulaşabilir.

KURTULUŞ ve BİLGİ aslında bir ve aynı şeydir. Bilgi olmadan selâmete ulaşılamaz. Bilgi ışığın karanlığı yok ettiği gibi, cehâleti de yok eder. İnsan hakîki ilâhi Bilgi’ye belirlenmiş amelleri yerine getirmeden de ulaşabilir (*). Cismani bedenin Kurtuluş için bir engel teşkil etmediğini anlamak gerekir. Biçim dışı kurtuluşun, hayatın içinde kurtuluştan daha kâmil bir mertebe olduğunu zannetmek hatadır.

Bilgi’ye ulaşan kişi onu başkalarına iletme ya da daha doğru bir deyişle (hakîki Bilgi’nin iletilemez olması sebebiyle) onlardaki imkânları uyandırma ehliyetini edinmiştir.

Nirvana (nefes ve hareketin fenâsı): Artık hiçbir değişime tabi olmayan, biçimden ve zuhûr etmiş varoluşun diğer tüm araz ve bağlarından kurtulmuş varlığa işaret eder.            

Yogi/Yalnız: Bedendeki ikâmeti sırasında bu bedendeki özelliklerinden, tıpkı gök kubbenin kendi bağrından, yüzenlerden etkilenmemesi gibi etkilenmeyecektir. Çünkü kendindeki bütün hâlleri içermekte, ama onlardan hiçbiri tarafından içerilmemektedir. Yogi’den daha yüksek hiç bir mânevi mertebe söz konusu edilemez. Yogi aşkın/mânevi İnsan’la aynı olduğu gibi ‘’İnsan-ı Kâmil’’le de aynıdır. (Yoga’nın ise tam karşılığı Birlik’tir)

 ‘’Mevki, mekân ve zamandan münezzeh, kıblesi her yerde (an’ı daimin sabitliği içinde) olan, ne sıcağa ne soğuğa (zihni bir etkiye) maruz kalınan, bâki bir saadet ve bütün karışıklıklardan nihaî bir kurtuluş sağlayan bir hacla kendini haccetmiş kimse (*) eylemsizdir, bütün şeyleri Brahma’da (yüce düzenleyici/Külli akıl) bilir ve sonsuz SELÂMET’e kavuşur.’’

Brahma’nın dışında hiçbir şey yoktur. O tıpkı her yere yayılmış olan, aynı anda şeylerin hem dışına hem içine nüfus eden Esir gibidir. O üç âleme (Berzah âlemine, onun altında ve üstünde olana) yayılmış Brahma’dır. Brahma, kendini kendi ile bilendir. İşte selâmetin meskeni ‘’Kendi Bilgisi’dir’’

(*) Gül-Haç: Bâtıni anlamda ‘’Hikmet, Kudret, İyilik’’ olarak üç ilâhi sıfatı simgeler. Hâkiki Gül-Haçların ‘’Kutsal Rûh’un her yerdeki Mâbedi’’nde toplandığı söylenir. Burada sözü edilen Gül-Haçların aynı ismi kullanan sayısız modern teşkilatla hiçbir alâkası bulunmamaktadır. Hakîki Gül-Haçların otuz yıl savaşlarından sonra Avrupa’yı terk ederek Asya’ya çekildiği rivâyet edilmiştir. Bu ifâdelerin sembolik olarak anlaşılması gerektiğini belirtelim. (Otuz yıl savaşları 1618-1648 yılları arasında, Protestanlar ile Katolikler arasında meydana gelmiş dini çatışmalardır. Protestanların zaferi ile son bulmuştur)

Özetlemeye çalışırsak; Yazıdaki ‘’Kurtuluş’’ konusu İslâm ve Metafizik açılardan ele alınmıştır. İslâmi bakış açısıyla Takva ve Îman kurtuluş için bir ön şarttır. Bu da ancak nefsin olumsuz sıfatlarından özgürleşmek ile gerçekleşebilir.  Nihaî durak cennettir (daha ötesi Rü’yet’tir).

Kevser Yeşiltaş kurtuluşu şöyle ele alır. Her insan yaşamı boyunca sözleri, fikirleri, kalemi, sanatı, düşünceleri ve hareketleriyle görünen ve görünmeyen dünyamızda (pozitif veya negatif)  bir şekil oluştur. Ve bu oluşum hem kendi hem de dünyanın astralinde asla kaybolmaz. Halk’ta Hakk’ı göremeyip Tevhid’e/Bir’liğe eremeyen, dünyanın görünmeyen negatif enerjisinde sıkışıp kalır. Madde ve mânânın henüz bu dünyada yaşarken bir edilmesi gerekir. Ölerek dahi kurtulamadığımız bu dünyadan ‘’kurtuluş’’ ancak farkındalık ile mümkün. Bunu başaran en yakınlarından (önce sevdiklerinden sonra sevmediklerinden) başlayarak onları uyandırmak adına bir görev üstlenmeli. Çünkü toplu inisinasyonlar (bilinç yükselmeleri) kurtuluşu kolaylaştıran etkenler. Hedef; ‘’Birleşik alanda Bizlik boyutu, her doğan şuurlu bilinçle yeniden doğmak’’

Rene Guenon konuya daha bâtıni açıdan aktarır. Doğum ve ölüm bir hâl değişikliğidir. Doğum ile bir hâli terk ederek dünyaya gelen varlık, dünyada başka bir hâle bürünür. Ölüm de bir hâl değişikliği olup bir yok oluş değil, beşeri terkibin çözülüşüdür. Her bir bileşik, ölüm ile aslına döner.  Toprak olan beden dünyaya aittir. Cismani bedenin terki cahiller için de Ârif’ler için de aynıdır. Ancak ölüm ötesi yollar iki grup için de farklıdır.

Bireysel niteliği korunan rûh, eğer dünya hayatı boyunca zikre devam etmiş ancak varlığın yüksek derecelerine ulaşamamışsa cismani bedenden çıkmasına rağmen lâtif bir biçimde varlığını sürdürür. Varlık böyle kalmayı zuhûr etmiş âlemin dışsal çözülüşüne kadar sürdürebilir ve nihai çözülüşle (Kıyamet’le) bütün varlıklarla beraber aslına/Brahma’ya döner.

Ölümle bedenin terkinden önce ‘’Brahma’nın/Yüce düzenleyicinin’’ gerçek Bilgi’sine ulaşan lâ zuhûr (zuhûrun olmadığı) hâline ulaşamasa da Vuslat’ta kalır. Vuslat kişinin Hakk’a ermesi ve kendinden kurtulmasıdır. Vuslat kuvve olarak gerçekleşmişse ölüm ile kurtuluşa erer. Vuslat fiili olarak gerçekleşmişse ölümden önce de gerçekleşebilir. Biçim dışı kurtuluş, hayatın içinde kurtuluştan daha kâmil değildir.

Kesif zuhûra tekâbül eden uyanıklık hâli, latif zuhûra tekâbül eden rüya hâli ve biçim dışı hâl olan derin uyku. Varlık derin uykuda lâ zuhûr veya en azından biçim dışı sahaya girer. ‘’Yaşayan nefs’’ de Aklı- Küll’ün bağrına çekilir. Bireysel ‘’yaşayan nefs’’ rüya hâlinde ‘’kendi ışığına sahiptir’’ ve sadece kendi arzusu vâsıtasıyla, tamamen kendinden kaynaklanan bir âlem üretmektedir. Bu âlemin nesneleri tamamen zihnî kavramlardan, yani lâtif biçimlere bürünmüş fikir tertiplerinden ibârettir ve bireyin kendi lâtif biçiminin heyulâsından (hayalinden) imâl edilmektedir.

KURTULUŞ ve BİLGİ aslında aynı şeydir. Kurtuluşa ulaşmanın Bilgi’den başka hiçbir vâsıtası yoktur. Bilgiden kasıt Aşkın/Mânevi Bilgi’dir. Kurtuluş’a/Nirvana’ya erenler, Yogi, Mânevi İnsan, İnsan-ı Kâmil gibi isimler ile anılır.

İlm-i ilâhinin amacı isim, sıfat ve mazharları bakımından Allah’ı mabe’ ve maâda (başlancıç ve sona) dâir ahvali, âlemin hakîkatleri ve bu hakîkatlerin biricik hakîkate, yâni Zât-ı Ahadiyye’ye nasıl geri döneceğini bilmek, nefsi cüz’i kayıtlardan kurtarmak ve onun, hem küllilik hem de mutlâklık özellikleriyle vasıflanabilmesi için sey ü süluk ve mücâhede yolunu öğrenmektir.

Şimdi kendimize şu soruları soralım: İnsan-ı Kâmil’in semâvi bir varlık ve Muhammedi Hakîkat’in tecellî ettiği mânevi insan (üns) olması ve Gerçek Kurtuluş’un sadece O’nlara özgü olacağı anlayışı ile biz kulların kurtuluşu sadece ilâhi âlemde kabul ettiğimiz ve bu âlemde vücut bularak ortaya çıkarmaya çalıştığımız ismimiz yani hakîkatimiz olabilir mi?  

Â’rafta kalmak, kabir azabı veya Berzah ta beklemek iki âlem arasında sıkışmak mıdır?

Fırka-ı Nâciye/kurtuluşa erecekler: Hz. Peygamber; ‘’Âdem’in soyundan 73 fırka gelecek, 72’si dağılacak ve 1 fırka kurtuluşa erecektir’’ demiştir. Hâbil’in kardeşi Kâbil tarafından öldürülmesi sebebiyle nesli yoktur. Kâbil’in soyu da Nûh tufanında yok olmuştur. Hz. Nûh, Hz. Şit’in soyundan gelmektedir ve kurtuluşa erecekler bu fırkadan olduğuna inanılmaktadır.

İlk yaratılan ve Allah’ın sonsuz birliğinin görünümü Hz. Âdem’dir. Fakat aşk için ikilik gerekir. Zira bir âşık ve bir mâşûka ihtiyaç vardır. İşte birliğin (mâşûkun), kendini göstermek için çokluk (âşık) olarak görünümü Hz. Şit’te ortaya çıkmıştır. Hz. Şit’in zuhûru, Ahâdiyet’in (Teklik), Vahdaniyet’e (birliğe) dönüşü gibidir. Hz. Şit İnsan-ı Kâmil makâmını temsil eder.

Rene Guenon; 15 Kasım 1886 da Fransa’nın Blois kentinde doğdu. Soy bakımından tamamen Fransız ve Katolik bir ailenin çocuğudur. Paris Sorbonne üniversitesinde eğitim gördü. Platon ve İbnü’l Arabi Hz. den etkilenerek birçok eser yazdı. Eserleri daha çok Metafizik, Tevhid, Vahdet-i Vücûd, İnsan-ı Kâmil konu ağırlıklıdır. 1912 yılında Müslüman olup Şâzeliyye târikatına intisap etti ve Abdülvâhit Yahya adını aldı. 7 Ocak 1951 yılında Kâhire, Mısır da vefât etti. Hiçbir eserinde İslâm’a çağrı yapmamasına rağmen binlerce kişi onun kitaplarını okuyarak Müslüman olmuştur. Özellikle yüz yıl önce yazdığı ‘’Modern dünyanın bunalımı’’ adlı kitabı Müslüman ve gayri müslim pek çok çevrede gönülleri ferahlatmıştır. Ona göre Tanrının duyular âlemindeki açılımı ‘’Kâmil İnsan’’ üzerinden gerçekleşir. Amaç, Yüce Özdeşlik’e ulaşmaktır. Yani İNSAN olmaktır. Yunus diliyle, ‘’kendini bilmek’’ tir. Kendini bilmeksizin Tanrı bilinemez.

Rene Guenon, eserlerinde kadim gelenekten bahseder, büyük dinlerin kökenindeki metafizik öğretiyi ortaya koyar. Bu geleneğin ve öğretinin dili sembolizmin dilidir ve bu dili yorumlamada onun üstüne kimse yoktur. Dahası ‘’ilerleme’’ fikrini ters yüz eden de odur. İnsan mânevî mükemmellik yolunda geriye düştükçe Karanlık Çağ’a girer, eski kültürler yok edilir, niteliğin yerini nicelik alır ve çöküş yaklaşır.

Guenon’u okuyan ve anlayan hiç kimse, bir daha asla eskisi gibi kalamaz.