KURTULUŞ:
Kurtuluş nedir? Âyetler/işaretler ile
başlayalım!
‘’Allah, takvâ sahiplerini esenliğe kavuşturup kurtuluşa erdirir. Onlara hiçbir fenalık dokunmaz. Mahzun da
olmazlar.’’ (Zümer,
61)
‘’Şüphesiz muttakiler (takva sahipleri) için kurtuluş vardır’’ (Nebe, 31)
‘’Ve onlar ki hem sana indirilene îman ederler, hem de senden önce
indirilene. Âhirette de bunlar kesinlikle îman
ederler. Bunlar, işte Rablerinden bir hidâyet üzeredirler ve bunlar felâha (kurtuluşa) erenlerdir’’ (Bakara, 4-5)
‘’Allah îman sahibi olan erkeklere ve kadınlara içinde ebediyen kalıcılar
olmak üzere altında ırmaklar akan cennetler
ve adn cennetlerinde pâk ikâmetgâhlar vaad buyurmuştur. Ve Allah tarafından
rıza olan bir rıza ise, daha büyüktür. İşte en büyük necât (kurtuluş) da budur’’ (Tevbe,72)
‘’Artık îman edip salih âmellerde bulunanlara gelince; Rableri onları kendi
rahmetine sokar. İşte apaçık olan ‘’büyük
mutluluk ve kurtuluş’’ budur.’’ (Casiye, 30)
Kur’ân âyetlerine göre îman ve takva
sahipleri kurtuluşa ereceklerdir. Ayrıca Peygamberler, sıddıklar, şehitler ve sâlihlerin de Allah katında kurtuluşa erecekleri
söylenir. Buna ilaveten sevenler de bu gruba dâhildir.
İslâm açısından îman, Peygamberimiz olan Hz. Muhammed’i
Allah’tan getirdiği kesin olarak bilinen hükümler doğrultusunda doğrulamak,
hiçbir şüphe duymaksızın O’nun tarafından söylenen şeyleri kabul etmek ve
bunların kesin gerçekler olduğuna kesinlikle inanmak demektir.
Hz.
Peygamber (s.a.v) Îman nedir diye
sorulduğunda; ‘’Allah’a, meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine, öldükten sonra
dirilmeye, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmaktır’’ demiştir.
Yani kalpten tasdik (onay), dil ile ikrar (kabul) ve dış duygulardan ameldir.
Takva ise; Allah’tan korkmak, Allah’ın
yasakladığı ve haram kıldığı şeylerden uzak durmak, dinin buyurduklarını yerine
getirmektir.
Nefsini hesaba çekmeyen ve onunla
mücadele etmeyen kimse felâh (kurtuluş) bulamaz.
İslâm
anlayışına göre her varlık yaşamının sonunda cennete girmeyi umut eder. Bu
gayeye uygun yaşamaya çalışır. Kur’ân-ı Kerim’in pek çok âyetinde cennet ile
kurtuluş özdeşleşir. Hz. Muhammed de yaşayan Kur’ân olarak bize kurtuluş yolunu
yaşayarak göstermiştir. Cennet son duraktır ve KURTULUŞ tur.
Ezanlar
günde beş kere insanları namaza ve kurtuluşa çağırır. ‘’Hayye ale’l- felâh’’ haydi kurtuluşa….
Yazar KEVSER
YEŞİLTAŞ ‘’Aşk Bir Devadır’’ adlı
kitabında KURTULUŞ u farklı bir açıdan ele alır.
Her rûh,
dünya maddesindeki bedeni diriltip kaldırmak için bir akit imzalar, anlaşmalar
yapar. Ve bedene girince de unutur. İnsan bir rûhtur, lâkin maddede var olur.
Rûhu maddeyle bütünlemek durumundadır. Birbirinden ayrılamaz iki büyük
cevherdir rûh ve madde. Birbirine muhtaçtır ve bir aradadır. Bir bütün ve
birdirler. Madde de rûh vardır. İşte bu maddedeki rûhu ortaya çıkarmak görevi
de insana bahşedilmiştir. Madde canlı ve diridir, fakat madde bu özelliğini
bilmekten mahrum bırakılmıştır. (Hayvani, insani, Sultani rûh)
Bu yüzden
rûh, maddeye uzanarak onun bu erdemini ona hatırlatmak için insan görünümüne
bürünmek durumunda kalır. Hatırlatma işini de ‘’akıl’’ vâsıtası ile yerine
getirir. İdrâkin ve anlayışın depolandığı merkez ise ‘’gönül’’dür. Muazzam bir
hafıza deposu. Orada her şey en ince ayrıntısına kadar kayıt altına alınır. Rûh bir sonraki varoluş ve olay terkibi
için bu hafızadan faydalanır. Ve bu sonsuza kadar sürer gider.
Dünyanın
görünen, bir de görünmeyen bir dünya ile kuşatıldığını artık hepimiz biliyoruz.
Görünen üzerinde yaşadığımız yer küre. Görünmeyen dünyaya ise, çağlar boyunca
çeşitli isimler verildi. Astral dünya, Gayb âlemi, Öte âlem, İç âlem, Âhiret
gibi mânâlar yüklendi. İsmi değişse de varlığı ve konumu hiç değişmedi.
Her
birimizin düşler, ilhâmlar, sözler,
yazılar, çizgiler, düşünceler, fikirler, hareketler ve resimler ile var ettiği
birtakım ifâde tarzları var. Bunların her biri bizim görünmeyen dünyamızda
şekil alıyor ve orada çakılı kalıyor. Doğduğumuz andan nefesimizi verene kadar
geçen her dakika yarattığımız tüm oluşumlar bizim görünmeyen dünyamızda mevcut.
Ve bizi bu yönden kuşatmış durumda.
Her insanın
yarattığı bu kendi gerçeği, aslında dünyanın da gerçeği olmakta. Dünyamızın
görünmeyen dünyası da oldukça yoğun bir enerjiyle kuşatılmış. Neden? Çünkü her insan, hem kendi görünmeyen
dünyasına, hem de dünyanın görünmeyen bu enerji yoğunluğuna sürekli katkıda
bulunuyor. Bu yüzden hiç kimse bu
dünyadan ölerek dahi kurtulamıyor. Dünya yaşamından kurtulmak, kendi
yaşamını sonlandırmak ve kaçmak gibi girişimler, dünyamızın görünmeyen
dünyasında sıkışıp kalmayı da beraberinde getiriyor. Yani ne isek, ne
yapıyorsak, ne yapmışsak, ne planlamışsak, ne düşünmüşsek, ne yaratmışsak,
nasıl şekil vermişsek, ne söylemişsek aynen devam ediyoruz yolculuğa.
Kaçmak ve
kurtulmak için yapılan her eylemin sonucu, bir sıkışma, bir darlık meydana
getiriyor. Dünya ve bağlı olduğu yoğun enerji alanı, bir beton gibi
rûhlarımızın bu dünyaya olan bağlarını kapsayıp, adeta bir hapishane görevi
yapıyor. Ya dünyada bedenleniyoruz ya da
dünyadan ayrılarak dünyanın görünmeyen yoğun atmosferinde bedenleniyoruz. Bu
bir döngü ve işimizi tamamlayana kadar da devam edecek gibi görünüyor.
Dünyayı
çevreleyen bu görünmeyen enerji çemberini aşıp çıkmak ve rûhumuzun dünyasal
kısmının, aslına dönmesi için yapılacak tüm çabalar nafile. İşler bu dünyada tamam
olacak. Mânâ ve maddeyi henüz nefes alırken tamamlamak ve bir etmekten başka
çıkış noktası yok.
Kısacası, dünyaya gelmeyi isteyerek, dünyanın
halihazırdaki mevcut görünmeyen planına gömülüyoruz. Oradan çıkış da, ancak
dünyada henüz yaşarken bulunacak, keşfedilecek bir sır.
Aslında
başka bir yere de gitmiyoruz. Sıkışmak
kelimesini, bir deyim olarak belirtmek mümkün. Bu bir döngü. Ve bu döngüden
çıkmak ancak bir sıçrama ile mümkün. Bireysel olmuyor sıçrama. Bu sıçramaları
bireysel yapabilenler yani önder olanlar, yeterli sayıda değil. Ancak topluca
sıçrama mümkün olabilir. Bunun için de geniş ufukları deneyimleyen insanların
artması gerekiyor. Önce yanındakinden
başlamalı insan. Önce sevdiklerinden, sonra sevmediklerinden. Her birine
dokunmalı ve onlara farkındalığı, öz farkındalığı anlatmalı. Unutmayalım ki bir
kişi bin kişidir. Ve binlerin dokunuşları ile milyarlarca insan geniş ufukları
deneyimleyebilir. Dünyanın hem görünenini, hem görünmeyenini değiştirmek,
dönüştürmek biz insanların elinde. Dünyanın enerjisi yükselirse ancak darlıktan
KURTULMAK mümkün olacaktır.
Dünya
üzerine gelen görevli nebiler, veliler, ârifler, komutanlar, üstün
vazifeli varlıklar, kendi menzillerini terk ederek, feda ederek dünyaya
konuşlandılar. Onların vazifesi dünyayı güzelleştirmek ve iyileştirmekti.
Görünürde çok işler başardılar, lâkin en büyük işleri astral/rûhsal planı da
temizlemek oldu. Fakat bu yeterli olmadı. Tüm insanlığın da bu çabaya katkı
sağlaması beklendi. İnsanlık katkı yerine negatif plana hizmet etti. Negatif plandan kastettiğimiz, içimize
attığımız, kendimizle hesaplaşmaktan korktuğumuz, kaçtığımız tüm gerçeklerimiz.
Bunlar bizim kendi astral (rûhsal/lâtif) âlemimiz. Kısacası kendi cehennemimiz, kendi hapishanemiz.
Kendimizi hapsettiğimiz kalın duvarlar. Tüm astrallerin birleşimi de dünyanın
astral yani negatif planlarını oluşturuyor. İşte bu negatif plan, insanın ve
insanlığın içinden kusturularak çıkarılacak. Kusturulma işi olağanüstü bir
hızla devam etmekte. İç, dışa çıkmadıkça bu mümkün de görünmüyor.
Düşünmeyen,
muhakeme etmeyen, onun bunun uydurduğu hadislerle, bâtıl olaylarla, geri
düşünceli hurâfelerle hareket eden tüm insanlar, bu kendi yarattıkları negatif duvarlar içine mahkûm oldular.
Bu büyük bir kaostur. Bu kaostan da ölerek kurtulmamız söz konusu dahi
değildir. Gerçekliğimiz şu olmalı: Alt ve üst dediğimiz her oluşumu
tamamlayacağımız yer, bu yaşamımız ve doğduğumuz bu dünya. Alt dünyalar ya da
üst dünyalar. Burası bizim orta dünyamız. Alt
dünyamızı doğrultmadan, üst dünyamızdaki hakîkatimizle tanışmadan, bulunduğumuz
orta dünyamızda ikisini de tamam etmeden, buradan çıkış yok. Madde ve
mânâyı burada birleme, bir etme. İşte TEVHİD
anlamının hakîkati bu.
Alt dünyanda
mahlûkat olarak doğdun ve ilkel düşünce ile hareket halindeydin (Beşer).
Yürüyen, uyuyan, çiftleşen, yiyen ve içen bir mahlûk. Ne vakit düşünmeye ve
hayal etmeye başladın, bu yüksek hayallerin ve ilâhi düşüncelerin seni şerefli
mahlûkat dünyasına, yani orta dünyaya taşıdı. Şu anda bulunduğun dünyaya. Üst
dünyan da, tüm öğrendiklerini tatbik edeceğin, yaşayışa aktaracağın, kısaca
yaşayacağın dünyan (âhiret).
İnsan
uygulamayı idrakle yaptığı sürece, alt dünyasından orta dünyasına ve daha sonra
da üst dünyasına terfi etme işlemi sürecektir. Her ulaştığı üst dünyada yine
daha üstlere terfileri gerçekleşecektir. Bu sonsuz bir döngüdür. Ne başlangıcı
ne de sonu olan bir gelişim süreci. Bu
tamamen idrakte bir genişleme hadisesi. Ve tüm bunlar tamamen senin bedeninde
gerçekleşiyor. İdrakle genişlediğin sürece, idrak dünyaların genişliyor
ve bedenin bundan besleniyor. Sen düşünceyi tekâmül ettirdiğin müddetçe madde
de gelişiyor.
Bu dünyadan
çıkış, tek tek mi olacak yoksa topluca mı? O kapı nasıl açılacak? O kapı
açılmadan buradan çıkış yok. Ölerek çıkış yapacağını, kurtulacağını sananlar
bilsinler ki, daha da sıkışma söz konusu. Bu bulunduğun hâlden daha da kötü
olma durumu söz konusu. Dünyaların arasında kalmak durumu. Bu şekilde sıkışıp
darda kalan ölmüş varlıkların enerji alanları bizlerin negatif alanlarından hem
beslenmekte hem de planımızı beslemektedirler. Bundan kurtuluş nasıl mümkün
olacak?
İnsanların
bulundukları enerjilerden bir üst enerjiye transfer olabilmeleri için hem
fiziken, hem mânen hazırlanmaları gerekiyor. Elinin erdiği, gözünün gördüğü,
fikrinin ulaştığı her şeyden bilgilenmek,
bundan dolayı her şeyden etkilenmek, görünen
her şeyin ardındaki ana amacı hissetmek ve bu amaca yakın olmak. Bunun
için Yaradan dediğimiz, O büyük mevcudiyetiyle ortada. Elinin uzandığında,
kirpiğinin ucunda, attığın adımda. Bu içsel bir durum ve bunu sistemli
bir hâle getirip aktarmak zor. Bunun bir okulu yok, kitabı yok. Bunun okulu da
kitabı da hayat. Her söz bu kitabın içinde bir derstir. Ders, her şeyin O’nun
adından ibâret olduğunu bilmektir.
Özetle; İnsanın hayatlar boyu biriktirdiği
ve o hayatların içerisinde de tüm yaşadıklarını gömdüğü bir astrali
(rûhani/lâtif varlığı) var ve bu tüm insanlığın astrallerinin birleşimi sonucu,
dünyanın astraline yansıyor. Kısacası, dünyaya gelmeyi isteyerek, dünyanın
astral planına gömülüyoruz. Ve oradan çıkış da, ancak dünyada bulunacak,
keşfedilecek bir sır.
Yüce bir
rûhun, kendi yüceler yücesi mekânını terk edip, kendini feda ederek madde
ortamında görünür olması seni meydana getiriyor. Ama biz ne yapıyoruz gündelik
dünya işlerini hayatımızın merkezine koyuyoruz. Dünyayı çok gerçek görüyoruz.
Dünyayı çok fazla ciddiye alıyoruz. Dünya ne ciddiye alınacak, ne de boş
verilecek bir yer. Biraz oyalanacağımız
bir geçiş mekânı. Bu durum, ileri zaman aralığında bu dünyadan göçerken
anlaşılacak.
Rûhsal
tekâmülde toplu inisiyasyon (bir alt kademeden bir üst kademeye geçiş) devri
mühürlendi. Bundan sonra insan kendi gelişiminde tek ve yalnız, herkes boynuna
dolanan kendi kuşu ile kanatlanıp uçacak (Biz
her insanın kuşunu/sorumluluğunu/kitabını, kendi boynuna doladık. İsrâ,
13). Bu yol yalnızlık yolu. Sen de gönül kuşunun sana naklettiklerini İŞİT!
Bu ilâhi
işin, yüksek mertebelerde, yüksek derinliklerde sonsuz bir yürüyüş olduğunu ve
bu yürüyüşün asla bitmeyeceğini, attığın her adında yaklaştığını zannettiğini
ve asla erişemeyeceğini, elde edemeyeceğini, elde ettiğin anda ortada hiçbir
şeyin kalmayacağını anla!
Gelin
peçesini sadece vuslata erdiğinde açar, kavuştuğu anda artık şeffaf ve
zariftir.
RENE GUENON
da ‘’Vedanta’da İnsan-ı Kâmil’’ adlı
kitabında GERÇEK KURTULUŞTAN bahseder. Hint öğretilerine dayandırılarak ve ağır
bir dil kullanılarak kaleme alınan kitapta Vedanta ile İslâm mâneviyatı
arasında tam bir uyum olduğundan bahsedilir. Vedanta ne bir felsefe, ne bir din
ve ne de ikisiyle uzaktan yakından alâkalı herhangi bir şeydir. Vedanta hakîkaten sınırsız kavrayış
imkânlarına açık, tamamen saf bir metafizik öğretisidir. Metafizik açısından, bireysel/cüz’î
seviyeye ait her şey hakîkatte mâdumdur (yoktur). Yine Metafizik açıdan asıl
olan zuhûr etmemiştir. Metafiziğin özü Külli’nin bilgisidir (Brahma, Yüce
Düzenleyici, Akl-ı Küll).
Analojinin
(benzerlik) ilkesi, Hermetizm geleneğinde Zümrüt Levha’nın şu cümlesiyle ifâde
edilmektedir. ‘’Aşağıda olan yukarıda olan gibi, yukarıda olan aşağıda olan
gibidir.’’ Bu anlayış ‘’Süleyman’ın mührü’’ sembolünün
bağlantısı içinde düşünülmelidir. Biri diğerinin tam aksi yönde olmak üzere
yerleştirilmiş iki üçgen.
Olmuş olan
ve olacak her şey Brahma ile aynileşen kâinattır
(evren) bu niteliği açısından ‘’OM’’
hecesiyle sembolize edilir. ‘’OM’’ varolan her şeydir. Bozulamaz ve yok
edilemez. ‘’Tohum’’ manasına da
gelir.
Bütün
varlıklar Brahma’da olsa bile, Brahma değildirler ve mânevi gerçeklik
karşısında ancak bir hayalden ibârettirler. Bütün varlıkları sınırlı kılanın
kendisi sınırsız ve sonsuzdur. Her şey O’ndan gelir ve O’nun tarafından hâlden
hâle sokulur.
Doğum ve ölüm de bir hâl
değişikliğidir. İnsanın doğumu ve ölüm sonrası evrimi mikrokosmos ve
makrokosmos noktasından değerlendirilebilir.
Doğum ve
ölüm (oluş ve bozuluş), en genel mânâlarıyla hâl değişikliği olarak ele
alınırsa, bir hâlden başka bir hâle geçmektir. Ölüm, beşeri terkibin
çözülüşüdür. Varlık beşeri ölüm ânıyla, lâtif hâle geçer. Doğumla birlikte
beşeri olmak üzere başka bir hâli terk ederek beşeri olmuş varlık, artık başka
bir şey olmak üzere beşeri olmayı bırakır. Cismani
bedenin terki câhiller için de, ârifler için de aynıdır. Ancak bir noktadan
itibaren bunlar için farklı yollar başlar. Ölümsüzlük zikrin/ibâdetin
meyvesidir, ama cehaletten kaynaklanan bireysel zincirler henüz tamamıyla yok
edilmemiştir.
Bireysel niteliği korunan rûh eğer
varlığın yüksek derecelerine ulaşamamışsa ve dünya hayatı boyunca zikre devam
etmişse, (ölümle) lâtif biçimde bileşik kalır ve hayati melekeler de bu lâtif
biçimde birleşir. Yani cismani biçimden çıkılmıştır, ancak lâtif biçim
varlığını sürdürür. Varlık böyle kalmayı zuhûr etmiş âlemlerin dışsal
çözülüşüne kadar sürdürebilir (kıyamet) ve nihai çözülüşle birlikte, bu
âlemdeki bütün varlıklarla beraber Aşkın Brahma’ya dönecektir. (Brahma:
Yüce düzenleyici, Külli akıl, kendilik)
Bedenin
terki anlamında ölümden önce
‘’Brahma’nın gerçek Bilgi’’sine ulaşan, bütün bireysel kayıtların nihayet
ortadan kalktığı lâ zuhûr hâline çekiliş/sönüş derecelerini kat edemez. Sadece
Vuslat’ta kalır. ‘’Vuslat’’ sadece kuvve olarak gerçekleşmişse, ‘’kurtuluş’’
dolaysız olarak ölümle birlikte gelecektir.
Ancak bu
kurtuluş, şayet Vuslat tam ve fiili olarak tahakkuk etmişse, hayat esnasında da
vuku bulabilir. Hatta bazı istisnai durumlarda bu hayati melekeler ve
unsurların kaynaklarına dönüşü öyle bir tarzda cereyan edebilir ki, cismani biçimin kendisi bile hiçbir iz
bırakmadan kaybolacak, normal olarak varlık tarafından terk edilmek yerine
bütünüyle lâtif hâle ya da lâ zuhûra
geçecek ve gerçek mânâda bir ölümden söz edilmeyecektir. (Hz. Îsâ ve Şems
örneği)
Ölüm bireyliğin lâ zuhûrda sönüşü,
emilişi, dürülmesi, örtünmesi anlamlarındadır. Bu sönüş, bir yok oluş mânâsına
gelmemektedir. Kızgın taşa su
serpildiğinde suyun buharlaşarak yok olması, atmosferde genişleyerek yayılması
gibi. ‘’Kurtuluş’’a erenin durumu budur.
Ateş, ışık, gün, büyüyen ay, kuzeye
doğru yükselen güneş:
Brahma’yı bilenler işte bu nûrlu alâmetler altında Brahma’ya gider. Bunlar için
lâ zuhûrdan zuhûra dönüş yoktur. Duman, gece, küçülen ay, güneye doğru inen
güneş: Brahma’yı bilmeyenlerse işte bu gölge alâmetleri altında ve yeniden
zuhûr hâllerine geri dönmek üzere Ay
Feleği’ne gider. Bunlar zuhûr etmiş âlemin biri aydınlık diğeri karanlık
(varlık ve yokluk) iki daimi yoludur.
İnkişaf
(gelişim) mecralarını tamama erdirmiş biçimler ‘’Ay Feleğinde/kozmik hafızada (İslâmiyete göre İnsan-ı Kâmil’de)’’ çözülmektedir.
Her bir çevrim gerçekte bir varoluş hâli olduğu için, bireylikten azade olmamış
bir varlığın terk ettiği eski biçim ve büründüğü yeni biçim iki farklı hâle
aittir. Birinden diğerine geçiş, her iki çevrimin de ortak noktası olan Ay
Feleğinde gerçekleşir. Ay Feleği yüksek hâllerle, aşağı hâllerin arasını
ayırır. Kesinlikle hiçbir varlık (reenkarnasyon
iddiası gibi) aynı halden iki kere geçmez. Ay Feleğinden yani biçimler
mecrasından çıktığı andan itibaren ‘’ölümsüzlüğe’’ sahip olacaktır.
Ölümsüzlerin hayatı Güneş’in doğuş ve batışlarıyla tükenmektedir. Kurtulmuş
insan Güneş’in dünyasının ötesinde vardır. Bilgi Güneş’i kalp göğünde doğduğu
zaman karanlıkları yok eder, her şeye nüfus eder, her şeyi kuşatır ve her şeyi
aydınlatır.
Tam ve nihai
kurtuluşa ulaşmanın Bilgi’den başka hiçbir vâsıtası yoktur. Bilgi aşkın/mânevi
ve aşkın olmayan olarak iki kısımdır. Aşkın (mânevi) bilgi özünde
katiyetle (bir üstadın dizinin dibinde
oturarak) iletilemez ve herkes ancak kendi başına ona ulaşabilir.
KURTULUŞ ve
BİLGİ aslında bir ve aynı şeydir. Bilgi olmadan selâmete ulaşılamaz. Bilgi
ışığın karanlığı yok ettiği gibi, cehâleti de yok eder. İnsan hakîki ilâhi
Bilgi’ye belirlenmiş amelleri yerine getirmeden de ulaşabilir (*). Cismani
bedenin Kurtuluş için bir engel teşkil etmediğini anlamak gerekir. Biçim dışı kurtuluşun, hayatın içinde
kurtuluştan daha kâmil bir mertebe olduğunu zannetmek hatadır.
Bilgi’ye
ulaşan kişi onu başkalarına iletme ya da daha doğru bir deyişle (hakîki
Bilgi’nin iletilemez olması sebebiyle) onlardaki imkânları uyandırma ehliyetini
edinmiştir.
Nirvana (nefes ve hareketin fenâsı): Artık hiçbir değişime tabi olmayan,
biçimden ve zuhûr etmiş varoluşun diğer tüm araz ve bağlarından kurtulmuş
varlığa işaret eder.
Yogi/Yalnız: Bedendeki ikâmeti sırasında bu
bedendeki özelliklerinden, tıpkı gök kubbenin kendi bağrından, yüzenlerden
etkilenmemesi gibi etkilenmeyecektir. Çünkü kendindeki bütün hâlleri içermekte,
ama onlardan hiçbiri tarafından içerilmemektedir. Yogi’den daha yüksek hiç bir
mânevi mertebe söz konusu edilemez. Yogi
aşkın/mânevi İnsan’la aynı olduğu gibi ‘’İnsan-ı Kâmil’’le de aynıdır.
(Yoga’nın ise tam karşılığı Birlik’tir)
‘’Mevki, mekân ve zamandan münezzeh, kıblesi
her yerde (an’ı daimin sabitliği içinde) olan, ne sıcağa ne soğuğa (zihni bir
etkiye) maruz kalınan, bâki bir saadet ve bütün karışıklıklardan nihaî bir
kurtuluş sağlayan bir hacla kendini
haccetmiş kimse (*) eylemsizdir, bütün şeyleri Brahma’da (yüce
düzenleyici/Külli akıl) bilir ve sonsuz SELÂMET’e kavuşur.’’
Brahma’nın dışında hiçbir şey yoktur.
O tıpkı her yere yayılmış olan, aynı anda şeylerin hem dışına hem içine nüfus
eden Esir gibidir. O üç âleme (Berzah âlemine, onun altında ve üstünde olana)
yayılmış Brahma’dır. Brahma, kendini kendi ile bilendir. İşte selâmetin meskeni
‘’Kendi Bilgisi’dir’’
(*) Gül-Haç: Bâtıni anlamda ‘’Hikmet, Kudret, İyilik’’ olarak üç ilâhi sıfatı simgeler. Hâkiki
Gül-Haçların ‘’Kutsal Rûh’un her yerdeki Mâbedi’’nde toplandığı söylenir.
Burada sözü edilen Gül-Haçların aynı ismi kullanan sayısız modern teşkilatla
hiçbir alâkası bulunmamaktadır. Hakîki Gül-Haçların otuz yıl savaşlarından
sonra Avrupa’yı terk ederek Asya’ya çekildiği rivâyet edilmiştir. Bu ifâdelerin
sembolik olarak anlaşılması gerektiğini belirtelim. (Otuz yıl savaşları 1618-1648
yılları arasında, Protestanlar ile Katolikler arasında meydana gelmiş dini
çatışmalardır. Protestanların zaferi ile son bulmuştur)
Özetlemeye çalışırsak; Yazıdaki ‘’Kurtuluş’’ konusu İslâm
ve Metafizik açılardan ele alınmıştır. İslâmi bakış açısıyla Takva ve Îman
kurtuluş için bir ön şarttır. Bu da ancak nefsin olumsuz sıfatlarından
özgürleşmek ile gerçekleşebilir. Nihaî
durak cennettir (daha ötesi Rü’yet’tir).
Kevser Yeşiltaş kurtuluşu şöyle ele alır. Her insan
yaşamı boyunca sözleri, fikirleri, kalemi, sanatı, düşünceleri ve
hareketleriyle görünen ve görünmeyen dünyamızda (pozitif veya negatif) bir şekil oluştur. Ve bu oluşum hem kendi hem
de dünyanın astralinde asla kaybolmaz. Halk’ta Hakk’ı göremeyip Tevhid’e/Bir’liğe
eremeyen, dünyanın görünmeyen negatif enerjisinde sıkışıp kalır. Madde ve
mânânın henüz bu dünyada yaşarken bir edilmesi gerekir. Ölerek dahi
kurtulamadığımız bu dünyadan ‘’kurtuluş’’ ancak farkındalık ile mümkün. Bunu
başaran en yakınlarından (önce sevdiklerinden sonra sevmediklerinden)
başlayarak onları uyandırmak adına bir görev üstlenmeli. Çünkü toplu
inisinasyonlar (bilinç yükselmeleri) kurtuluşu kolaylaştıran etkenler. Hedef;
‘’Birleşik alanda Bizlik boyutu, her doğan şuurlu bilinçle yeniden doğmak’’
Rene Guenon konuya daha bâtıni açıdan aktarır.
Doğum ve ölüm bir hâl değişikliğidir. Doğum ile bir hâli terk ederek dünyaya
gelen varlık, dünyada başka bir hâle bürünür. Ölüm de bir hâl değişikliği olup
bir yok oluş değil, beşeri terkibin çözülüşüdür. Her bir bileşik, ölüm ile
aslına döner. Toprak olan beden dünyaya
aittir. Cismani bedenin terki cahiller için de Ârif’ler için de aynıdır. Ancak
ölüm ötesi yollar iki grup için de farklıdır.
Bireysel
niteliği korunan rûh, eğer dünya hayatı boyunca zikre devam etmiş ancak
varlığın yüksek derecelerine ulaşamamışsa cismani bedenden çıkmasına rağmen
lâtif bir biçimde varlığını sürdürür. Varlık böyle kalmayı zuhûr etmiş âlemin
dışsal çözülüşüne kadar sürdürebilir ve nihai çözülüşle (Kıyamet’le) bütün
varlıklarla beraber aslına/Brahma’ya döner.
Ölümle
bedenin terkinden önce ‘’Brahma’nın/Yüce düzenleyicinin’’ gerçek Bilgi’sine
ulaşan lâ zuhûr (zuhûrun olmadığı)
hâline ulaşamasa da Vuslat’ta kalır. Vuslat kişinin Hakk’a ermesi ve kendinden
kurtulmasıdır. Vuslat kuvve olarak gerçekleşmişse ölüm ile kurtuluşa erer.
Vuslat fiili olarak gerçekleşmişse ölümden önce de gerçekleşebilir. Biçim dışı
kurtuluş, hayatın içinde kurtuluştan daha kâmil değildir.
Kesif zuhûra
tekâbül eden uyanıklık hâli, latif
zuhûra tekâbül eden rüya hâli ve
biçim dışı hâl olan derin uyku.
Varlık derin uykuda lâ zuhûr veya en azından biçim dışı sahaya girer. ‘’Yaşayan
nefs’’ de Aklı- Küll’ün bağrına çekilir. Bireysel ‘’yaşayan nefs’’ rüya hâlinde
‘’kendi ışığına sahiptir’’ ve sadece kendi arzusu vâsıtasıyla, tamamen
kendinden kaynaklanan bir âlem üretmektedir. Bu âlemin nesneleri tamamen zihnî
kavramlardan, yani lâtif biçimlere bürünmüş fikir tertiplerinden ibârettir ve
bireyin kendi lâtif biçiminin heyulâsından
(hayalinden) imâl edilmektedir.
KURTULUŞ ve
BİLGİ aslında aynı şeydir. Kurtuluşa ulaşmanın Bilgi’den başka hiçbir vâsıtası
yoktur. Bilgiden kasıt Aşkın/Mânevi Bilgi’dir. Kurtuluş’a/Nirvana’ya erenler,
Yogi, Mânevi İnsan, İnsan-ı Kâmil gibi isimler ile anılır.
İlm-i
ilâhinin amacı isim, sıfat ve mazharları bakımından Allah’ı mabe’ ve maâda
(başlancıç ve sona) dâir ahvali, âlemin hakîkatleri ve bu hakîkatlerin biricik
hakîkate, yâni Zât-ı Ahadiyye’ye nasıl geri döneceğini bilmek, nefsi cüz’i
kayıtlardan kurtarmak ve onun, hem küllilik hem de mutlâklık özellikleriyle
vasıflanabilmesi için sey ü süluk ve mücâhede yolunu öğrenmektir.
Şimdi kendimize şu soruları soralım: İnsan-ı Kâmil’in semâvi bir varlık ve
Muhammedi Hakîkat’in tecellî ettiği mânevi insan (üns) olması ve Gerçek
Kurtuluş’un sadece O’nlara özgü olacağı anlayışı ile biz kulların kurtuluşu sadece ilâhi âlemde kabul ettiğimiz ve bu
âlemde vücut bularak ortaya çıkarmaya çalıştığımız ismimiz yani hakîkatimiz
olabilir mi?
Â’rafta
kalmak, kabir azabı veya Berzah ta beklemek iki âlem arasında sıkışmak mıdır?
Fırka-ı Nâciye/kurtuluşa erecekler: Hz. Peygamber; ‘’Âdem’in soyundan 73 fırka gelecek, 72’si dağılacak ve 1 fırka kurtuluşa
erecektir’’ demiştir. Hâbil’in kardeşi Kâbil tarafından öldürülmesi
sebebiyle nesli yoktur. Kâbil’in soyu da Nûh tufanında yok olmuştur. Hz. Nûh,
Hz. Şit’in soyundan gelmektedir ve kurtuluşa erecekler bu fırkadan olduğuna
inanılmaktadır.
İlk
yaratılan ve Allah’ın sonsuz birliğinin görünümü Hz. Âdem’dir. Fakat aşk için
ikilik gerekir. Zira bir âşık ve bir mâşûka ihtiyaç vardır. İşte birliğin
(mâşûkun), kendini göstermek için çokluk (âşık) olarak görünümü Hz. Şit’te
ortaya çıkmıştır. Hz. Şit’in zuhûru, Ahâdiyet’in (Teklik), Vahdaniyet’e
(birliğe) dönüşü gibidir. Hz. Şit
İnsan-ı Kâmil makâmını temsil eder.
Rene Guenon; 15 Kasım 1886 da Fransa’nın Blois
kentinde doğdu. Soy bakımından tamamen Fransız ve Katolik bir ailenin
çocuğudur. Paris Sorbonne üniversitesinde eğitim gördü. Platon ve İbnü’l Arabi
Hz. den etkilenerek birçok eser yazdı. Eserleri daha çok Metafizik, Tevhid,
Vahdet-i Vücûd, İnsan-ı Kâmil konu ağırlıklıdır. 1912 yılında Müslüman olup
Şâzeliyye târikatına intisap etti ve Abdülvâhit Yahya adını aldı. 7 Ocak 1951
yılında Kâhire, Mısır da vefât etti. Hiçbir eserinde İslâm’a çağrı yapmamasına
rağmen binlerce kişi onun kitaplarını okuyarak Müslüman olmuştur. Özellikle yüz
yıl önce yazdığı ‘’Modern dünyanın bunalımı’’ adlı kitabı Müslüman ve gayri müslim
pek çok çevrede gönülleri ferahlatmıştır. Ona göre Tanrının duyular âlemindeki
açılımı ‘’Kâmil İnsan’’ üzerinden gerçekleşir. Amaç, Yüce Özdeşlik’e
ulaşmaktır. Yani İNSAN olmaktır.
Yunus diliyle, ‘’kendini bilmek’’ tir. Kendini bilmeksizin Tanrı bilinemez.
Rene Guenon,
eserlerinde kadim gelenekten bahseder, büyük dinlerin kökenindeki metafizik
öğretiyi ortaya koyar. Bu geleneğin ve öğretinin dili sembolizmin dilidir ve bu
dili yorumlamada onun üstüne kimse yoktur. Dahası ‘’ilerleme’’ fikrini ters
yüz eden de odur. İnsan mânevî mükemmellik yolunda geriye düştükçe Karanlık
Çağ’a girer, eski kültürler yok edilir, niteliğin yerini nicelik alır ve çöküş
yaklaşır.
Guenon’u okuyan ve anlayan hiç kimse,
bir daha asla eskisi gibi kalamaz.