9 Ağustos 2021 Pazartesi

 HZ. ŞUAYB VE KALP:

Hz. Şuayb Tevrat’ta ve Kur’ân da adı sıkça geçen bir peygamberdir. Ahlâki değerleri zayıf ve sapkın Medyen halkına Allah tarafından elçi olarak gönderilmiştir. Müthiş bir konuşma yeteneğine sahip olması nedeniyle ‘’peygamberlerin hatibi’’ olarak da bilinir. Aynı zamanda Hz. Mûsâ’nın kayınpederidir.

‘’Şuayb’’ sözü şu’be kelimesinden türemiştir.  Hz. Şuayb birçok oğula sahipti ve maiyetinde birçok kabile ve şube vardı. Aynı kalp gibi. Kalp de birçok şubeye sahiptir. Kalp, içinde barındırdığı âlemler, inançlar, rûhani ve cismani kuvvetler nedeniyle daima Rahman’ın parmakları arasında hâlden hâle dönüştüğü, geçtiği için böyledir. Hz. Şuayb ümmeti arasında kalp makamını temsil eder. Ancak külli ve cüzzi mânâları anlayan, ilâhi ahlâkla ahlâklanan, ölçeyi tamamlayan, teraziyi dengeleyen, adaletle önderlik eden, hakları yerine getiren, yemine sadık kalan, böylece gerçekliğine kavuşmuş bir kalbi yani İnsan-ı Kâmil’i temsil eder.

‘’Kalp’’, Adl (adalet) isminin görülme yeridir. Bedenin itidâl (denge) ve nefsin adâlet sebebidir. Feyz kalpten ileri gelip sûretin her yanına yayılır ve bütün a’zalara eşit olarak dağılır. Sûret kalp ile devamlılık bulur. Kalp bedenin reisidir, rûhani ve nefsani kuvvetlerin toplandığı yerdir. Kalp iyiliklerin ve kötülüklerin yazıldığı defterlerdir. Zâhir ve bâtın arasında berzahtır. Şuab yani şubeleri ve neticeleri çoktur. ‘’Allah’’ toplayıcı ismine benzeyicidir. Allah, kalbi îman, anlama ve düşünme mahalli yapmıştır. Hakîki akıl kalpte tecellî eder, çünkü orada zıddiyet yoktur. Aklın anlayışında zıddiyet varken, kalbin anlayışında bu zıddiyet yoktur. Kalp aydınlanana kadar yüzünü her yöne dönebilir.  Kalbin yüzünü döndüğü yer dirilir. Kalp her nefeste sürekli olarak, hâl ve işlerde başkalaştığı için ‘’kalp (sahte)’’ denilmiştir.

Hakîki kalp ancak İnsan-ı Kâmil’in kalbidir, çünkü Allah oraya zâtıyla tecellî eder. Beşerin kalbine kalp denmez, ‘’kalp (sahte)’’ denir.

İdrâkin, hikmetin merkezi kalptir. İnsan kalple anlar, kalple görür ve idrâk eder. Kalbin ölü iken işlemeye başlaması, akıl ile nefsin birleşmesi ile gerçekleşir. O zaman o kişi fetvayı kalbinden alabilir. Kendi hakîkatini ortaya çıkaranın mürşide ihtiyacı kalmaz. Allah bu yolda mürşidi sadece vâsıta olarak kullanmıştır.

Kur’ân, akıl sahibi için nasihat ve öğüt değildir. ‘’Kalbi olan ya da kulağı olan kimseye bir öğüt vardır’’ (Kâf, 37) âyeti ile işâret edilen kalp sahibi Mürşid-i Kâmil’dir. Ona bîat edenler de kulak sahibi dinleyenlerdir. Hakk’ı bilmek isteyenler üç gruba ayrılır. İlk gruptakiler kalbiyle îman edenlerdir. Bunlar her şeyde Hakk’ı gördükleri için sadece Hakk’la meşgul olurlar. Her şeyde Hakk’ı görmek, her şeyi haklı, herkesi haklı görmektir. Bunu ancak İnsan-ı Kâmil yapar. İkinci grup, aklıyla bakanlardır. Bunlar ancak aklın idrâk ettiği kadarıyla Hakk’ı görür. Çünkü ‘’bir’i iki görürler. Abes gördükleri şeyde Hakk’ı göremez, inkâr ederler. Allah’ı her yerde görmeyen insanın kalbi hep gamlı olur. Sıkıntı karşısında iç huzurunu kaybetmemiş olana Allah Hakk olarak tecelli etmiş demektir.  Üçüncü gruptakiler ise, ilimlerini peygamberleri taklit ederek elde eden müminlerdir. Bu da bir üst mertebedir, ama görmeden îman ettikleri için zaman zaman değişebilir, uzaklaşabilirler. Çünkü îmanları tam değildir. Bunlar âyette ‘’yahut kulak verenler’’ sözüyle kastedilenlerdir.

Ârif, Hakk’ı bütün inanışlarda tanır. Her gördüğünü Hakk görür, Hakk bilir. Negatif de görse pozitif de görse, dostla da düşmanla da karşılaşsa hepsinin Hakk olduğunu bilir ve devamlı olarak cennette yaşar. Beşer, Hakk’ı ancak kalbinin aynasında tecellî ettiği kadarıyla idrâk eder. Zıtlıkları anlayamadığından dolayı beşer için dost da vardır, düşman da vardır. İyiyi iyi, kötüyü kötü gördükten sonra birlemek, ismin zâtına ulaşmaktır.

İlâhi isimler, müsemmanın aynıdır, onun gayri değildirler. İsimler, ona verdikleri hakîkatleri talep ederler. Hakk’ın ilâhi, yani zâti isimleri yokluk aynasında açığa çıkar ve bu yokluk aynasına ‘’âlem’’ denir. Böyle bir ayna olmasaydı ilâhi isimler ortaya çıkamazdı. Allah’ın isimlerinin ortaya çıkması için de bu âlemde zıtlarının oluşması gerekir. Bir isimde ikilik varsa o isim yaratılmış bir isimdir. Yani zıttı olan her şey yaratılmıştır. Allah’ın zâtında isimler tekliğin içinde ve aralarında fark yoktur. İsimler, yaratılma ihtiyacı ve isteği içinde oldukları için yaratılır. Ahadiyette birlik  ‘’ben’’, vahdaniyetteki birlik ‘’biz’’ olarak tezahür eder. Yani farklılıklar Peygamber’in birliği içinde zuhûr eder.

Varlık ayn’ları (özleri) a’yân-ı sâbitenin ve a’yân-ı sâbite de ilâhi isimlerin sûretleridir. İlâhi isimler, ahâdiyet zâtında yokluk sıkıntısı içinde iken, bu sıkıntıdan kurtulmak için zuhûr talebinde bulundular. Ahad olan zât da yokluk bilinmezliğinden, nefes-i rahmanisi ile ilâhi isimleri zâhire çıkardı. Hakk, Hz. Peygamber’in lisanıyla kendi nefsini ‘’nefes’’ olarak vasfetti. ‘’Muhakkak ki Rahmanın nefesini Yemen tarafından alıyorum’’ sözünü Hz. Peygamber’in ağzından söyleyen Hakk idi. Hakk’ın Rahman’a mensup olan ‘’nefes’’ ile rubûbiyetten ilk olarak teneffüsü, âlemin yaratılmasına dair teneffüsüdür. Allah Tealâ, kendisini ‘’nefes’’ ile tavsif etmiştir ki, bu da ‘’tenfis’’ tir (teneffüs etmek). Tenfis’in mânâsı, teneffüs edenin sıkıntıyı gidermek için içindeki sıcak havayı dışarıya çıkarıp, soğuk havayı içeriye almasıdır.

Allah’ın çeşitli isimleri hepimizin a’yân-ı sâbitelerini oluşturmuştur. A’yân-ı sâbitelere devamlı inen nefese ‘’feyz-i akdes’’, a’yân-ı sâbitemizden yani hakîki varlığımızdan bu vücuda doğru o ismin hakîkatinin zuhûr etmesine ‘’feyz-i mukaddes’’ denir (kendinden kendine tecellî). Allah isimleri yaratıp, açığa çıkarıp bırakmaz. Hiç durmadan bir tecellî ve enerji akışı gerçekleşir. Fakat bu tecellîlerden her rûh kendi kabiliyeti miktarınca alır. O halde iki nefes vardır: A’yân-ı sâbiteye inen nefes ve a’yân-ı sâbiteden vücutlara inen nefes. Feyz-i akdesin akışı Zât-ı ilâhiden, feyz-i mukaddesin akışı Rab ismindendir. Âlemin yaratılışı için Rab ismine ihtiyaç vardır.

Hakk insanı kendi sûreti üzerine halketmiştir. Demek ki her yaratılmışı, Allah isminin hakîkati üzerine değil, kendi isminin hakîkati üzerine halketti. Yani onun a’yân-ı sâbitesindeki isme sûret giydirdi ki, sen O’nu tanıyabilesin. Çünkü bizim hem hisle, hem de akılla idrâk edebilmemiz için o ismin görünür hale geçmesi lâzım ki, farkı görüp tekâmül edebilelim.

Hakk tek bir mahlûkattan görülerek sınırlanamaz. O’nu yaratılmış her şeyde ve her yerde görmek ve kabul etmek, her şeye hakkını vermek demektir. Meselâ suyun, ekmeğin hakkını vermek onları israf etmemektir. Yediğin yemeğin hakkını vermek, onu nûra çevirerek doğru yerde harcamaktır. Her hak sahibine hakkını vermek tahkik ehline aittir.

Tarikata yeni katılmış insanların sona ulaşmış insanların (tahkik ehlinin) hallerine bakması ve onların halleriyle kendilerini değerlendirmesi, bu yoldan uzaklaşmalarına sebep olur. Sonuçta himmetleri de azalır.

‘’Himmet’’ bir şeye niyet etmek, istemek ve onu yapmaya azmetmektir. Himmet sebeplerdir. Himmetler arzulanan şeylere bağlıdır. Arzu olmazsa himmet kesilir. Arzu da ezeli nasip ile ilgilidir. Himmetten gaye Allah’tan ‘’ilmimi arttır’’ talebidir. Peygamberin ‘’ilmimi arttır’’ talebi kendi hakîkatini görmek istemesiyken, bizim ‘’ilmimi arttır’’ talebimiz kendi hakîkatimizi görme talebidir. Ezeli nasibi şakîlik olan kimsenin himmeti şekâvetini arttırmaya yöneliktir. Allah’ın gücü olmadan ne negatife, ne de pozitife yönelmek mümkün değildir. Himmet kalbi kuruntulardan arındırır.

 ‘’Her itikat bir şubedir. İtikatların hepsi şubelerdir. Böyle olunca perdeler ortadan kalktığı vakit Hakk herkese itikat ettiği/inandığı şeye göre görünür.’’ Buradan anlaşılıyor ki, kalpte bütün bu inanışlara meyil vardır.

’İbn Sînâ Risâlet’üt-Tayr adlı eserinde ayakları bağlı yola çıkan ve aşılmaz gibi görünen dağları aşarak padişahın kapısına giden kuşların hikâyesini anlatır. Binlerce kuş bu yolculukta telef olurken, sadece hüdhüd önderliğinde 30 kuş 7 vadiyi aşıp padişahın kapısına ulaşır. Ancak ne zaman ki kapıdakiler, padişah dilediği için varabildiklerini idrâk ederler, padişah onları o zaman kapıdan içeri alır. İçeri girdiklerinde ise yolculuğu tamamlayamayıp, yolda telef olanların hepsini içeride bulurlar.’’     

Bu hikâyeden anlaşılıyor ki, perde kalkınca her şubede, her inanışta Allah hakîkatten ibârettir. Bunun için, tek yönlü bir inanış insanı Allah’ın ‘’bir’’ liğinden uzaklaştırır.

Kıyamet günü ‘’insan rûhunun uyanma günü’’ ya da cüz’i nefsin külli nefse dönüş günüdür. Yine kıyamet günü, nefsimizin kendi hakîkatini görme günüdür. Yani nefsin rûh makamında kendini seyretme günüdür. Kıyamette her varlık, her nefis ayağa kalkacak ve herkes kendi a’yân-ı sâbitesini/hakîkatini görecektir.

Peygamber efendimize bir sahabe şöyle bir soru sormuş, ‘’Cezâ gününde Allah insanları hesaba çekecek mi? ‘’Evet’’ demiş Peygamber. ’’Kendisini de hesaba çekecek mi? demiş. ‘’Evet’’ demiş Peygamber. İşte Allah’ın cezâ gününde hesaba çekeceği aslında kendisidir. Yani zâtıyla kendi isimlerini hesaba çekecek. Hakk’ın kullarına olan rahmeti, yine kendi isimlerine olan rahmetidir. Çünkü başka varlık yok. Vahdet-i Vücûd açısından baktığında, sadece Allah’ın zâtından isimlerine bir tecellî var (kendinden kendine), başka hiçbir varlık yok. Kıyamette de isimler zâtı idrâk ederler.

İşte kıyâmetin, yani perdenin kalkmasının mânâsı, her isimde Allah’a hürmet etmek, saymak ve kendi isminin de O’na ait olduğunu idrâk etmektir. İsmiyle zâtını idrâke çalışmaktır. Perdenin kalkmasından sonraki tecellî, ölümden sonra da bir yükseliş olduğunu gösterir. Ancak ‘’Ve burada kim kör ise artık o âhirette de kördür ve yoldan daha da sapmıştır’’ (İsrâ, 72) âyeti ile ‘’Âdemoğlu öldükten sonra ameli kesilir’’ hadîs-i şerifi ölümden sonra ilerlemenin olmadığına işâret eder. Bu âyet ve hadîs küfür ve şirk ehli hakkındadır. Tahkik ehlinden olan tevhid ehli ve onları taklid eden müminler için değildir. Çünkü küfür ve şirk ehli dünyada Hakk’ın vücuduyla halkın vücudunu bağımsız ve ayrı zannetmişler ve basiret gözlerine körlük gelmiştir.

İnsan a’yân-ı sâbitesinden bu âlemin vücudunda görünür hâle geçtiği andan itibaren, tekrar kendi a’yân-ı sâbitesine doğru devamlı bir yükselmede, terakkidedir. Allah’ın bizden gayesi budur, yani a’yân-ı sâbitemize yükselmemizdir. Şehâdet insanın kendi tekâmülüne şâhitlik etmesidir. Şehâdet âlemi de bu tekâmülün başladığı andan tekâmülün bittiği âna kadar devam eden bir âlemdir. Onun için şehâdet en aşağıdan, yani esfel-i sâfilinden başlar, en yüce mertebeye gelinceye kadar devam eder.

‘’O her an yeni bir iştedir’’ (Rahman, 29) âyeti gereği bütün âlem ‘’araz’’ lardan ibâret olup, her an değişmektedir. ‘’Cevher’’ ise tektir. Cevherlerden arazlara geçiş bir mecburiyet, bir taşmadır. Araz’lar değişir a’yân-ı sâbiteler değişmez. Örn: Bir insan özünde iyi bir insan olduğu halde, o iyi insanlığını gösteriş şeklinde bazen öfke, bazen sinirlenme, bazen hakkı koruma, bazen haksızlığa yönelme gösterebilir. Fiilleri her an değişme halinde olduğu halde a’yân-ı sâbitesi asla değişmeyecek bir hakîkattir (Ay’ın Güneş’e bakan yüzü parlak, Dünya’ya bakan yüzü ise karanlıktır. İnsanın da meşrepleri onu farklı gösterebilir. Önemli olan Allah ile olan yakınlığıdır). Bir hakîkat varsa, onun çeşitli görünüşleri de mecburen olacaktır. Neticede ‘’araz hakîkatin aynıdır’’  

(Araz: Varlığı başka bir varlığa bağlı olan, kendi başına varolamayan)

Vücutta çeşitli tecellîlerin ortaya çıkması Hakk’ın büyüklüğünün bir delilidir. Bizim vücutlarımız, Allah’ın isimlerinin ortaya çıkması için bir sebeptir. Bu, doğal olarak kendiliğinden bir ortaya çıkıştır. Bu isimler o anki kapasitesi ölçüsünde, herkesten zuhûr edebilir. Yani cevher aynı olsa da arazlardaki farklılık, o anki istidada göre ortaya çıkar.

O zaman, kimseyi kınayamayız. Yanlış yok, abes yok ve tekâmül böyle oluyor demeliyiz. Benden her an birbirine zıt hâller zuhûr edebilir. Yani bugün bir evliya ve melek gibi iken, yarın öfkeli bir şeytana dönebilirim. Benden bu zuhûr ediyorsa, karşımdakinden de zuhûr etmesini hoş görmeliyim. Bunu, Sevgili’nin farklı görünüşlerinde zuhûru olarak kabul etmeliyim. İnşallah.

Doğruyu Allah bilir.

Kaynak: Cemâlnur Sargut/Hz. Şuayb kitabı.