HZ. ŞUAYB VE KALP:
Hz. Şuayb
Tevrat’ta ve Kur’ân da adı sıkça geçen bir peygamberdir. Ahlâki değerleri zayıf
ve sapkın Medyen halkına Allah tarafından elçi olarak gönderilmiştir.
Müthiş bir konuşma yeteneğine sahip olması nedeniyle ‘’peygamberlerin hatibi’’ olarak da bilinir. Aynı zamanda Hz.
Mûsâ’nın kayınpederidir.
‘’Şuayb’’
sözü şu’be kelimesinden türemiştir. Hz.
Şuayb birçok oğula sahipti ve maiyetinde birçok kabile ve şube vardı. Aynı kalp gibi. Kalp de birçok şubeye
sahiptir. Kalp, içinde barındırdığı âlemler, inançlar, rûhani ve cismani
kuvvetler nedeniyle daima Rahman’ın parmakları arasında hâlden hâle dönüştüğü,
geçtiği için böyledir. Hz. Şuayb ümmeti arasında kalp makamını temsil eder.
Ancak külli ve cüzzi mânâları anlayan, ilâhi ahlâkla ahlâklanan, ölçeyi
tamamlayan, teraziyi dengeleyen, adaletle önderlik eden, hakları yerine getiren,
yemine sadık kalan, böylece gerçekliğine kavuşmuş bir kalbi yani İnsan-ı Kâmil’i temsil eder.
‘’Kalp’’, Adl (adalet) isminin görülme
yeridir. Bedenin itidâl (denge) ve nefsin adâlet sebebidir. Feyz kalpten ileri
gelip sûretin her yanına yayılır ve bütün a’zalara eşit olarak dağılır. Sûret
kalp ile devamlılık bulur. Kalp bedenin reisidir, rûhani ve nefsani kuvvetlerin
toplandığı yerdir. Kalp iyiliklerin ve kötülüklerin yazıldığı defterlerdir. Zâhir
ve bâtın arasında berzahtır. Şuab yani şubeleri ve neticeleri çoktur. ‘’Allah’’ toplayıcı ismine
benzeyicidir. Allah, kalbi îman, anlama ve düşünme mahalli yapmıştır. Hakîki
akıl kalpte tecellî eder, çünkü orada zıddiyet yoktur. Aklın anlayışında
zıddiyet varken, kalbin anlayışında bu zıddiyet yoktur. Kalp aydınlanana kadar
yüzünü her yöne dönebilir. Kalbin
yüzünü döndüğü yer dirilir. Kalp her nefeste sürekli olarak, hâl ve işlerde
başkalaştığı için ‘’kalp (sahte)’’ denilmiştir.
Hakîki kalp
ancak İnsan-ı Kâmil’in kalbidir, çünkü Allah oraya zâtıyla tecellî eder.
Beşerin kalbine kalp denmez, ‘’kalp (sahte)’’ denir.
İdrâkin,
hikmetin merkezi kalptir. İnsan kalple anlar, kalple görür ve idrâk eder.
Kalbin ölü iken işlemeye başlaması, akıl ile nefsin birleşmesi ile gerçekleşir.
O zaman o kişi fetvayı kalbinden alabilir. Kendi hakîkatini ortaya çıkaranın
mürşide ihtiyacı kalmaz. Allah bu yolda mürşidi sadece vâsıta olarak
kullanmıştır.
Kur’ân, akıl
sahibi için nasihat ve öğüt değildir. ‘’Kalbi
olan ya da kulağı olan kimseye bir öğüt vardır’’ (Kâf, 37) âyeti ile işâret
edilen kalp sahibi Mürşid-i Kâmil’dir. Ona bîat edenler de kulak sahibi
dinleyenlerdir. Hakk’ı bilmek isteyenler üç gruba ayrılır. İlk gruptakiler kalbiyle îman
edenlerdir. Bunlar her şeyde Hakk’ı gördükleri için sadece Hakk’la meşgul
olurlar. Her şeyde Hakk’ı görmek, her şeyi haklı, herkesi haklı görmektir. Bunu
ancak İnsan-ı Kâmil yapar. İkinci
grup, aklıyla bakanlardır. Bunlar ancak aklın idrâk ettiği kadarıyla
Hakk’ı görür. Çünkü ‘’bir’i iki görürler. Abes gördükleri şeyde Hakk’ı göremez,
inkâr ederler. Allah’ı her yerde görmeyen insanın kalbi hep gamlı olur. Sıkıntı
karşısında iç huzurunu kaybetmemiş olana Allah Hakk olarak tecelli etmiş
demektir. Üçüncü gruptakiler ise,
ilimlerini peygamberleri taklit ederek elde eden müminlerdir. Bu da bir üst
mertebedir, ama görmeden îman ettikleri için zaman zaman değişebilir,
uzaklaşabilirler. Çünkü îmanları tam değildir. Bunlar âyette ‘’yahut
kulak verenler’’ sözüyle kastedilenlerdir.
Ârif, Hakk’ı bütün inanışlarda tanır. Her
gördüğünü Hakk görür, Hakk bilir. Negatif de görse pozitif de görse, dostla da
düşmanla da karşılaşsa hepsinin Hakk olduğunu bilir ve devamlı olarak cennette yaşar.
Beşer, Hakk’ı ancak kalbinin
aynasında tecellî ettiği kadarıyla idrâk eder. Zıtlıkları anlayamadığından
dolayı beşer için dost da vardır, düşman da vardır. İyiyi iyi, kötüyü kötü
gördükten sonra birlemek, ismin zâtına ulaşmaktır.
İlâhi
isimler, müsemmanın aynıdır, onun gayri değildirler. İsimler, ona verdikleri
hakîkatleri talep ederler. Hakk’ın ilâhi, yani zâti isimleri yokluk aynasında
açığa çıkar ve bu yokluk aynasına ‘’âlem’’
denir. Böyle bir ayna olmasaydı ilâhi isimler ortaya çıkamazdı. Allah’ın
isimlerinin ortaya çıkması için de bu âlemde zıtlarının oluşması gerekir. Bir
isimde ikilik varsa o isim yaratılmış bir isimdir. Yani zıttı olan her şey
yaratılmıştır. Allah’ın zâtında isimler tekliğin içinde ve aralarında fark
yoktur. İsimler, yaratılma ihtiyacı ve isteği içinde oldukları için yaratılır.
Ahadiyette birlik ‘’ben’’,
vahdaniyetteki birlik ‘’biz’’ olarak tezahür eder. Yani farklılıklar Peygamber’in
birliği içinde zuhûr eder.
Varlık
ayn’ları (özleri) a’yân-ı sâbitenin ve a’yân-ı sâbite de ilâhi isimlerin sûretleridir.
İlâhi isimler, ahâdiyet zâtında yokluk sıkıntısı içinde iken, bu
sıkıntıdan kurtulmak için zuhûr talebinde bulundular. Ahad olan zât da yokluk
bilinmezliğinden, nefes-i rahmanisi ile ilâhi isimleri zâhire çıkardı. Hakk,
Hz. Peygamber’in lisanıyla kendi nefsini ‘’nefes’’ olarak vasfetti. ‘’Muhakkak
ki Rahmanın nefesini Yemen tarafından alıyorum’’ sözünü Hz.
Peygamber’in ağzından söyleyen Hakk idi. Hakk’ın Rahman’a mensup olan ‘’nefes’’
ile rubûbiyetten ilk olarak teneffüsü, âlemin yaratılmasına dair teneffüsüdür.
Allah Tealâ, kendisini ‘’nefes’’ ile tavsif etmiştir ki, bu da ‘’tenfis’’ tir
(teneffüs etmek). Tenfis’in mânâsı, teneffüs edenin sıkıntıyı gidermek için
içindeki sıcak havayı dışarıya çıkarıp, soğuk havayı içeriye almasıdır.
Allah’ın
çeşitli isimleri hepimizin a’yân-ı sâbitelerini oluşturmuştur. A’yân-ı
sâbitelere devamlı inen nefese ‘’feyz-i akdes’’, a’yân-ı sâbitemizden yani
hakîki varlığımızdan bu vücuda doğru o ismin hakîkatinin zuhûr etmesine
‘’feyz-i mukaddes’’ denir (kendinden kendine tecellî). Allah isimleri yaratıp,
açığa çıkarıp bırakmaz. Hiç durmadan bir tecellî ve enerji akışı gerçekleşir.
Fakat bu tecellîlerden her rûh kendi kabiliyeti miktarınca alır. O halde iki
nefes vardır: A’yân-ı sâbiteye inen nefes ve a’yân-ı sâbiteden vücutlara inen
nefes. Feyz-i akdesin akışı Zât-ı ilâhiden, feyz-i mukaddesin akışı Rab
ismindendir. Âlemin yaratılışı için Rab ismine ihtiyaç vardır.
Hakk insanı
kendi sûreti üzerine halketmiştir. Demek ki her yaratılmışı, Allah isminin hakîkati
üzerine değil, kendi isminin hakîkati üzerine halketti. Yani onun a’yân-ı
sâbitesindeki isme sûret giydirdi ki, sen O’nu tanıyabilesin. Çünkü bizim hem
hisle, hem de akılla idrâk edebilmemiz için o ismin görünür hale geçmesi lâzım
ki, farkı görüp tekâmül edebilelim.
Hakk tek bir
mahlûkattan görülerek sınırlanamaz. O’nu yaratılmış her şeyde ve her yerde
görmek ve kabul etmek, her şeye hakkını vermek demektir. Meselâ suyun, ekmeğin
hakkını vermek onları israf etmemektir. Yediğin yemeğin hakkını vermek, onu nûra
çevirerek doğru yerde harcamaktır. Her hak sahibine hakkını vermek tahkik
ehline aittir.
Tarikata
yeni katılmış insanların sona ulaşmış insanların (tahkik ehlinin) hallerine
bakması ve onların halleriyle kendilerini değerlendirmesi, bu yoldan
uzaklaşmalarına sebep olur. Sonuçta himmetleri de azalır.
‘’Himmet’’ bir şeye niyet etmek, istemek ve onu
yapmaya azmetmektir. Himmet sebeplerdir. Himmetler arzulanan şeylere bağlıdır.
Arzu olmazsa himmet kesilir. Arzu da ezeli nasip ile ilgilidir. Himmetten gaye
Allah’tan ‘’ilmimi arttır’’ talebidir.
Peygamberin ‘’ilmimi arttır’’ talebi
kendi hakîkatini görmek istemesiyken, bizim ‘’ilmimi
arttır’’ talebimiz kendi hakîkatimizi görme talebidir. Ezeli nasibi şakîlik
olan kimsenin himmeti şekâvetini arttırmaya yöneliktir. Allah’ın gücü
olmadan ne negatife, ne de pozitife yönelmek mümkün değildir. Himmet kalbi
kuruntulardan arındırır.
‘’Her itikat bir şubedir. İtikatların hepsi
şubelerdir. Böyle olunca perdeler ortadan kalktığı vakit Hakk herkese itikat
ettiği/inandığı şeye göre görünür.’’ Buradan anlaşılıyor ki, kalpte bütün bu inanışlara meyil
vardır.
‘’İbn
Sînâ Risâlet’üt-Tayr adlı eserinde ayakları bağlı yola
çıkan ve aşılmaz gibi görünen dağları aşarak padişahın kapısına giden kuşların
hikâyesini anlatır. Binlerce kuş bu yolculukta telef olurken, sadece hüdhüd
önderliğinde 30 kuş 7 vadiyi aşıp padişahın kapısına ulaşır. Ancak ne zaman ki
kapıdakiler, padişah dilediği için varabildiklerini idrâk ederler,
padişah onları o zaman kapıdan içeri alır. İçeri girdiklerinde ise yolculuğu
tamamlayamayıp, yolda telef olanların hepsini içeride bulurlar.’’
Bu hikâyeden
anlaşılıyor ki, perde kalkınca her şubede, her inanışta Allah hakîkatten
ibârettir. Bunun için, tek yönlü bir inanış insanı Allah’ın ‘’bir’’ liğinden
uzaklaştırır.
Kıyamet günü
‘’insan rûhunun uyanma günü’’ ya da
cüz’i nefsin külli nefse dönüş günüdür. Yine kıyamet günü, nefsimizin kendi
hakîkatini görme günüdür. Yani nefsin rûh makamında kendini seyretme günüdür. Kıyamette
her varlık, her nefis ayağa kalkacak ve herkes kendi a’yân-ı sâbitesini/hakîkatini
görecektir.
Peygamber
efendimize bir sahabe şöyle bir soru sormuş, ‘’Cezâ gününde Allah insanları
hesaba çekecek mi? ‘’Evet’’ demiş Peygamber. ’’Kendisini de hesaba çekecek mi?
demiş. ‘’Evet’’ demiş Peygamber. İşte Allah’ın cezâ gününde hesaba çekeceği
aslında kendisidir. Yani zâtıyla kendi isimlerini hesaba çekecek. Hakk’ın
kullarına olan rahmeti, yine kendi isimlerine olan rahmetidir. Çünkü başka
varlık yok. Vahdet-i Vücûd açısından baktığında, sadece Allah’ın zâtından
isimlerine bir tecellî var (kendinden kendine), başka hiçbir varlık yok.
Kıyamette de isimler zâtı idrâk ederler.
İşte
kıyâmetin, yani perdenin kalkmasının mânâsı, her isimde Allah’a hürmet etmek,
saymak ve kendi isminin de O’na ait olduğunu idrâk etmektir. İsmiyle zâtını
idrâke çalışmaktır. Perdenin kalkmasından sonraki tecellî, ölümden sonra da bir
yükseliş olduğunu gösterir. Ancak ‘’Ve
burada kim kör ise artık o âhirette de kördür ve yoldan daha da sapmıştır’’
(İsrâ, 72) âyeti ile ‘’Âdemoğlu öldükten
sonra ameli kesilir’’ hadîs-i şerifi ölümden sonra ilerlemenin olmadığına
işâret eder. Bu âyet ve hadîs küfür ve şirk ehli hakkındadır. Tahkik ehlinden
olan tevhid ehli ve onları taklid eden müminler için değildir. Çünkü küfür ve
şirk ehli dünyada Hakk’ın vücuduyla halkın vücudunu bağımsız ve ayrı
zannetmişler ve basiret gözlerine körlük gelmiştir.
İnsan a’yân-ı
sâbitesinden bu âlemin vücudunda görünür hâle geçtiği andan itibaren, tekrar
kendi a’yân-ı sâbitesine doğru devamlı bir yükselmede, terakkidedir. Allah’ın
bizden gayesi budur, yani a’yân-ı sâbitemize yükselmemizdir. Şehâdet insanın
kendi tekâmülüne şâhitlik etmesidir. Şehâdet âlemi de bu tekâmülün
başladığı andan tekâmülün bittiği âna kadar devam eden bir âlemdir. Onun için
şehâdet en aşağıdan, yani esfel-i sâfilinden başlar, en yüce mertebeye
gelinceye kadar devam eder.
‘’O her an yeni bir iştedir’’ (Rahman, 29) âyeti gereği bütün âlem
‘’araz’’ lardan ibâret olup, her an
değişmektedir. ‘’Cevher’’ ise
tektir. Cevherlerden arazlara geçiş bir mecburiyet, bir taşmadır. Araz’lar
değişir a’yân-ı sâbiteler değişmez. Örn:
Bir insan özünde iyi bir insan olduğu halde, o iyi insanlığını gösteriş
şeklinde bazen öfke, bazen sinirlenme, bazen hakkı koruma, bazen haksızlığa
yönelme gösterebilir. Fiilleri her an değişme halinde olduğu halde a’yân-ı sâbitesi
asla değişmeyecek bir hakîkattir (Ay’ın Güneş’e bakan yüzü parlak, Dünya’ya
bakan yüzü ise karanlıktır. İnsanın da meşrepleri onu farklı gösterebilir.
Önemli olan Allah ile olan yakınlığıdır). Bir hakîkat varsa, onun çeşitli
görünüşleri de mecburen olacaktır. Neticede ‘’araz hakîkatin aynıdır’’
(Araz: Varlığı başka bir varlığa
bağlı olan, kendi başına varolamayan)
Vücutta
çeşitli tecellîlerin ortaya çıkması Hakk’ın büyüklüğünün bir delilidir. Bizim
vücutlarımız, Allah’ın isimlerinin ortaya çıkması için bir sebeptir. Bu, doğal
olarak kendiliğinden bir ortaya çıkıştır. Bu isimler o anki kapasitesi
ölçüsünde, herkesten zuhûr edebilir. Yani cevher aynı olsa da arazlardaki
farklılık, o anki istidada göre ortaya çıkar.
O zaman,
kimseyi kınayamayız. Yanlış yok, abes yok ve tekâmül böyle oluyor demeliyiz.
Benden her an birbirine zıt hâller zuhûr edebilir. Yani bugün bir evliya ve
melek gibi iken, yarın öfkeli bir şeytana dönebilirim. Benden bu zuhûr ediyorsa,
karşımdakinden de zuhûr etmesini hoş görmeliyim. Bunu, Sevgili’nin farklı
görünüşlerinde zuhûru olarak kabul etmeliyim. İnşallah.
Doğruyu
Allah bilir.
Kaynak:
Cemâlnur Sargut/Hz. Şuayb kitabı.