17 Nisan 2022 Pazar

GERÇEK BİLGİ (YAKÎN RİSÂLESİ):

Eser, Gelenekçi ekolün temsilcilerinden Martin Lings’e aittir. Martin Lings 1909 yılında İngiltere’de Protestan bir ailede dünyaya gelir. Oxford Üniversitesinde İngiliz Edebiyatı üzerine eğitim alır. Ancak mânevî bir arayış içindedir. Bu dönemde yolu daha önce İslâm’la müşerref olan Fransız mütefekkir Rene Guenon ile kesişir. Onun eserlerinden feyz alır ve ‘’Ebubekir Sirâceddin’’ ismini alarak Müslüman olur. 2005 yılında, 96 yaşında Hakk’ın rahmetine kavuşur. Tevazu ve Hakk yolunda hizmet ile geçmiş bir ömrün arkasında 16 çok değerli eser bırakan yazar, son eserini vefatından 30 saat önce tamamlar.

Martin Lings kaleme aldığı eserlerinde, Rene Guenon gibi Ortaçağ’dan itibaren ortaya çıkan belirsizlik ve merkezden uzaklaşmanın neden olduğu bunalıma işaret etmektedir. Ona göre Dünya, mânevî bir bereket döneminden maddi bir refahın nesnesi haline geldiği bir döneme, Karanlık Çağ’a ulaşmıştır. Hindular Kosmos’un dört devri barındırdığına inanır. Söz konusu devirler, İnsanlığın Altın, Gümüş, Bronz ve Demir çağlarına karşılık gelmektedir. İlk devir olan Altın Çağ, insanın merkeze en yakın olduğu devir olması bakımından merkezden açığa çıkan bereketi yoğun bir biçimde barındırsa da, zaman yukarı doğru değil aşağı doğru ilerlemekte ve bu durum da hızlı bir iniş ya da seyri beraberinde getirmektedir. Ayrıca bu devirler başlangıçta uzun sürmekte, Demir yani karanlık çağa doğru gittikçe kısalmaktadır.  İnsanoğlunun yaşı ilerledikçe kimi bedenî rahatsızlıklardan muzdarip oluşu gibi, içinde bulunduğumuz çağ da ileri yaşından kaynaklanan kimi hastalıklara dûçar olmuştur.

Martin Lings, ileri bir yaşa yani karanlık Çağ’ın sonuna erişildiğinde olumsuz bazı emârelerin varlığına dikkat çeker. Zîra, ölümsüz bir canın ölümlü bir bedende hapsolması bir gerilime neden olmaktadır. Gençken beden nefs ile bir uyum içindedir (Nefs bedeni tesiri altına alır beslenir, güçlenir). Zaman geçtikçe beden bozulmaya yüz tutarken uyum da bozulur (Mânevî olgunluk ve Hikmet artar, nefs de zayıflar).

Martin Lings, birçok yerde günümüz dünyası ile kadim dünya arasında karşılaştırmalarda bulunmaktadır. Günümüz dünyası değişken bir kaos ve kriz içinde kıvranırken, kadim dünyada her şeyin yerli yerinde olduğu bir düzen ve ‘’kavram sıralaması’’ söz konusudur. Günümüz dünyasında karşılaşılan kaosun sebebi ise modernizm savunucuları tarafından kavram sıralamasının ters çevrilmesidir. İnsan, fıtratı gereği Mâbud’a ibâdet arzusu taşır. Fakat mâneviyatından koparılıp ibâdet arzusunu gerçekleştiremezse, aşağıdaki bir düzlemde Mâbud arayışına girip Mutlak’ı aşağı bir düzlemdeki tanrılarla değiştirerek bir karşı çıkış içine girer (Başka putlar edinir). Kadim dünyada geçerli olan sıralamanın aksi yöndeki eşitlik, özgürlük, bilim gibi kavramlar da karşı çıkışı ortaya koymaktadırlar. İyiyi saptırmanın en iyi yolu, onu kötüye doğru saptırmaktır. İşte eşitlik ve özgürlük adlı iki hurâfe, insanda fıtrî olan iki güdüyü saptırarak kaosun hem sebebi hem de sonucunu oluşturmaktadır. Eski düzen yeniden tesis edildiğinde, bu iki put da ortadan kalkacaktır. Ayrıca düzen tesis edildiğinde ‘’Hak ile bâtıl’’ arasında süre gelen mücâdelenin kazananı, bu saf hâle erişenler olacaktır. İnsanın bu aşağı âleme inişinden önceki saf hâli, ifadesini İnsan-ı Kâmilde bulan bozulmamış tabiata da işâret etmektedir.

Martin Lings’in modern çağın kargaşasından bahsederken üzerinde durduğu diğer bir husus, Batı’da sözde Rönesans (yeniden doğuş) ve Aydınlanma’dan itibaren kıyâmetin daha az beklenir olmasıdır. Bu süreçte dine olan ilgi de büyük oranda azalmıştır. Zîra Rönesans simgesel olarak insanın rasyonel (akla dayalı) insana dönüştüğü bir süreçtir. Rönesans’ta, âfaktan enfüse (dıştan içe)  doğru ilerleyen bir değişimle insan külli (bütünsel) akla, tefekküre dayanan bakış açısını yitirerek nefsanî nimetlere yönelir. Bu karanlık döneme kadar dünya asla bu kadar rağbet görmemiştir. Sonuç olarak îmânın yerini profanlık (din dışı) yönelimler almıştır. Oysaki kadim dönemlerde insanlar sürekli bir biçimde kıyâmetin yakınlığını göz önünde bulundurmuşlardır. Geçmişe bakıldığında kıyâmetin yakın olduğu düşünülür ancak hissedilmezken, günümüzde yakınlığını ortaya koyacak kanıtlar gaflet içinde görmezden gelinmektedir. Yakın zamana kadar insanlar ’‘yukarıdan aşağıya geldiklerinin’’ farkındayken, modern insan ‘’aşağıdan yukarıya çıktığını’’ düşünmektedir.

Martin Lings’e göre sahih (gerçek) din, insanın her seviyedeki ihtiyacını karşılar. Din, üç yönlü bir ilâhi Mesaj’dır. İlki, Yaratan ve yaratılmışla alâkalı olarak neye inanması gerektiğini söyleyen akîde; ikincisi, neyin yapılması gerektiğini söyleyen şerîat; üçüncüsü ise, insanlar arasında mânevî farkındalığa imkân veren tasavvuftur (bâtınî boyut).

Martin Lings’e göre, tasavvuf olmadan İslâm merkezi olmayan bir daireye benzer. Tasavvufun sonradan zuhûr etmiş bir olgu olduğunu öne sürenler, büyük bir yanılgı içindedirler. Zîra ilk sûfînin bizzat Peygamber Efendimiz olduğu kabul edilmekte ve O’nun hayatının tüm safhaları sûfîlerce örneklik teşkil etmektedir. Tasavvufun İslâm bağlamındaki yeri, kalbin beden bağlamındaki yeri gibidir.

Kur’an’da Hz. Peygamber ve ashabı için ‘’Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a îman edersiniz.’’ (Âl-i İmrân, 110) hitabı çok önemlidir. Hz. Peygamber ve ashabı, farz ve nâfile ibadetlerle birlikte tefekkür ve halvete yer vermiştir. Bu ibâdetler daha sonra sûfîler tarafından sürekli olarak ifa edilmiştir.

Cünetd-i Bağdadi de ‘’Resûlullah’ı izleyenlerin dışındaki tüm bâtınî yollar bâtıldır (boş ve gerçekten uzaktır)’’ ve ‘’Bilgimiz, Allah’ın elçisinin hadisleriyle boyanmıştır’’ sözleriyle ilk mürşidin Hz. Peygamber oluşuna dikkat çeker.

Martin Lings’e göre tasavvuf, yapılan ibâdetlerin nitelik bakımından zengin ya da daha yüksek bir duruma gelmesidir. Karanlık Çağ’da insan gitgide Hakîkat’ten uzaklaşsa bile Hakîkat ona daha fazla yaklaşır. Bu konuyla ilgili İncil’de geçen ‘’Üzüm bağındaki işçiler’’ benzetmesi çok ilginçtir. İnsanlar, önceki devirlerde hakîkate ulaşmak için bir ömür boyu çalışmak zorunda olsalar da ‘’günbatımından az önce gelen işçiler’’ tüm gün çalışanlarla aynı ücreti alır. Bu benzetme, Hz. Peygamber ile ashabı arasında geçen şu konuşmayı hatırlatmaktadır: ‘’Öyle bir zaman gelecek ki size emredilenin onda birini yapsalar kurtulacaklardır.’’ Bu anlayışa göre hakîkatten yüz çevirmemek kurtuluş için kâfidir.

Martin Lings bu yolda vasıfsız ve ehliyetsiz sözde mürşidlere de değinir. Ona göre iki mânevî yol bulunmaktadır: İlki, irşad vasfına haiz olmayıp sadece tarîkat adabını aktaran bir otorite tarafından idare edilen statik (durağan) bir yoldur. İkincisi ise yolda tecrübe sahibi olup, diğerlerine bu yolda rehberlik etme ehliyetine sahip bir mürşidin idare ettiği yoldur.

Aşağıdaki yazı Ebubeki Sirâceddin (Martin Lings) in ‘’Yakîn Risâlesi’’ nden bir bölümdür.

HAKKA’L-YAKÎN:

’’Hani Mûsâ ailesine, ‘Ben bir ateş gördüm. Ondan size bir haber, yahut ısınmanız için bir kor ateş getireceğim’ demişti. (Mûsâ) Oraya geldiğinde şöyle seslenildi: ‘Ateşin bulunduğu yerdeki ve çevresindekiler mübârek kılınmıştır!’ Âlemlerin Rabbi olan Allah, eksikliklerden münezzehtir!’’ (Neml, 7-8)

İmanın üç mertebesi tasavvufta ‘’İlme’l-Yakîn’’, ‘’Ayne’l-Yakîn’’ ve ‘’Hakka’l-Yakîn’’ olarak bilinir. Aralarındaki fark ise İlâhi Hakîkati temsil etmek için ateş unsurunun kullanılışıyla tasvir edilmektedir. En alt mertebe olan İlme’l-Yakîn, tıpkı Mûsâ’dan yalnızca ’’Yanan Çalı’’nın haberini alanlar gibi, ateşe dair bilgisi yalnızca ateşin tarifini işitmekten ileri gelen kişiye özgü bilgidir. İkinci mertebe olan Ayne’l-Yakin, tıpkı Mûsâ’nın çalıya ulaşmadan önceki durumu gibi, ateşe dair bilgisi onun alevlerinin ışığını görmekten ileri gelen kişiye özgü bilgidir. En üst mertebe olan Hakka’l-Yakîn ise ateşe dair bilgisi, ateşle yanmaktan ve böylece ateşle bir olmaktan ileri gelen kişiye özgü bilgi gibidir ki, bu mertebe yalnızca Bir’e özgüdür. Bu Birlik’in tahakkuku, burada çalı ile çevrili ilâhi Huzur’a çağrılışıyla Mûsâ’ya gösterilmiştir. Bu huzura giriş, ateşe girmeye eştir: ‘’Ateşin bulunduğu yerdeki ve çevresindekiler mübârek kılınmıştır’’

Kur’an’ın diğer bir sûresinde de ‘’Yanan Çalı’’ya atıfta bulunularak bu ulvi tecrübe ilâve bir sembolizmle teyit edilir: ‘’Ateşin yanına varınca, ona şöyle seslenildi: ‘‘Ey Mûsâ! Şüphe yok ki, Ben senin Rabb’inim. Hemen pabuçlarını çıkar. Çünkü sen mukaddes Tuvâ vadisindesin’’ (Tâ-Hâ, 11-12)

Hz. Mûsâ’nın yanan çalıya ulaştığı vakit, Hakka’l-Yakîn’de fenâ buluşu, pabuçlarını çıkarmasıyla yani yaratılmış iki âlem olan cennet ve dünyadaki zâhiri varoluşunun temelini her şeyi yaratan Yüce Allah’tan ayırmasıyla temsil edilir. Vadinin adı, Kıyamet gününe tasvir edilen âyette görüldüğü üzere ‘’dürmek’’ anlamına gelmektedir. ’’Yazılı kâğıt tomarlarının dürülmesi gibi göğü düreceğimiz günü düşün’’ (Enbiyâ, 104)

Tüm ‘’ötekiliklerden’’ sıyrılmak, sufî olarak da adlandırılan ’İnsan’ı Kâmil’’ mertebesine erişmektir. Bu durum hiçbir şekilde bir mertebe olarak addedilemez. Zirâ hakîkatin yakîni kendi dışındaki her şeyi imha eder. Bu Allah’ın Ezeli ve Ebedi Birliği’dir. O nedenle bazen ‘’Sûfî yaratılmamıştır’’ denilmektedir. Çünkü hakîkat yaratılmamıştır ve sûfînin içinde yaratılmış olan her şeyi imha ederek yalnızca kendini bırakır. İnsan-ı Kâmil’in ilâhi hakîkatle olan bu özdeşliği, Cenâb-ı Hak tarafından bir kudsî hadisle Hz. Peygamber’in dilinden şu şekilde beyan edilir:

‘’Kulum bana nâfilelerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Ben kulumu sevince de artık işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum’’

Aynı husus, sûfîler tarafından hadis kabul edilen şu sözlerle vurgulanır:  ‘’Ben ‘’mim’’ siz Ahmed (Ehad), ‘’ayn’’ sız Arab’ım (Rabb). Ben’i gören, Hakk’ı görmüştür. ‘’Mim’’ harfi ölümün yani sonun harfidir. ‘’Ayn’’ harfi ise yaratılışın kaynağı, yani başlangıcın harfidir. Başlangıç ve sonla ilişkili her şey, Hakka’l- Yakîn’de yeniden özümsenir ve geriye yalnızca başı ve sonu olmayan Bir, yani ‘’Ehad’’ ve ‘’Rabbi’’ kalır. Bu kelimeler özellikle hakîkatin fenâdan sonra bekâ olarak isimlendirilen yönüne atıftır. Zirâ değişime tabî olan her şey ortadan kalkmış olup, Bâki olan ise her tür değişimin ötesinde yer alır. Bâki olan hakîki ‘’kendi’’ dir. Bir başlangıç ve sonu olup Arap Ahmed’e tekâbül eden ‘’kendi’’ ise yalnızca bir tezahürdür. Hakîki Kendi’nin Allah’tan gayrısı olmayışı diğer bir hadis-i şerifte şöyle ifâde edilmiştir:

‘’Kendini bilen, Rabb’ini bilir’’

‘’Kendi’’, O’nu gizleyen ‘’kendi’’ perdelerinin hakîkat tarafından açık bir biçimde yok edildiği İnsan-ı Kâmil’e bırakılan şeylerin Cem’idir. Bu yüzden Bakara Sûresi’nde şöyle buyrulur:

‘’O’nun resullerinden hiçbirini (diğerlerinden) ayırt etmeyiz’’ (Bakara, 285)

Zîra, onların her biri Hakka’l-Yakîn’de kendinden başkası değildir ve kendi de daima Bir ve Ayn’dır. Meleklere Âdem sûretindeki İnsan-ı Kâmil önünde secde etmelerinin emredilişi, her şeyden önce kendi nedeniyledir. Hakka’l-Yakîn olan kendi, Bir’dir; birçok şey arasında tek bir şeyin birliğiyle bir olmayıp tüm ikilikleri ebedi olarak yok eden Birlik’le Bir’dir. O’nu birden fazla kılacak şekilde hiçbir şey O’na ilâve edilemez, zîra O zaten sonsuzdur. Bu sonsuz Birlik, bazen O (Hüve), bazen de Zât olarak isimlendirilir. Bu nedenle Zât Cenneti cennetlerin en yükseğidir ve O’nun cennetidir. Her şey zaten orada olduğunda, O’na hiç kimse giremez. Dolayısıyla birinin Zât Cenneti’ne girdiği söylendiği vakit kastedilen şey, o kişinin nefsinin hiçliğine indirgendiği ve dolayısıyla ‘’bir’’ den ‘’hiç’’ e düşürüldüğüdür. Zîra yalnızca hiç O’na girebilir. Kişinin hiçliğinin bu bilgisine ‘’fakr’’ adı verilir ve Îsâ’nın şu sözünde ‘’fakr’’a işâret edilmektedir:

‘’Bir devenin iğne deliğinden geçişi, zengin bir adamın Tanrı’nın Melâkut’una girişinden kolaydır’’

‘’O’nun resullerinden hiçbirini (diğerlerinden) ayırt etmeyiz’’ âyetinde, fakr bakımından ‘’Kendi’’ nin pek de resullerin ’’kendi’’ leri olarak anlaşılmadığı diğer bir anlam görülebilir. Her ne kadar Îsâ Sûresi’nde: ‘’Andolsun, peygamberlerin bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. Dâvûd’a da Zebûr’u verdik’’ (İsrâ, 55) buyurulmuş olsa da, bu üstünlük ayırımı yalnızca Zât Cenneti’nin aşağısında olanlara atıftır. Oysa Zât’ta, hakkı tahakkuk ettirme bakımından tamamı eşittir.

‘’Allah zengindir, siz fakirsiniz’’ (Muhammed, 38) Peygamberlerin en üst kıymete sahip olarak değerlendirilmeleri, işte bu eşitlik içindir. Zîra peygamberler, tüm dünyevî ve semâvî tamlıklarına oranla ‘’fakr’’  ları bakımından kıyaslanmayacak biçimde daha büyük ve daha zengindirler. Çünkü bu hiçlik ve fakr, Hakk’ın sonsuz keremine ulaştıracak yegâne anahtardır. Ancak varlık açık bir biçimde Hakk’ta yok olduğundan, O’nun keremine sahip olma hakkını elde ettiği söylenemez. Zîra hakîkatte O’nun kerem sahibi olması asla sona ermemiştir (Allah ile seyir).

Fenâdan önce, varlık sıfatlarla Zât’tan, yani kesretle Vahdet’ten (çoklukla birlikten) perdelenmiştir. Fenâda ise Zât tarafından sıfatlardan perdelenmiştir. Fenânın ardından bekâda ise ne sıfatlar tarafından Zât’tan, ne de Zât tarafından sıfatlardan perdelenmiştir, fakat sıfatlar Zât’tan gayrısı da değildirler. Tüm sırlar arasındaki bu en büyük sır, Bir olan Sonsuz Kerîm’in sırrı Bölünmez Birlik’teki tüm sıfatlarla birlikte Zât’ı ifâde eden Allah İsm-i Celîli’inde vurgulanır. Bu sırra ilişkin şöyle buyrulmaktadır:

‘’De ki: ‘O, Allah’tır, bir tektir (Ehad). Allah Samed’dir’’ (İhlâs, 1-2)

O’nun cenneti olması bakımından Zât Cenneti olarak isimlendirilen, Allah’ın cenneti olması bakımından ‘’Firdevs’’ olarak isimlendirilir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ‘’Allahu Teâlâ’dan istediğinizde, Firdevs’i isteyin. Çünkü o cennetin ortası ve en yükseğidir. Cennetin ırmakları da ondan fışkırır’’

Sevilenler yani fenâdan sonra bekâya ulaşanlar ‘’yakınlaştırılanlar’’ (el-mukarrebûn) olarak adlandırılırlar. Kevser’den diğer ırmakların kendisinde aktığı o yüce ırmaktan içenler de onlardır. Yakınlaştırılanlar (el-mukarrebûn) Firdevs’te, ayrıca kendisi de Kevser gibi misk kokan Tesnîm adlı pınardan içerler.

Cennet bahçeleri ve pınarlarının yanı sıra ırmakları, meyveleri ve eşlerinden bahsetmek, hakîkati dile getirmektir. Oysa bu dünyada böylesi nimetlerden bahsetmek, sadece bir ifade biçimidir. Zîra gerçeklikler cennettedir ve bu dünyada gördüklerimiz ise gerçekliğin yalnızca uzak gölgeleridir.

Değişmez ve bölünmez Allah, yanında tüm hakîkatlerin mevcudiyetlerinin zâil (yok) olduğu hakîkattir. Böylesi bir izâfi hakîkat de ‘’şerîat’’ tır. Şerîatın hakîkati ‘’Ben ve Sen’’ kelimeleri ile ifâde edilirken, tarîkatin, yani Allah’a giden doğrudan yolun hakîkatinin ‘’Ben senim ve sen bensin’’ kelimeleriyle ifâde edilebileceği dile getirilir. Fakat hakîkatin kendisi şöyle dile getirilir: ‘’Ne ben varım ne sen, O’dur ancak var olan.’’

İnsan-ı Kâmil, hakîkatte kendisinin hiçbir şey olduğunu, lâkin O’nun her şey olduğunu ebedi olarak tahakkuk ettirir. Fakat söz konusu tahakkuk, insan nefsinin ötesindedir ve ‘’Kul, kul olarak kalır’’ sözüyle kastedilen de budur. Kul, Allah olamaz, zîra ya görünüşte olduğu gibi kuldur ya da gerçeklikte olduğu gibi hiçbir şeydir. Diğer tüm insanların nefslerinde olduğu üzere İnsan-ı Kâmil de beşerî nefsini ilâhi kılamaz. Lâkin İnsan-ı Kâmil’in nefsi kendi başına Hakka’l-Yakîn’in doğrudan bilgisine erişemese de, diğer nefslerin aksine hakîkatin rûhunun güneşinden neşet eden bir ışık şuası onun merkezine temas eder. Zîra İslâm’da Hz. Peygamber’in nefsiyle temsil edilen kâmil nefs, ‘’Melekler ve ruhun indiği’’ Kadir Gecesinden başkası değildir. Kalp yani bu mânevî şua noktası, kâmil nefsin bulutsuz bir gecesindeki bir dolunay gibidir. Bu durum onu diğer gecelere nazaran ‘’bin geceden daha hayırlı’’, başka bir deyişle, diğer nefisler arasında emsalsiz kılar.

Kâmil nefsin ruh ile evliliği kadir gecesi ile sembolize edilir. Bu evliliğin çocuğu ise Kur’an’dır. Tıpkı kâmil nefsin Bakire Meryem ile temsil edildiğinde doğan çocuğun Îsâ oluşu gibi.

AYNE’L-YAKÎN:

‘’Hani meleklere ’Âdem’e secde edin.’ demiştik. İblis hâriç hepsi secde etmişlerdi ve Biz demiştik ki: ‘Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun…’’ (Bakar, 34-35)

Çeşitli toplumlar arasında farklılıklar söz konusu olmakla birlikte, gelenekler bize insanın yeryüzü üzerindeki bir cennette yaşadığı çağdan bahseder. Kıssada Âdem ve Havva’nın birbiri ardına yaratılışları, başlangıçtan bu yana genel olarak insanlığın Adn (cennet) Çağı esnasında geçmelerinin takdir olunduğu iki farklı safhaya işaret eder. Âdem’in yaratılışı ve meleklerin ona secde etmeleri, insanın Zât şuuruyla, yani Hakka’l-Yakîn’le doğduğu bir döneme atıfta bulunur. Havva’nın yaratılışı ise, insanın yalnızca Ayne’l-Yakîn’e sahip olarak, yani beşeri kemâl halinde doğacağı sonraki bir döneme işâret eder. Hakka’l-Yakîn’den Ayne’l-Yakîn’e inen bu kemâlin kaybı, Kâdim Çağ’ı sona erdiğini gösteren Adn Cennet’nin de kaybına tekâbül eder. Âdem ve Havva ile ilgili bu yorum, bazılarınca şu hadis ile ilişkilidir:

‘’Bildiğimiz Âdem’den önce Allah yüz bin Âdem yaratmıştır’’

Meleklerin önünde secde ettikleri ilk Âdem ile ‘’Bildiğimiz Âdem’’ yani inen Âdem arasında Adn döneminin tamamı yer alır. Aslında Âdem’de gerçekleştiği söylenen değişimler, tek bir varlıkta gerçekleşmiş olamaz. Zîra Hakka’l-Yakîn, tanımı gereği kaybedilemez olandır. Hakka’l-Yakîn, gerçekte O’nda yok olan kişi için fenâdan sonra bekâ gibidir.

Hakka’l-Yak’in’de, Ayne’l-Yakîn hiçbir şeydir. Bununla birlikte insanın Ayne’l-Yakîn’e sahip oluşu ona üçüncü bir göz bahşeder. Bu göz olmadan, hakîki tabiatından düşmüş insan aslî işlevini yerine getiremez. Bu göz sayesinde kâinatın efendisi olmasa da en azından kendi varlık hâlinin efendisidir.

İLME’L-YAKÎN:

‘’Derken Âdem, Rabb’inden birtakım kelimeler aldı ve (onlarla amel edip Rabb’ine yakardı. O da) bunun üzerine tevbesini kabul etti. Şüphesiz, O, tevbeleri çok kabul edendir, çok bağışlayandır. ‘İnin oradan (cennetten) hepiniz. Tarafımdan size bir yol gösterici (peygamber) gelir de kim ona uyarsa, onlar için herhangi bir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.’ dedik.’’ (Bakara, 37-38)

Dış dünyanın insan nefsinin bir yansıması olduğu ve tüm ayrıntıları bakımından insan nefsiyle benzeştiği unutulmamalıdır. Bu benzerlik bazen âlemin büyük bir insan gibi olduğu ya da insanın küçük bir âlem olduğu söylenerek dile getirilir. Bu iki âlem arasındaki benzerlik nedeniyle, makrokosmosa atıfta bulunan kutsal ifâdeler, ayrıca mikrokosmosa atıfta bulunuyor olarak da yorumlanabilir. İşte bu iki âlemi gören ve anlayan hakîki insanın aksine, düşmüş insan, âlemi yalnızca ayrıntılı bir çeşitlilik içinde görür. Buna bir örnek verilecek olursa: Adn Cenneti’nin merkezinden fışkıran âb-ı hayatın hakîki insanın nefsinin merkezinde Ayne’l-Yakîn’in karşılığı olduğu, ya da daha ziyade bu gözün (ayn) gerçek âb-ı hayat olduğu söylenebilir. Adn Cenneti’ndeki pınar ise onun harici bir yansımasıdır (İnsanın âb-ı hayata ulaşması Ayne’l-Yakîn/kalp gözü ile görme mertebesine ulaştığının işaretidir). Bu nedenle Âdem’in Adn Cenneti’nden çıkarıldığı söylendiğinde, bunun anlamı genel itibariyle insanın hem gözün bâtınî cennetini hem de haricî âlemin cennetini kaybettiğidir.

İnsan, hârici âlemin köprüsüdür. Bu yüzden insanın yozlaşması, zorunlu olarak bütünü de etkilemiş olmalıdır ve Kadim Çağ’ı takip eden çağın koşulları da genel olarak insanlığın artık bâtıni cennete sahip olmadığının zâhiri bir işareti olmuştur. Aslında eski insanların büyük bölümünün bir insanın nasıl cennete geri döneceği ve bir kez daha hakîki insan olabileceğine ilişkin izler bıraktığı söylenebilir. Dinler tarafından insana bu geri dönüş hatırına İlme’l-Yakîn bahşedilmiştir. Âyette bahsi geçen yol göstericilik de budur.

Yolu izleyenlerin oranının önceki devirlere oranla sonraki devirlerde daha az oluşu, tüm dünyevî şeylerin yozlaşmaya yönelik tabii eğiliminden kaynaklanmaktadır.

SÜLEYMAN’IN MÜHRÜ:

‘’Bir zamanlar Rabb’in meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halîfe var edeceğim.’ demişti.’’ (Bakara, 30)

Dünya üzerindeki her şey daha yüksek bir hakîkatin az ya da çok doğrudan bir yansıması olsa da, yalnızca en doğrudan yansımalar gerçekten sembolik olarak adlandırılabilir. Bu yansımalar iki türlüdür: Varlıklarını herhangi bir biçimde düşmüş insanın müdahalesine borçlu olmaksızın, ilk örnekleri başlangıçtan itibaren bu dünyada bulunan şeyler ve ilk örnekleri sonraki bir zamanda doğrudan ilham olunan şeyler. (Hz. Peygamber veya İnsan-ı Kâmil Allah’ın ilk yansıması iken, diğer varlıklar İnsan-ı Kâmil’in yansımalarıdır)

Analojinin (benzerlik) ilkesi, Hermetizm geleneğinde Zümrüt Levha’nın şu cümlesiyle ifâde edilmektedir. ‘’Aşağıda olan yukarıda olan gibi, yukarıda olan aşağıda olan gibidir.’’ Bu anlayış ‘’Süleyman’ın mührü’’ sembolünün bağlantısı içinde düşünülmelidir. Biri diğerinin tam aksi yönde olmak üzere yerleştirilmiş iki üçgen sembolü.

Gerçek sembol Süleyman Mührü’nün aşağıdaki üçgeninde tasvir edilir.

Fakat bu üçgen yalnızca onu daha üstteki üçgen tarafından temsil edilen yüksek hakîkatin doğrudan bir yansıması olarak temsil etmekle kalmaz, ayrıca tersine çevrildiğinde sembolün ters çevrilmiş bir yansıma olduğunu gösterir. Tersine çevrilmenin bir örneği olarak sembolize ettiği âhirete nispetle tersine çevrilmiş bu âlem verilebilir. Ayrıca bu tersine çevrilmenin bir alâmeti, bu âlemde Allah’ın halîfesi olan insanın, yaratılış düzeninde en son zuhûr edişinde görülebilir. Süleyman Mührü’nde bu husus, üstteki üçgenin tepe noktasının yaratılmış tüm şeylerin kendisinden meydana geldiği Yaratıcı’ya tekâbül ederken, aşağıdaki üçgenin tepe noktasının tüm mahlûkatın yöneldiği nihaî netice olan insana tekâbül eder. Dolayısıyla tersine çevrilme, kâinatın uyumunun dayandığı bir kanun olarak görülebilir.

Zîra yalnızca onun tersine çevrilmesi yani mutlak pozitif karşısında tamamen negatif bir yansıma olarak kâinat mevcut olur. Sonunda tüm âlemlerin en aşağısındaki âlemde, sudaki bir nesnenin yansımasının (veya aynadaki görüntünün) bizzat nesneye nispetle ters çevrilmesinin nedeni, varlık hiyerarşisinin bütününde bu kanunun hâkim oluşudur. (Yeryüzünün gökyüzünün yansıması olduğu gibi, nefs de rûhun yansımasıdır.)

Öyleyse yukarıdaki üçgen takdir cihetiyle Allah’ı temsil ediyorsa, Tepe noktası da O’nun el-Kâdir isminde ifâde edilen İlâhi İrâde’yi temsil edecektir. O halde taban da içinde her şeyin yazılı olduğu ve yaratılış bakış açısından kader kitabı olarak adlandırılabilecek ezeli kitap, yani kitapların anasından (Ümmü’l Kitâb’tan) başkası olmayan ilâhi takdirin pasif yönünü temsil edecektir. Tıpkı kaderin onun sebebi olan irâdeye yönelik pasif oluşu gibi, hakîki insan da kader karşısında pasiftir.

İnsan-ı Kâmil de, ilâhi ve beşerî tabiatı kendinde barındıran iç içe geçmiş, aşağı ve yukarı bakan iki üçgen şeklindeki Süleyman Mührü ile tasvir edilir. Bu ikilik nedeniyle bazen ‘’berzah’’ olarak da adlandırılır.

‘’O iki denizi birbirine salmıştır. Şu tatlı su ve susuzluğu gidericidir. Bu ise tuzlu ve acıdır. (Allah) aralarında bir berzah ile aşılmaz bir engel koymuştur’’ (Furkân, 53) Yalnızca O’nun kalbinde, âhiretin tatlı suyu ile ve bu dünyanın tuzlu suyu buluşur.

İnsan-ı Kâmil’in diğer bir sembolü de ‘’Haç’’ ta temsil edilmektedir. Yatay çizgi onun dünyevî tabiatının tamlığını temsil ederken, dikey çizgi onun semavî yükseltilişini temsil etmektedir. Bununla birlikte, onun sembollerinden biri de ‘’Hilâl’’ dir. Zîra bir kâse şeklindeki Hilâl de onun ilâhi lütfu alma işlevini gösterirken, aynı zamanda boğanın boynuzları gibi onun ihtişamını, tüm kâinatta bu lütfu idare işlevini belirtmektedir.

‘’Bilmeli ki Allah bir sivrisineği hatta ondan daha küçük bir şeyi misal getirmekten çekinmez.’’ (Bakara, 26) ‘’Görmedin mi, Allah güzel bir sözü nasıl misal getirdi? (Güzel söz) kökü sağlam, dalları yukarı yükselen bir ağaç gibidir…’’ (İbrâhim, 24)

Her sembol, sezgisel bir işârete sahiptir. Semboller yalnızca tesadüfi benzerlik yoluyla değil, aslında tıpkı bir gölgenin üzerine düştüğü nesneyle ilişkili olması gibi, onlarla ilişkili oldukları için sâlike (Mânevî yolcuya) yüksek âlemlerdeki benzerlerini hatırlatma gücüne sahiptirler. Örneğin yapılan her zikir, hafızayı harekete geçirmek için kullanılan bir semboldür.

Her şey bir gölgeden ibrettir. Aslında, eğer bir âlem yukarıdan gölge etmezse, altındaki âlemler hep birden sırra kadem basarlar. Zîra yaratılıştaki her bir âlem, yukarıdaki âlemin ilk örneklerine tamamen bağımlı bir gölgeler silsilesinden başkası değildir. Bu yüzden, herhangi bir sûretle alâkalı en önemli ve en doğru gerçek, onun sembol olduğudur.

Dünyevî nesneler için doğru olan şey, fiiller için de geçerlidir. Dünyevî bir fiil, tüm kâinata uzanan benzer bir gölgeler hiyerarşisinin sonuncu halkasıdır. Doğruyu Allah bilir.