GERÇEK BİLGİ (YAKÎN RİSÂLESİ):
Eser,
Gelenekçi ekolün temsilcilerinden Martin Lings’e aittir. Martin Lings 1909
yılında İngiltere’de Protestan bir ailede dünyaya gelir. Oxford Üniversitesinde
İngiliz Edebiyatı üzerine eğitim alır. Ancak mânevî bir arayış içindedir. Bu
dönemde yolu daha önce İslâm’la müşerref olan Fransız mütefekkir Rene Guenon ile kesişir. Onun
eserlerinden feyz alır ve ‘’Ebubekir
Sirâceddin’’ ismini alarak Müslüman olur. 2005 yılında, 96 yaşında Hakk’ın
rahmetine kavuşur. Tevazu ve Hakk yolunda hizmet ile geçmiş bir ömrün arkasında
16 çok değerli eser bırakan yazar, son eserini vefatından 30 saat önce
tamamlar.
Martin Lings
kaleme aldığı eserlerinde, Rene
Guenon gibi Ortaçağ’dan itibaren ortaya çıkan belirsizlik ve merkezden
uzaklaşmanın neden olduğu bunalıma işaret etmektedir. Ona göre Dünya, mânevî
bir bereket döneminden maddi bir refahın nesnesi haline geldiği bir döneme,
Karanlık Çağ’a ulaşmıştır. Hindular Kosmos’un dört devri barındırdığına inanır.
Söz konusu devirler, İnsanlığın Altın, Gümüş, Bronz ve Demir çağlarına karşılık
gelmektedir. İlk devir olan Altın Çağ, insanın merkeze en yakın olduğu devir
olması bakımından merkezden açığa çıkan bereketi yoğun bir biçimde barındırsa
da, zaman yukarı doğru değil aşağı doğru ilerlemekte ve bu durum da hızlı bir
iniş ya da seyri beraberinde getirmektedir. Ayrıca bu devirler başlangıçta uzun
sürmekte, Demir yani karanlık çağa doğru gittikçe kısalmaktadır. İnsanoğlunun yaşı ilerledikçe kimi bedenî
rahatsızlıklardan muzdarip oluşu gibi, içinde bulunduğumuz çağ da ileri
yaşından kaynaklanan kimi hastalıklara dûçar olmuştur.
Martin Lings,
ileri bir yaşa yani karanlık Çağ’ın sonuna erişildiğinde olumsuz bazı
emârelerin varlığına dikkat çeker. Zîra, ölümsüz bir canın ölümlü bir bedende
hapsolması bir gerilime neden olmaktadır. Gençken beden nefs ile bir uyum
içindedir (Nefs bedeni tesiri altına alır beslenir, güçlenir). Zaman geçtikçe
beden bozulmaya yüz tutarken uyum da bozulur (Mânevî olgunluk ve Hikmet artar,
nefs de zayıflar).
Martin
Lings, birçok yerde günümüz dünyası ile kadim dünya arasında karşılaştırmalarda
bulunmaktadır. Günümüz dünyası değişken bir kaos ve kriz içinde kıvranırken,
kadim dünyada her şeyin yerli yerinde olduğu bir düzen ve ‘’kavram sıralaması’’
söz konusudur. Günümüz dünyasında karşılaşılan kaosun sebebi ise modernizm
savunucuları tarafından kavram sıralamasının ters çevrilmesidir. İnsan, fıtratı
gereği Mâbud’a ibâdet arzusu taşır. Fakat mâneviyatından koparılıp ibâdet
arzusunu gerçekleştiremezse, aşağıdaki bir düzlemde Mâbud arayışına girip
Mutlak’ı aşağı bir düzlemdeki tanrılarla değiştirerek bir karşı çıkış içine
girer (Başka putlar edinir). Kadim dünyada geçerli olan sıralamanın aksi
yöndeki eşitlik, özgürlük, bilim gibi kavramlar da karşı çıkışı ortaya
koymaktadırlar. İyiyi saptırmanın en iyi yolu, onu kötüye doğru
saptırmaktır. İşte eşitlik ve özgürlük adlı iki hurâfe, insanda fıtrî
olan iki güdüyü saptırarak kaosun hem sebebi hem de sonucunu oluşturmaktadır. Eski
düzen yeniden tesis edildiğinde, bu iki put da ortadan kalkacaktır.
Ayrıca düzen tesis edildiğinde ‘’Hak ile bâtıl’’ arasında süre
gelen mücâdelenin kazananı, bu saf hâle erişenler olacaktır. İnsanın bu aşağı
âleme inişinden önceki saf hâli, ifadesini İnsan-ı Kâmilde bulan bozulmamış
tabiata da işâret etmektedir.
Martin
Lings’in modern çağın kargaşasından bahsederken üzerinde durduğu diğer bir
husus, Batı’da sözde Rönesans (yeniden doğuş) ve Aydınlanma’dan itibaren
kıyâmetin daha az beklenir olmasıdır. Bu süreçte dine olan ilgi de büyük oranda
azalmıştır. Zîra Rönesans simgesel olarak insanın rasyonel (akla dayalı) insana
dönüştüğü bir süreçtir. Rönesans’ta, âfaktan enfüse (dıştan içe) doğru ilerleyen bir değişimle insan külli
(bütünsel) akla, tefekküre dayanan bakış açısını yitirerek nefsanî
nimetlere yönelir. Bu karanlık döneme kadar dünya asla bu kadar rağbet
görmemiştir. Sonuç olarak îmânın yerini profanlık (din dışı) yönelimler
almıştır. Oysaki kadim dönemlerde insanlar sürekli bir biçimde kıyâmetin
yakınlığını göz önünde bulundurmuşlardır. Geçmişe bakıldığında kıyâmetin yakın
olduğu düşünülür ancak hissedilmezken, günümüzde yakınlığını ortaya koyacak
kanıtlar gaflet içinde görmezden gelinmektedir. Yakın zamana kadar insanlar ’‘yukarıdan aşağıya geldiklerinin’’ farkındayken,
modern insan ‘’aşağıdan yukarıya
çıktığını’’ düşünmektedir.
Martin
Lings’e göre sahih (gerçek) din, insanın her seviyedeki ihtiyacını karşılar.
Din, üç yönlü bir ilâhi Mesaj’dır. İlki, Yaratan ve yaratılmışla alâkalı
olarak neye inanması gerektiğini söyleyen akîde; ikincisi, neyin
yapılması gerektiğini söyleyen şerîat; üçüncüsü ise, insanlar arasında
mânevî farkındalığa imkân veren tasavvuftur
(bâtınî boyut).
Martin
Lings’e göre, tasavvuf olmadan İslâm merkezi olmayan bir daireye benzer.
Tasavvufun sonradan zuhûr etmiş bir olgu olduğunu öne sürenler, büyük bir
yanılgı içindedirler. Zîra ilk sûfînin bizzat Peygamber Efendimiz olduğu kabul
edilmekte ve O’nun hayatının tüm safhaları sûfîlerce örneklik teşkil etmektedir.
Tasavvufun İslâm bağlamındaki yeri, kalbin beden bağlamındaki yeri gibidir.
Kur’an’da
Hz. Peygamber ve ashabı için ‘’Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı
ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a îman edersiniz.’’
(Âl-i İmrân, 110) hitabı çok önemlidir. Hz. Peygamber ve ashabı, farz ve nâfile
ibadetlerle birlikte tefekkür ve halvete yer vermiştir. Bu ibâdetler daha sonra
sûfîler tarafından sürekli olarak ifa edilmiştir.
Cünetd-i
Bağdadi de ‘’Resûlullah’ı izleyenlerin dışındaki tüm bâtınî yollar bâtıldır (boş
ve gerçekten uzaktır)’’ ve ‘’Bilgimiz, Allah’ın elçisinin hadisleriyle
boyanmıştır’’ sözleriyle ilk mürşidin Hz. Peygamber oluşuna dikkat
çeker.
Martin
Lings’e göre tasavvuf, yapılan ibâdetlerin nitelik bakımından zengin ya da daha
yüksek bir duruma gelmesidir. Karanlık Çağ’da insan gitgide Hakîkat’ten
uzaklaşsa bile Hakîkat ona daha fazla yaklaşır. Bu konuyla ilgili İncil’de
geçen ‘’Üzüm bağındaki işçiler’’
benzetmesi çok ilginçtir. İnsanlar, önceki devirlerde hakîkate ulaşmak için bir
ömür boyu çalışmak zorunda olsalar da ‘’günbatımından
az önce gelen işçiler’’ tüm gün çalışanlarla aynı ücreti alır. Bu benzetme,
Hz. Peygamber ile ashabı arasında geçen şu konuşmayı hatırlatmaktadır: ‘’Öyle bir zaman gelecek ki size emredilenin
onda birini yapsalar kurtulacaklardır.’’
Bu anlayışa göre hakîkatten yüz çevirmemek kurtuluş için kâfidir.
Martin Lings
bu yolda vasıfsız ve ehliyetsiz sözde mürşidlere de değinir. Ona göre iki
mânevî yol bulunmaktadır: İlki, irşad vasfına haiz olmayıp sadece tarîkat
adabını aktaran bir otorite tarafından idare edilen statik (durağan) bir
yoldur. İkincisi ise yolda tecrübe sahibi olup, diğerlerine bu yolda
rehberlik etme ehliyetine sahip bir mürşidin idare ettiği yoldur.
Aşağıdaki yazı
Ebubeki Sirâceddin (Martin Lings) in ‘’Yakîn Risâlesi’’ nden bir bölümdür.
HAKKA’L-YAKÎN:
’’Hani Mûsâ ailesine,
‘Ben bir ateş gördüm. Ondan size bir haber, yahut ısınmanız için bir kor ateş
getireceğim’ demişti. (Mûsâ) Oraya geldiğinde şöyle seslenildi: ‘Ateşin
bulunduğu yerdeki ve çevresindekiler mübârek kılınmıştır!’ Âlemlerin Rabbi olan
Allah, eksikliklerden münezzehtir!’’ (Neml, 7-8)
İmanın üç
mertebesi tasavvufta ‘’İlme’l-Yakîn’’, ‘’Ayne’l-Yakîn’’ ve
‘’Hakka’l-Yakîn’’ olarak bilinir. Aralarındaki fark ise İlâhi Hakîkati
temsil etmek için ateş unsurunun kullanılışıyla tasvir edilmektedir. En
alt mertebe olan İlme’l-Yakîn, tıpkı Mûsâ’dan yalnızca ’’Yanan Çalı’’nın
haberini alanlar gibi, ateşe dair bilgisi yalnızca ateşin tarifini işitmekten
ileri gelen kişiye özgü bilgidir. İkinci mertebe olan Ayne’l-Yakin, tıpkı
Mûsâ’nın çalıya ulaşmadan önceki durumu gibi, ateşe dair bilgisi onun
alevlerinin ışığını görmekten ileri gelen kişiye özgü bilgidir. En üst
mertebe olan Hakka’l-Yakîn ise ateşe dair bilgisi, ateşle yanmaktan ve
böylece ateşle bir olmaktan ileri gelen kişiye özgü bilgi gibidir ki, bu
mertebe yalnızca Bir’e özgüdür. Bu Birlik’in tahakkuku, burada çalı ile çevrili
ilâhi Huzur’a çağrılışıyla Mûsâ’ya gösterilmiştir. Bu huzura giriş, ateşe
girmeye eştir: ‘’Ateşin bulunduğu yerdeki
ve çevresindekiler mübârek kılınmıştır’’
Kur’an’ın
diğer bir sûresinde de ‘’Yanan Çalı’’ya atıfta bulunularak bu ulvi tecrübe ilâve
bir sembolizmle teyit edilir: ‘’Ateşin yanına varınca, ona şöyle
seslenildi: ‘‘Ey Mûsâ! Şüphe yok ki,
Ben senin Rabb’inim. Hemen pabuçlarını çıkar. Çünkü sen mukaddes Tuvâ
vadisindesin’’ (Tâ-Hâ, 11-12)
Hz. Mûsâ’nın
yanan çalıya ulaştığı vakit, Hakka’l-Yakîn’de fenâ buluşu, pabuçlarını
çıkarmasıyla yani yaratılmış iki âlem olan cennet ve dünyadaki zâhiri
varoluşunun temelini her şeyi yaratan Yüce Allah’tan ayırmasıyla temsil edilir.
Vadinin adı, Kıyamet gününe tasvir edilen âyette görüldüğü üzere ‘’dürmek’’
anlamına gelmektedir. ’’Yazılı kâğıt tomarlarının dürülmesi gibi
göğü düreceğimiz günü düşün’’ (Enbiyâ, 104)
Tüm
‘’ötekiliklerden’’ sıyrılmak, sufî olarak da adlandırılan ‘’İnsan’ı Kâmil’’
mertebesine erişmektir. Bu durum hiçbir şekilde bir mertebe olarak addedilemez.
Zirâ hakîkatin yakîni kendi dışındaki her şeyi imha eder. Bu Allah’ın Ezeli ve
Ebedi Birliği’dir. O nedenle bazen ‘’Sûfî yaratılmamıştır’’
denilmektedir. Çünkü hakîkat yaratılmamıştır ve sûfînin içinde yaratılmış olan
her şeyi imha ederek yalnızca kendini bırakır. İnsan-ı Kâmil’in ilâhi hakîkatle
olan bu özdeşliği, Cenâb-ı Hak tarafından bir kudsî hadisle Hz. Peygamber’in
dilinden şu şekilde beyan edilir:
‘’Kulum bana
nâfilelerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Ben kulumu sevince de
artık işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum’’
Aynı husus,
sûfîler tarafından hadis kabul edilen şu sözlerle vurgulanır: ‘’Ben ‘’mim’’ siz Ahmed (Ehad), ‘’ayn’’
sız Arab’ım (Rabb). Ben’i gören, Hakk’ı görmüştür. ‘’Mim’’ harfi ölümün yani
sonun harfidir. ‘’Ayn’’ harfi ise yaratılışın kaynağı, yani başlangıcın
harfidir. Başlangıç ve sonla ilişkili her şey, Hakka’l- Yakîn’de yeniden
özümsenir ve geriye yalnızca başı ve sonu olmayan Bir, yani ‘’Ehad’’
ve ‘’Rabbi’’ kalır. Bu kelimeler özellikle hakîkatin fenâdan sonra
bekâ olarak isimlendirilen yönüne atıftır. Zirâ değişime tabî olan her şey
ortadan kalkmış olup, Bâki olan ise her tür değişimin ötesinde yer alır. Bâki
olan hakîki ‘’kendi’’ dir. Bir başlangıç ve sonu olup Arap Ahmed’e
tekâbül eden ‘’kendi’’ ise yalnızca bir tezahürdür. Hakîki Kendi’nin
Allah’tan gayrısı olmayışı diğer bir hadis-i şerifte şöyle ifâde edilmiştir:
‘’Kendini bilen,
Rabb’ini bilir’’
‘’Kendi’’,
O’nu gizleyen ‘’kendi’’ perdelerinin hakîkat tarafından açık bir biçimde yok
edildiği İnsan-ı Kâmil’e bırakılan şeylerin Cem’idir. Bu yüzden
Bakara Sûresi’nde şöyle buyrulur:
‘’O’nun resullerinden
hiçbirini (diğerlerinden) ayırt etmeyiz’’ (Bakara, 285)
Zîra,
onların her biri Hakka’l-Yakîn’de kendinden başkası değildir ve kendi de daima
Bir ve Ayn’dır. Meleklere Âdem sûretindeki İnsan-ı Kâmil önünde secde
etmelerinin emredilişi, her şeyden önce kendi nedeniyledir.
Hakka’l-Yakîn olan kendi, Bir’dir; birçok şey arasında tek bir şeyin birliğiyle
bir olmayıp tüm ikilikleri ebedi olarak yok eden Birlik’le Bir’dir. O’nu birden
fazla kılacak şekilde hiçbir şey O’na ilâve edilemez, zîra O zaten sonsuzdur.
Bu sonsuz Birlik, bazen O (Hüve), bazen de Zât olarak isimlendirilir. Bu
nedenle Zât Cenneti cennetlerin en yükseğidir ve O’nun cennetidir. Her şey
zaten orada olduğunda, O’na hiç kimse giremez. Dolayısıyla birinin Zât Cenneti’ne
girdiği söylendiği vakit kastedilen şey, o kişinin nefsinin hiçliğine indirgendiği ve dolayısıyla ‘’bir’’ den ‘’hiç’’
e düşürüldüğüdür. Zîra yalnızca hiç O’na girebilir. Kişinin hiçliğinin
bu bilgisine ‘’fakr’’ adı verilir ve Îsâ’nın şu sözünde ‘’fakr’’a işâret
edilmektedir:
‘’Bir devenin iğne
deliğinden geçişi, zengin bir adamın Tanrı’nın Melâkut’una girişinden
kolaydır’’
‘’O’nun resullerinden hiçbirini
(diğerlerinden) ayırt etmeyiz’’ âyetinde, fakr bakımından ‘’Kendi’’ nin pek de resullerin ’’kendi’’
leri olarak anlaşılmadığı diğer bir anlam görülebilir. Her ne kadar Îsâ
Sûresi’nde: ‘’Andolsun, peygamberlerin bir kısmını bir kısmına üstün kıldık.
Dâvûd’a da Zebûr’u verdik’’ (İsrâ, 55) buyurulmuş olsa da, bu üstünlük ayırımı
yalnızca Zât Cenneti’nin aşağısında olanlara atıftır. Oysa Zât’ta, hakkı
tahakkuk ettirme bakımından tamamı eşittir.
‘’Allah zengindir, siz
fakirsiniz’’
(Muhammed, 38) Peygamberlerin en üst kıymete sahip olarak değerlendirilmeleri,
işte bu eşitlik içindir. Zîra peygamberler, tüm dünyevî ve semâvî tamlıklarına
oranla ‘’fakr’’ ları bakımından
kıyaslanmayacak biçimde daha büyük ve daha zengindirler. Çünkü bu hiçlik ve
fakr, Hakk’ın sonsuz keremine ulaştıracak yegâne anahtardır. Ancak varlık açık
bir biçimde Hakk’ta yok olduğundan, O’nun keremine sahip olma hakkını elde
ettiği söylenemez. Zîra hakîkatte O’nun kerem sahibi olması asla sona
ermemiştir (Allah ile seyir).
Fenâdan
önce, varlık sıfatlarla Zât’tan, yani kesretle Vahdet’ten (çoklukla birlikten)
perdelenmiştir. Fenâda ise Zât tarafından sıfatlardan perdelenmiştir. Fenânın
ardından bekâda ise ne sıfatlar tarafından Zât’tan, ne de Zât tarafından
sıfatlardan perdelenmiştir, fakat sıfatlar Zât’tan gayrısı da değildirler. Tüm
sırlar arasındaki bu en büyük sır, Bir olan Sonsuz Kerîm’in sırrı Bölünmez
Birlik’teki tüm sıfatlarla birlikte Zât’ı ifâde eden Allah İsm-i Celîli’inde
vurgulanır. Bu sırra ilişkin şöyle buyrulmaktadır:
‘’De ki: ‘O, Allah’tır,
bir tektir (Ehad). Allah Samed’dir’’ (İhlâs, 1-2)
O’nun
cenneti olması bakımından Zât Cenneti olarak isimlendirilen, Allah’ın cenneti
olması bakımından ‘’Firdevs’’ olarak isimlendirilir. Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur: ‘’Allahu Teâlâ’dan istediğinizde, Firdevs’i isteyin. Çünkü o cennetin
ortası ve en yükseğidir. Cennetin ırmakları da ondan fışkırır’’
Sevilenler
yani fenâdan sonra bekâya ulaşanlar ‘’yakınlaştırılanlar’’ (el-mukarrebûn)
olarak adlandırılırlar. Kevser’den diğer ırmakların kendisinde aktığı o
yüce ırmaktan içenler de onlardır. Yakınlaştırılanlar (el-mukarrebûn)
Firdevs’te, ayrıca kendisi de Kevser gibi misk kokan Tesnîm adlı pınardan
içerler.
Cennet
bahçeleri ve pınarlarının yanı sıra ırmakları, meyveleri ve eşlerinden
bahsetmek, hakîkati dile getirmektir. Oysa bu dünyada böylesi nimetlerden
bahsetmek, sadece bir ifade biçimidir. Zîra gerçeklikler cennettedir ve bu
dünyada gördüklerimiz ise gerçekliğin yalnızca uzak gölgeleridir.
Değişmez ve
bölünmez Allah, yanında tüm hakîkatlerin mevcudiyetlerinin zâil (yok) olduğu
hakîkattir. Böylesi bir izâfi hakîkat de ‘’şerîat’’ tır. Şerîatın hakîkati ‘’Ben ve Sen’’ kelimeleri ile ifâde edilirken,
tarîkatin, yani Allah’a giden doğrudan yolun hakîkatinin ‘’Ben senim ve sen bensin’’ kelimeleriyle ifâde edilebileceği dile
getirilir. Fakat hakîkatin kendisi şöyle dile getirilir: ‘’Ne ben varım ne sen, O’dur
ancak var olan.’’
İnsan-ı
Kâmil, hakîkatte kendisinin hiçbir şey olduğunu, lâkin O’nun her şey olduğunu
ebedi olarak tahakkuk ettirir. Fakat söz konusu tahakkuk, insan nefsinin
ötesindedir ve ‘’Kul, kul olarak kalır’’ sözüyle kastedilen de budur. Kul,
Allah olamaz, zîra ya görünüşte olduğu gibi kuldur ya da gerçeklikte olduğu
gibi hiçbir şeydir. Diğer tüm insanların nefslerinde olduğu üzere İnsan-ı
Kâmil de beşerî nefsini ilâhi kılamaz. Lâkin İnsan-ı Kâmil’in nefsi kendi başına
Hakka’l-Yakîn’in doğrudan bilgisine erişemese de, diğer nefslerin aksine hakîkatin
rûhunun güneşinden neşet eden bir ışık şuası onun merkezine temas eder. Zîra
İslâm’da Hz. Peygamber’in nefsiyle temsil edilen kâmil nefs, ‘’Melekler ve ruhun indiği’’ Kadir Gecesi’nden başkası
değildir. Kalp yani bu mânevî şua noktası, kâmil nefsin bulutsuz bir
gecesindeki bir dolunay gibidir. Bu durum onu diğer gecelere nazaran ‘’bin
geceden daha hayırlı’’, başka bir deyişle, diğer nefisler arasında
emsalsiz kılar.
Kâmil nefsin
ruh ile evliliği kadir gecesi ile sembolize edilir. Bu evliliğin çocuğu ise
Kur’an’dır. Tıpkı kâmil nefsin Bakire Meryem ile temsil edildiğinde doğan
çocuğun Îsâ oluşu gibi.
AYNE’L-YAKÎN:
‘’Hani meleklere
’Âdem’e secde edin.’ demiştik. İblis hâriç hepsi secde etmişlerdi ve Biz
demiştik ki: ‘Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun…’’ (Bakar, 34-35)
Çeşitli
toplumlar arasında farklılıklar söz konusu olmakla birlikte, gelenekler bize
insanın yeryüzü üzerindeki bir cennette yaşadığı çağdan bahseder. Kıssada Âdem
ve Havva’nın birbiri ardına yaratılışları, başlangıçtan bu yana genel olarak
insanlığın Adn (cennet) Çağı esnasında geçmelerinin takdir olunduğu iki farklı safhaya işaret eder.
Âdem’in yaratılışı ve meleklerin ona secde etmeleri, insanın Zât şuuruyla, yani
Hakka’l-Yakîn’le doğduğu bir döneme atıfta bulunur. Havva’nın yaratılışı ise,
insanın yalnızca Ayne’l-Yakîn’e sahip olarak, yani beşeri kemâl halinde
doğacağı sonraki bir döneme işâret eder. Hakka’l-Yakîn’den Ayne’l-Yakîn’e inen
bu kemâlin kaybı, Kâdim Çağ’ı sona erdiğini gösteren Adn Cennet’nin de kaybına
tekâbül eder. Âdem ve Havva ile ilgili bu yorum, bazılarınca şu hadis ile
ilişkilidir:
‘’Bildiğimiz Âdem’den
önce Allah yüz bin Âdem yaratmıştır’’
Meleklerin
önünde secde ettikleri ilk Âdem ile ‘’Bildiğimiz Âdem’’ yani inen Âdem
arasında Adn döneminin tamamı yer alır. Aslında Âdem’de gerçekleştiği söylenen
değişimler, tek bir varlıkta gerçekleşmiş olamaz. Zîra Hakka’l-Yakîn, tanımı
gereği kaybedilemez olandır.
Hakka’l-Yakîn, gerçekte O’nda yok olan kişi için fenâdan sonra bekâ gibidir.
Hakka’l-Yak’in’de,
Ayne’l-Yakîn hiçbir şeydir. Bununla birlikte insanın Ayne’l-Yakîn’e sahip oluşu
ona üçüncü bir göz bahşeder. Bu göz olmadan, hakîki tabiatından düşmüş insan
aslî işlevini yerine getiremez. Bu göz sayesinde kâinatın efendisi olmasa da en
azından kendi varlık hâlinin efendisidir.
İLME’L-YAKÎN:
‘’Derken Âdem,
Rabb’inden birtakım kelimeler aldı ve (onlarla amel edip Rabb’ine yakardı. O
da) bunun üzerine tevbesini kabul etti. Şüphesiz, O, tevbeleri çok kabul
edendir, çok bağışlayandır. ‘İnin oradan (cennetten) hepiniz. Tarafımdan size
bir yol gösterici (peygamber) gelir de kim ona uyarsa, onlar için herhangi bir
korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.’ dedik.’’ (Bakara, 37-38)
Dış dünyanın
insan nefsinin bir yansıması olduğu ve tüm ayrıntıları bakımından insan
nefsiyle benzeştiği unutulmamalıdır. Bu benzerlik bazen âlemin büyük bir insan
gibi olduğu ya da insanın küçük bir âlem olduğu söylenerek dile getirilir. Bu
iki âlem arasındaki benzerlik nedeniyle, makrokosmosa
atıfta bulunan kutsal ifâdeler, ayrıca mikrokosmosa
atıfta bulunuyor olarak da yorumlanabilir. İşte bu iki âlemi gören ve anlayan
hakîki insanın aksine, düşmüş insan, âlemi yalnızca ayrıntılı bir çeşitlilik
içinde görür. Buna bir örnek verilecek olursa: Adn Cenneti’nin merkezinden
fışkıran âb-ı hayatın hakîki insanın nefsinin merkezinde Ayne’l-Yakîn’in
karşılığı olduğu, ya da daha ziyade bu gözün (ayn) gerçek âb-ı hayat olduğu
söylenebilir. Adn Cenneti’ndeki pınar ise onun harici bir yansımasıdır (İnsanın âb-ı hayata ulaşması Ayne’l-Yakîn/kalp
gözü ile görme mertebesine ulaştığının işaretidir). Bu nedenle Âdem’in Adn
Cenneti’nden çıkarıldığı söylendiğinde, bunun anlamı genel itibariyle insanın
hem gözün bâtınî cennetini hem de haricî âlemin cennetini kaybettiğidir.
İnsan,
hârici âlemin köprüsüdür. Bu yüzden insanın yozlaşması, zorunlu olarak bütünü
de etkilemiş olmalıdır ve Kadim Çağ’ı takip eden çağın koşulları da genel
olarak insanlığın artık bâtıni cennete sahip olmadığının zâhiri bir işareti
olmuştur. Aslında eski insanların büyük bölümünün bir insanın nasıl cennete
geri döneceği ve bir kez daha hakîki insan olabileceğine ilişkin izler
bıraktığı söylenebilir. Dinler tarafından insana bu geri dönüş hatırına İlme’l-Yakîn
bahşedilmiştir. Âyette bahsi geçen yol
göstericilik de budur.
Yolu
izleyenlerin oranının önceki devirlere oranla sonraki devirlerde daha az oluşu,
tüm dünyevî şeylerin yozlaşmaya yönelik tabii eğiliminden kaynaklanmaktadır.
SÜLEYMAN’IN MÜHRÜ:
‘’Bir zamanlar Rabb’in meleklere,
‘Ben yeryüzünde bir halîfe var edeceğim.’ demişti.’’ (Bakara, 30)
Dünya
üzerindeki her şey daha yüksek bir hakîkatin az ya da çok doğrudan bir
yansıması olsa da, yalnızca en doğrudan yansımalar gerçekten sembolik
olarak adlandırılabilir. Bu yansımalar iki türlüdür: Varlıklarını herhangi bir
biçimde düşmüş insanın müdahalesine borçlu olmaksızın, ilk örnekleri
başlangıçtan itibaren bu dünyada bulunan şeyler ve ilk örnekleri sonraki bir
zamanda doğrudan ilham olunan şeyler. (Hz. Peygamber veya İnsan-ı Kâmil
Allah’ın ilk yansıması iken, diğer varlıklar İnsan-ı Kâmil’in yansımalarıdır)
Analojinin
(benzerlik) ilkesi, Hermetizm geleneğinde Zümrüt Levha’nın şu cümlesiyle ifâde
edilmektedir. ‘’Aşağıda olan yukarıda olan gibi, yukarıda olan aşağıda olan
gibidir.’’ Bu anlayış ‘’Süleyman’ın mührü’’ sembolünün
bağlantısı içinde düşünülmelidir. Biri diğerinin tam aksi yönde olmak üzere
yerleştirilmiş iki üçgen sembolü.
Gerçek
sembol Süleyman Mührü’nün aşağıdaki üçgeninde tasvir edilir.
Fakat bu
üçgen yalnızca onu daha üstteki üçgen tarafından temsil edilen yüksek hakîkatin
doğrudan bir yansıması olarak temsil etmekle kalmaz, ayrıca tersine
çevrildiğinde sembolün ters çevrilmiş bir yansıma olduğunu gösterir. Tersine çevrilmenin
bir örneği olarak sembolize ettiği âhirete nispetle tersine çevrilmiş bu âlem verilebilir. Ayrıca bu
tersine çevrilmenin bir alâmeti, bu âlemde Allah’ın halîfesi olan insanın,
yaratılış düzeninde en son zuhûr edişinde görülebilir. Süleyman Mührü’nde bu
husus, üstteki üçgenin tepe noktasının yaratılmış tüm şeylerin kendisinden
meydana geldiği Yaratıcı’ya
tekâbül ederken, aşağıdaki üçgenin tepe noktasının tüm mahlûkatın yöneldiği
nihaî netice olan insana
tekâbül eder. Dolayısıyla tersine çevrilme, kâinatın uyumunun dayandığı bir
kanun olarak görülebilir.
Zîra
yalnızca onun tersine çevrilmesi yani mutlak pozitif karşısında tamamen negatif
bir yansıma olarak kâinat mevcut olur. Sonunda tüm âlemlerin en aşağısındaki âlemde,
sudaki bir nesnenin yansımasının (veya aynadaki görüntünün) bizzat nesneye
nispetle ters çevrilmesinin nedeni, varlık hiyerarşisinin bütününde bu kanunun
hâkim oluşudur. (Yeryüzünün gökyüzünün yansıması olduğu gibi, nefs de rûhun
yansımasıdır.)
Öyleyse
yukarıdaki üçgen takdir cihetiyle Allah’ı temsil ediyorsa, Tepe noktası da
O’nun el-Kâdir isminde ifâde edilen İlâhi İrâde’yi temsil edecektir. O halde
taban da içinde her şeyin yazılı olduğu ve yaratılış bakış açısından kader
kitabı olarak adlandırılabilecek ezeli kitap, yani kitapların anasından (Ümmü’l
Kitâb’tan) başkası olmayan ilâhi takdirin pasif yönünü temsil edecektir. Tıpkı
kaderin onun sebebi olan irâdeye yönelik pasif oluşu gibi, hakîki insan da
kader karşısında pasiftir.
İnsan-ı
Kâmil de, ilâhi ve beşerî tabiatı kendinde barındıran iç içe geçmiş,
aşağı ve yukarı bakan iki üçgen şeklindeki Süleyman
Mührü ile tasvir edilir. Bu ikilik nedeniyle bazen ‘’berzah’’ olarak da
adlandırılır.
‘’O iki denizi
birbirine salmıştır. Şu tatlı su ve susuzluğu gidericidir. Bu ise tuzlu ve
acıdır. (Allah) aralarında bir berzah ile aşılmaz bir engel koymuştur’’ (Furkân, 53) Yalnızca O’nun
kalbinde, âhiretin tatlı suyu ile ve bu dünyanın tuzlu suyu buluşur.
İnsan-ı
Kâmil’in diğer bir sembolü de ‘’Haç’’ ta temsil edilmektedir.
Yatay çizgi onun dünyevî tabiatının tamlığını temsil ederken, dikey çizgi onun
semavî yükseltilişini temsil etmektedir. Bununla birlikte, onun sembollerinden
biri de ‘’Hilâl’’ dir. Zîra bir kâse şeklindeki Hilâl de onun ilâhi
lütfu alma işlevini gösterirken, aynı zamanda boğanın boynuzları gibi onun
ihtişamını, tüm kâinatta bu lütfu idare işlevini belirtmektedir.
‘’Bilmeli ki Allah bir
sivrisineği hatta ondan daha küçük bir şeyi misal getirmekten
çekinmez.’’
(Bakara, 26) ‘’Görmedin mi, Allah güzel bir sözü nasıl misal getirdi? (Güzel
söz) kökü sağlam, dalları yukarı yükselen bir ağaç gibidir…’’ (İbrâhim,
24)
Her
sembol, sezgisel bir işârete sahiptir. Semboller yalnızca tesadüfi
benzerlik yoluyla değil, aslında tıpkı bir gölgenin üzerine düştüğü nesneyle
ilişkili olması gibi, onlarla ilişkili oldukları için sâlike (Mânevî yolcuya)
yüksek âlemlerdeki benzerlerini hatırlatma gücüne sahiptirler. Örneğin yapılan
her zikir, hafızayı harekete geçirmek için kullanılan bir semboldür.
Her şey bir
gölgeden ibrettir. Aslında, eğer bir âlem yukarıdan gölge etmezse, altındaki
âlemler hep birden sırra kadem basarlar. Zîra yaratılıştaki her bir âlem,
yukarıdaki âlemin ilk örneklerine tamamen bağımlı bir gölgeler silsilesinden
başkası değildir. Bu yüzden, herhangi bir sûretle alâkalı en önemli ve en
doğru gerçek, onun sembol olduğudur.
Dünyevî
nesneler için doğru olan şey, fiiller için de geçerlidir. Dünyevî bir fiil, tüm
kâinata uzanan benzer bir gölgeler hiyerarşisinin sonuncu halkasıdır. Doğruyu
Allah bilir.