4 Aralık 2022 Pazar

ZAMAN VE MEKÂN:

Zaman herkesin hissettiği fakat kimsenin kesin olarak tanımlayamadığı bir mefhumdur.

Platon zamanı dünya ile beraber yaratılan bir şey olarak düşünürken, ‘’zaman, ebediyetin (sonsuzluğun) hareket eden formudur’’ der.  Aristo ise dünyanın zamanda yaratıldığını söyler. Aristo’ya göre zaman sonsuz ve dâimi bir genişlemedir.

İbni Sinâ da zamanı nihai olarak hareket ile tanımlamaktadır. Ona göre zaman gerçektir, çünkü onun bağımsız bir özü yoktur, maddenin hareketi ile var olur. Fârâbî’ye göre ise ‘’Sadece dairesel hareket süreklidir ve zaman bu hareketle irtibatlıdır.’’

Zaman, hareketi tanımlamak için gereklidir. Madde sürekli hareket halindedir ve nesneler hareket etmek için bir sebebe ihtiyaç duyar. Zaman, genel anlamda algılarımız tarafından nesnelerin hareketini ve olayları kronolojik olarak (zaman sırasına göre) tasnif etmek için kullanılan bir araçtır. Hareket veya değişim olmadan zamanın hiçbir anlamı olmaz. Bu yüzden uyurken zamanı hissetmeyiz ve ne kadar zaman geçtiğini anlamak için güneş, ay, yıldız veya bir saate ihtiyaç duyarız.

İbnü’l-Arabî Hz. zamanı hayâli ve gerçek varoluştan ayrı görmektedir. Zamanın hayâli bir sıfatının olduğunu, kendi başına var olmadığını ve zamanın kendisine ait ayrı fiziksel ya da gayrı fiziksel bir varlığının olmadığını beyan etmektedir. Ona göre zaman, sadece feleklerin ve fiziksel nesnelerin hareketlerini, olayları ayarlamak için akıl tarafından kullanılan bir araçtır. Hazrete göre zaman dairesel ve izafidir (görecelidir).

Dünya zamanın dışında yaratılmıştır ve zaman yaratılmış dünyanın bir parçasıdır. Zamanın iki çeşidi olduğu gibi (geçmiş ve gelecek) dünya da maddî ve mânevî dünya olarak ikiye ayrılmıştır. Bu yüzden fiziksel dünyanın yaratılmasından evvel mânevî bir zaman vardır. İbnü’l Arabî Hz. mânevî zamanın, fiziksel dünyanın yaratılmasından önce rûhlar ve Esma arasındaki ilişkinin tanımlanması için gerekli olduğunu ifâde etmektedir.  Bu ifâde maddî dünyanın yaratılmasından evvel ne vardı sorusuna da cevap niteliğindedir.

Einstein’in ispatı bize, evrenin yaklaşık 15 milyar yıl önce bir anda çok ufak, fakat aynı zamanda çok yüksek bir yoğunluktan başladığını ve şu anki mevcut durumuna kadar genişlediğini göstermektedir.

Gökbilimciler zaman ve mekân da dâhil olmak üzere, bütün evrenin Büyük Patlamada yaratıldığını söylemektedir.

İzafiyet teorisine göre Zaman, mekân ve hareket birbirinden bağımsız değildir, birbirleriyle bağlantılı izâfi bir bütündür.

Mekân nesnelerin üzerine konulduğu yer olarak anlatılabilir. Zaman gibi mekân da hakîkatte yoktur. Varlıkların sadece bir illüzyon ve bu illüzyonun da sadece insanoğlunun bir vehmi olduğu ifâde edilmektedir. Zaman iki parçadan müteşekkildir. Bunlardan ilki var olmuştur (geçip girmiştir), diğeri ise henüz var olmamıştır (gelecekteki zaman). O hâlde bir şey nasıl henüz var olmamış şeyden müteşekkil olabilir? Dolayısıyla eğer zaman ‘’gerçek’’ bir varoluşa sahip ise ‘’şu anda’’ (şimdide) olmalıdır, geçmişte ve gelecekte değil. ‘’Bir şeyin zamanı onun mevcudiyetidir.’’

Zaman daire şeklinde yaratılmışken, vakitler zamanda takdir edilmiştir. ‘’Vakit ne gelecekteki ne de geçmişteki, senin şu andaki hâlindir’’ Vakit senin kendisiyle (an’da) olduğun şeydir. Senin kendisiyle olduğun ise senin istidâdındır. Vakit hâlihazırdaki andır. Dünyadaki her varlığın ânı onun vaktidir. İşte bu yüzden sûfîlere ‘’ibn vakt’’ (vaktin oğlu) denir.  An (şimdi) Berzah gibidir. Geçmiş ve geleceği birbirinden ayırır.

Mekân oturanla tanımlanırken, zaman nefesle sayılır. Zaman aslında Allah’ın ‘’ed-Dehr’’ ismidir. Dehr kelimesi sadece zamanı değil, mekânı da kapsar. Dehr tek bir gündür ve kendisini tekrar etmez. Bir hadiste şöyle der: ‘’Dehr’e küfretmeyiniz, çünkü Allah, Dehr’dir’’ Hz. Peygamber Dehr’i bir esmâ-i ilâhi olarak görmektedir.

Kur’ân’ı Kerîm’de Allah, Arapça ‘’zaman’’ kelimesine direkt referans vermemektedir. Ancak zamanla alâkalı sene, ay, gün ve gece gibi terimler sıkça geçmektedir. Ayrıca Esmâ-i Hüsnâ’da zaman mefhumu ile alâkalı olarak Evvel, Âhir, Dehr gibi ismi şerifler de bulunmaktadır.

Zaman; vakit, gün, gündüz, ezel/ebed ve Dehr gibi ifadelerin yanında hafta, ay, yıl (sene 360 gün, âm tam veya bütün) gibi ifadelerle de kullanılmaktadır. Bunun yanında: Sermet:  ezel/ebed ve Dehr’den başka Mutlak sonsuzluk (eternity) yerine de kullanılmaktadır. Metâ: ‘’Ne zaman’’ anlamına gelmektedir. Hin: Bu kelime (nispeten kısa) zaman süreçleri anlamına gelmektedir. Genelde hususi bir geçmiş ve gelecek zamanı işaret etmek için kullanılır.

Zaman ve mekân nesnel evrende hiçbir şeyi tayin etmeyen soyut kavramlardır. Zaman kavramının yanında mekân kavramını anlamak daha kolaydır. Mekân kelimesinin kökü kevn kelimesinden gelmektedir. Bu kelime bütün yaratılmış şeyler için kullanılmaktadır. Mekân genellikle cismâni âlemde bulunan şeyler için kullanılır, çünkü mânevî varlıklar yer ile sınırlandırılamaz. Kevn kelimesi hiçbir zaman Allah’ın varlığı için kullanılmamıştır. Kevn, Allah’ın şeyleri varlığa getirdiğinde, şeylerin sahip olduğu varlıktır. Mekân kelimesinin kullanımı bize varlığa sahip olmayan bir şeyin varlık alanına girmesini anlatmaktadır. Âlemin tamamından ‘’el-kevn’’ (varlık alanı) olarak bahsedilmesi, Allah’ın ‘’Ol’’ demesinin açık sonucudur.

Mekân görünür âlemdeki yeri ve bir şeyin konumunu tayin etmektedir ve bu yüzden bu kavram belirli bir sabitlik içermektedir. Fakat eşya aslında sabit değildir, çünkü hem varlıkları hem de konumu değişebilir. Zaman kelimesi, varlık alanındaki değişimi ve hareketi tayin etmektedir. Âlemin görünüşündeki değişen ilişkileri işaret etmektedir. Âlemin varlığı hiçbir zaman sabit ve durağan olamaz, çünkü daimilik ve sabitlik, mahlûkun değil Hakk’ın sıfatlarıdır. Kevne değil, vücuda aittir. ‘’Zaman’’ âlemde daima vukû bulan değişikliğin kalıbına verdiğimiz bir isimdir.

İbnü’l Arabî Hz. zaman ve mekânın ‘’kevn ü fesad’’ (oluş ve bozuluş) âleminde gerektiğini belirtmektedir. Kevn Allah’ın yaratıcı fiiliyatının bir sonucu, fesad ise yok oluşu mânâsındadır. Kevne dair konuşmak, mekâna dair konuşmaktır, çünkü bir şeyin varlığı mekândadır. Fesada dair konuşmak ise değişime dairdir, çünkü değişim zamana göre tanımlanır.

Allah zamandan ve mekândan münezzehtir. Kadim ve samedî kelimeleri bunu ifade etmektedir. Her iki kelime zamanın ötesinde ve dışında anlamına gelmektedir.

İbnü’l Arabî Hz. zamanın hayâli olmasına karşın zamanın, tabiatın dört temel unsurundan biri olduğu ifâde etmektedir. Zaman, mekân, cevher ve araz (form). Cevher ‘’öz, töz’’ anlamındadır. Araz ise cevherin sûretidir. Arazlar değişirken, Cevherler değişmez ve kendi başına görülemez. Ancak bir sûrete girdiğinde görülebilir. Varlığın bu dört anası cevher ile birlikte ‘’Vahdet-i Vücûd’’ un içindeki hayâli sûretlerden başka bir şey değildir. Tek gerçek varlık ‘’cevher-i ferd’’ dir (İnsan-ı Kâmil) ve dünyadaki diğer bütün şeyler onun bir yansımasıdır.

Zaman, mekân gibi (gözle) görülmemesine rağmen İzafiyet teorisinde tıpkı mekânın diğer boyutları gibi (yükseklik, en, boy: x,y,z) dördüncü bir boyut olarak düşünülür. Fiziksel evren zaman ve mekânda çerçevelenmiş olarak tanımlanır. İbnü’l Arabî Hz. zamana ait görüşünün en önemli neticesi: bizim yaşadığımız günü Cumartesi olarak, Pazar’dan Cuma’ya diğer günleri ise dünyanın (aralıksız her an) yaratılışını mekânda olarak izah eder. Allah üç boyutlu dünyayı Pazar’dan Cuma’ya kadar ‘’altı günde’’ yarattı fakat biz insanoğlu olarak sadece ‘’Cumartesi gününe’’ şahit olmaktayız. Çünkü haftanın diğer altı gününde biz (bütün mahlûkat ile birlikte) hâlâ yaratılmaktayız. Ayrıca İbnü’l Arabî Hz. Kur’ân’ın bazı ayetlerine dayanarak dünyanın var olmaktan aniden inkıtâa (kesintiye) uğradığını ve yaratılışından bir sonraki anda yeniden, yeni sûretlerde yaratıldığını, bu yeni yaratımın hep devam ettiğini ifâde etmektedir. ’’O her gün yeni bir şe’n üzeredir’’ (Rahman, 29)

Kur’an’da geçen, Allah’ın yeri ve göğü altı günde (mekâna karşılık gelmektedir) yarattığını ve arşın üzerine istivâ ettiğini (yani Cumartesi günü, zamana karşılık gelmektedir) anlatan aşağıdaki âyetlerin nihai anlamı burada anlatıldığı gibidir

’Şüphesiz ki Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a istivâ eden….’’ (A’raf, 54) ‘’Şüphesiz ki Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a hükümdar olan, her şeyi ve her işi yerli yerince yöneten Allah’tır’’ (Yunus, 3)

‘’O hanginizin amelinin daha güzel olacağı konusunda sizi imtihan için, henüz Arş’ı su üstünde iken gökleri ve yeri altı günde yaratandır’’ (Hûd, 7)

‘’O gökleri, yeri ve arasında bulunan her şeyi altı günde yarattı ve Arş’a istivâ etti (yerleşti)…’’ (Furkan, 59)

Altı gün burada altı yöne (ön, arka, sağ, sol, üst, alt) karşılık gelmektedir (Mekân) ve yedinci günde (Cumartesi) ise Dünya ve insanoğlu yaşamaya, bir halden diğer bir hale değişmeye devam etmektedir (Zaman).

 Haftanın yedi gününün bir ismi olduğu gibi, yedi ilâhi sıfatı, yedi Peygamberi, yedi gezegeni, yedi esmâsı, yedi semâsı ve yedi harfi vardır.

 PAZAR: Yaradılışın ilk günü. Arapça el-Ahad/Bir ve Tek anlamına gelen Allah’ın isimlerinden biridir. İlâhi sıfatı ‘’Semî’’ duymadır. Dünyadaki her şey yokluk halinde iken ‘’Kün’’ emri  (Cumartesi gününün ilâhi sıfatı) ile yaratılmıştır. Bu günün Peygamberi Hz. İdris (Kutup), gezegeni Güneş’tir. Güneş rûha benzetilir. İlâhi esmâsı ise ‘’Nûr’’ dur (Nûr Işık ile karanlığın birleşimidir). Hakk’ın yaradılıştaki ilk zuhûrudur.

PAZARTESİ: İlâhi sıfatı ‘’Hayy’’ yani hayattır. Bu sıfat sayesinde dünyada hayat vardır. Peygamberi Hz. Âdem’dir. Çünkü Âdem İnsan-ı Kâmil’in ilk zuhûru ve örneğidir (Beden). Gezegeni Ay (Kamer) dir. İlâhi esmâsı ‘’Mübin’’ dir. Mübin açık ve belli olan, açıklayan anlamındadır.

SALI: İlâhi sıfatı ‘’Basar’’ yani görme. Yaratıcının zâtı görülmez.  Sadece isim ve sıfatlarının tecellileri görülebilir. Bu günün Peygamberi Hz. Harun, gezegeni el-Merih/Mars’tır. İlâhi esması da ‘’Kahhar’’ dır.

ÇARŞAMBA: İlâhi sıfatı ‘’İrade’’, Peygamberi Hz. İsâ’dır. Gezegeni el-Kâtip/Merkür’dür. İlâhi esması ise ‘’Muhsi’’ dir. Muhsi her şeyi sayan anlamındadır.

PERŞEMBE: İlâhi sıfatı ‘’Kudret’’ tir. Peygamberi Hz. Mûsâ, gezegeni Müşteri/Jüpiter’dir. İlâhi ismi de ‘’Âlim’’dir.

CUMA: İlâhi sıfatı ‘’İlim’’, Peygamberi Hz. Yusuf, gezegeni ez-Zühre/Venüs’tür. İlâhi esmâsı da ‘’Musavvir’’ yani şekillendiren anlamındadır.

Cuma toplanma ve Cem olma günüdür. Bu günde Allah Âdem’i kendi sûretinde yaratmış, Hakkın ve bütün mevcudatın sûretini insanda Cem etmiştir. Bu nedenle bu güne Cuma denilmiştir.

CUMARTESİ: Bu günün hareketi ‘’Kelâm’’ sıfatından var olmuştur. Dünya aslında kelimelerden (titreşimlerden) ve en küçük ölçekteki mevcudat tarafından meydana getirilmiştir (Bu tahlil süpersicim teorisine de uyuyor gözükmektedir). Bu günün Peygamberi Hz. İbrâhim’dir. Gezegeni Keyvan/Satürün, İlâhi esması ‘’Rab’’ ismidir. Rab derece derece büyüten, terbiye eden anlamındadır.

İbnü’l Arabî Hz. bu günü ebediyet (sonsuzluk) ve dinlenme günü olarak görmektedir. Cumartesi günü ne var olan, ne var olmayandır. Bu gün ‘’Sebt’’ günüdür. Sebt rahatlama demektir. Hazrete göre Allah Âlemi Pazardan Cuma’ya altı günde yaratmış ve Cumartesi gününü yorulmuş bir kimsenin istirahat etmesine benzeterek o güne dinlenme günü demiştir.

İbnü’l Arabi Hz. bir Cuma günü Kâbe’yi tavaf ederken ünlü Abbasi halifesi Harun Reşid’in oğlu Muhammed ismindeki Sebti’nin rûhuyla karşılaşması sonucu başından geçen hikâyeyi şöyle anlatır: ‘’Sana neden Sebti denildiğini biliyorum, çünkü Cumartesi günleri haftanın geri kalan günlerindeki iaşeni temin etmek için çalıştın… Peki neden Cumartesini seçtin’’

Septi’nin cevabı şöyle olur; ‘’Allah Âlemi yaratmaya Pazar günü başlamış ve Cuma günü bitirmiştir ve Cumartesi günü sırt üstü yatmış, Ben her şeyin sahibiyim demiştir. Dünyadayken duyduğum budur.’’ Sebti Cumartesi günleri çalışmış ve diğer altı günde (Pazar’dan Cuma’ya Allah’a ibâdet edebilmek için) rahata ermiştir. Ebediyet günü bizim için çalışmaktır ve bizi istikâmetimize götüren yol vâsıtasıyla kemâle ermektir.

Dünyanın var oluşu nasıl ki duyma ile başlayıp, konuşma ile biten özel bir sıralamaya tabiyse, bir çocuğun hayatında da benzer bir sıralama vardır. Çocuk da ilk altı sıralamadan sonra konuşma sıfatına sahip olur. Anla…          

Kaynak:  Muhammed Hacı Yusuf/ İbnü’l Arabî de Zaman ve Kozmoloji 

                 William C. Chıttıck /İbn Arabî’ye giriş

3 Aralık 2022 Cumartesi

ORTAK ŞUURSAL BELLEK - MORFİK ALANLAR:

 Modern bilim tüm varlıkların (canlı-cansız) bilinen enerji ve madde haricinde bir de görünmeyen, tespit edilemeyen güç (enerji) alanları tarafından organize edildiğini söylemektedir. 

Bu alanların etkileri zaman ve mekân sınırlarının çok ötesine uzanmaktadır. Ana düşünce bir organizmanın gelişmesinin bir tür holistik, bütünsel alan ya da güç tarafından kontrol edildiğidir. “Hiçbir nefis yoktur ki! Üzerinde bir koruyucu, bir denetleyici bulunmasın” (Târık sûresi, 4)

Daha önce yaşayıp ölmüş veya birbirlerini hiç tanımayan fakat aynı türden, aynı frekansta olan varlıkların mekân ve zaman farkına rağmen aralarında şuursal bir “ortak alan” oluşturup, birbirlerini etkilemeleri olayına bilim adamları “morfik alan” adını vermekteler.

“Morfik alanlar” teorisine göre doğada bir tür hafıza mevcuttur. Bir kediyi ele alırsak bu kedi, kendisinden önce yaşamış, bütün kedilerden etkilenmektedir. Kedi içgüdülerini oluşturan hafıza formu “morfik alanlar” ile gerçekleşmektedir.

“Morfik alanlar” aynı türden, frekanstan olan varlıkların düşünsel, eylemsel, inançsal paylaşım alanını oluşturmaktadırlar. Yeni oluşan bir düşünce formu, önceden oluşmuş olan, kendisininkine benzeyen düşünce kalıplarından (frekanslardan) oluşmuş topluluğun ortak alanı ile rezonansa girerek, bu grubun etkileşim alanına girmektedir. Bu alan grubun kolektif, ortak belleğini oluşturmaktadır. Bu alanın etkisi grubun her bir üyesi ile zenginleşip, güçlenirken, her üye de bu “ortak belleğe” bağlanmaktadır.

Farkında olmadan, kendimizi içinde bulduğumuz zaman ve mekân sınırlaması bulunmayan bu “ortak alan” bizleri kendi çekim alanı içine alarak grubun (dini, kültürel, sosyal) üyeleri olan yaşayan veya ölmüş diğer üyeleri ile farkında olmadan bağlantılı hale getirmektedir.

Bir grubun, topluluğun bilgi ve deneyimleri paylaşılmak istendiğinde, o topluluğun “ortak alanı” içerisine girmek gerekir. Bunun içinde grubu oluşturan sosyal, kültürel, dinsel ritüellerin (törenlerin) geçmişten gelen uygulamalarına aynen uymak sûreti ile etkileşime girmek gerekmektedir.

Geçmişten gelen uygulamalarda yapılacak değişiklikler (uygulamaları modernize etmek) geçmiş ile girilen bağlantıyı koparacağından ortak alanın gücünü azaltarak, oluşması istenen etkiyi azaltacaktır. 

Uygulamalar geleneksel formlara ne kadar sadıksa, kişiye faydası da o oranda fazla olacaktır. Örneğin; namaz kılmak sûreti ile şimdi namaz kılan ve daha önceki zamanlarda namaz kılmış olanların oluşturduğu zaman ve mekân üstü ortak "morfik alana” girilmektedir.

Bu alan içerisindeki bireylerin uygulamaları ne kadar birbiriyle benzer ve uyum içerisinde ise oluşan ortak alandaki enerjinin etkisi de, bireyler üzerinde o derece etkin olmaktadır.

Bundan dolayı da!.. Biz olduk, kemale erdik, artık bizim namaz kılmamıza gerek yoktur, diyen bazı aklı evvel kimseler, aslında neler kaybettiklerinin farkında olmayanlardır.

Uygulamalar sırasında niçin yapıldığı konusunda bir anlam veremediğimiz bazı şeyler mantıksal olarak ters gelebilir. Fakat o şekilde yapılması istendiği için yaptığımız, “duaların belirli sayılarda ve Arapça okunması, hacda şeytan taşlanması, namaz sırasında kıbleye dönülmesi, başın örtülmesi, salavat getirmek, kurban kesmek, vb. ” ritüeller, uygulamalar hep “ortak alan” etkisini, gücünü artırmaya yönelik, aslına sadık kalarak, yapılması gereken uygulamalardır.

“Ortak-morfik alanlar” içlerinde yaşayan bireyleri kuşatır, etkisi altına alarak içinde barındırır. Bireyler görünmeyen bir “manyetik alanın” içerisindedirler. Toplumsal “morfik alanlar” oluşturdukları etki ile sosyal organizasyonları sağlarlar.

Bir topluluğun (kabile, aşiret, cemaat, toplum vb.) bireyleri, topluluğun sosyal, kültürel ve dinsel özellikleri tarafından kuşatılmışlardır. Bireyler kendi yaşamlarını sürdürürken aynı zamanda topluluğun geçmişteki alışıldık düzeni, bu günkü düzeni de oluşturmaktadır.

Yani topluluk sadece yaşayan üyeleri değil, geçmişte yaşamış olan üyeleri de kapsamaktadır. Bu yüzdende “ataların görünmez varlıkları, enerjileri” geleneksel, sosyal topluluklar üzerinde son derece etkili olmaktadır. Bu mânevi liderlerin ölmüş olmalarına rağmen dünya üzerindeki etkilerini devam ettirmelerinin nedenidir.

Bu bakış açısı, uzun zaman önce ölmüş rûhsal liderlerin, dünya üzerindeki devam eden etkisini ve bir mürşit aracılığı ile bağlanılmış ekolün kişiler üzerindeki etkisini de bize açıklamaktadır. Sufizim de söylenen  "binlerce adımlık yol, mürşit ile bir adımda alınır” ifadesi mürşidin (merkezin) etrafında oluşan güçlü “ortak-morfik alan” etkisine girmenin getirdiği güçlü enerjiden etkileşimin sonucudur.

“Ortak alanın“ etkisini azaltacağından aynı hedefe götürüyor olsa bile, aynı değerde ki diğer ekoller, mürşit tarafından dışlanır. Sâlikler(talebeler) aynı anda birkaç yolu takip etmemeleri ve mürşide teslim olmaları (yapılması istenenler, mantıksal olarak, ters gelse de uymaları) konusunda uyarılırlar. Onun için mânevi ekollerde, bir mürşide uymak zorunludur.

Zamansal ve mekânsal olarak bize çok uzakta, ulaşılamaz gelen yerler, buralarda var olan varlıklar ve bunların yaşam şekilleri zaman ve mekân kavramı olmaksızın şifrelenmiş bilgi yüklü ışınsal (frekans dalga boyutu) olarak her yerde, her ortamda bulunmaktadırlar.

Bizler yaptığımız ibâdetlerde ve diğer toplumsal ritüeller de geçmişten gelen uygulamaların aslına ne oranda sadık kalabilirsek ortak etkileşim alanındaki enerjinin kapasitesi de o oranda yüksek olacak ve evrendeki bilgi yüklü şifreler de beynimiz tarafından oluşan bu kapasite ölçüsünde deşifre edilerek, değerlendirilecektir.

Bir grubun üyesi bir davranışı öğrendiği zaman, grubun etkileme alanı, gücü artmaya başlamaktadır.

Eğer davranış üyeler tarafından ne kadar çok ve aslına uygun olarak tekrarlanırsa, bunun oluşturduğu “ortak-morfik alan” o frekansta olan (yaşayan-ölmüş) bütün grubun üyelerini etkilemektedir. Düşünceler, eylemler zaman ve mekân sınırı olmaksızın grubun diğer üyelerine de ulaşmaktadır.

Bir önceki hayatlarında, ben şu kişiydim, diyerek “reenkarnasyon” iddiasında bulunan kimseler de, aslında farkında olmadan etkisi altına girdikleri “ortak alandan” aldıkları geçmişe ait bilgileri kendi deneyimleri zannederek, yanılgıya düşmektedirler.

“Morfik-ortak alan” sadece bizim canlı olarak algıladığımız varlıklara özgü değil, evrendeki canlı, cansız (hayvanlar, kristaller, taşlar vb.) tüm varlıklar kendi “ortak- morfik alanlarında” etkileşim içerisindedirler.

Bir şey bir kere öğrenildiğinde alışkanlık kazanmakta, daha sonra türün bir başka üyesi tarafından, çok daha kolay öğrenilebilmektedir. Ünlü bilim adamı Rupert Sheldrake bu konuda işi daha da ileriye götürerek, örneğin; Bir araba bir kaç kez kaza yapınca, bunun metalin kendi “morfik ortak alanı” içerisinde bir etkileşim, alışkanlık oluşturacağından, aynı arabanın sık sık kaza yapabileceğini söylüyor

Biz farkında olsak da, olmasak da atom altı boyut itibari ile olağanüstü bağlantılar sistemin gereği nedeni ile her an oluşmak da, bunların ancak çok az bir kısmı bizlerce algılanabilmektedir.

Algıladığımız dünya tüm şuurumuz, geçmiş bilgimiz ile birlikte şu anki algısal verilerin oluşturduğu bir vitrindir. Fakat benliğimizin altında, evrensel zamansız ve mekânsız tümel hafıza yaşamaktadır. Canlı, cansız tüm şeyler burada “tek yapı” olarak örtülü, açığa çıkmamış titreşimsel, frekans olarak bulunmaktadır. 

Varlıklardaki holistik, bütünsel bu enerji zamansız ve mekânsızdır. Modern Bilim’in son yıllardaki tespitleri olayları bu bakış açısı ile algılayabilen gelişmiş toplumlarda, metafizik ile fiziği birleştirme noktasına getirmiş bulunmaktadır.

Bu yüzden toplumların bayram, kandil ve özel gün ve geceleri aynı bilinç içerisinde güçlü bir enerji alanı oluşturarak kutlamaları çok önemlidir. Fakat maalesef son yıllarda din, gelenek, örf ve adetlerden kopuk kendi sosyal medya ortak alanı içerisinde yetişen gençlik geçmiş ile olan morfik alanın koparak dağılmasına sebebiyet vermektedir.

Kozmik Frekans /Mehmet Fikri Sarıcı