ARİF İÇİN DİN YOKTUR:
Çünkü ‘’Bir
irfan sahibi, hakîkaten Ârif olduğu zaman, bir itikad ile kayıtlanmaz’’
Çünkü ‘’Ârif
hiç bir inanç ve dini sistem ile kayıtlı kalmadığı için, Hakîkate ulaşmış ve
Hakk gözü ile görendir’’
Çünkü ‘’Ârif
dinler üstü bir anlayışa sahiptir. Dinler değişir, ancak hakîkat değişmez’’
Bu kitap;
İbnü’l Arabî Hz.nin çeşitli eserlerinden alıntılar yapan Kevser Yeşiltaş
tarafından derlenmiştir. Kitap genellikle Ârif
ile Beşer arasındaki farkı vurgular.
İnsan üç sınıftır: Arif olanlar, Arif
olmayanlar ve Cahiller.
Ârif; Hakîkati Hakk gönlünde ve Hakk gözü
ile görendir.
Ârif olmayanlar; Hakikati Hakk’ta, fakat kendi
nefsinde görendir.
Cahiller ise; Hakîkati ne Hakk’ta, ne de Hakk’tan
gören ama Hakk’ı âhirette nefsinin gözüyle görebileceğine inanmış olan ve bunu
umanlardır.
Her insan
Hakk’ın aynasıdır, birbirinin değil. Her insan Hakk isimlerinin bir
belirmesidir. Yani sen bana bakınca Hakk’ın bir isminin, belirmesini
görüyorsun, ben sana bakınca Hakk’ın bir isminin belirmesini görüyorum. Hakikat
Hakk’tır, insan Hakk’ın isimlerinin yansımasıdır. İnsanlar hiçbir zaman
birbirlerinin yansıması olamazlar. Çünkü insan bir gölgedir, gerçek değildir.
Donmuş madde, nesne, eşyadır. Donmuş maddeler birbirlerini yansıtamazlar.
Hakk,
kendini görmen için senin Ayna’ndır. İlâhi isimler de Hakk’ın Ayna’sıdır. Sen
de isimlerini görmede ve bu isimlerin hükümlerinin ortaya çıkışında, Hakk’ın
Ayna’sısın.
Hakk;
âlemlerin Rabbi olan Allah isminin tecellîsidir. Hakk ismi, tüm ilâhi isim ve
sıfatların genel ismidir.
İlâhi
isimler, insan bedenlerini var etmeden önce, ilâhi sûretler olarak ‘’Hakk Ayna’sında’’ şekillenir. Her bir
ilâhi sûret, her bir ilâhi ismin şekil almış görüntüsüdür. Her insanın, Hakk
makamında, Hakk Ayna’sında hakikati vardır. Dünyada görünen bedeni ise, hakiki
sûretinin sadece gölgesidir.
Her şey hayaldir, tek gerçek
Hakk’tır. Hakk Kâmil İnsan’dır. Kâmil İnsan da Hakk’tır.
Âlem bir vehimden yani zanlardan
ibârettir. İnsan, hayal içinde hayaldir.
Herkes bu
yaşamda uyur, ancak öldükleri zaman uyanırlar. Bedene doğan uykudadır, ancak
geri kendi gerçekliğine döndüğü vakit uyanır. Kendi gerçekliği nerededir? Tabi
ki, Hakk gönlünde herkesin bir gerçeklik sûreti mevcuttur. İşte bu sûretin
yansıması, âlemlerde varlık olarak görünür. Oysa ki: hakîki şekil, hakîki
varlık ilahi Ayna’daki sûrettir. O ilâhi sûretin yarattığı ilahi düşünce, maddi
plânda şekil alır ve yansır.
Eğer insan
kendini arındırır ve temizlerse, işte o vakit cilasız ayna gibi parlar ve Hakk
kendini orada tanır. Hakk kendini insan gönlünde gördüğünde, insan da gönlünde
Hakk’ı görmüş olur.
Her insanın,
her nesnenin, Ayan-ı Sâbite’de bir levhası bulunmaktadır. Rab planı, bu levha
üzerinde çizdiği her ilahi görüntü, yansıyarak, fizik dünyalarda gölge hayatları
oluşturur. Levha üzerine çizilen her ilahi görüntü bir sebep oluşturur. Sebep,
ilahi bir ilimdir. Levhada oluşan Hakikat görüntüsü, sebebi ile fizik dünyaya
yansır. Oluşan her şeyin, meydana gelen her olayın muhakkak bir sebebi
vardır. Çevremize baktığımızda, yaşadığımız her olay, oluşan her durum,
başımıza her ne geliyor ise, sebebi ile birlikte oluşur. Bu oluşumu insanın yok
etmesi, durdurması ve değiştirmesi mümkün değildir. Sebepler hakikatlerdir.
Her insan
doğmadan önce, kendi levhasında hangi sebebi oluşturmuş ise, Rab planı
tarafından terbiye edilerek sonuçlarını fizik dünyalarda yaşayacaktır. Beşer,
yaptığı her şeyin bir cezası ve mükâfatı olduğunu düşünür. Ölçü ile hareket
etmeye başlar. Attığı her adımın karşılığını bulacağı düşüncesi, tüm hayatını
kaplamaya başlar. Arif ise tam bir teslimiyet halindedir. Her şeyin
bizzat kendi elleriyle çizdiği levhadan yansıyan bir hayat planı içinde
gerçekleştiğini bilir. Herkes kendi kaderini kendisi tayin etmektedir. Ne
yaşıyor ise, bizzat kendi Rab planında oluşturduğu eserin içine dâhil olmuştur.
Kendi çizdiği ve renklendirdiği tabloda, yine başrolde kendisi oynamaktadır.
Çünkü her şey bir düzen içerisinde, kanunlar çerçevesinde yürümektedir. Bu
kanunlar ve düzene Hakk dahi kendi de uymaktadır, ilahi isimler de uymaktadır.
Hakk tüm
ilâhi isim ve sıfatların bütünlüğüdür. Hakk, kendi sûretini, sıfat ve
isimlerini, Âdem’de yani Kâmil İnsan’da müşâhede eder. İnsan-ı Kâmil, büyük
görünen âlemin ‘’hakiki gölgesidir’’.
Beşer insanları ise bu Hakiki gölgenin gölgesinde kalan mecâzi
gölgelerdir. O zaman beşer
insanı Allah’ın değil, İnsan-ı Kâmil’in gölgesidir. Yani gölgenin gölgesidir.
‘’O her an bir şe’n dedir’’ Rahman suresi-29 ayetinde geçen
şe’n, tecelli, görülme ve belirme
anlamındadır. Zaman ‘’An’’dır, O da şimdidir. Zamana küfretmeyiniz,
zaman/Dehr Allah’tır denilir. Çünkü her ‘’An’’ zamanda Allah’ın ilâhi bir ismi
tecelli eder. O zaman küfrettiğin Hakk’ın ilâhi isimlerinden birine olacaktır.
Öyle vakitler
vardır ki; savaşın, husûmetin ve katliamların durmadığı, tabiat olaylarının,
ölümlerin, hastalıkların yoğun olduğu dönemler, işte onlar Hakk’ın ilâhi
isimlerden birinin açığa çıktığı zamanlardır.
İlâhi
isimler iki kısımda ele alınır. Vareden
ve yokeden isimler.
Mucid,
Muhyi, Mübdi, Rahman, Halik, Kayyum gibi ilahi isimler ‘’varoluş’’ yani varlıkların vücud bulmasını, ortaya çıkmasını, zâhirleşmesini
gerektirirler.
Mümit, Darr,
Kahhar, Kabız gibi ilahi isimler ise, ‘’yokoluş’’
yani bâtınlaşmasını, gizliliğe çekilmesini gerektirirler.
‘’An’’
zamanda bir nefes gibi ya da kalp atışı gibi ‘’varoluş’’ ve ‘’yokoluş’’
gerçekleştiği için, asla idraklerimiz bunu algılayamaz. Peş peşe ve süratle
oluşum gerçekleştiği için de, her seferinde bir yenilenme olur. Her şey her an
yeniden ve sürekli var edilmektedir. Bu ‘’varoluş
ve yokoluş’’ nefsini sadece Ârif’ler gözlemleyebilmektedir. Görünen her şey
varoluşta ‘’zâhir’’, yokoluşta ‘’bâtın’’ olur. Fakat her var oluşta,
artık o bir önceki gibi değildir. Yeniden yaratılmıştır.
Ârif’ler,
her ‘’An’’, ayrı bir şe’n de yaratılan, değişen, değişime tabî olan, varolan ve
yokolan, ölen ve dirilen bir maddi çokluk düzeyinden, değişmeyen sabit kalan
bir ‘’aslî birlik mertebesine’’ yükselmişlerdir.
Beşer mertebesi ve makamı ise, her an ayrı bir şe’n de yaratılan, değişen
varolan ve yokolan, ölen tekrar doğan ‘’değişen
arızi çokluk’’ mertebesi olan fizik dünyadadırlar.
Azhab sûresi
72. âyette geçen ve dağlara taşlara teklif edilen ve insan tarafından kabul edilen ‘’emanet’’
yüklenen, nakledilen rûhdur. İkinci olarak da Esmalardır. Çünkü her canlıda,
her taş ve toprakta, her bitki ve hayvanda, Esmaların bir kısmı görülür, ancak
tümünün bir arada görüldüğü tek varlık insandır. İnsanın rûhu ‘’burundan üflenmiştir. Çünkü burunda ‘’kutsal bir parça’’ bulunur.
Ârif’lerin
yedi mertebesi bulunur:
İlk tur: Ölümsüz parçanın idrâkidir. Bir
insan, cisim olan bedende var olan ‘’cüzzi
rûh’’ un idrâkine vardığı anda birinci tura dâhil olur. Vahdet teklik ve
birliktir. Nefs, kalp, rûh, akıl Hakk katında birdir. Ancak sıfatlar
değiştikçe, hepsi birer sûret ve isim alır ve o isim ve sûretlerle yeryüzünde
varolurlar. Bu varoluşa ‘’nefs-i
natıka’’ denir. Nefs-i Natıka parçalanması ve yok olması mümkün
olmayan ‘’Kudret’’ tir.
İkinci tur: Bütünsel nefsin idrâki. Kendi
nefsini idrâk eden Ârif, ikinci turda ‘’külli
nefs’’ denilen âlemin nefsini idrâk eder. Gördüğü ‘’tek nefs’’ tir. Böylece Semâ’ların, yerlerin sadece kalp atışı
gibi varoluşuna ve yokoluşuna tanıklık eder. Çünkü tüm zanlardan kurtulmuş olduğu
ve hiçbir inanca bağlı kalmadığı için görüşü daha ilâhidir.
Üçüncü Tur: İlâhi rûhun idrâki. Bu turda Ârif,
kendisine ait kutsal parça olan emanet rûhun, büyük rûha, emanet aklın
ise Akl-ı Küll’e bağlanması, kendine ait olan rûh ve aklın, İlâhi bütünsel rûh
ve akılda erimesi, yok olması ile ‘’fenâfillah’’ makamına
erişir. Allah’ın irâdesine teslim olmuş ve bedeninde tamamen ölmüştür.
Dördüncü tur: Fenâ hali ‘’O var, başka hiçbir şey yok’’. Fenâya eren Ârif bütünün idrâkine
varır. Emaneti teslim etmiş ve daha büyük olan bütünsel rûh ile akıl ile
bedende yeniden dirilecektir. Bu ‘’bekâbillah’’ makamıdır.
Birinci
turda ‘’iç âlem’’ yani nefs
tanınır. İkinci turda afak denilen ‘’dış âlem’’ yani zâhire nazar edilir, görülür ve idrâk
edilir. Üçüncü turda, iç ve dış âlemin yani bâtın ve zâhirin bir olduğu
idrâkine varılır. Dördüncü turda da, iç ve dış âlemlerin kendi âlemi
olduğu, kendisine ait ne varsa, bütünselliği içinde eriyerek yok olduğu idrâkine
varır.
Beşinci tur: Zamanın idrâki. Bu turda Ârif zamanın
idrâkine varır. Tek zaman vardır, O da merkez olan, kutup olan ‘’An’’
zamandır. An zamanda, zamanın sahibi ile beraber olur. Bu makamda ‘’vaktin oğlu’’ diye adlandırılır.
Altıncı tur: Bekâ
hali ‘’Ben var, başka hiçbir şey yok’’. Her şeye ‘’Ayna’’ olan Ârif, aynada gördüğünün de kendisi olduğunu idrâk
ettiği vakit altıncı tura geçmiş olur. O artık tüm mevcudatı, tek bir bakış
olan Hakk bakışı ile görür. Geçmiş, gelecek yoktur, An vardır, her şey An’da
oluştuğu için, An kutbunda, An merkezinde bulunur. Tüm eşya ve âlemler kendinde varolur ve yokolur. O artık ölümsüzdür,
Mukarrebun’dur ve A’raf ehlidir. A’raf
ehli, ne cennet, ne de cehennem ehlidir. İkisinin ortasında bulunur, yani
kutuptur, merkezdir ve en yüksek ‘’mekanen
aliyye’’ makamındadır. Bu makama ‘’vaktin
babası’’ denir.
Yedinci tur: ‘’Mukarrebun’’
Ölümsüz insan. Tamamen yokluk, hiçlik mâkâmıdır. Velilerin ‘’gece’’ diye bahsettiği hâldir.
İnançlar üstü bir teslimiyet ve yokoluş ile fenâ ve bekâ hâllerini yaşar. İnsan her an, bir ilâhi isim
ile yeniden yaratılmakta, bir diğeri ile yokluğa ermektedir. Ârif ise ‘’mânâ’’ adamıdır ve mânânın şekli
olmaz. Çünkü O, ‘’heyula’’ gibi her
sûrette görünür. Daima diri ve canlıdır.
Seyr
içindeki seyr, sefer, mânevi yolculuktur. Zâhirden bâtına yolculuktur. Fizik
plandan, mâneviyata yolculuktur. İçselleşme, derinleşmedir, farkındalıktır.
Uyanmadır. Aynadaki sûretin sen olduğu değil, aynaya bakanın ‘’sen’’ olduğu, aslında bir ‘’sen’’ olmadığı, O’ndan gayrı hiçbir şeyin olmadığının idrâkine varma yolculuğudur.
Her bedenlenen insanın, İlâhi zât olan
özde bir hakîkati vardır. Hakîki insan oradadır. Fizik planda cisimlenen,
aslında hakîkatin gölgeler olarak yansımasıdır. Bu
içsel yolculuk üç kısımdır:
İlk sefer: Öz’den cisme
yolculuğu. O’ndan yolculuğu. İlk şekil ‘’bütünsel akılda’’ belirlenir. Orada belirli bir zaman kalır,
hayat planı belirlenir. Sonra bütünsel nefse gelinir ve orada kendisine emanet
olarak nefs verilir ve ilâhi parça olan rûh emaneti alınır. Sonra Arş’a,
Kürsi’ye, Göklere, Ay’a gelinir. Ateş, hava, su, toprak kümelerine ulaşılır.
Toprağa ulaşıldığında maden, bitki, hayvan ile yol bulup insana ulaşır ve bir ‘’Rahim’’ vasıtasıyla can bulur ve
dünyaya doğum yolu ile aktarılır.
İkinci sefer: Terbiye ve görüş seferi. O’na
yolculuğu. Bir rahimden doğarak bedenlenen İnsanın, kendi nefsine, kendi hakîkatine
Ârif olma yolculuğudur. Burada bir Mürşide, öğreticiye ihtiyaç duyulur. Çünkü
yol çetin ve tehlikelidir.
Üçüncü sefer: Dirilme. O’nun yolculuğu. İçsel yolculuğunu tamamlamış olan
Ârif, Hakk’tan halka dönüş yapar, bedene bürünür, örtünür ve beşeriyet örtüsü
ile halk arasına karışır. Fenâ dıştan
içe, bekâ içten dışa yolculuktur.
Araf, Ârif
kelimesinin topluluğudur. ‘’araf ehli’’
de Ârif’ler anlamındadır. Araf ehli, cennet ve cehennem arasında bulunan en
yüce makamdır. Cennet ‘’vareden’’,
güzellik veren, cehennem ise ’’yokeden’’,
yıkan, cezalandıran anlamındadır. İşte Ârif’ler var ile yok arasındaki
ölümsüzlerdir.
Bir insanın
kendini görmesi için ‘’ayna’’ ya
ihtiyacı vardır, yansımaya. Sesini duymak için, seslendiğinde çarpacak bir
cisme ihtiyacı vardır. İşte ‘’cevher’’
de kendini görmek için ‘’ayna’’ olacak
Ârif’lere ihtiyaç duyar. Hakk’ın Ârif’in gönlünde kendini görmesine ‘’Hakk, Ârif gönlünde kendini yarattı’’,
‘’Hakk kendini halk etti’’ işaret etti, belirtti, yarattı denir.
‘’Bedende görünenler’’ ve
‘’Bedende olanlar’’.
Bedende görünenler, kendi kaynağından, sonsuzluktan vazife ile bedende olan
beşere Hakk’ın bilgilerini aktarmak üzere beşer kılığında gözükürler. İnsan
gibi yerler, içerler, nefes alırlar ve ölürler. Beşerler toprak insanı, bedende
görünen Ârif’ler ise ‘’gökyüzü erleri’’
dir.
Öğrenci hazır olduğunda, öğretici
ortaya çıkar. Ârif’lerin
dünyada bedenli olarak yaşayan öğrencileri olduğu kadar, bedensiz yoldaşları da
vardır. Bedensiz yoldaşları, daha önce ermiş olan, ancak dünyadan göçüp gitmiş,
halen sonsuzlukta diri kalmaya devam eden rûhlardır. Arif’leri eğitmek için,
rüyalar, sezgiler, mistik manalar hazırlayarak onlara yol açarlar ve hakîkatlerine
ulaşmada yardım ederler.
Öğretici; bir insan, görünmeyen bir
varlık, iç ses olabilir. Mürşid ya da Kâmil, illâki bir insan olacak değildir. Görünmeyen
rehberler de, insanın Hakk’ı bulmasında yardımcıdır. Çünkü hiç kimse tek başına
sırra ulaşamaz.
Tüm
yaratılanlar arasında perdeler mevcuttur. Hiçbir ‘’atom altı’’ partikülü birbirleri ile çarpışmaz ve birbirlerine
değmez, birleşmez. Aralarında görünmeyen bir boşluk ve bir perde mevcuttur.
Hiçbir insan birbirine dokunamaz, aralarında var olan boşluk ‘’Yaradılış Sevgisi’’ ile doludur. Tek bir zerre, diğer bir zerre ile birleşse
idi, Kâinat yok olurdu.
Arif, hiçbir vakit kimseyi,
inancından ve itikadından dolayı ayıplamaz, hor görmez, dışlamaz ve
dedikodusunu yapmaz. Tevazuu insanıdır, yalındır. Beşer görünür, lâkin içinde
dünyaları barındırır. Sözlerinde ikilik yoktur. Sadece teklik ve birlik vardır.
Bir Arif’in/Mürşid’in sözlerinde kesinlikle bölücülük, parçalıyıcılık, ikilik, sen-ben
kavgası, ben doğruyum diğerleri yanlış, onlara gitmeyin türünden sözler yoktur.
Kimseyi ayırmazlar. Onlar her şeye bütünden bakarlar. Gerektiği kadar konuşur,
verdiği bilgilerin dışına çıkıp, ikilik yaratıcı tek laf etmezler.
Ârif’ler,
‘’kader’’ sırrına ulaşmışlardır.
Kaderin, insanın kendi elinde olduğunu bilirler. Ve Hakk aynasında yani Ayan-ı
Sâbite denilen Levh-i Mahfûz’da ne çizilmiş ise ve dünyaya nasıl yansımış ise,
ondan daha fazlasına sahip ya da daha azıyla yetinilmeyeceğini bilirler. Hayat
planlarında ne var ise, o açığa çıkacaktır. Aslında bilse de bilmese de, yaşanacak
olanlar yine kendi çizdikleri hayat planlarının yansıması olacaktır. Ne eksiği,
ne fazlası.
Tüm Ârif’ler inananları değil, inkâr
edenleri hedef almışlardır. İnkâr eden tüm inançları reddetmiş, bedene tutunmuştur. Maddeye
güvenmiştir, madde ise boştur. O boşluğu bir an da rûhsal alana, sevgiye
çevirmek daha kolaydır. Bu yüzden Ârif’ler inkâr edenlere yönelişleriyle
suçlanmışlardır.
İnsanı asli
vatanına ulaştıracak bir vasıta olan ‘’din’’
bedenin kontrolü, nefsin tanınması ve eşyanın mahiyetinin ne olduğunun idrâki
üzerine oluşturulmuş bir eğitim sistemidir. İnsan için gereklidir ama zamanı
gelince terk edilecek bir öğretidir.
Din
ihtiyaçtır, düzendir, Şeriat’tir, yoldur. Ve insan doğası gereği bir şeye
inanmak zorundadır. Dinler bu konuda insana büyük bir vâsıta olmuş ancak vâsıta,
insanlığı bir yere kadar götürmüştür.
Din amaca ulaşmak için bir araçtır.
Amaç bir yere varmaktır. Fakat trenin cazibesi, şekli, şemâli onu büyülemiş ve
etrafı görmez olmuş, zihni trenden başka bir şey algılayamaz olmuştur.
Günümüzde farklı dinlerin yanında,
aynı itikad içinde olanların bile birbirlerine saygı duymadıkları, dinlerin
aslında insanları itaatkârlığa yönlendirmediği, daha çok içsel bir nefret
uyandırdığı bir gerçektir. Zaman zaman aynı inanca sahip insanlar bile
içlerinde nefret duymaktadırlar. Bu durum bütün dinler için geçerlidir.
Herkes
kaynağından çıktığı gibi, yine kaynağa geri dönücüdür. O’ndan geldik, yine O’na
döneriz. Ve bunu her An’da varoluş ve yokoluş ile gerçekleştiririz. İşte
varlığın seyr-i süluk denilen olayı bundan ibarettir. Her şey aslına dönücüdür.
Nereden indiysen, oradan çıkacaksın. Herkes
hangi isim ile varolmuş ise, o ismin zıddı ile yokoluştadır. Varoluşları ve
yokoluşları, bir doğum ve ölümdür. Bedende ölüp, tekrar bedende dirilme Arif’lik
makamıdır.