6 Nisan 2015 Pazartesi

ARİF İÇİN DİN YOKTUR:

Çünkü ‘’Bir irfan sahibi, hakîkaten Ârif olduğu zaman, bir itikad ile kayıtlanmaz’’

Çünkü ‘’Ârif hiç bir inanç ve dini sistem ile kayıtlı kalmadığı için, Hakîkate ulaşmış ve Hakk gözü ile görendir’’

Çünkü ‘’Ârif dinler üstü bir anlayışa sahiptir. Dinler değişir, ancak hakîkat değişmez’’

Bu kitap; İbnü’l Arabî Hz.nin çeşitli eserlerinden alıntılar yapan Kevser Yeşiltaş tarafından derlenmiştir. Kitap genellikle Ârif ile Beşer arasındaki farkı vurgular.

İnsan üç sınıftır: Arif olanlar, Arif olmayanlar ve Cahiller.

Ârif; Hakîkati Hakk gönlünde ve Hakk gözü ile görendir.

Ârif olmayanlar; Hakikati Hakk’ta, fakat kendi nefsinde görendir.

Cahiller ise; Hakîkati ne Hakk’ta, ne de Hakk’tan gören ama Hakk’ı âhirette nefsinin gözüyle görebileceğine inanmış olan ve bunu umanlardır.

Her insan Hakk’ın aynasıdır, birbirinin değil. Her insan Hakk isimlerinin bir belirmesidir. Yani sen bana bakınca Hakk’ın bir isminin, belirmesini görüyorsun, ben sana bakınca Hakk’ın bir isminin belirmesini görüyorum. Hakikat Hakk’tır, insan Hakk’ın isimlerinin yansımasıdır. İnsanlar hiçbir zaman birbirlerinin yansıması olamazlar. Çünkü insan bir gölgedir, gerçek değildir. Donmuş madde, nesne, eşyadır. Donmuş maddeler birbirlerini yansıtamazlar.

Hakk, kendini görmen için senin Ayna’ndır. İlâhi isimler de Hakk’ın Ayna’sıdır. Sen de isimlerini görmede ve bu isimlerin hükümlerinin ortaya çıkışında, Hakk’ın Ayna’sısın.

Hakk; âlemlerin Rabbi olan Allah isminin tecellîsidir. Hakk ismi, tüm ilâhi isim ve sıfatların genel ismidir. 

İlâhi isimler, insan bedenlerini var etmeden önce, ilâhi sûretler olarak ‘’Hakk Ayna’sında’’ şekillenir. Her bir ilâhi sûret, her bir ilâhi ismin şekil almış görüntüsüdür. Her insanın, Hakk makamında, Hakk Ayna’sında hakikati vardır. Dünyada görünen bedeni ise, hakiki sûretinin sadece gölgesidir.

Her şey hayaldir, tek gerçek Hakk’tır. Hakk Kâmil İnsan’dır. Kâmil İnsan da Hakk’tır.

Âlem bir vehimden yani zanlardan ibârettir. İnsan, hayal içinde hayaldir.

Herkes bu yaşamda uyur, ancak öldükleri zaman uyanırlar. Bedene doğan uykudadır, ancak geri kendi gerçekliğine döndüğü vakit uyanır. Kendi gerçekliği nerededir? Tabi ki, Hakk gönlünde herkesin bir gerçeklik sûreti mevcuttur. İşte bu sûretin yansıması, âlemlerde varlık olarak görünür. Oysa ki: hakîki şekil, hakîki varlık ilahi Ayna’daki sûrettir. O ilâhi sûretin yarattığı ilahi düşünce, maddi plânda şekil alır ve yansır.

Eğer insan kendini arındırır ve temizlerse, işte o vakit cilasız ayna gibi parlar ve Hakk kendini orada tanır. Hakk kendini insan gönlünde gördüğünde, insan da gönlünde Hakk’ı görmüş olur.

Her insanın, her nesnenin, Ayan-ı Sâbite’de bir levhası bulunmaktadır. Rab planı, bu levha üzerinde çizdiği her ilahi görüntü, yansıyarak, fizik dünyalarda gölge hayatları oluşturur. Levha üzerine çizilen her ilahi görüntü bir sebep oluşturur. Sebep, ilahi bir ilimdir. Levhada oluşan Hakikat görüntüsü, sebebi ile fizik dünyaya yansır. Oluşan her şeyin, meydana gelen her olayın muhakkak bir sebebi  vardır. Çevremize baktığımızda, yaşadığımız her olay, oluşan her durum, başımıza her ne geliyor ise, sebebi ile birlikte oluşur. Bu oluşumu insanın yok etmesi, durdurması ve değiştirmesi mümkün değildir. Sebepler hakikatlerdir.

Her insan doğmadan önce, kendi levhasında hangi sebebi oluşturmuş ise, Rab planı tarafından terbiye edilerek sonuçlarını fizik dünyalarda yaşayacaktır. Beşer, yaptığı her şeyin bir cezası ve mükâfatı olduğunu düşünür. Ölçü ile hareket etmeye başlar. Attığı her adımın karşılığını bulacağı düşüncesi, tüm hayatını kaplamaya başlar. Arif ise tam bir teslimiyet halindedir. Her şeyin bizzat kendi elleriyle çizdiği levhadan yansıyan bir hayat planı içinde gerçekleştiğini bilir. Herkes kendi kaderini kendisi tayin etmektedir. Ne yaşıyor ise, bizzat kendi Rab planında oluşturduğu eserin içine dâhil olmuştur. Kendi çizdiği ve renklendirdiği tabloda, yine başrolde kendisi oynamaktadır. Çünkü her şey bir düzen içerisinde, kanunlar çerçevesinde yürümektedir. Bu kanunlar ve düzene Hakk dahi kendi de uymaktadır, ilahi isimler de uymaktadır.

Hakk tüm ilâhi isim ve sıfatların bütünlüğüdür. Hakk, kendi sûretini, sıfat ve isimlerini, Âdem’de yani Kâmil İnsan’da müşâhede eder. İnsan-ı Kâmil, büyük görünen âlemin ‘’hakiki gölgesidir’’. Beşer insanları ise bu Hakiki gölgenin gölgesinde kalan mecâzi gölgelerdir. O zaman beşer insanı Allah’ın değil, İnsan-ı Kâmil’in gölgesidirYani gölgenin gölgesidir.

‘’O her an bir şe’n dedir’’ Rahman suresi-29 ayetinde geçen şe’n, tecelli, görülme ve belirme anlamındadır. Zaman ‘’An’’dır, O da şimdidir. Zamana küfretmeyiniz, zaman/Dehr Allah’tır denilir. Çünkü her ‘’An’’ zamanda Allah’ın ilâhi bir ismi tecelli eder. O zaman küfrettiğin Hakk’ın ilâhi isimlerinden birine olacaktır.

Öyle vakitler vardır ki; savaşın, husûmetin ve katliamların durmadığı, tabiat olaylarının, ölümlerin, hastalıkların yoğun olduğu dönemler, işte onlar Hakk’ın ilâhi isimlerden birinin açığa çıktığı zamanlardır.

İlâhi isimler iki kısımda ele alınır. Vareden ve yokeden isimler.

Mucid, Muhyi, Mübdi, Rahman, Halik, Kayyum gibi ilahi isimler ‘’varoluş’’ yani varlıkların vücud bulmasını, ortaya çıkmasını, zâhirleşmesini gerektirirler.

Mümit, Darr, Kahhar, Kabız gibi ilahi isimler ise, ‘’yokoluş’’ yani bâtınlaşmasını, gizliliğe çekilmesini gerektirirler.

‘’An’’ zamanda bir nefes gibi ya da kalp atışı gibi ‘’varoluş’’ ve ‘’yokoluş’’ gerçekleştiği için, asla idraklerimiz bunu algılayamaz. Peş peşe ve süratle oluşum gerçekleştiği için de, her seferinde bir yenilenme olur. Her şey her an yeniden ve sürekli var edilmektedir. Bu ‘’varoluş ve yokoluş’’ nefsini sadece Ârif’ler gözlemleyebilmektedir. Görünen her şey varoluşta ‘’zâhir’’, yokoluşta ‘’bâtın’’ olur. Fakat her var oluşta, artık o bir önceki gibi değildir. Yeniden yaratılmıştır.

Ârif’ler, her ‘’An’’, ayrı bir şe’n de yaratılan, değişen, değişime tabî olan, varolan ve yokolan, ölen ve dirilen bir maddi çokluk düzeyinden, değişmeyen sabit kalan bir ‘’aslî birlik mertebesine’’ yükselmişlerdir. Beşer mertebesi ve makamı ise, her an ayrı bir şe’n de yaratılan, değişen varolan ve yokolan, ölen tekrar doğan ‘’değişen arızi çokluk’’ mertebesi olan fizik dünyadadırlar.

Azhab sûresi 72. âyette geçen ve dağlara taşlara teklif edilen ve insan tarafından kabul edilen ‘’emanet’’ yüklenen, nakledilen rûhdur. İkinci olarak da Esmalardır. Çünkü her canlıda, her taş ve toprakta, her bitki ve hayvanda, Esmaların bir kısmı görülür, ancak tümünün bir arada görüldüğü tek varlık insandır. İnsanın rûhu  ‘’burundan üflenmiştir. Çünkü burunda ‘’kutsal bir parça’’ bulunur.
Ârif’lerin yedi mertebesi bulunur:

İlk tur: Ölümsüz parçanın idrâkidir. Bir insan, cisim olan bedende var olan ‘’cüzzi rûh’’ un idrâkine vardığı anda birinci tura dâhil olur. Vahdet teklik ve birliktir. Nefs, kalp, rûh, akıl Hakk katında birdir. Ancak sıfatlar değiştikçe, hepsi birer sûret ve isim alır ve o isim ve sûretlerle yeryüzünde varolurlar. Bu varoluşa ‘’nefs-i natıka’’ denir. Nefs-i Natıka parçalanması ve yok olması mümkün olmayan ‘’Kudret’’ tir.

İkinci tur: Bütünsel nefsin idrâki. Kendi nefsini idrâk eden Ârif, ikinci turda ‘’külli nefs’’ denilen âlemin nefsini idrâk eder. Gördüğü ‘’tek nefs’’ tir. Böylece Semâ’ların, yerlerin sadece kalp atışı gibi varoluşuna ve yokoluşuna tanıklık eder. Çünkü tüm zanlardan kurtulmuş olduğu ve hiçbir inanca bağlı kalmadığı için görüşü daha ilâhidir.

Üçüncü Tur: İlâhi rûhun idrâki. Bu turda Ârif, kendisine ait kutsal parça olan emanet rûhun, büyük rûha, emanet  aklın ise Akl-ı Küll’e bağlanması, kendine ait olan rûh ve aklın, İlâhi bütünsel rûh ve akılda erimesi, yok olması ile ‘’fenâfillah’’ makamına erişir. Allah’ın irâdesine teslim olmuş ve bedeninde tamamen ölmüştür.

Dördüncü tur: Fenâ hali ‘’O var, başka hiçbir şey yok’’. Fenâya eren Ârif bütünün idrâkine varır. Emaneti teslim etmiş ve daha büyük olan bütünsel rûh ile akıl ile bedende yeniden dirilecektir. Bu ‘’bekâbillah’’ makamıdır.

Birinci turda ‘’iç âlem’’ yani nefs tanınır. İkinci turda afak denilen ‘’dış âlem’’ yani zâhire nazar edilir, görülür ve idrâk edilir. Üçüncü turda, iç ve dış âlemin yani bâtın ve zâhirin bir olduğu idrâkine varılır. Dördüncü turda da, iç ve dış âlemlerin kendi âlemi olduğu, kendisine ait ne varsa, bütünselliği içinde eriyerek yok olduğu idrâkine varır.

Beşinci tur: Zamanın idrâki. Bu turda Ârif zamanın idrâkine varır. Tek zaman vardır, O da merkez olan, kutup olan ‘’An’’ zamandır. An zamanda, zamanın sahibi ile beraber olur. Bu makamda ‘’vaktin oğlu’’ diye adlandırılır.

Altıncı tur: Bekâ hali ‘’Ben var, başka hiçbir şey yok’’. Her şeye ‘’Ayna’’ olan Ârif, aynada gördüğünün de kendisi olduğunu idrâk ettiği vakit altıncı tura geçmiş olur. O artık tüm mevcudatı, tek bir bakış olan Hakk bakışı ile görür. Geçmiş, gelecek yoktur, An vardır, her şey An’da oluştuğu için, An kutbunda, An merkezinde bulunur. Tüm eşya ve âlemler kendinde varolur ve yokolur. O artık ölümsüzdür, Mukarrebun’dur ve A’raf ehlidirA’raf ehli, ne cennet, ne de cehennem ehlidir. İkisinin ortasında bulunur, yani kutuptur, merkezdir ve en yüksek ‘’mekanen aliyye’’  makamındadır. Bu makama ‘’vaktin babası’’ denir.

Yedinci tur: ‘’Mukarrebun’’ Ölümsüz insan. Tamamen yokluk, hiçlik mâkâmıdır. Velilerin ‘’gece’’ diye bahsettiği hâldir. İnançlar üstü bir teslimiyet ve yokoluş ile fenâ ve bekâ hâllerini yaşar.  İnsan her an, bir ilâhi isim ile yeniden yaratılmakta, bir diğeri ile yokluğa ermektedir. Ârif ise ‘’mânâ’’ adamıdır ve mânânın şekli olmaz. Çünkü O, ‘’heyula’’ gibi her sûrette görünür. Daima diri ve canlıdır.

Seyr içindeki seyr, sefer, mânevi yolculuktur. Zâhirden bâtına yolculuktur. Fizik plandan, mâneviyata yolculuktur. İçselleşme, derinleşmedir, farkındalıktır. Uyanmadır. Aynadaki sûretin sen olduğu değil, aynaya bakanın ‘’sen’’ olduğu, aslında bir ‘’sen’’ olmadığı, O’ndan gayrı hiçbir şeyin olmadığının idrâkine varma yolculuğudur.

Her bedenlenen insanın, İlâhi zât olan özde bir hakîkati vardır. Hakîki insan oradadır. Fizik planda cisimlenen, aslında hakîkatin gölgeler olarak yansımasıdır. Bu içsel yolculuk üç kısımdır:

İlk sefer: Öz’den cisme yolculuğu. O’ndan yolculuğu. İlk şekil ‘’bütünsel akılda’’ belirlenir. Orada belirli bir zaman kalır, hayat planı belirlenir. Sonra bütünsel nefse gelinir ve orada kendisine emanet olarak nefs verilir ve ilâhi parça olan rûh emaneti alınır. Sonra Arş’a, Kürsi’ye, Göklere, Ay’a gelinir. Ateş, hava, su, toprak kümelerine ulaşılır. Toprağa ulaşıldığında maden, bitki, hayvan ile yol bulup insana ulaşır ve bir ‘’Rahim’’ vasıtasıyla can bulur ve dünyaya doğum yolu ile aktarılır.

İkinci sefer: Terbiye ve görüş seferi. O’na yolculuğu. Bir rahimden doğarak bedenlenen İnsanın, kendi nefsine, kendi hakîkatine  Ârif olma yolculuğudur. Burada bir Mürşide, öğreticiye ihtiyaç duyulur. Çünkü yol çetin ve tehlikelidir.

Üçüncü sefer: Dirilme. O’nun yolculuğu. İçsel yolculuğunu tamamlamış olan Ârif, Hakk’tan halka dönüş yapar, bedene bürünür, örtünür ve beşeriyet örtüsü ile halk arasına karışır. Fenâ dıştan içe, bekâ içten dışa yolculuktur.

Araf, Ârif kelimesinin topluluğudur. ‘’araf ehli’’ de Ârif’ler anlamındadır. Araf ehli, cennet ve cehennem arasında bulunan en yüce makamdır. Cennet ‘’vareden’’, güzellik veren, cehennem ise ’’yokeden’’, yıkan, cezalandıran anlamındadır. İşte Ârif’ler var ile yok arasındaki ölümsüzlerdir.

Bir insanın kendini görmesi için ‘’ayna’’ ya ihtiyacı vardır, yansımaya. Sesini duymak için, seslendiğinde çarpacak bir cisme ihtiyacı vardır. İşte ‘’cevher’’ de kendini görmek için ‘’ayna’’ olacak Ârif’lere ihtiyaç duyar. Hakk’ın  Ârif’in gönlünde kendini görmesine ‘’Hakk, Ârif gönlünde kendini yarattı’’, ‘’Hakk kendini halk etti’’ işaret etti, belirtti, yarattı denir.

‘’Bedende görünenler’’ ve  ‘’Bedende olanlar’’. Bedende görünenler, kendi kaynağından, sonsuzluktan vazife ile bedende olan beşere Hakk’ın bilgilerini aktarmak üzere beşer kılığında gözükürler. İnsan gibi yerler, içerler, nefes alırlar ve ölürler. Beşerler toprak insanı, bedende görünen Ârif’ler ise ‘’gökyüzü erleri’’ dir.

Öğrenci hazır olduğunda, öğretici ortaya çıkar. Ârif’lerin dünyada bedenli olarak yaşayan öğrencileri olduğu kadar, bedensiz yoldaşları da vardır. Bedensiz yoldaşları, daha önce ermiş olan, ancak dünyadan göçüp gitmiş, halen sonsuzlukta diri kalmaya devam eden rûhlardır. Arif’leri eğitmek için, rüyalar, sezgiler, mistik manalar hazırlayarak onlara yol açarlar ve hakîkatlerine ulaşmada yardım ederler.

Öğretici; bir insan, görünmeyen bir varlık, iç ses olabilir. Mürşid ya da Kâmil, illâki bir insan olacak değildir. Görünmeyen rehberler de, insanın Hakk’ı bulmasında yardımcıdır. Çünkü hiç kimse tek başına sırra ulaşamaz.

Tüm yaratılanlar arasında perdeler mevcuttur. Hiçbir ‘’atom altı’’ partikülü birbirleri ile çarpışmaz ve birbirlerine değmez, birleşmez. Aralarında görünmeyen bir boşluk ve bir perde mevcuttur. Hiçbir insan birbirine dokunamaz, aralarında var olan boşluk ‘’Yaradılış Sevgisi’’ ile doludur. Tek bir zerre, diğer bir zerre ile birleşse idi, Kâinat yok olurdu.

Arif, hiçbir vakit kimseyi, inancından ve itikadından dolayı ayıplamaz, hor görmez, dışlamaz ve dedikodusunu yapmaz. Tevazuu insanıdır, yalındır. Beşer görünür, lâkin içinde dünyaları barındırır. Sözlerinde ikilik yoktur. Sadece teklik ve birlik vardır. Bir Arif’in/Mürşid’in sözlerinde kesinlikle bölücülük, parçalıyıcılık, ikilik, sen-ben kavgası, ben doğruyum diğerleri yanlış, onlara gitmeyin türünden sözler yoktur. Kimseyi ayırmazlar. Onlar her şeye bütünden bakarlar. Gerektiği kadar konuşur, verdiği bilgilerin dışına çıkıp, ikilik yaratıcı tek laf etmezler.

Ârif’ler,  ‘’kader’’ sırrına ulaşmışlardır. Kaderin, insanın kendi elinde olduğunu bilirler. Ve Hakk aynasında yani Ayan-ı Sâbite denilen Levh-i Mahfûz’da ne çizilmiş ise ve dünyaya nasıl yansımış ise, ondan daha fazlasına sahip ya da daha azıyla yetinilmeyeceğini bilirler. Hayat planlarında ne var ise, o açığa çıkacaktır. Aslında bilse de bilmese de, yaşanacak olanlar yine kendi çizdikleri hayat planlarının yansıması olacaktır. Ne eksiği, ne fazlası.

Tüm Ârif’ler inananları değil, inkâr edenleri hedef almışlardır. İnkâr eden tüm inançları reddetmiş, bedene tutunmuştur. Maddeye güvenmiştir, madde ise boştur. O boşluğu bir an da rûhsal alana, sevgiye çevirmek daha kolaydır. Bu yüzden Ârif’ler inkâr edenlere yönelişleriyle suçlanmışlardır.

İnsanı asli vatanına ulaştıracak bir vasıta olan ‘’din’’ bedenin kontrolü, nefsin tanınması ve eşyanın mahiyetinin ne olduğunun idrâki üzerine oluşturulmuş bir eğitim sistemidir. İnsan için gereklidir ama zamanı gelince terk edilecek bir öğretidir.

Din ihtiyaçtır, düzendir, Şeriat’tir, yoldur. Ve insan doğası gereği bir şeye inanmak zorundadır. Dinler bu konuda insana büyük bir vâsıta olmuş ancak vâsıta, insanlığı bir yere kadar götürmüştür.

Din amaca ulaşmak için bir araçtır. Amaç bir yere varmaktır. Fakat trenin cazibesi, şekli, şemâli onu büyülemiş ve etrafı görmez olmuş, zihni trenden başka bir şey algılayamaz olmuştur.

Günümüzde farklı dinlerin yanında, aynı itikad içinde olanların bile birbirlerine saygı duymadıkları, dinlerin aslında insanları itaatkârlığa yönlendirmediği, daha çok içsel bir nefret uyandırdığı bir gerçektir. Zaman zaman aynı inanca sahip insanlar bile içlerinde nefret duymaktadırlar. Bu durum bütün dinler için geçerlidir.

Herkes kaynağından çıktığı gibi, yine kaynağa geri dönücüdür. O’ndan geldik, yine O’na döneriz. Ve bunu her An’da varoluş ve yokoluş ile gerçekleştiririz. İşte varlığın seyr-i süluk denilen olayı bundan ibarettir. Her şey aslına dönücüdür. Nereden indiysen, oradan çıkacaksın. Herkes hangi isim ile varolmuş ise, o ismin zıddı ile yokoluştadır. Varoluşları ve yokoluşları, bir doğum ve ölümdür. Bedende ölüp, tekrar bedende dirilme Arif’lik makamıdır.