3 Haziran 2015 Çarşamba


HAYAL VE RÜYA:

Hz. Peygamber’in; ‘’Bütün insanlar(bu âlemde) uykudadırlar; ancak öldüklerinde bu uykudan uyanırlar’’ meâlindeki hadisinde belirttiği gibi, bizi çevreleyen ve bizim de kendisine ‘’GERÇEK’’ özüyle bakmaya alışık olduğumuz hissi âlemden ibâret bu; ‘’GERÇEK’’ denen nesne aslında ‘’HAYAL’’den başka bir şey değildir.

Bizler hislerimizin aracılığıyla çok sayıda eşyayı idrak etmekte, bunu biribirlerinden tefrik etmekte (ayırmakta), aklımızla bunlara bir çeki düzen vermekte ve böylece sonuçta, etrafımızda mûhkem (kesin) bir şey te’sis etmiş olmaktayız. Bu kurduğumuz nesneye de ‘’GERÇEK’’ demekte ve bunun da gerçek ve doğru olduğundan kuşku duymamaktayız. Bu aynı uyumakta olup da eşyayı rüyasında gören bir kimse için gördüğü eşya nasılsa, gerçekliği açısından VARLIK da bize o nisbettedir.

Oysaki; Âlem bir vehimden ibarettir, onun gerçek bir varlığı yoktur. Bu ise ‘’HAYAL’’ diye kastedilen şeydir. Bil ki sen kendin de bir hayalsin, idrâk ettiğini sandığın her nesne de bir ‘’HAYAL’’dir.

ASLINDA, BÜTÜN VARLIK ÂLEMİ DE HAYAL İÇİNDE HAYAL’DİR.

Varlık iki kısma ayrılır: GERÇEK ve HAYAL.  
                                                                                                
Gerçek varlık Allah, hayalî varlık ise Allah’ın dışındaki her şeydir.  HAKK VE HALK.

O halde mutlak gerçek Hakk iken, hayal olan Halk’tır.

Varlık ve oluş (vücûd ve kevn) âlemi bir hayal olmasına rağmen gerçekte bu, Hakk’ın bizzat kendisidir.

Çünkü yegâne gerçek, tecellîlerin mihrak noktalarından başka bir şey olmayan, hissi âlemlerde kendini zâhir kılan ‘’Hakk’’ tır. Bu nükte de ancak Allah’ta fâni olmak sûretiyle bu âlemde öldükten sonra (aslında unutkanlık uykusundan başka birşey olmayan) bu hayattan uyanıldığında anlaşılır.

Bedene doğan uykudadır, ancak geri kendi gerçekliğine döndüğü vakit uyanır. Kendi gerçekliği nerededir? Tabi ki, Hakk gönlünde herkesin bir gerçeklik sûreti mevcuttur. İşte bu sûretin yansıması, âlemlerde varlık olarak görünür. Ancak bu gerçekliliği olmayan bir varlık görüntüsüdür.

Hakîki şekil, hakîki varlık ilâhi ‘’AYNA’’daki sûrettir. O ilâhi sûretin yarattığı ilâhi düşünce, maddi planda şekil alır ve yansır. Çünkü Hakk dışında görünen, sınırları çizilmiş olan her şey arızidir, boştur, gölgedir, yapaydır, oyundur, ‘’HAYAL’’ dir.

Hayalin özelliği, her durumda değişmek ve bütün sûretlerde gözükmektir.

Hakk’ın zâtının dışında her şey, değişken bir hayal ve yok olucu bir gölgedir.

Hakk’ın, yani Allah’ın zâtının dışında hiçbir varlık, tek bir hal üzere kalmaz. Her şey, sürekli bir sûretten başka bir sûrete geçer. İşte hayal de bu demektir.

İnsanların bir kısmı bu hayaldeki şeyi ‘’duyu gözüyle’’ görürken, diğer bir kısmı ‘’hayal gözüyle’’ görür. Her iki algı da görme duyusuna bağlıdır. Çünkü göz hem hayal, hem de duyu gözüyle görür. Uyanıkken duyu gözüyle görürken, uykuda hayal gözüyle görür.

Hayal dediğimiz bu âlemin varlığı, varlık mertebelerinden ’Misâl âlemi’’ nin aksi ve gölgesidir.

Misâl âlemi;  hakîki bir mertebedir ve mânevî mânâdan, maddi sûrete geçiş mertebesidir.

Hayal (misâl) âlemi, aynı zamanda gayb ve şehâdet (his) âlemi arasında ‘’berzah’’ tır.

Hz. Peygamber (sav.), bize ‘’Allah’ı görürcesine ibâdet etmeyi’’ emredip Allah’ı bizim için hayale sokmuştur. Allah ‘’hayal’’ mertebesini ‘’şehâdet’’ âleminden daha geniş yaratmış, orada ‘’hayal’’ diye adlandırılan bir güç meydana getirmiştir.

Burada ilâhi sûretler çokluk olarak ilk defa ortaya çıkmışlardır. Görünen âlemde beliren tüm varlıklar, bu mertebedeki ilâhi sûretlerin akis ve gölgeleridir. Görünen âlemde vücûd yoktur, vücûd olarak görünen her şey, ilâhi sûretlerin gölgesidir.

Görünen âlemde zâhir olacak her ferdin, tek tek sûretine benzer sûretler, bu âlemde oluşur. Burada bölünme ayrılma yoktur. Burası rûhlar âlemine göre daha kaba titreşimlere sahip, ancak görünen maddi âleme göre daha lâtif bir âlemdir.

Hayali bilmek ‘’nübüvvet’’ te birinci makamdır. Dolayısı ile Allah’ı bilen kimse üst seviyede hayal kurar. Çünkü imkânda sonsuzluk vardır.

Hayal âlemi, mutlak Misâl âleminin şekillerinin aklımızda yansıttığı bir ‘’ayna’’ dır.

Muhayyile (Hayal gücü), uykuda duyuların ve nefsânî melekelerin tesirinden kurtulunca ‘’ayna’’ ya yansır gibi Misâl âleminin sûretleri (hakîkî sûretler) üzerine yansır. Böylece ‘’sâdık rüya’’ meydana gelir.

‘’Sâdık rüyalar Nübüvvet’in kırk altı cüzünden bir cüz’dür’’. Bu da Hz. Peygamder’in(sav.) rüyasıdır. Çünkü Peygamber’lik ’’yirmi üç’’ senedir. Bunun ilk ‘’altı ay’’ ı sâlih rüya şeklindedir. (23 yıl X 12 ay = 276 ay)(276 ay, 6 ay’a bölününce 46 kalır) 

Hz. Peygamber her sabah, ‘’Aranızda rüya gören var mı?’’ diye sorar ve rüyayı ‘’tâbir’’ ederdi.

İbnü’l Arabî Hz.leri de, bir kimsenin bu âlemde bütün gördüklerinin rüya gören bir kimsenin rüyası mesabesinde olduğuna ve te’vil (yorum) edilmesi lâzım geldiğine işâret etmektedir. Rüyada görülen bizzat gerçek değil, fakat onun var olduğu sanılan bir şeklidir. Bütün yapacağımız iş de bunu, orijinal ve hakîkî durumuna rücû ettirmektir. Te’vil de işte budur.

Rüya üç türlüdür: Birincisi, müjdeli rüyalar(mübeşşerat) ki bu Müminlerin gördüğü sâlih rüyadır. İkincisi, kişinin uyanıkken hayalinde yerleştirdiği ve idrâk ettiği gerçekler ki, uyuduğunda rüya olarak görülür. Üçüncüsü ise şeytanî rüyalardır. Çünkü uyku hâlindeyken insanın kalbine gelen havâtır; bazen melekten, bazen nefsten, bazen şeytandan, bazen de Allah’tandır.

Mânâyı sûretinden bozan rüyaya ‘’hulm’’ denir. Ancak Hz. Peygamber(sav.) bu tarz rüyaların birçoğunu te’vil ederek aslına döndürmüştür. Herhangi bir sadık rüyada görülen sûrette yanılma söz konusu ise, bu tâbirciyle âlakalıdır.

‘’En doğru rüya göreniniz, en doğru söz söyleyenenizdir’’ hadisi çok çarpıcıdır.

Rüya, kerâmet çeşitlerinden biridir. Rüyanın hakîkatî, kalbe gelen havâtır/düşünce ve zihinde canlandırılan hâllerdir. Uyku insanın bütün şuurunu kaplamadığında, insan kendini yakaza hâlinde hissederse (gördüğünün rüya değil de gerçek olduğunu sanırsa), işte gerçek rüya budur.

Allah uykuyu köprü yapmış ve onun üzerinde yürümeye de ‘’tâbir’’ demiştir. İnsan mârifet derecesine yükseldiğinde gerçekte dünyada uyuyor olduğunun farkına varır. Görür ki, içinde bulunduğu durum bir rüya imiş. Bunu da keşf yoluyla öğrenir.

Tanrı’nın, her gece rûhu vücuttan ayırıp ona seyran imkânı vermesi, zihin levhasından bilhassa kötü hatıraları silmek içindir. Bu zamanda, bedenden ayrılıp, rûhlar âlemine seyrana giden rûh, insandaki ilâhî rûhtur. Yine insandaki hayvanî rûh ise vücutta kalır ve hatta ilâhî rûhla, aynı bedende yan yana bulunmaktan alışılmış bir insiyakla bazen giden rûhun rüyasını görür, onun hâllerini hatırlar.

Kişi uyuduğu zaman cesetler âlemine göz yummuş ve cesedin ihtiraslarından, nefsin dalâletlerinden uzak kalmış olur. Bu uyku, kişiyi yanlış ve aşırı isteklerden ve Allah’tan gayrı şeylerden uyandırmaya alıştırmak içindir.

İnsan uykudan, kulağına bir ses değerek uyanır. Bu ilâhi bir nefestir. Sabahları dünyamızı aydınlatan Allah, ‘’israfil’’ in elindeki sûr ile bütün ölülere rûh üfleyen nefesi gibi, gözleri dünyaya açar.

Uyumadan önce son nefeslerin mânâyı anlamak için güçlü bir saltanatı vardır. İşte bu esnada kişi gönlünü hiçbir şey ile meşgul etmeyip; bütün hatıralarından, ilgilerinden, kendinden ve sevdiklerinden kurtulmuş ise kalbî bilgisi artar ve bu bilgi nefsinde doğru olarak şekillenir.

Rüyaların hükmünün gecikmesi nefsin yüceliği ile ilgilidir. Çünkü mânevî insanlar ulvî âlemlerde olacak şeyleri o bilgi ile idrak ederler. Öğrenme zamanı ile olacak şeyin gerçekleşmesi esnasında bir zaman gerekir. Allah’ın emirleri bir süre Semâ’da bekler ve Semâ’nın hükmüne boyanır. Bütün feleklere (Kalem-i âlâ, Levh, Arş, Kürsi) ulaşıp, yeryüzüne iner. (İbnü’l Arabî Hz. Hz. İshak ve bazı risâleler)

Abdülkadir Geylânî Hz. ise rüyalarla ilgili şöyle der; Hz. Peygamber; ‘’kim, rüyasında beni görmüş ise, o beni uyanıkken görmüş gibidir. Çünkü şeytan benim ve bana tâbi olanların kılığına giremez’’. Hatta diğer peygamber’lerin, velilerin, Kâbe, Güneş, Ay, Beyaz bulut, Mushaf v.b.de kılığına giremez. Şeytan, kahr mazharıdır ve ancak mudil (yoldan saptıran) ismi sûretinde zâhir olabilir. Hâdî isminin mazharında olan bir kişinin sûretinde görülemez.

Rüyada kuşların ve eti yenen hayvanların görülmesi ‘’Mutmain’’ nefse işaret eder. Eti yenmeyen ve yırtıcı hayvanlar ise; Emmâre, Levvâme ve Mülhime nefsin kötü huylarının işaretidir. Örn: Kaplan (kendini beğenme), Aslan (kibir, üstünlük), Ayı (gazap), Kurt (haram yeme), Domuz (kin, haset) Tavşan (hile ve hıyanet), Kedi (cimrilik, ikiyüzlülük), Yılan (gıybet, dil ile zarar verme, bazı insanlarla düşmanlık), Akrep (iğneleyici söz) sayılabilir.  Nefsin bu kötü huylarından da ibâdet ve zikri çoğaltmaya çalışarak kurtulunabilir. (Sırru’l Esrâr Syf. 91-95)

İbnü’l Arabî Hz. leri tüm eserlerinde, bu dünyanın rüya halinin, rüya içinde bir rüyadan başka bir şey olmadığını açıkça belirtmektedir. İnsanlar bu dünyadan başka bir dünyaya göçtüklerinde, başka bir rüya haline geçmektedir. Bu sefer, insanların içinde olduğu rüya neyse gerçekte o şekilde görülmektedir. Yani insanlar bir rüya halinde olmaktan çıkamazlar çünkü varoluşun kendisi ‘’TANRI’NIN RÜYASI’’ dır.

Hayal olmasaydı dünya ‘’yokluk’’ âlemi olarak kalır, rüya olmasaydı da yaratılış olmazdı.

 ‘’Hayalimizin, bizim hakîkatimiz olan Misâl âlemine uyması niyazıyla.... Âmin.

BEŞ İLÂHÎ MERTEBE (Hazarat-ı Hams):

MUTLAK GAYB: Lâ-Taayyün, Amâ mertebesi, Vücud-u Mutlâk, Gayb-ül Gayb, Lâhut Mertebesi, Nokta-yı Basita. Burası Hakikatin Hakikati, bulunamayan, bilinemeyen NOKTA’dır.  Burada ne makam, ne mertebe, ne resim, ne isim, ne sûret, ne de sıfat vardır. Tecellinin olmadığı Âlem. Yokluk, hiçlik ve SIFIR noktası. (Allah vardı ve başka hiç bir şey yoktu)

CEBERÛT ÂLEMİ: Hakikat-i Muhammedî, Tecelli-yi Evvel (ilk tecelli), İlk Akıl, İlk Cevher, Ayan-ı Sabite (değişmeyen hakikatler), Levh-i Mahfuz, İlk Gölge, en büyük Berzah, Allah ismi ile bütün isim ve sıfatların bir olduğu mertebe. (Allah bilinmek istedi). (aşk)

MELEKÛT (MİSÂL) ÂLEMİ: Tecelli-yi Sani (ikinci tecelli), Âlem-i Hayal, Sidretü’l Münteha, Küçük Berzah, Vâhidiyet Âlemi. (akıl)

ŞEHÂDET ÂLEMİ: Mülk, Halk, Hisler, Felekler, Ânasır (ateş, hava, su, toprak), Nâsût ve Türeyenler âlemi. (his)

İNSAN-I KÂMİL:  Bütün mertebeleri cem eden, İSM-İ ÂZAM makamı.

Lâhut’un aynası Ceberût, Ceberût’un aynası Melekût, Melekût’un aynası ise İnsan-ı Kâmil’dir. 

Aslında hepsi birbirinin aynalarıdır. Ayna tektir. İnsan-ı Kâmil bütün mertebeleri birleştirendir.

Göz açıp kapayana kadar meydana gelen bu âlemler ‘’yoktan’’ değil, zâtın tecellîsi, yani yansımasından meydana gelir.

Tüm dalgalanma zâttan gelir, yine zâta geri döner. Bu zâtın kendisinden, yine kendisine doğru, ilâhi bir dalgalanmadır. Her bir dalga Öz’den, Öz’edir.

İki vücûd yoktur, ‘’tek vücud’’ vardır, O’da Hakk’ın vücududur. TEK’in çok olarak görülmesi tamamen aldatmacadır. Bu yüzden eşyaya, maddeye, bedene ‘’bâtıl’’ denir.

Bu nedenle Hz. Peygamber(s.a.v.); ‘’Allah’ım bana Hakk’ı Hakk, bâtılı bâtıl olarak göster’’ diye dua etmiştir.