HAYAL VE RÜYA:
Hz.
Peygamber’in; ‘’Bütün insanlar(bu âlemde) uykudadırlar; ancak öldüklerinde
bu uykudan uyanırlar’’ meâlindeki hadisinde belirttiği gibi, bizi
çevreleyen ve bizim de kendisine ‘’GERÇEK’’ özüyle bakmaya alışık olduğumuz
hissi âlemden ibâret bu; ‘’GERÇEK’’
denen nesne aslında ‘’HAYAL’’den başka bir şey değildir.
Bizler
hislerimizin aracılığıyla çok sayıda eşyayı idrak etmekte, bunu biribirlerinden
tefrik etmekte (ayırmakta), aklımızla bunlara bir çeki düzen vermekte ve
böylece sonuçta, etrafımızda mûhkem (kesin) bir şey te’sis etmiş olmaktayız. Bu
kurduğumuz nesneye de ‘’GERÇEK’’ demekte ve bunun da gerçek ve doğru olduğundan
kuşku duymamaktayız. Bu aynı uyumakta olup da eşyayı rüyasında gören bir kimse
için gördüğü eşya nasılsa, gerçekliği açısından VARLIK da bize o nisbettedir.
Oysaki; Âlem
bir vehimden ibarettir, onun gerçek bir varlığı yoktur. Bu ise ‘’HAYAL’’ diye
kastedilen şeydir. Bil ki sen kendin de bir hayalsin, idrâk ettiğini sandığın her
nesne de bir ‘’HAYAL’’dir.
ASLINDA, BÜTÜN VARLIK ÂLEMİ DE HAYAL
İÇİNDE HAYAL’DİR.
Varlık iki
kısma ayrılır: GERÇEK ve HAYAL.
Gerçek varlık Allah, hayalî varlık ise Allah’ın dışındaki her
şeydir. HAKK VE HALK.
O halde mutlak
gerçek Hakk iken, hayal olan Halk’tır.
Varlık ve
oluş (vücûd ve kevn) âlemi bir hayal olmasına rağmen gerçekte bu, Hakk’ın
bizzat kendisidir.
Çünkü yegâne
gerçek, tecellîlerin mihrak noktalarından başka bir şey olmayan, hissi
âlemlerde kendini zâhir kılan ‘’Hakk’’
tır. Bu nükte de ancak Allah’ta fâni
olmak sûretiyle bu âlemde öldükten sonra (aslında unutkanlık uykusundan başka
birşey olmayan) bu hayattan uyanıldığında anlaşılır.
Bedene doğan
uykudadır, ancak geri kendi gerçekliğine döndüğü vakit uyanır. Kendi gerçekliği
nerededir? Tabi ki, Hakk gönlünde herkesin bir gerçeklik sûreti mevcuttur. İşte
bu sûretin yansıması, âlemlerde varlık olarak görünür. Ancak bu gerçekliliği
olmayan bir varlık görüntüsüdür.
Hakîki
şekil, hakîki varlık ilâhi ‘’AYNA’’daki
sûrettir. O ilâhi sûretin yarattığı ilâhi düşünce, maddi planda şekil alır ve
yansır. Çünkü Hakk dışında görünen, sınırları çizilmiş olan her şey arızidir,
boştur, gölgedir, yapaydır, oyundur, ‘’HAYAL’’
dir.
Hayalin özelliği, her durumda
değişmek ve bütün sûretlerde gözükmektir.
Hakk’ın zâtının dışında her şey,
değişken bir hayal ve yok olucu bir gölgedir.
Hakk’ın,
yani Allah’ın zâtının dışında hiçbir varlık, tek bir hal üzere kalmaz. Her şey,
sürekli bir sûretten başka bir sûrete geçer. İşte hayal de bu demektir.
İnsanların
bir kısmı bu hayaldeki şeyi ‘’duyu
gözüyle’’ görürken, diğer bir kısmı ‘’hayal
gözüyle’’ görür. Her iki algı da görme duyusuna bağlıdır. Çünkü göz hem hayal,
hem de duyu gözüyle görür. Uyanıkken duyu gözüyle görürken, uykuda hayal
gözüyle görür.
Hayal
dediğimiz bu âlemin varlığı, varlık mertebelerinden ‘’Misâl âlemi’’ nin aksi ve gölgesidir.
Misâl âlemi; hakîki bir mertebedir ve mânevî mânâdan,
maddi sûrete geçiş mertebesidir.
Hayal (misâl)
âlemi, aynı zamanda gayb ve şehâdet (his) âlemi arasında ‘’berzah’’ tır.
Hz.
Peygamber (sav.), bize ‘’Allah’ı görürcesine ibâdet etmeyi’’
emredip Allah’ı bizim için hayale sokmuştur. Allah ‘’hayal’’ mertebesini ‘’şehâdet’’
âleminden daha geniş yaratmış, orada ‘’hayal’’
diye adlandırılan bir güç meydana getirmiştir.
Burada ilâhi
sûretler çokluk olarak ilk defa ortaya çıkmışlardır. Görünen âlemde beliren tüm
varlıklar, bu mertebedeki ilâhi sûretlerin akis ve gölgeleridir. Görünen âlemde
vücûd yoktur, vücûd olarak görünen her şey, ilâhi sûretlerin gölgesidir.
Görünen
âlemde zâhir olacak her ferdin, tek tek sûretine benzer sûretler, bu âlemde
oluşur. Burada bölünme ayrılma yoktur. Burası rûhlar âlemine göre daha kaba
titreşimlere sahip, ancak görünen maddi âleme göre daha lâtif bir âlemdir.
Hayali
bilmek ‘’nübüvvet’’ te birinci
makamdır. Dolayısı ile Allah’ı bilen kimse
üst seviyede hayal kurar. Çünkü imkânda sonsuzluk vardır.
Hayal âlemi, mutlak Misâl âleminin
şekillerinin aklımızda yansıttığı bir ‘’ayna’’ dır.
Muhayyile (Hayal
gücü), uykuda duyuların ve nefsânî melekelerin tesirinden kurtulunca ‘’ayna’’ ya yansır gibi Misâl âleminin sûretleri
(hakîkî sûretler) üzerine yansır. Böylece ‘’sâdık
rüya’’ meydana gelir.
‘’Sâdık rüyalar Nübüvvet’in kırk
altı cüzünden bir cüz’dür’’. Bu da Hz. Peygamder’in(sav.) rüyasıdır. Çünkü Peygamber’lik ’’yirmi üç’’ senedir. Bunun ilk ‘’altı ay’’ ı sâlih rüya şeklindedir. (23
yıl X 12 ay = 276 ay)(276 ay, 6 ay’a bölününce 46 kalır)
Hz.
Peygamber her sabah, ‘’Aranızda rüya gören var mı?’’ diye sorar ve rüyayı ‘’tâbir’’ ederdi.
İbnü’l Arabî
Hz.leri de, bir kimsenin bu âlemde bütün gördüklerinin rüya gören bir kimsenin
rüyası mesabesinde olduğuna ve te’vil (yorum) edilmesi lâzım geldiğine işâret
etmektedir. Rüyada görülen bizzat gerçek değil, fakat onun var olduğu sanılan
bir şeklidir. Bütün yapacağımız iş de bunu, orijinal ve hakîkî durumuna rücû
ettirmektir. Te’vil de işte budur.
Rüya üç
türlüdür: Birincisi, müjdeli rüyalar(mübeşşerat) ki bu Müminlerin gördüğü sâlih
rüyadır. İkincisi, kişinin uyanıkken hayalinde yerleştirdiği ve idrâk ettiği
gerçekler ki, uyuduğunda rüya olarak görülür. Üçüncüsü ise şeytanî rüyalardır.
Çünkü uyku hâlindeyken insanın kalbine gelen havâtır; bazen melekten, bazen
nefsten, bazen şeytandan, bazen de Allah’tandır.
Mânâyı
sûretinden bozan rüyaya ‘’hulm’’ denir.
Ancak Hz. Peygamber(sav.) bu tarz rüyaların birçoğunu te’vil ederek aslına
döndürmüştür. Herhangi bir sadık rüyada görülen sûrette yanılma söz konusu ise,
bu tâbirciyle âlakalıdır.
‘’En doğru
rüya göreniniz, en doğru söz söyleyenenizdir’’ hadisi çok çarpıcıdır.
Rüya,
kerâmet çeşitlerinden biridir. Rüyanın hakîkatî, kalbe gelen havâtır/düşünce ve
zihinde canlandırılan hâllerdir. Uyku insanın bütün şuurunu kaplamadığında,
insan kendini yakaza hâlinde hissederse (gördüğünün rüya değil de gerçek
olduğunu sanırsa), işte gerçek rüya budur.
Allah uykuyu
köprü yapmış ve onun üzerinde yürümeye de ‘’tâbir’’
demiştir. İnsan mârifet derecesine yükseldiğinde gerçekte dünyada uyuyor
olduğunun farkına varır. Görür ki, içinde bulunduğu durum bir rüya imiş. Bunu
da keşf yoluyla öğrenir.
Tanrı’nın,
her gece rûhu vücuttan ayırıp ona seyran imkânı vermesi, zihin levhasından
bilhassa kötü hatıraları silmek içindir. Bu zamanda, bedenden ayrılıp, rûhlar
âlemine seyrana giden rûh, insandaki ilâhî rûhtur. Yine insandaki hayvanî rûh
ise vücutta kalır ve hatta ilâhî rûhla, aynı bedende yan yana bulunmaktan
alışılmış bir insiyakla bazen giden rûhun rüyasını görür, onun hâllerini
hatırlar.
Kişi uyuduğu
zaman cesetler âlemine göz yummuş ve cesedin ihtiraslarından, nefsin
dalâletlerinden uzak kalmış olur. Bu uyku, kişiyi yanlış ve aşırı isteklerden
ve Allah’tan gayrı şeylerden uyandırmaya alıştırmak içindir.
İnsan
uykudan, kulağına bir ses değerek uyanır. Bu ilâhi bir nefestir. Sabahları
dünyamızı aydınlatan Allah, ‘’israfil’’
in elindeki sûr ile bütün ölülere rûh
üfleyen nefesi gibi, gözleri dünyaya açar.
Uyumadan
önce son nefeslerin mânâyı anlamak için güçlü bir saltanatı vardır. İşte bu
esnada kişi gönlünü hiçbir şey ile meşgul etmeyip; bütün hatıralarından,
ilgilerinden, kendinden ve sevdiklerinden kurtulmuş ise kalbî bilgisi artar ve
bu bilgi nefsinde doğru olarak şekillenir.
Rüyaların
hükmünün gecikmesi nefsin yüceliği ile ilgilidir. Çünkü mânevî insanlar ulvî
âlemlerde olacak şeyleri o bilgi ile idrak ederler. Öğrenme zamanı ile olacak
şeyin gerçekleşmesi esnasında bir zaman gerekir. Allah’ın emirleri bir süre Semâ’da
bekler ve Semâ’nın hükmüne boyanır. Bütün feleklere (Kalem-i âlâ, Levh, Arş,
Kürsi) ulaşıp, yeryüzüne iner. (İbnü’l Arabî Hz. Hz. İshak ve bazı risâleler)
Abdülkadir
Geylânî Hz. ise rüyalarla ilgili şöyle der; Hz. Peygamber; ‘’kim, rüyasında
beni görmüş ise, o beni uyanıkken görmüş gibidir. Çünkü şeytan benim ve bana
tâbi olanların kılığına giremez’’. Hatta diğer peygamber’lerin, velilerin,
Kâbe, Güneş, Ay, Beyaz bulut, Mushaf v.b.de kılığına giremez. Şeytan, kahr
mazharıdır ve ancak mudil (yoldan saptıran) ismi sûretinde zâhir olabilir. Hâdî
isminin mazharında olan bir kişinin sûretinde görülemez.
Rüyada
kuşların ve eti yenen hayvanların görülmesi ‘’Mutmain’’ nefse işaret eder. Eti yenmeyen ve yırtıcı hayvanlar
ise; Emmâre, Levvâme ve Mülhime nefsin kötü huylarının işaretidir. Örn: Kaplan (kendini
beğenme), Aslan (kibir, üstünlük), Ayı (gazap), Kurt (haram yeme), Domuz (kin,
haset) Tavşan (hile ve hıyanet), Kedi (cimrilik, ikiyüzlülük), Yılan (gıybet,
dil ile zarar verme, bazı insanlarla düşmanlık), Akrep (iğneleyici söz)
sayılabilir. Nefsin bu kötü huylarından
da ibâdet ve zikri çoğaltmaya çalışarak kurtulunabilir. (Sırru’l Esrâr Syf.
91-95)
İbnü’l Arabî
Hz. leri tüm eserlerinde, bu dünyanın rüya halinin, rüya içinde bir rüyadan
başka bir şey olmadığını açıkça belirtmektedir. İnsanlar bu dünyadan başka bir
dünyaya göçtüklerinde, başka bir rüya haline geçmektedir. Bu sefer, insanların
içinde olduğu rüya neyse gerçekte o şekilde görülmektedir. Yani insanlar bir
rüya halinde olmaktan çıkamazlar çünkü varoluşun kendisi ‘’TANRI’NIN RÜYASI’’ dır.
Hayal olmasaydı dünya ‘’yokluk’’
âlemi olarak kalır, rüya olmasaydı da yaratılış olmazdı.
‘’Hayalimizin, bizim hakîkatimiz olan Misâl
âlemine uyması niyazıyla.... Âmin.
BEŞ İLÂHÎ
MERTEBE (Hazarat-ı Hams):
MUTLAK
GAYB: Lâ-Taayyün,
Amâ mertebesi, Vücud-u Mutlâk, Gayb-ül Gayb, Lâhut Mertebesi, Nokta-yı Basita. Burası
Hakikatin Hakikati, bulunamayan, bilinemeyen NOKTA’dır. Burada ne makam, ne mertebe, ne resim, ne
isim, ne sûret, ne de sıfat vardır. Tecellinin olmadığı Âlem. Yokluk, hiçlik ve
SIFIR noktası. (Allah vardı ve başka hiç bir şey yoktu)
CEBERÛT
ÂLEMİ: Hakikat-i
Muhammedî, Tecelli-yi Evvel (ilk tecelli), İlk Akıl, İlk Cevher, Ayan-ı Sabite (değişmeyen
hakikatler), Levh-i Mahfuz, İlk Gölge, en büyük Berzah, Allah ismi ile bütün
isim ve sıfatların bir olduğu mertebe. (Allah bilinmek istedi). (aşk)
MELEKÛT (MİSÂL)
ÂLEMİ: Tecelli-yi Sani
(ikinci tecelli), Âlem-i Hayal, Sidretü’l Münteha, Küçük Berzah,
Vâhidiyet Âlemi. (akıl)
ŞEHÂDET
ÂLEMİ: Mülk, Halk,
Hisler, Felekler, Ânasır (ateş, hava, su, toprak), Nâsût ve Türeyenler âlemi. (his)
İNSAN-I
KÂMİL: Bütün mertebeleri cem eden, İSM-İ ÂZAM makamı.
Lâhut’un
aynası Ceberût, Ceberût’un aynası Melekût, Melekût’un aynası ise İnsan-ı
Kâmil’dir.
Aslında hepsi birbirinin aynalarıdır. Ayna tektir. İnsan-ı Kâmil
bütün mertebeleri birleştirendir.
Göz açıp
kapayana kadar meydana gelen bu âlemler ‘’yoktan’’ değil, zâtın tecellîsi, yani
yansımasından meydana gelir.
Tüm dalgalanma
zâttan gelir, yine zâta geri döner. Bu zâtın kendisinden, yine kendisine doğru,
ilâhi bir dalgalanmadır. Her bir dalga Öz’den, Öz’edir.
İki vücûd
yoktur, ‘’tek vücud’’ vardır, O’da
Hakk’ın vücududur. TEK’in çok olarak görülmesi tamamen aldatmacadır. Bu yüzden
eşyaya, maddeye, bedene ‘’bâtıl’’ denir.
Bu nedenle
Hz. Peygamber(s.a.v.); ‘’Allah’ım bana Hakk’ı Hakk, bâtılı bâtıl
olarak göster’’ diye dua etmiştir.