5 Kasım 2015 Perşembe



ASHÂB-I KEHF (Mağara arkadaşları)

Ashâb-ı Kehf; Kur’ân da Kehf sûresinin 9. ve 26. ayetleri arasında anlatılır, Hristiyan inancında da kabul görür ve halk arasında ‘’YEDİ UYUYANLAR’’ olarak bilinir.

M.S. 250 ‘li yıllarda Dakyus isminde bir Kral’ın yönettiği putperest bir ükede, yedi genç Hristiyan olmakla suçlanır. Gençlerden dinlerini değiştirmeleri istenir. Gençlerin karşı çıkması ile ölümle cezalandırılırlar. Gençler ölüm korkusuyla dağa kaçar ve ibâdetlerini orada yapmaya başlarlar. Ancak yakalanma korkusu ile köpekleri (Kıtmir/Râkim) ile birlikte bir mağaraya saklanırlar. Gençlerin mağarada saklandığını öğrenen zâlim Kral, mağaranın girişini kalın bir duvar ile kapattırır. Gençler, bu mağaranın içinde derin bir uykuya dalarlar.

Ashâb-ı Kehf (mağara arkadaşları), YEDİ KÂMİL kimsedir. Daima Hakk’ın emri ile kaimdirler ve âlem de onlarla kaimdir(ayakta durur). Zaman katiyen onlarsız olmaz.

YEDİ KÂMİL; Kutup, 2 İmam, 4 Evtad/Direk (Menzilleri âlemdeki Doğu, Batı, Kuzey, Güney’dir)

Mağaradan maksat bedenin içidir. Rakim ise hayvanî nefs’tir.

‘’(Resûlüm)! Yoksa sen, bizim âyetlerimizden Ashâb-ı Kehf ve Ashâb-ı Râkim’in durumlarını şaşırtıcı mı buldun’’?  O (yiğit) gençler mağaraya sığınmışlar ve: Rabbimiz! Bize tarafından rahmet ver ve bize, (şu) durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla! Demişlerdi’’ (9-10)

Beden mağarasına sığınmışlar ve bize istidatlarımıza uygun ve istidatlarımızın gerektirdiği gibi bir rahmet ver, içinde bulunduğumuz ‘’ulvi âlemden ayrılık ve sufli âleme kemâle erme amaçlı düşüş’’ hâlinden ‘’bir kurtuluş’’ istikâmet, senin yolunu izleme, senin tarafına yönelme nasip et.

‘’Bunun üzerine biz o mağarada onların kulaklarına nice yıllar perde koyduk (uykuya daldırdık)’’  (11)

Onları âlemlerinden ve kemâllerinden gaflet uykusuyla uyuttuk. Böylece beden mağarasında ‘’nice yıllar’’ uykuda kaldılar. Bu durum gerçek bûlûğ zamanına, irâde veya tabî ölüm vaktine kadar devam etti. (İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar)

‘’Sonra da iki gruptan hangisinin kaldıkları müddeti daha iyi hesap edeceklerini görelim diye onları uyandırdık’’ (12)

Beden mağarasından çıkarmak ve Allah’ı tanıtmak sûretiyle onları mücerret (soyut) nefisleriyle gaflet uykusundan uyandırdık.

‘’Biz sana onların başından geçenleri gerçek olarak anlatıyoruz. Hakîkaten onlar, Rablerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidâyetlerini arttırdık’’ (13)

Onlara, ayn-el yakın derecesine ve müşâhede mâkâmına tevfikle ulaştıran bir hidâyet bahşettik.
‘’Onların kalplerini metin kıldık. O yiğitler (o yerin hükümdarı karşısında) ayağa kalkarak dediler ki; Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, ondan başkasına ilâh demeyiz. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz’’ (14)

Cehdin zorluklarına karşı sabırla onları güçlendirdik. Şeytanla savaşmaya, nefse mûhalefet etmeye, cismani alışkanlıkları ve maddi lezzetleri terk etmeye teşvik maksadıyla onları cesaretlendirdik.

‘’Şu bizim kavmimiz Allah’tan başka ilâh edindiler. Bâri bu ilâhlar konusunda açık bir delil getirseler. (Ne mümkün!) Öyle ise Allah hakkında yalan uydurandan daha zâlimi var mı?’’ (15)

Nefs-i Emmâre ve kuvvetlerini ilâh edinen kavmimiz. Çünkü her kavmin kulluk ettiği bir ilâhı vardır. Allah’tan başkasının ilâhlığına, etkinliğine ve varlığına ilişkin olarak kanıt ortaya koymanın imkânsız olduğunu anlayabilseler.

‘’(İçlerinden biri şöyle demişti): Mademki siz onlardan ve onların Allah’ın dışında tapmakta oldukları varlıklardan uzaklaştınız, o halde mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetini yaysın ve işinizde sizin için fayda ve kolaylık sağlasın’’ (16)

Mademki, nefsinizden ve onun isteklerinden, hevânızdan uzaklaştınız; ‘’bedene sığının’’. Bedende uzlete çekilin, nefsin arzularını kırın. İrâdi olarak ölün. O zaman müşâhedelerden lezzet alır, kemâlattan yararlanırsınız. Rahmetin yayılmasının ve içinde bulundukları durumdan kurtuluş yolunun hazırlanmasının mağara sığınmakla irtibatlandırılmış olması gösteriyor ki, istidatlarda potansiyel olarak bulunan rahmet, ancak bedene taalluk etmekle ve bedenin kemâli ile hazırlanmakla yayılır.

‘’(Resûlüm! Orada bulunsaydın) güneşi görürdün: Doğduğu zaman mağaralarının sağına meyleder, batarken de sol taraftan onlara isâbet etmeden geçerdi. (Böylece) onlar (güneş ışığından rahatsız olmaksızın) mağaranın bir köşesinde (uyurlardı). İşte  bu, Allah’ın âyetlerindendir. Allah kime hidâyet ederse, işte o, Hakk’a ulaşmıştır, kimi de hidâyetten mahrum ederse artık onu doğruya yöneltecek bir dost bulamazsın’’ (17)

Rûh güneşini görürdün. ‘‘Doğduğu zaman’’ cisim örtülerinden arınarak yükselirken, meyli ve sevgisi sağ tarafıdır. Yani kutsi âlem tarafına;  hayır, fazilet, iyilik ve ibâdet gibi iyilerin amellerine meyleder. Çünkü iyiler sağ ehlidirler. Batarken de, perdelendiği, onun karanlığında ve örtülerin altında gizlendiği, nûru söndüğü zaman, sol tarafa, yani nefis tarafına, kötü ameller ve günahlar tarafından ayrılır ve uzaklaşırdı. Onlar beden mağarasının bir köşesinde; nefis ve tabiat makamında uyurlardı.

Kalbin rûha bakan yüzü aydınlık (ki buna akıl denir. İlhamının indiği yerdir), nefse bakan yüzü ise nefsin sıfatlarıyla karanlıktır. Kalbin nûra bakan yüzü hayrı, nefse bakan yüzü şerri emreder.

‘’Kendileri uykuda oldukları halde, sen onları uyanık sanırdın. Onları sağa sola çevirirdik. Köpekleri de mağaranın girişinde ön ayaklarını uzatmış, yatmakta idi. Eğer onların durumlarına muttali olsa idin dönüp onlardan kaçardın ve gördüklerin yüzünden için korku ile dolardı’’ (18)

Gözleri ve duyuları açık olduğu için sen onları uyanık sanırdın. Hakîkatte gaflet uykusunda idiler. Onları bazen hayır, bazen de şer ve tabiatın gerekleri cihetine döndürürdük. Nefisleri de ‘‘ön ayaklarını’’ gazabi (gazap) ve şehvani (şehvet) kuvvetlerini ‘’mağaranın girişine’’ beden boşluğuna yaymışlardı ve bedenden ayrılmayacak şekilde bekliyorlardı. Eğer Allah’ın onların içine yerleştirdiği nûraniliğe ve parlaklığa, onlara giydirdiği izzet ve görkeme, sırlarına ve vahdet içindeki makamlarına muttali olsaydın onlardan kaçardın.

‘’Böylece biz, aralarında birbirlerine sormaları için onları uyandırdık. İçlerinden biri; ‘Ne kadar kaldınız’ dedi. (Kimi) ‘Bir gün ya da günün bir parçası kadar kaldık’ dediler. (kimi de) şöyle dediler; ‘Rabbiniz, kaldığınız müddeti daha iyi bilir. Şimdi siz, içinizden birini şu gümüş paranızla şehre gönderin de, baksın, (şehrin) hangi yiyeceği daha temiz ise size ondan erzak getirsin; ayrıca, nâzik davransın (gizli hareket etsin) ve sakın kimseye sezdirmesin’’ (19)

Böylece biz onları, hakîki dirilme ve mânevî canlandırma ile istidatlarına yerleştirilen anlamları, zâtlarında gizlenen hakîkatleri birbirlerine sorup araştırsınlar, kemâle ersinler diye uyandırdık. Bu ilk uyanıştır ki, sûfiler buna ‘’yakaza’’ derler. Uykuda kalış süreleri aslında az bir müddetti. Bundan maksat, beden tedbirlerine dalış, tabiat denizine batış, tabiatla meşgul oluş müddetiydi.

Gümüş paradan maksat, beraberlerindeki ilkel bilgilerdir. Bu bilgiye sahip olmak için çalışmaya gerek yoktur. Hakîki ilimler, ilâhi irfanlar bu ilkel bilgilerle elde edilir. Şehir toplanma mahallidir. Çünkü arkadaşlık, sohbet ve terbiye kaçınılmazdır. Hz. Muhammed; ‘’Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır’’demiştir. Maksat ilim şehridir. İçlerinden sadece bir kişinin gönderilmesi, bir kişinin öğrenmesinin diğerlerinin uyarılması için yeterli olduğudur. ‘’Baksın’’, şehrin halkının hangi kesimi daha temiz, ilmi daha üstündür.  İlim kalbin gıdasıdır ve İlim; hakîki ilâhi rızıktır. ‘’Nazik davransın’’ nefsi temiz, olgun, fâziletli hayat tarzına sahip kimseyi seçsin. Âlimlik taslayan, sahip olmadığı erdemleri sergilemek için hep önde görünmeye çalışan kimseyi değil. Onun sohbetinden istifade etsin, ilmini gözlemlesin, sonra gelip bizim istifademize sunsun. Perdelenmiş zâhir kimselere, tabiat âlemi sâkini münkirlere de fark ettirmesin.

‘’Çünkü onlar eğer size muttali olurlarsa, ya sizi taşlayarak öldürürler veya kendi dinlerine çevirirler ki, o zaman ebediyyen iflâh olmazsınız’’ (20)

Size galip gelirlerse; hevâ taşlarıyla, gazap, şehvet etkenleriyle ve lezzet istekleriyle sizi öldürürler, putlara tapmaya meyletmenizi sağlayarak dinlerine döndürürler.

‘’Böylece (insanları) onlardan haberdar ettik ki, Allah’ın vaadinin Hakk olduğunu, kıyametin şüphe götürmez olduğunu bilsinler. Hani onlar aralarında Ashâh-ı Kehf’in durumunu tartışıyorlardı. Dediler ki; ‘Üzerlerine bir bina yapın. Rableri onları daha iyi bilir’. Onların durumuna vâkıf olanlar ise; ‘Bizler, kesinlikle onların yanı başında bir mescit yaptıracağız’ dediler’’ (21)

İstidâdı olanları, onlarla sohbet etmeleri ve hidâyetlerinden istifade etmeleri için onlardan haberdar ettik. Ölümden sonra dirilişin hem rûh, hem bedenle gerçekleşeceğini anladılar. Onlar öldükten sonra üzerlerine hankah (tekke), meşhed (şehidin gömüldüğü yer) ve mezar gibi ziyaret amaçlı bina yapın. Aynı İbrâhim, Mûhammed, Ali ve sair Nebi ve Veliler için yapıldığı gibi (Selâm üzerlerine olsun). Onların durumuna vâkıf olanlar ise; içlerinde namaz kılınacak bir mescit yaptıracağız dediler.

‘’(İnsanların kimi); ‘Onlar üç kişidir, dördüncüleri de köpekleridir’ diyeceklerdir. Yine; ’Beş kişidir, altıncıları köpekleridir’ diyeceklerdir. (Bunlar) bilinmeyen hakkında tahmin yürütmektir. (Kimileri de); ‘onlar yedi kişidir, sekizincisi köpekleridir’ derler. De ki; Onların sayılarını Rabbim daha iyi bilir. Onlar hakkında bilgisi olan çok azdır. Öyle ise Ashâb-ı Kehf hakkında, delilleri açık olması haricinde bir münakaşaya girişme ve onlar hakkında (ileri geri konuşan) kimselerin hiçbirinden malûmat isteme’’ (22)

Doğru olan; Ashab-ı Kehf’in yedi kişi oldukları ve sekizincisinin de köpekleri olduğudur. Çünkü sayıyı veren muhakkiklerdir (hakîkat ehli kişiler).

‘’Allah’ın dilemesine bağlamadıkça (inşallah demedikçe) hiçbir şey için ‘bunu yarın yapacağı’ deme. Bunu unuttuğun takdirde Allah’ı an ve ‘Umarım rabbim beni, doğruya bundan daha yakın olan bir yola iletir’ de’’ (23-24)

İnşallah/Allah dilerse demeden, hiçbir şey için bunu yapacağım deme.

‘’Onlar mağaralarında üç yüzyıl ve buna ilâveten dokuz yıl kalmışlardır. De ki; Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gizli bilgisi O’na aittir. O’nun görmesi de, işitmesi de şâyanı hayrettir. Onların (göklerde ve yerde olanların) O’ndan başka bir yöneticisi yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez’’ (25-26)

Ashâb-ı Kehf için şöyle denilir: Onlardan her biri her ‘’BİN YILIN’’ başında ortaya çıkar. Bu da Allah katındaki bir günün süresidir. ‘’Rabbiniz nezdinde bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir’’ (Hac, 47). Bazıları ise şöyle der; Her yetmiş yılda bir veya ‘’YÜZ YILDA’’ bir ortaya çıkar. Ki bu da bir günün bir kısmına denk gelen bir süredir. ‘’Bir gün yahut daha az’’ (Bakara, 259). Gerçeği bulan mûhakkikler ise bunun bilgisini Allah’a havale edenlerdir. Bu yüzdendir ki, Resûlullah (sav) MEHDİ’nin zuhûr edeceği vakti tayin etmemiş ve ‘’Vakit belirtenler yalancılardır’’ buyurmuştur.
Her şeyin doğrusunu göklerin ve yerin sahibi Allah, bilir.

İbnü’l Arabî Hz.leri(Tefsir’i Kebîr Te’vilât)

YEDİ: Yediler (Kutup, 2 İmam, 4 direk), yedi abdal (yedi iklimin sahibi), yedi felek, yedi kat gök, yedi kat yer, yedi gezegen, Fatihâ’nın yedi ayeti, yedi dairesel tavaf, yedi sıfat (Hayat, İlim, İrâde, Kudret, Görme, Duyma, Kelâm), namazda yedi hareket, yedi nefs mertebesi, cennet ve cehennemin yedi kapısı, tekrarlanan yedi (Hicr-87), yedi renk, yedi nota, haftanın yedi günü, dünyanın yedi harikası, yedi çakra. Yedi’ler uzar gider…..