ASHÂB-I KEHF
(Mağara arkadaşları)
Ashâb-ı Kehf; Kur’ân da Kehf
sûresinin 9. ve 26. ayetleri arasında anlatılır, Hristiyan inancında da kabul
görür ve halk arasında ‘’YEDİ
UYUYANLAR’’ olarak bilinir.
M.S. 250 ‘li yıllarda
Dakyus isminde bir Kral’ın yönettiği putperest bir ükede, yedi genç Hristiyan
olmakla suçlanır. Gençlerden dinlerini değiştirmeleri istenir. Gençlerin karşı
çıkması ile ölümle cezalandırılırlar. Gençler ölüm korkusuyla dağa kaçar ve ibâdetlerini
orada yapmaya başlarlar. Ancak yakalanma korkusu ile köpekleri (Kıtmir/Râkim)
ile birlikte bir mağaraya saklanırlar. Gençlerin mağarada saklandığını öğrenen
zâlim Kral, mağaranın girişini kalın bir duvar ile kapattırır. Gençler, bu
mağaranın içinde derin bir uykuya dalarlar.
Ashâb-ı
Kehf (mağara arkadaşları), YEDİ KÂMİL kimsedir. Daima Hakk’ın emri ile
kaimdirler ve âlem de onlarla kaimdir(ayakta durur). Zaman katiyen onlarsız
olmaz.
YEDİ KÂMİL; Kutup, 2 İmam, 4
Evtad/Direk (Menzilleri âlemdeki Doğu, Batı, Kuzey, Güney’dir)
Mağaradan maksat bedenin
içidir. Rakim ise hayvanî nefs’tir.
‘’(Resûlüm)!
Yoksa sen, bizim âyetlerimizden Ashâb-ı Kehf ve Ashâb-ı Râkim’in durumlarını
şaşırtıcı mı buldun’’? O (yiğit)
gençler mağaraya sığınmışlar ve: Rabbimiz! Bize tarafından rahmet ver ve bize,
(şu) durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla! Demişlerdi’’ (9-10)
Beden
mağarasına sığınmışlar ve bize istidatlarımıza uygun ve istidatlarımızın
gerektirdiği gibi bir rahmet ver, içinde bulunduğumuz ‘’ulvi âlemden ayrılık ve sufli âleme kemâle erme amaçlı düşüş’’ hâlinden
‘’bir kurtuluş’’ istikâmet,
senin yolunu izleme, senin tarafına yönelme nasip et.
‘’Bunun
üzerine biz o mağarada onların kulaklarına nice yıllar perde koyduk (uykuya
daldırdık)’’ (11)
Onları
âlemlerinden ve kemâllerinden gaflet uykusuyla uyuttuk. Böylece beden
mağarasında ‘’nice yıllar’’ uykuda kaldılar. Bu durum gerçek bûlûğ
zamanına, irâde veya tabî ölüm vaktine kadar devam etti. (İnsanlar uykudadır,
ölünce uyanırlar)
‘’Sonra
da iki gruptan hangisinin kaldıkları müddeti daha iyi hesap edeceklerini
görelim diye onları uyandırdık’’ (12)
Beden
mağarasından çıkarmak ve Allah’ı tanıtmak sûretiyle onları mücerret (soyut)
nefisleriyle gaflet uykusundan uyandırdık.
‘’Biz
sana onların başından geçenleri gerçek olarak anlatıyoruz. Hakîkaten onlar, Rablerine
inanmış gençlerdi. Biz de onların hidâyetlerini arttırdık’’ (13)
Onlara, ayn-el yakın
derecesine ve müşâhede mâkâmına tevfikle ulaştıran bir hidâyet bahşettik.
‘’Onların
kalplerini metin kıldık. O yiğitler (o yerin hükümdarı karşısında) ayağa
kalkarak dediler ki; Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, ondan
başkasına ilâh demeyiz. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz’’ (14)
Cehdin
zorluklarına karşı sabırla onları güçlendirdik. Şeytanla savaşmaya, nefse mûhalefet
etmeye, cismani alışkanlıkları ve maddi lezzetleri terk etmeye teşvik
maksadıyla onları cesaretlendirdik.
‘’Şu
bizim kavmimiz Allah’tan başka ilâh edindiler. Bâri bu ilâhlar konusunda açık
bir delil getirseler. (Ne mümkün!) Öyle ise Allah hakkında yalan uydurandan
daha zâlimi var mı?’’ (15)
Nefs-i
Emmâre ve kuvvetlerini ilâh edinen kavmimiz. Çünkü her kavmin kulluk ettiği bir
ilâhı vardır. Allah’tan başkasının ilâhlığına, etkinliğine ve varlığına ilişkin
olarak kanıt ortaya koymanın imkânsız olduğunu anlayabilseler.
‘’(İçlerinden
biri şöyle demişti): Mademki siz onlardan ve onların Allah’ın dışında tapmakta
oldukları varlıklardan uzaklaştınız, o halde mağaraya sığının ki, Rabbiniz size
rahmetini yaysın ve işinizde sizin için fayda ve kolaylık sağlasın’’ (16)
Mademki,
nefsinizden ve onun isteklerinden, hevânızdan uzaklaştınız; ‘’bedene
sığının’’. Bedende uzlete çekilin, nefsin arzularını kırın. İrâdi olarak
ölün. O zaman müşâhedelerden lezzet alır, kemâlattan yararlanırsınız. Rahmetin
yayılmasının ve içinde bulundukları durumdan kurtuluş yolunun hazırlanmasının
mağara sığınmakla irtibatlandırılmış olması gösteriyor ki, istidatlarda potansiyel
olarak bulunan rahmet, ancak bedene taalluk etmekle ve bedenin kemâli ile
hazırlanmakla yayılır.
‘’(Resûlüm!
Orada bulunsaydın) güneşi görürdün: Doğduğu zaman mağaralarının sağına
meyleder, batarken de sol taraftan onlara isâbet etmeden geçerdi. (Böylece)
onlar (güneş ışığından rahatsız olmaksızın) mağaranın bir köşesinde
(uyurlardı). İşte bu, Allah’ın âyetlerindendir. Allah kime hidâyet
ederse, işte o, Hakk’a ulaşmıştır, kimi de hidâyetten mahrum ederse artık onu
doğruya yöneltecek bir dost bulamazsın’’ (17)
Rûh güneşini görürdün. ‘‘Doğduğu zaman’’
cisim örtülerinden arınarak yükselirken, meyli ve sevgisi sağ tarafıdır. Yani
kutsi âlem tarafına; hayır, fazilet, iyilik ve ibâdet gibi iyilerin
amellerine meyleder. Çünkü iyiler sağ ehlidirler. Batarken de, perdelendiği,
onun karanlığında ve örtülerin altında gizlendiği, nûru söndüğü zaman, sol
tarafa, yani nefis tarafına, kötü ameller ve günahlar tarafından ayrılır ve
uzaklaşırdı. Onlar beden mağarasının bir köşesinde; nefis ve tabiat makamında
uyurlardı.
Kalbin
rûha bakan yüzü aydınlık (ki buna akıl denir. İlhamının indiği yerdir), nefse
bakan yüzü ise nefsin sıfatlarıyla karanlıktır. Kalbin nûra bakan yüzü hayrı,
nefse bakan yüzü şerri emreder.
‘’Kendileri
uykuda oldukları halde, sen onları uyanık sanırdın. Onları sağa sola
çevirirdik. Köpekleri de mağaranın girişinde ön ayaklarını uzatmış, yatmakta
idi. Eğer onların durumlarına muttali olsa idin dönüp onlardan kaçardın ve
gördüklerin yüzünden için korku ile dolardı’’ (18)
Gözleri
ve duyuları açık olduğu için sen onları uyanık sanırdın. Hakîkatte gaflet
uykusunda idiler. Onları bazen hayır, bazen de şer ve tabiatın gerekleri
cihetine döndürürdük. Nefisleri de ‘‘ön ayaklarını’’ gazabi (gazap) ve
şehvani (şehvet) kuvvetlerini ‘’mağaranın girişine’’ beden boşluğuna
yaymışlardı ve bedenden ayrılmayacak şekilde bekliyorlardı. Eğer Allah’ın
onların içine yerleştirdiği nûraniliğe ve parlaklığa, onlara giydirdiği izzet
ve görkeme, sırlarına ve vahdet içindeki makamlarına muttali olsaydın onlardan
kaçardın.
‘’Böylece
biz, aralarında birbirlerine sormaları için onları uyandırdık. İçlerinden biri;
‘Ne kadar kaldınız’ dedi. (Kimi) ‘Bir gün ya da günün bir parçası kadar kaldık’
dediler. (kimi de) şöyle dediler; ‘Rabbiniz, kaldığınız müddeti daha iyi bilir.
Şimdi siz, içinizden birini şu gümüş paranızla şehre gönderin de, baksın,
(şehrin) hangi yiyeceği daha temiz ise size ondan erzak getirsin; ayrıca, nâzik
davransın (gizli hareket etsin) ve sakın kimseye sezdirmesin’’ (19)
Böylece
biz onları, hakîki dirilme ve mânevî canlandırma ile istidatlarına
yerleştirilen anlamları, zâtlarında gizlenen hakîkatleri birbirlerine sorup
araştırsınlar, kemâle ersinler diye uyandırdık. Bu ilk uyanıştır ki, sûfiler
buna ‘’yakaza’’ derler. Uykuda kalış süreleri aslında az bir müddetti.
Bundan maksat, beden tedbirlerine dalış, tabiat denizine batış, tabiatla meşgul
oluş müddetiydi.
Gümüş
paradan maksat, beraberlerindeki ilkel bilgilerdir. Bu bilgiye sahip olmak için
çalışmaya gerek yoktur. Hakîki ilimler, ilâhi irfanlar bu ilkel bilgilerle elde
edilir. Şehir toplanma mahallidir. Çünkü arkadaşlık, sohbet ve terbiye
kaçınılmazdır. Hz. Muhammed; ‘’Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır’’demiştir.
Maksat ilim şehridir. İçlerinden sadece bir kişinin gönderilmesi, bir kişinin
öğrenmesinin diğerlerinin uyarılması için yeterli olduğudur. ‘’Baksın’’,
şehrin halkının hangi kesimi daha temiz, ilmi daha üstündür. İlim kalbin
gıdasıdır ve İlim; hakîki ilâhi rızıktır. ‘’Nazik davransın’’ nefsi
temiz, olgun, fâziletli hayat tarzına sahip kimseyi seçsin. Âlimlik taslayan,
sahip olmadığı erdemleri sergilemek için hep önde görünmeye çalışan kimseyi
değil. Onun sohbetinden istifade etsin, ilmini gözlemlesin, sonra gelip bizim
istifademize sunsun. Perdelenmiş zâhir kimselere, tabiat âlemi sâkini
münkirlere de fark ettirmesin.
‘’Çünkü
onlar eğer size muttali olurlarsa, ya sizi taşlayarak öldürürler veya kendi
dinlerine çevirirler ki, o zaman ebediyyen iflâh olmazsınız’’ (20)
Size
galip gelirlerse; hevâ taşlarıyla, gazap, şehvet etkenleriyle ve lezzet
istekleriyle sizi öldürürler, putlara tapmaya meyletmenizi sağlayarak dinlerine
döndürürler.
‘’Böylece
(insanları) onlardan haberdar ettik ki, Allah’ın vaadinin Hakk olduğunu,
kıyametin şüphe götürmez olduğunu bilsinler. Hani onlar aralarında Ashâh-ı
Kehf’in durumunu tartışıyorlardı. Dediler ki; ‘Üzerlerine bir bina yapın.
Rableri onları daha iyi bilir’. Onların durumuna vâkıf olanlar ise; ‘Bizler,
kesinlikle onların yanı başında bir mescit yaptıracağız’ dediler’’ (21)
İstidâdı
olanları, onlarla sohbet etmeleri ve hidâyetlerinden istifade etmeleri için
onlardan haberdar ettik. Ölümden sonra dirilişin hem rûh, hem bedenle gerçekleşeceğini
anladılar. Onlar öldükten sonra üzerlerine hankah (tekke), meşhed (şehidin
gömüldüğü yer) ve mezar gibi ziyaret amaçlı bina yapın. Aynı İbrâhim, Mûhammed,
Ali ve sair Nebi ve Veliler için yapıldığı gibi (Selâm üzerlerine olsun).
Onların durumuna vâkıf olanlar ise; içlerinde namaz kılınacak bir mescit
yaptıracağız dediler.
‘’(İnsanların
kimi); ‘Onlar üç kişidir, dördüncüleri de köpekleridir’ diyeceklerdir. Yine;
’Beş kişidir, altıncıları köpekleridir’ diyeceklerdir. (Bunlar) bilinmeyen
hakkında tahmin yürütmektir. (Kimileri de); ‘onlar yedi kişidir, sekizincisi
köpekleridir’ derler. De ki; Onların sayılarını Rabbim daha iyi bilir. Onlar
hakkında bilgisi olan çok azdır. Öyle ise Ashâb-ı Kehf hakkında, delilleri açık
olması haricinde bir münakaşaya girişme ve onlar hakkında (ileri geri konuşan)
kimselerin hiçbirinden malûmat isteme’’ (22)
Doğru
olan; Ashab-ı Kehf’in yedi kişi oldukları ve sekizincisinin de köpekleri olduğudur.
Çünkü sayıyı veren muhakkiklerdir (hakîkat ehli kişiler).
‘’Allah’ın
dilemesine bağlamadıkça (inşallah demedikçe) hiçbir şey için ‘bunu yarın
yapacağı’ deme. Bunu unuttuğun takdirde Allah’ı an ve ‘Umarım rabbim beni,
doğruya bundan daha yakın olan bir yola iletir’ de’’ (23-24)
İnşallah/Allah
dilerse demeden, hiçbir şey için bunu yapacağım deme.
‘’Onlar
mağaralarında üç yüzyıl ve buna ilâveten dokuz yıl kalmışlardır. De ki; Ne
kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gizli bilgisi O’na
aittir. O’nun görmesi de, işitmesi de şâyanı hayrettir. Onların (göklerde ve
yerde olanların) O’ndan başka bir yöneticisi yoktur. O, kendi hükümranlığına
kimseyi ortak etmez’’ (25-26)
Ashâb-ı
Kehf için şöyle denilir: Onlardan her biri her ‘’BİN YILIN’’ başında
ortaya çıkar. Bu da Allah katındaki bir günün süresidir. ‘’Rabbiniz nezdinde bir gün, sizin saymakta
olduklarınızdan bin yıl gibidir’’ (Hac, 47). Bazıları ise şöyle der;
Her yetmiş yılda bir veya ‘’YÜZ YILDA’’ bir ortaya çıkar. Ki bu da bir
günün bir kısmına denk gelen bir süredir. ‘’Bir gün yahut daha az’’ (Bakara, 259). Gerçeği bulan mûhakkikler
ise bunun bilgisini Allah’a havale edenlerdir. Bu yüzdendir ki, Resûlullah (sav)
MEHDİ’nin zuhûr edeceği vakti tayin etmemiş ve ‘’Vakit belirtenler yalancılardır’’ buyurmuştur.
Her şeyin doğrusunu göklerin ve yerin sahibi Allah, bilir.
Her şeyin doğrusunu göklerin ve yerin sahibi Allah, bilir.
İbnü’l
Arabî Hz.leri(Tefsir’i Kebîr Te’vilât)
YEDİ: Yediler (Kutup, 2 İmam, 4 direk),
yedi abdal (yedi iklimin sahibi), yedi felek, yedi kat gök, yedi kat yer, yedi
gezegen, Fatihâ’nın yedi ayeti, yedi dairesel tavaf, yedi sıfat (Hayat, İlim,
İrâde, Kudret, Görme, Duyma, Kelâm), namazda yedi hareket, yedi nefs mertebesi,
cennet ve cehennemin yedi kapısı, tekrarlanan yedi (Hicr-87), yedi renk, yedi
nota, haftanın yedi günü, dünyanın yedi harikası, yedi çakra. Yedi’ler uzar
gider…..