3 Temmuz 2017 Pazartesi

KAZÂ VE KADER

KAZÂ; Cenâb-ı Hakk’ın ‘’ŞEY’’lerdeki HÜKMÜ, KADER ise; ‘’ŞEY’’lerin kendi benliğinde kesin olan durumuna ilişkin Allah tarafından verilen HÜKMÜN belirli bir zamana bırakılmasıdır. Kaderi Allah’tan başka kimse bilemez. Â’YÂN-I SÂBİTE  ilk anahtarlardır, GAYB âleminin anahtarlarıdır. Onlar Allah’ın elindedir. Fakat, Allah bunlardan bazısını dilediğinde dilediği kuluna gösterir.

Â’YÂN-I SÂBİTE;  Sâbit kalan KAYNAK demek olup, EŞYA’nın varlığa büründürülmesinden önce HAKK’ın ilminde ‘’MÂHİYETİNİN’’, varlığa büründürüldükten sonra ki  ‘’KADER ve KAZÂ’’ sının yazılı olduğu bir çeşit DOSYA’dır. Bir şeyin varlığı başka, mâhiyeti başkadır. ÂYÂN-I SÂBİTE, dış âlemde var olan EŞYA’nın Allah ilmindeki mâhiyetleri, GİZLİ hakîkatleridir.

Bu mertebe; mutlâk varlıktan ortaya çıkan ilk zuhûr mertebesi olması hasebiyle Taayyün-ü Evvel, Tecelli-yi Evvel, Â’yân-ı Sâbite, Levh-i Mahfûz diye de adlandırılan CEBÂRUT ÂLEMİ’dir.

ÂYÂN-I SÂBİTE; bir anlamda varlıkların modelleri ve kalıplarıdır. Belli bir şeyin şekli, çeşitli ve değişik aynalara aynı anda, farklı biçimlerde yansıyarak bir çokluk meydana getirdiği gibi, bir AYNA durumundaki ÂYÂN-I SÂBİTE’ye akseden HAKK’ın varlığı da, böyle bir çokluk meydana getirir. Çokluk, vehim ve hayal olarak vardır. Birlik ise, gerçek olarak mevcûttur. Dış âlemde görünen, ÂYÂN-I SÂBİTE değil onun şekilleri, hâlleri, hükümleri, ayırıcı nitelikleri, belli özellikleri, fiilleri ve eserleridir. ÂYÂN-I SÂBİTE’nin kendisi ‘’BÂTIN’’, sûreti ‘’ZÂHİR’’dir. 

ÂYÂN-I SÂBİTE’ye ‘’GAYB’ın ANAHTARLARI’’ veya ‘’KADER’in SIRRI’’ adı da verilir. İnsanın bunları bilmesi mümkün olsa, kaderi ve geleceği de bilmiş olurdu. Çok nadir hallerde, Nebi ve Veli’lerin bir kısmına ÂYÂN-I SÂBİTE’lerin gösterilmesi mümkündür.

Allah’ın LEVH-İ MAHFÛZ’daki ilmi, Allah’ın ‘’HÜKMÜ’’dür. Felek ve yıldızlarda yazılanlar, Allah’ın ‘’KÂZA’’sıdır. Felek ve yıldızların bu süfli âlemde zâhir olan eserleri, Allah’ın ‘’KADER’’idir.

‘’...O’nun katında her şey bir ölçü(kader ve miktar) iledir’’ (R’ad-8). ‘’De ki; Allah’ın bizim için yazdığından(kaderimizden) başkası bize erişemez’’ (Tevbe-51). ’Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yarattı’’(Sâffât-96)

Şimdi; biri bir değirmen kurmak istese, önce kendi kendine bu değirmenin, nelerle kurulacağını düşünür. Bunun için taş, tekerlek, su ve bunun gibi şeyleri tasavvur eder. Sonra taş, tekerlek ve su elde eder. Dönüş sebeplerini hazırlar ve un üretir. İşte; ne kullanması gerektiğini düşünmek ‘’HÜKÜM’’dür. Gerekeni hâsıl etmek, ‘’KAZÂ’’dır. Değirmeni döndürüp un elde etmek ise ‘’KADER’’dir. Hüküm ve Kazâ’yı reddetmek mümkün değildir. Kader de Kader kadar reddedilebilir. Çünkü demiri, demir ile reddederler. Meselâ soğuk, felek ve yıldızlara yazılmıştır, bu Allah’ın KAZÂ’sıdır. Bu âlemde zâhir olur, bu da Allah’ın KADER’idir(takdiri). Soğuk sıcakla, sıcak soğukla reddedilebilir. Yine hile hile ile, ordu da ordu ile reddedilebilir v.s.

KAZÂ ve KADER insanın içinde gizlidir. KAZÂ denen şey, bizim LEVH-İ MAHFÛZ’umuza, Allah’ın kalemiyle yazılmış ve asla değişmeyen ‘’HÜKÜM’’dür. Bu hükmün aşikâr olması için, yaşadığımız olaylara ‘’KADER’’ denir. KADER, LEVH-İ MAHFÛZ’umuzdaki YAZILI HÜKMÜN, İSTİDADIMIZA GÖRE YAŞANMA ŞEKLİDİR. ESAS OLAN, BİR AN ÖNCE LEVH-İ MAHFÛZ’A KAVUŞMAKTIR.

İki türlü KADER vardır. Biri, Levh-i Mahfûz(sabit), diğeri de Levh-i Mûallak(değişebilir). Levh-i Mahfûz’da yazılı olan KADER asla değişmez(Doğum ve ölüm gibi). Mûallak olan ise, ‘’CÜZZİ İRÂDE’’mize bağlıdır. Allah, insanı, iyiyi ve kötüyü seçmesi konusunda özgür bırakmıştır. 

HAREKET TARZIMIZI, İSTİDADIMIZA GÖRE SEÇME KABİLİYETİNE, CÜZZİ İRÂDE DİYORUZ. Hz. Mevlâna bunu şöyle anlatır: Hayat bir satranç oyunudur. Satrancın kuralları, oyuncuları ve sonunda kimin kazanacağı mutlaka bellidir.Bu bizim Levh-i Mahfûz’umuz olan KADER’dir. Fakat oynayışın sana aittir. Oyundan zevk alır veya almazsın. Bu da cüzzi irâdendir.
Allah’ın lûtfu olan istek ve dualarımızı, ezeli istidâdımıza(kaderimize) göre yaptığımızda, bu istek HAKK’tır. ŞAKÎ; Âyânı-ı Sâbitesindeki Şekâveti, SAİD; Saidliğini ortaya çıkaracak şekilde istekte bulunur. Melek-i Mûkarreb, bu âlemi tasarruf etmeye, evirip çevirmeye memur olan melekler ki bunlar; CEBRÂİL, İSRÂFİL, MİKÂİL VE AZRAÎL’dir. Onlar her sabah Levh-i Mahfûz’dan gayb âleminin sırlarını çekip alır. Akıl da, her sabah, her günün dersini ve ilmini Levh-i Mahfûz’dan alır ve uygular.

*’Bizler de kazâ ve kaderin çocuklarıyız. Herkesin anası kazâ ve kaderdir. Hepimiz çocuklar gibi kazâ ve kaderin peşinde koşup duruyoruz’’ (Divân-ı Kebîr) Doğum ve ölüm, tüm dünya insanlarının değişmeyen ortak kaderidir. Peki, bunun dışında arada kalan ve bizim ona hayat, yaşam dediğimiz mesâfede yaşananlar,  herkesin kendi kaderi, kendi hayatı mı gerçekten?. Tek başımıza mı paylaşıyoruz kaderimizi, yoksa ortak kader alanları, kader dönüm noktaları mevcûd mu?

Rûhsal boyutta yapılan seçim, dünyasal boyutta kader olarak yorumlanır. Oysa ki, seçen de yaşayan da bizizdir. Açık şuurla yapılan seçimler, dünyada kapalı şuurla sanki ilâhi bir yaradanın istekleri doğrultusunda seçimleri yaşamak olarak algılanır. Bugün kötüyüz, yarın iyi olacağız ve sonsuza kadar mutlu olacağız diye bir şey söz konusu değildir. Her AN, her yaşanılan durum, rûhsal ihtiyaca uygun olarak varolur.

Değişmesini istediğin, tüm çabalarına rağmen değiştiremediğin her ne varsa, senin kaderin, senin hayat planın, senin doğmadan önce belirlediğin yaşam plânındır. Sabırlı ol, çünkü sana anlatılmak istenen çok önemli bir şifre var ortada. Seni aşama aşama olgunluğa eriştirecek olaylar zinciri içindesin. Tüm kaderler de birbiriyle ilintili. Grup kaderlerin de birbirlerinin arasında ilintileri mevcud. Kaderimiz kendi ellerimizde olsaydı, bu ilinti mevcûd olmazdı. Bu kadar ince, süplit, yüce bir gidişatın insan ellerine bırakılması düşünülebilir mi? Her şey birbiriyle ilintili ise kişi kaderi yoktur, birbiriyle iletişim ve koordineli kaderler vardır. Güneş özgür iradesini kullanarak, çekim gücünden vazgeçse, ortada dünya yaşamı kalır mıydı?. Dünya, ben artık dönmekten vazgeçtim dese, yaşam olur muydu?.

’Zâhiri sebep, hakikî sebep olmaksızın kendi kendine nasıl meydana gelir?’’(Mevlâna-Mesnevî) Sebepsiz hiç bir şey meydana gelmez. Her yaratılanın, her olanın sebebi vardır, olan ise sonuçtur. Hakîki sebep, görünmeyen âlemin ilminde ve hikmetindedir. Kâinattaki tüm sebepler, görünmeyen hakîki sebeplerden meydana gelir. Hakîki sebeplerin, arz âlemindeki dizilişleri de kaderi oluşturur. Hiç kimse hakîki sebebi bilemez, sadece Yaradıcı bilir. Hakîki sebep tüm zerrede saklıdır. Çünkü âlemin hamuruna karıştırılmıştır.

Sebepsizlik, sadece O’nun katında mevcuddur. Çünkü, tüm sebepler sebepsizliğe bağlıdır. Sebepsizlik, ‘’OL’’ emridir. Tek sebepsizlik ‘’KÜN’’dedir. Sebepsizlik, bütünsel sebeplerin birliğidir. Sebepsizlik yoktan var olan varlıklara yansır. Varlıkların yaratımı da sebepleri oluşturur. 
Yapılan her eylemin mûtlaka GAYB âleminde bir karşılığı vardır. Sebeplerin nedenleri ve sonuçları maddesel düzlemde hemen görülebilseydi, kimse bir kötülük yapmaya kalkmaz, bu da dünyanın bir sınav yeri olduğu bilgisine ters düşerdi. Çünkü sebepler, tekâmülün ana gayesidir.*(K.Yeşiltaş Bâtınî Mevlâna)

’Ben, benim de rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a dayandım. Hiçbir canlı yoktur ki O, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz benim Rabbim dosdoğru bir yol üzerindedir’’ (Hûd, 56) 

Allah’a giden DOSDOĞRU bir yol vardır. Bu apaçıktır, gözler önündedir, gizli değildir. Öyleyse yürüyen her canlı varlık RAB’binin DOSDOĞRU yolu üzerinde yürür. Allah’tan gayrı varlıkların tümü hayvan hükmündedir. Çünkü canlıdır. Kendi benliği ile hareket edemezler. O halde, hareket eden her varlık,  DOSDOĞRU YOL üzerinde olan yolun yargısına ve gereğine uygun olarak hareket eder. Çünkü yol, üzerinde yüründüğünde yol adını alır. İlâhi bilgiler tek kaynaktan gelir ve Hakk’a döner. Bu, tek bir gerçek olan su gibidir ki, aktığı vadinin farklı olması bakımından lezzeti de farklılaşır. Suyun lezzeti değişse de, su her zaman ve her yerde sudur. BU HİKMETE, AYAKLAR BİLGİSİ YANİ ALLAH’A DOĞRU YÜRÜME BİLGİSİ DENİR. ‘’Ayaklar bilgisi’’ ise, rızık ve geçimleri hakkında kutsal kitaplar hükmünü yerine getiren topluluklar için indirilen âyetten alınmıştır. ‘’Eğer onlar, Tevrat’ı, İncil’i ve Rablerinden onlara indirileni dosdoğru uygulasalardı hem üstlerinden, hem ayaklarının altından bol bol rızıklanırlardı’’(Mâide, 66).

İnsanlar iki bölüğe ayrılır: Bir kısmı üzerinde yürüdüğü yolu ve son durağını bilenlerdir. İkinci kısım ise, ne yürüdüğü yolu ne de sonunu bilir. Mânevî keşif sahibi irfan ehline  özgü olan bu özel bilgi, en aşağı yerden gelir. Çünkü ayaklar aşağıdadır. Bu yer ise yoldur. Hakk’ı yolun  kendisi olarak bilen kişi, işin iç yüzünü bilir. Zaten yolda kesin olarak yürüyen Hakk’tır. Bilinen de ancak O’dur. Yolcu da Hakk’tır, yol da. Böyle olunca, varlık âlemi de O’ndan başkası değildir. O halde sen kimsin?

Rubûbiyet(Rab’lık); Varlıkların istediklerini, ihtiyaç duyduklarını, Allah’ın isimleri ve sıfatlarıyla veren mertebenin adıdır. Her varlığın bir Rab’bı/ismi vardır, bu isim sabittir ve değişmez.

Bütün mevcûdat, kâfir, mü’min, süflî, âlî hiç bir zerre yoktur ki, Cebâb-ı Hak ona cüz’i veya küllî esmâsıyla tecelli etmesin. Her bir mahlûk, her bir zerre, her isim sahibi kendi isminin aslını dâvet eder, kendisi de o ismin câzibesine tutulur ve bu isim onun için Sırat-ı Müstakîm olur. Âlemdeki her hakîkat, ilâhi bir hakîkatten meydana gelir ve ortaya çıkar. Dış varlıkta ortaya çıkıp, rûh, misâl ve his mertebelerinde zuhûr eden her şey, ilâhi bir isimden söz konusu ilâhi hakîkat vâsıtasıyla taayyün ve zuhûr etmiş, böylece hariçte farklılaşmış ve özellik kazanmıştır. Bu isim, o varlığın RAB’bıdır(rabb-ı has) ve sadece ondan bilgi ve yardım alır, sadece onun vâsıtasıyla verir; bütün bâtınlarda,hâl ve söz ile yaptığı bütün yönelişlerde ve duâlarda o isme iltica eder, sadece onu görür.

*Binâenaleyh herkese, istidâdına göre rol verilmiş ve herkes memur olduğu işin yapılması için vazifeli kılınmıştır. Onun için herhangi bir kimseyi, hâl ve hareketleri için ayıplamamalı ve îtirazda bulunmamalıdır. Çünkü bütün bu ROL SAHİPLERİ, yaptıkları işlere memur birer kukladan ibarettir. Sinemade, tiyatroda oynadıklarını gördüğünüz katilleri, hırsızları ayıplıyabiliyor musunuz? Eğer bunu yaparsanız, bunlara o rolleri veren rejisörden gafil ve câhil olduğunuzu ilan etmiş olursunuz. O zaman, Karagöz oyununda Şirin ile Ferhad’ın arasına giren cadıya, piştov çeken bîçâreden ne farkınız kalır?

‘’Perde kurdum, şem’a yaktım gösterem zıllı u hayâl’’ dendiği gibi, bütün bu gördüklerin hep bir hayalden ibârettir. Onun için, herhangi bir şahıs hakkındaki itirazın ucu Hakk’a dayanır. Çünkü kayıtsız şartsız, FAİL ALLAH’tır. Eğer bunu bilirsen ancak o vakit ‘’Lâ ilâhe illâllah’’ demiş olursun. Bizim de daima ve her vakitte size tavsiyemiz bundan ibârettir. O zaman ne kusur, ne riyâ, ne haset kalır. Âsûde ve rahat yaşarsın.* (Ken’an-er Rîfâi Hz.)


Rabbim ‘’DOSDOĞRU YOL’’ üzerindedir. İnsanlar için bundan daha büyük bir müjde olabilir mi?.

Sadakallâhül Âzim.