KAZÂ VE
KADER
KAZÂ; Cenâb-ı Hakk’ın
‘’ŞEY’’lerdeki HÜKMÜ, KADER ise; ‘’ŞEY’’lerin kendi benliğinde kesin olan
durumuna ilişkin Allah tarafından verilen HÜKMÜN belirli bir zamana
bırakılmasıdır. Kaderi Allah’tan başka kimse bilemez. Â’YÂN-I SÂBİTE ilk anahtarlardır,
GAYB âleminin anahtarlarıdır. Onlar Allah’ın elindedir. Fakat, Allah bunlardan
bazısını dilediğinde dilediği kuluna gösterir.
Â’YÂN-I SÂBİTE; Sâbit kalan KAYNAK demek olup, EŞYA’nın
varlığa büründürülmesinden önce HAKK’ın ilminde ‘’MÂHİYETİNİN’’, varlığa
büründürüldükten sonra ki ‘’KADER ve
KAZÂ’’ sının yazılı olduğu bir çeşit DOSYA’dır. Bir şeyin varlığı başka, mâhiyeti
başkadır. ÂYÂN-I SÂBİTE, dış âlemde var olan EŞYA’nın Allah ilmindeki
mâhiyetleri, GİZLİ hakîkatleridir.
Bu mertebe; mutlâk
varlıktan ortaya çıkan ilk zuhûr mertebesi olması hasebiyle Taayyün-ü Evvel,
Tecelli-yi Evvel, Â’yân-ı Sâbite, Levh-i Mahfûz diye de adlandırılan CEBÂRUT ÂLEMİ’dir.
ÂYÂN-I SÂBİTE; bir
anlamda varlıkların modelleri ve kalıplarıdır. Belli bir şeyin şekli, çeşitli
ve değişik aynalara aynı anda, farklı biçimlerde yansıyarak bir çokluk meydana
getirdiği gibi, bir AYNA durumundaki ÂYÂN-I SÂBİTE’ye akseden HAKK’ın varlığı
da, böyle bir çokluk meydana getirir. Çokluk, vehim ve hayal olarak vardır.
Birlik ise, gerçek olarak mevcûttur. Dış âlemde görünen, ÂYÂN-I SÂBİTE değil
onun şekilleri, hâlleri, hükümleri, ayırıcı nitelikleri, belli özellikleri,
fiilleri ve eserleridir. ÂYÂN-I SÂBİTE’nin kendisi ‘’BÂTIN’’, sûreti
‘’ZÂHİR’’dir.
ÂYÂN-I SÂBİTE’ye ‘’GAYB’ın ANAHTARLARI’’ veya ‘’KADER’in SIRRI’’
adı da verilir. İnsanın bunları bilmesi mümkün olsa, kaderi ve geleceği de
bilmiş olurdu. Çok nadir hallerde, Nebi ve Veli’lerin bir kısmına ÂYÂN-I
SÂBİTE’lerin gösterilmesi mümkündür.
Allah’ın LEVH-İ MAHFÛZ’daki
ilmi, Allah’ın ‘’HÜKMÜ’’dür. Felek ve yıldızlarda yazılanlar, Allah’ın
‘’KÂZA’’sıdır. Felek ve yıldızların bu süfli âlemde zâhir olan eserleri,
Allah’ın ‘’KADER’’idir.
‘’...O’nun katında her şey bir
ölçü(kader ve miktar) iledir’’
(R’ad-8). ‘’De ki; Allah’ın bizim için
yazdığından(kaderimizden) başkası bize
erişemez’’ (Tevbe-51). ‘’Oysa
sizi de, yapmakta olduklarınızı
da Allah yarattı’’(Sâffât-96)
Şimdi; biri bir
değirmen kurmak istese, önce kendi kendine bu değirmenin, nelerle kurulacağını
düşünür. Bunun için taş, tekerlek, su ve bunun gibi şeyleri tasavvur eder.
Sonra taş, tekerlek ve su elde eder. Dönüş sebeplerini
hazırlar ve un üretir. İşte; ne kullanması gerektiğini düşünmek
‘’HÜKÜM’’dür. Gerekeni hâsıl etmek, ‘’KAZÂ’’dır. Değirmeni döndürüp un elde
etmek ise ‘’KADER’’dir. Hüküm ve Kazâ’yı reddetmek mümkün değildir. Kader de
Kader kadar reddedilebilir. Çünkü demiri, demir ile reddederler. Meselâ soğuk,
felek ve yıldızlara yazılmıştır, bu Allah’ın KAZÂ’sıdır. Bu âlemde zâhir olur,
bu da Allah’ın KADER’idir(takdiri). Soğuk sıcakla, sıcak soğukla
reddedilebilir. Yine hile hile ile, ordu da ordu ile reddedilebilir v.s.
KAZÂ ve KADER insanın
içinde gizlidir. KAZÂ denen şey, bizim LEVH-İ MAHFÛZ’umuza, Allah’ın kalemiyle
yazılmış ve asla değişmeyen ‘’HÜKÜM’’dür. Bu hükmün aşikâr olması için,
yaşadığımız olaylara ‘’KADER’’ denir. KADER,
LEVH-İ MAHFÛZ’umuzdaki YAZILI HÜKMÜN, İSTİDADIMIZA GÖRE YAŞANMA ŞEKLİDİR. ESAS OLAN, BİR
AN ÖNCE LEVH-İ MAHFÛZ’A KAVUŞMAKTIR.
İki türlü KADER vardır.
Biri, Levh-i Mahfûz(sabit), diğeri de Levh-i Mûallak(değişebilir). Levh-i
Mahfûz’da yazılı olan KADER asla değişmez(Doğum ve ölüm gibi). Mûallak olan ise,
‘’CÜZZİ İRÂDE’’mize bağlıdır. Allah, insanı, iyiyi ve kötüyü seçmesi konusunda
özgür bırakmıştır.
HAREKET TARZIMIZI, İSTİDADIMIZA GÖRE SEÇME
KABİLİYETİNE, CÜZZİ İRÂDE DİYORUZ. Hz. Mevlâna bunu şöyle anlatır:
Hayat bir satranç oyunudur. Satrancın kuralları, oyuncuları ve sonunda kimin
kazanacağı mutlaka bellidir.Bu bizim Levh-i Mahfûz’umuz olan KADER’dir. Fakat
oynayışın sana aittir. Oyundan zevk alır veya almazsın. Bu da cüzzi irâdendir.
Allah’ın lûtfu olan
istek ve dualarımızı, ezeli istidâdımıza(kaderimize) göre yaptığımızda, bu
istek HAKK’tır. ŞAKÎ; Âyânı-ı Sâbitesindeki Şekâveti, SAİD; Saidliğini ortaya
çıkaracak şekilde istekte bulunur. Melek-i Mûkarreb, bu âlemi tasarruf etmeye,
evirip çevirmeye memur olan melekler ki bunlar; CEBRÂİL, İSRÂFİL, MİKÂİL VE AZRAÎL’dir.
Onlar her sabah Levh-i Mahfûz’dan gayb âleminin sırlarını çekip alır. Akıl da,
her sabah, her günün dersini ve ilmini Levh-i Mahfûz’dan alır ve uygular.
* ‘’Bizler de kazâ ve kaderin
çocuklarıyız. Herkesin anası kazâ ve kaderdir. Hepimiz çocuklar gibi kazâ ve
kaderin peşinde koşup duruyoruz’’ (Divân-ı Kebîr) Doğum ve ölüm, tüm
dünya insanlarının değişmeyen ortak kaderidir. Peki, bunun dışında arada kalan
ve bizim ona hayat, yaşam dediğimiz mesâfede yaşananlar, herkesin kendi kaderi, kendi hayatı mı
gerçekten?. Tek başımıza mı paylaşıyoruz kaderimizi, yoksa ortak kader alanları,
kader dönüm noktaları mevcûd mu?
Rûhsal boyutta
yapılan seçim, dünyasal boyutta kader olarak yorumlanır. Oysa ki, seçen de
yaşayan da bizizdir. Açık şuurla yapılan seçimler, dünyada kapalı şuurla sanki
ilâhi bir yaradanın istekleri doğrultusunda seçimleri yaşamak olarak algılanır.
Bugün kötüyüz, yarın iyi olacağız ve sonsuza kadar mutlu olacağız diye bir şey
söz konusu değildir. Her AN, her yaşanılan durum, rûhsal ihtiyaca uygun olarak
varolur.
Değişmesini
istediğin, tüm çabalarına rağmen değiştiremediğin her ne varsa, senin kaderin,
senin hayat planın, senin doğmadan önce belirlediğin yaşam plânındır. Sabırlı
ol, çünkü sana anlatılmak istenen çok önemli bir şifre var ortada. Seni aşama
aşama olgunluğa eriştirecek olaylar zinciri içindesin. Tüm kaderler de
birbiriyle ilintili. Grup kaderlerin de birbirlerinin arasında ilintileri
mevcud. Kaderimiz kendi ellerimizde olsaydı, bu ilinti mevcûd olmazdı. Bu kadar
ince, süplit, yüce bir gidişatın insan ellerine bırakılması düşünülebilir mi?
Her şey birbiriyle ilintili ise kişi kaderi yoktur, birbiriyle iletişim ve
koordineli kaderler vardır. Güneş özgür iradesini kullanarak, çekim gücünden
vazgeçse, ortada dünya yaşamı kalır mıydı?. Dünya, ben artık dönmekten
vazgeçtim dese, yaşam olur muydu?.
‘’Zâhiri sebep, hakikî sebep olmaksızın kendi kendine nasıl meydana gelir?’’(Mevlâna-Mesnevî)
Sebepsiz hiç bir şey meydana gelmez. Her yaratılanın, her olanın sebebi vardır,
olan ise sonuçtur. Hakîki sebep, görünmeyen âlemin ilminde ve hikmetindedir.
Kâinattaki tüm sebepler, görünmeyen hakîki sebeplerden meydana gelir. Hakîki
sebeplerin, arz âlemindeki dizilişleri de kaderi oluşturur. Hiç kimse hakîki
sebebi bilemez, sadece Yaradıcı bilir. Hakîki sebep tüm zerrede saklıdır. Çünkü
âlemin hamuruna karıştırılmıştır.
Sebepsizlik, sadece
O’nun katında mevcuddur. Çünkü, tüm sebepler sebepsizliğe bağlıdır.
Sebepsizlik, ‘’OL’’ emridir.
Tek sebepsizlik ‘’KÜN’’dedir.
Sebepsizlik, bütünsel sebeplerin birliğidir. Sebepsizlik yoktan var olan
varlıklara yansır. Varlıkların yaratımı da sebepleri oluşturur.
Yapılan her eylemin mûtlaka GAYB âleminde bir karşılığı vardır.
Sebeplerin nedenleri ve sonuçları maddesel düzlemde hemen görülebilseydi, kimse
bir kötülük yapmaya kalkmaz, bu da dünyanın bir sınav yeri olduğu bilgisine
ters düşerdi. Çünkü sebepler, tekâmülün ana gayesidir.*(K.Yeşiltaş
Bâtınî Mevlâna)
‘’Ben, benim de rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a dayandım.
Hiçbir canlı yoktur ki O, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz benim
Rabbim dosdoğru bir yol üzerindedir’’ (Hûd, 56)
Allah’a giden DOSDOĞRU bir yol vardır. Bu
apaçıktır, gözler önündedir, gizli değildir. Öyleyse yürüyen her canlı varlık
RAB’binin DOSDOĞRU yolu
üzerinde yürür. Allah’tan gayrı varlıkların tümü hayvan hükmündedir. Çünkü
canlıdır. Kendi benliği ile hareket edemezler. O halde, hareket eden her
varlık, DOSDOĞRU YOL üzerinde olan yolun yargısına ve gereğine uygun
olarak hareket eder. Çünkü yol, üzerinde yüründüğünde yol adını alır. İlâhi
bilgiler tek kaynaktan gelir ve Hakk’a döner. Bu, tek bir gerçek olan su
gibidir ki, aktığı vadinin farklı olması bakımından lezzeti de farklılaşır.
Suyun lezzeti değişse de, su her zaman ve her yerde sudur. BU HİKMETE, AYAKLAR BİLGİSİ YANİ ALLAH’A DOĞRU YÜRÜME BİLGİSİ DENİR. ‘’Ayaklar bilgisi’’ ise, rızık ve geçimleri hakkında kutsal kitaplar
hükmünü yerine getiren topluluklar için indirilen âyetten alınmıştır. ‘’Eğer onlar, Tevrat’ı, İncil’i ve
Rablerinden onlara indirileni dosdoğru uygulasalardı hem üstlerinden, hem
ayaklarının altından bol bol rızıklanırlardı’’(Mâide, 66).
İnsanlar iki bölüğe
ayrılır: Bir kısmı üzerinde yürüdüğü yolu ve son durağını bilenlerdir. İkinci
kısım ise, ne yürüdüğü yolu ne de sonunu bilir. Mânevî keşif sahibi irfan
ehline özgü olan bu özel bilgi, en aşağı
yerden gelir. Çünkü ayaklar aşağıdadır. Bu yer ise yoldur. Hakk’ı yolun kendisi olarak bilen kişi, işin iç yüzünü
bilir. Zaten yolda kesin olarak yürüyen Hakk’tır. Bilinen de ancak O’dur. Yolcu
da Hakk’tır, yol da. Böyle olunca, varlık âlemi de O’ndan başkası değildir. O
halde sen kimsin?
Rubûbiyet(Rab’lık);
Varlıkların istediklerini, ihtiyaç duyduklarını, Allah’ın isimleri ve
sıfatlarıyla veren mertebenin adıdır. Her varlığın bir Rab’bı/ismi vardır, bu
isim sabittir ve değişmez.
Bütün mevcûdat,
kâfir, mü’min, süflî, âlî hiç bir zerre yoktur ki, Cebâb-ı Hak ona cüz’i veya
küllî esmâsıyla tecelli etmesin. Her bir mahlûk, her bir zerre, her isim sahibi
kendi isminin aslını dâvet eder, kendisi de o ismin câzibesine tutulur ve bu
isim onun için Sırat-ı Müstakîm olur. Âlemdeki her hakîkat, ilâhi bir
hakîkatten meydana gelir ve ortaya çıkar. Dış varlıkta ortaya çıkıp, rûh, misâl
ve his mertebelerinde zuhûr eden her şey, ilâhi bir isimden söz konusu ilâhi
hakîkat vâsıtasıyla taayyün ve zuhûr etmiş, böylece hariçte farklılaşmış ve
özellik kazanmıştır. Bu isim, o varlığın RAB’bıdır(rabb-ı has) ve sadece ondan
bilgi ve yardım alır, sadece onun vâsıtasıyla verir; bütün bâtınlarda,hâl ve
söz ile yaptığı bütün yönelişlerde ve duâlarda o isme iltica eder, sadece onu
görür.
*Binâenaleyh herkese, istidâdına göre rol verilmiş ve
herkes memur olduğu işin yapılması için vazifeli kılınmıştır. Onun için
herhangi bir kimseyi, hâl ve hareketleri için ayıplamamalı ve îtirazda
bulunmamalıdır. Çünkü bütün bu ROL
SAHİPLERİ, yaptıkları işlere memur birer kukladan ibarettir. Sinemade,
tiyatroda oynadıklarını gördüğünüz katilleri, hırsızları ayıplıyabiliyor
musunuz? Eğer bunu yaparsanız, bunlara o rolleri veren rejisörden gafil ve
câhil olduğunuzu ilan etmiş olursunuz. O zaman, Karagöz oyununda Şirin ile Ferhad’ın
arasına giren cadıya, piştov çeken bîçâreden ne farkınız kalır?
‘’Perde kurdum, şem’a yaktım gösterem zıllı
u hayâl’’ dendiği gibi, bütün bu gördüklerin hep bir hayalden
ibârettir. Onun için, herhangi bir şahıs hakkındaki itirazın ucu Hakk’a
dayanır. Çünkü kayıtsız şartsız, FAİL
ALLAH’tır. Eğer bunu bilirsen ancak o vakit ‘’Lâ ilâhe illâllah’’ demiş olursun. Bizim de daima ve her
vakitte size tavsiyemiz bundan ibârettir. O zaman ne kusur, ne riyâ, ne haset
kalır. Âsûde ve rahat yaşarsın.* (Ken’an-er Rîfâi
Hz.)
Rabbim ‘’DOSDOĞRU YOL’’ üzerindedir.
İnsanlar için bundan daha büyük bir müjde olabilir mi?.
Sadakallâhül Âzim.