EBU’L HASAN
HARAKÂNÎ HZ.
Peygamberimizden
gelen irfanî kolların kendisinde birleştiği ulu Zat, Anadolu’yu mayalayan Aziz
bilge, On iki imamlar üzerinden gelen ve İmam Câfer Sâdık’ın torunlarından olan
Ebu’l Hasan Harakânî Hazretleri, Bistâm(İran)’ın kuzeyindeki Harakân köyünde
çiftçi bir ailenin çocuğu olarak, 963 yılında dünyaya gelmiştir. Esas adı
Âli’dir. Babasının adı Ahmed, Büyük dedesinin adı Câfer’dir. Ebu’l Hasan ile
beraber Ebu’l Hüseyn ve Ebu Suud olarak da anılan künyeleri vardır. Ayrıca Hasan
HIRKA diye de anılır. ‘’Ebu’l Hasan,
HIRKASIZLAR için HIRKA elinde beklemektedir’’ denilir. Yani dervişlik, sûfilik
hırkası giydirir anlamındadır. Harakâni olarak anılmasının da iki sebebi
vardır. Biri Harakân da doğduğu, diğeri iki HÂRİKA sahibi, yani nefsaniyeti ve
beşeriyeti alınarak yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak MÜLK ve MELEKÛT’a ARZ
edilmiş VELİ olduğu içindir.
İlk gençlik yılları
Harakân’da geçmiştir. Ana dili Farsça’dır ancak eserlerinde Arapça ve Türkçe de
kullanmıştır. Zâhiri ilimleri okumuş, en yüksek seviyeden öğrenmiş sonra
tasavvufa yönelip ümmileşmiş, Ümmü’l Kitap yani kitabın anası olmuştur.
ÜVEYSİ’dir(üveysilik Veysel Karâni yolu ile
devam etmektedir), kendisinden 98 yıl önce yaşayan Bâyezid-i Bestamî
Hazretlerinin rûhaniyetinden beslenmiştir. Şeyh Bâyezid’in her yıl bir kez,
Dehistân’da şehitlerin mezarlarının bulunduğu kumlu tepeyi ziyarete geldiği,
Harakan’dan geçerken havayı koklayıp ‘’Benden
yüz yıl sonra gelecek bir erin kokusunu alıyorum. Adı Âli, künyesi Ebu’l Hasan olup, benden üç
derece önde olacak, aile sıkıntısı çekecek, çiftçilik yapacak ve ağaç dikecek’’
dediği rivayet edilir.
Nakledilenlere göre
Ebul’l Hasan başlangıçta on iki yıl boyunca yatsı namazını Harakân’da cemaatle
kıldıktan sonra, Bâyezid’in türbesine yönelir ve Bistâm’a gelir ‘’Ey Allah’ım! Bâyezid’e ihsan ettiğin hil’atten Ebu’l Hasan’a da bir koku ver’’
diyerek ve geri geri yürüyerek, sırtını türbeye dönmeksizin sabah vakti Harakân’a varır, yatsı namazı
abdestiyle, Harakân’da sabah namazı cemaatine yetişirmiş. Tam on iki yıl sonra
türbeden bir ses gelir ‘’Ey Ebu’l Hasan,
irşad zamanı geldi’’. Şeyh ‘’Ey Bâyezid, bir himmet lütfet ki, ben ümmi bir
insanım, şeriatten bir şey bilmiyorum, Kurân okumamışım’’ der.Aldığı himmet
ile Harakân’a varınca 27. günde Kur’an okumayı tamamen öğrenir.
Artık Harakâni
Hazretlerinin ağzından hakikate dair sözler dökülmektedir. Bir niyazında şöyle der: ’’Allah’ım bütün varlıklarda senin gibi tecelli etmek için seninle
olmak istiyorum veya her hangi iz bırakmadan sende kaybolmak’’. Sonra da
şöyle der: ‘’Allah’tan başka her şeyden
vazgeçtiğim zaman, kendime seslendim ve Allah’ın cevabını duydum ve hayvanî
özelliklerimin hepsini geride bıraktığımı fark ettim. Daha sonra beni çağıranı
onurlandırdım ve bana gerçeğin birliğinde ibâdet etme ve ona katılmak için izin
verildi. Melekler benim senâlarımı tekrarlıyordu ve ben güzelliğin meralarında
geziniyordum. Bir ışık belirdi ve onun içinde gerçeğin kendisini müşahede ettim
ve bende benlik adına hiçbir şey kalmadığı AN, ona eriştim. Toza dönüştüm ve
büyük bir fırtına yedi âlemi benimle doldurdu ve fâni oldum. Bu hakikat
deryasının bir gemisi vardır. Kaptanı benim. Bütün mahlûkat bu geminin
içerisindedir, o gemiyi yürütmek benim o tefrikaya bakmama engel değildir. Her
şey gözümün önündedir.’’
Harakâni Hazretleri
yine der ki; ’’bütün varlıklar bendendir
ama hiçbir yerde kendime ait bir iz bulamadım’’
Bu yolculuk Allah’tan yine Allah’adır, yaratılanlar burada
başlangıca sahip değildir. Kendinden kendisidir yolcusu. Her şey, Hakk’ın
zuhûrudur. Âlem Hakk’ın kendi kendini açığa vurmasıdır. İslâm; Nefsin Hakk’a
teslim olmasıdır. Allah’a teslim olan, Eşya’yı teslim alır. Bu insanın ÖZ’üyle
barışması, hakikatine ulaşmasıdır. Ne zaman ki güç arzusu ve maddiyattan
kendini muhafaza etmek için insanlık yolundan binlerce fersah uzaklaşırsın, o zaman
büyük bir kazanç elde etmiş olursun. ‘’En
çok sevdiğinizden infâk etmedikçe gerçek iyiliğe ulaşamazsınız’’(Âli İmrân,
92) İnfâka mal ve mülk dışında Nefsinden harcamak da girer.( Vakıf geleneğinin
bu âyet ile başladığına dair yorumlar vardır)
Ebu’l Hasan Harakâni
Hazretleri; Seyidlerin ve Peygamberlerin kutlu soyundan gelmektedir. Altın
silsile denilen bu soydan gelenlerin bir kısmı şöyledir.
Hz. Seyyidina Muhammed
Mustafa(s.a.v.), Hz. Ebû Bekir Sıddık(r.a.), Selmanu’l Farisi(r.a.), Câfer ibni
Muhammed Sâdık (r.a) Bâyezid-i
Bestami(k.s), Ebu’l Hasanu’l Harakâni(k.s), Yusuf Hemedanî (k.s), İmam-ı
Rabbanî(k.s), Dehlevî(k.s), Şah-ı Süleyman(k.s), Zeynel Abidin
Dağıstanî(k.s)………..
O artık irfan
bakımından Selçuklu medeniyetini besleyen bir arif, Selçuklu komutanlarını,
sultanlarını Anadolu’ya yönlendiren bir Zat’tır. Gazneli Sultan Mahmut’un
şeyhi ve hocasıdır. Kendisi Yusuf Hemedanî’yi, Hemedanî de Ahmet Yesevî
Hazretlerini yetiştirir.(Kuşeyri Hz.)
Bütün bunların
yanında Şeyh’in zorlu bir aile hayatı vardır. Eşi son derece celâlli bir
hanımdır. Şeyh’e zor bir hayat yaşatır. Kendisine sürekli su taşıtıp, gelen
suyu dökerek eziyet eder. Ancak Şeyh bundan hiç şikâyetçi değildir. Hatta eşi
hakkında olumsuz sözler söyleyenlere de kızmaktadır. Çünkü o baktığı her yerde
Hakk’ı müşâhade eden bir Vahdet sultanıdır. En çok anlatılan bir menkıbesinde
Şeyh’i görmeye gelen bir müridini eşi karşılar. Kendisine Şeyh hakkında oldukça kötü sözler eder. Mürid
şaşırır, açıkçası kalbi de oynar. O sırada Şeyh SİYAH bir Aslan’ın üzerinde,
elinde yılandan bir kamçı ile tozu dumana katarak gelir ve ‘’oğlum, ne düşündüğünü biliyorum. İblis babana, Âdeme verdiği vesveseyi sana da
vermiş’’ der. (Siyah ASLAN Ehadiyet’in rengidir, Fakr)
Yine der ki; ’’Kırdığım kişi benden yüz çevirir. Sen ise
her gün kırdığım, ancak her zaman benimle olansın. Varlıklara karşı merhameti
olmayan kişi, Allah sevgisini kalbinde taşıyamaz. Ruh bir kuş gibidir, bir
kanadı Batı’yı diğeri ise Doğu’yu kaplar. Ayakları daha aşağıdaki bir
yaradılıştayken başı hiçbir şeyin söyleyemeyeceği bir yerdedir. Bütün dünya onu(Hakk’ı)
arar: fakat sadece O’nun aradıkları O’nu bulur. Konuşmalarında ve
düşüncelerinde Allah’ı bulamayan, her ikisinde de Belâ bulacaktır. Yaratanın
aşkına tutulmuş birisi, yaratılmış hiçbir şey tarafından tatmin edilemez. Fakr,
Allah’tan başka kimsesi olmama halidir. Aşıkların kalp sızısı bu dünyanın da
öbür dünyanın da ötesindedir. Çünkü onlar sevgiliyi lâyık olduğu şekilde hamdı
sena etmeye çalışırlar. Kırk yıldan beridir Allah gönlüme nazar eder ve kendi
zikrinden başka bir şey bulmaz orada. Her kim ki bir gönül yıkar, bilin ki
Hakk’ın gönlünü yıkmış olur.’’
‘’Bulunduğu yerde yedi gökyüzü ve yedi yeryüzü bulunan varlığım. Neye
olmasını emretsem oluverir. Benim bulunduğum yerde yukarı-aşağı, ön-arka, sağ
ve sol yoktur. Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada birinin parmağına batan
diken, benim parmağıma batmıştır, birinin ayağına çarpan taş, benim ayağıma
çarpmıştır. Onun acısını ben de duyarım. Bir kalpte hüzün varsa, o kalp benim
kalbimdir. Derviş; konuştuğunda konuşmayan, sustuğunda susmayan,
yediğinden anlamayan, durgunluğu ve hareketi olmayan, neşesi ve hüznü
bulunmayan kimsedir. Yeryüzünde yürüyen birçok kişi vardır ki, ölüdür ve bedeni
uzun zaman önce gömülmüş olanlar vardır ki diridir’’
Hazret Sekinet
ehlidir. Zıtlıkların kalmadığı, Celâl ve Cemâl’in birleştiği, kabz ve bast
halinin olmadığı, sadece Hakk’ın olduğu DURGUN NOKTA. Kozmik çarkın merkezi.
Kendisi bu hale şöyle değinir. ‘’Fenâ’dan
sonra Bekâ ehli kimseyi, bir ibrişim tel ile semâdan bağlayıp sarkıtsanız, bir
fırtına çıksa yerleri ve gökleri birbirine karıştırsa onu yerinden
kıpırdatamaz.’’
Harakâni
Hazretlerinin en çok konuşulan ‘’Sûfi gayr-i Mahlûktur(yaratılmamıştır)’’
sözü başta Mevlâna olmak üzere, pek çok mutasavvıf tarafından şerh edilmiştir. Çünkü Hazret’e göre; Hak ile
Hakk olmuş kişi için yaratılmış tabiri değil, zuhûr tabirini kullanmak daha
isabetlidir. Hak kendini yaratmaz. Burada Hakk’ın kâmil mânâda kendisinden tecelli(açılma)
ettiği İnsan-ı Kâmil’in hakikâti dile getirilir. Sûfi; gelen giden, yiyen,
oturan, konuşan, yürüyen değildir. Allah sırrıdır Sûfi. Onun ne bir makamı
vardır, ne bir ciheti. Bizim altı cihetimiz vardır. Allah altı cihetten de
münezzehtir. Bu münezzeh olan sûfi değil, Allah’tır. Ancak; Allah Allah’tır,
kul da kuldur.
Ancak, çatışma
düzeyinde yani ŞERİAT mertebesinde kalmış olanların, varlığın tamamında
Hakk’ın birliğini yetkin bir düzeyde idrâk etmeleri güçtür. ‘’Ârif’in her sözünü duymaya İNSAN gerek, bu cihanda sanmayın HAYVAN
olan anlar bizi…’’ Burada hayvanlıktan kasıt, insanın içindeki olumsuz
niteliklerdir. İnsan, nefsini tasfiye etmeden, onu arındırmadan insan olamaz. ‘’Bir NOKTA’da PİNHAN(gizli) imiş’’
NOKTA; İnsan-ı Kâmil’in iki kaşının arasıdır. Hatt-ı İstivâ’dır ki, oradan
Hakk’ı müşahede eder. Hatt-ı İstivâ; Orta çizgi demektir. Ekvator için de
kullanılır. Eşit iki parçaya bölen ve DENGE anlamındadır. Tasavvufta Hakk’ın
kuşatması, Hakk ile kuşatılmış olmak demektir. Hakk âlemleri kuşatıyor, Kâmil
İnsan’ın gönlü de Hakk’ı kuşatıyor. Bu hal İSTİVÂ, mutlak BİRLİK halidir.
Yüz RAHMAN’ın tecellisidir.
Yüzdeki her bir uzvun ayrı bir sembolik anlamı vardır. Yüz VAHDET’tir. Saç
KESRET. Kaşlar, hilal biçimindedir ve ‘’bir
yay boyu yaklaştı’’ anlamına gelir. GÖZ, namazla nurlandığı zaman Hakk’ı görür. İç göz açılır. ‘’ İki kaş arasına çekti Hatt-ı İstivâ,
Âdem’e isimleri oradan öğretti Hüdâ’’ Eşya’nın hakikati oradan öğretilir.
Hakk oradan görülür, Vahdet oradan idrâk edilir. Çokluk içinde birlik bulunur.
Hatt-ı İstivâ, ayrıca Mecmau’l Bahreyn’i yani iki denizin birleştiği yeri imâ
eder. Zâhir-Bâtın, Şehadet-Gayb, Celâl-Cemâl, Mûsa-Hızır burada buluşur. İnsan
iki karşıtlığın birleşimidir. O kusursuz ilâhi DENGE’yi bozmaksızın, insanın
kendini gerçekleştirmesi, ahenge ulaşması ve İSTİVÂ halinin tahakkuku. İstivâ
sırrına ulaşan kişi, kâinattaki o kusursuz DENGE haline de ermiştir.
Kur’an’da ‘’En yakınınızdaki Kâfir’den başlamak üzere
harp edin’’ diye bir âyet vardır. Bu emir Peygamberimize ve bütün
Müslümanlara yöneliktir. İnsanın en yakınındaki kâfir Nefs-i Emmâre’sidir. Ancak
Dervişlerin ve Ârif’lerin de savaştıkları bilinmektedir. Efendimiz de savaşçı
bir Peygamber’dir. Âriflerin bütün maksadı, gönüllere huzur ulaştırmaktır.
Fakat Esma-yı İlâhiyenin tecellisinde zıddiyetten zuhur eden bir çatışma da
olur. Bu bir tarafın gaflette olduğundan dolayıdır. Bu gafleti gidermektir
aslında mücadelenin sebebi. Bu direnci kırmak ve ESMA’yı uyandırmak için gereklidir.
Şerri, kötülüğü, zulmü, haksızlığı
ortadan kaldırmak için mücadele edeceksin. Ama her şeyin asıl failinin Hakk da
olduğunu bileceksin. Mihrab; Kulun Hakk’a secde ettiği yerdir. Ayrıca harp yeri de demektir.
Nefsiyle cenk ettiği yer.
Harakâni Hazretleri
de savaşmış, 1033 yılında ŞEHİT olmuştur. Evliya Çelebi’nin naklettiğine göre, Kars
kalesinin 3. Murat devrinde Lala Mustafa Paşa tarafından tamiri sırasında, bir
askerin rüyasına dayanarak kabri bulunmuş, sırtındaki hırkasının dahi
çürümediği, yaralarının ise halâ kanadığı görülmüştür. O dönemde Kale içinde,
Hazret adına bir tekke ve cami inşa edilmiştir. Dergahının kapısında: ’’Her kim bu kapıya, bu dergaha gelirse
ekmeğini verin, suyunu verin, hizmetini yapın, ona hürmet edin ama inancını
sormayın. Çünkü Allah katında RUH taşıyan herkes Ebu’l Hasan’ın sofrasında
ekmeğe lâyıktır’’ yazılıdır.(Şeyh KABZ ehlidir. Kabrine gelen dahi bunu
hisseder)
Son söz olarak
Hazret der ki; İlimden sana ne kadar lâzımsa o kadarını al. İbâdetten de
Şeriat senden ne kadarını istiyorsa o kadarını yap, ama sana lâzım olan şudur:
Sabahtan akşama kadar insanların, halkın razı
olduğu, olacağı bir işte ol, akşamdan sabaha kadar da Hakk’ın memnun
olacağı bir işte ol. Eğer bunu yaparsan, zâhirle bâtını birleştirmiş olursun.
İşte bu, ilimle a’yanı birleştiren âriflerin sıfatıdır. Hakikatten gafil olan
yabandır. Kendi nefsini eğitmeden, kitabî ve kulaktan dolma bilgi ile başkasını
ıslâha, irşada çalışma. Kişinin değeri, himmeti kadardır. Saygıya lâyık
olan, bu dünyaya karşı kör, sağır ve dilsiz olandır. Aşk denizinden ancak
Şeriat gemisiyle geçilebilir ve hakikat sahiline ulaşılır. Burada deniz CEM/VAHDET,
sahil FARK’dır.
Emir, Allah’tan
Peygamber efendimize iner. Peygamber efendimizden, Peygamberimizin Nâibi,
vekili kim ise ona intikâl eder, ondan sonra bütün evliyaullahın gönlüne
dağılır ve oradan zâhiri tedbiri Cenab-ı Hakk icra eder. ‘’Hak şerleri hayr eyler, Zannetme ki gayr eyler, Ârif anı seyreyler,
Görelim Mevlâ neyler, Neylerse güzel eyler’’(İbrâhim Hakkı Hz.). Allah ’’Bugün
mülk kimindir’’ sorusunu defalarca
sormuştur. Geldiğimiz âlemde, Ruhlar âleminde, burada, yarın Âhiret’te tekrar
soracaktır. Orada, ‘’Bugün Mülk elbette
senindir, Allah’ındır’’ dedik. Buraya geldik unuttuk. Mülk de Allah’ın, Gâvur da, Mümin de,
putperest de, Müslüman da Allah’ın. Hepsi Allah’ın Kudret’inde cereyan ediyor,
devr ediyor. Bu âlem hep devr üzeredir, unutma. Allah idrâkini nasip etsin
inşallah. AMİN. Sadakallahül Azim.
Kaynak: Harakâni Vakfı Başkanı Yavuz Selim
Uzgur ‘’Anadolu’nun Kalbi HARAKÂNİ’’