İLÂHÎ AŞK
Meşhur bir kudsî
hadiste belirtildiği üzere; Allah bilinmeyi seven gizli bir hazîne idi (kenz-i
mahfî), bilinmeyi sevdi ve bilinmek için âlemi yarattı. Allah’ı sevmek, O’nu
bilmektir. İnsan bilmediğini nasıl sevebilir ki? ‘’O onları sever ve (bu yüzden) onlar da O’nu severler’’ (Mâide-54)
Metafizik bakımından Allah bizi sevmiyorsa biz O’nu sevemeyiz. Aşk, ilâhî
taraftan başlamaktadır. Sevgi her insanın kalbinde mevcuttur. Fakat bazı
durumlarda gizli ve saklı kalmıştır, ya da kişinin kalbi katılaştığı için bunu
bilmemektedir. İSLÂM; tam bir insanlık durumuna erişmek için ön koşul
olan İLÂHİ AŞK’a TESLİM olmanın Kur’ânî ifâdesidir. Dini bağlılık veya
eksiklik, aşkın çağrısı için bir anlam ifade etmez. Öyleyse bu Allah tarafından
gönderilen bütün dinlere tatbik edilebilir.
Varlık dairesi:
Allah ile başlamak, yaradılış ve tezahür alanına inmek, tekrar yükselmek olarak
kabul edilir. Âlem AŞK’ın meyvesi, insanın Allah’a dönmesi ise bu aşkın nihâî
amacı olarak görülür. Şeyler gelir ve gider, yaratılır ve geri döner, iner ve
yine yükselir. İşte bunların hepsi AŞK ile gerçekleşir. Allah bizden lütuf ve
keremiyle tabiatlarımıza uyumlu bir şekilde kendisine geri dönmemizi
murad eder. Bu yüzden resulleri iyi haberlerle ve uyarılarla göndermektedir. İYİ
HABER; eğer Allah’ın hidayetini takip edersek, kendimizi O’nun rahmetiyle
âhenkli bir duruma getireceğimizdir. KÖTÜ HABER; O’nun hidayetini takip etmezsek, rahmetin
gerektirdiği şeyden uzaklaşacağımız yani gazaba mâruz kalacağımızdır. Tevhide özgü
bakış açısından her şey tam ve olması gerektiği üzeredir, bu yüzden iyi ve kötü
bu resme girmez. Yegâne hakikatten başka hakikat yoktur ve bütün eşya olması
gerektiği üzere varlığa gelmektedir. Allah’tan gelen haberleri alanların
(risâlete muhatap olanların) görüş açısından ise bazı şeyler iyi ve kötü,
bazıları ise daha iyi ve daha kötüdür.
Kelime-i Şehâdet iki kısımdan oluşur;
Birinci kısım: Şahitlik ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur ‘’lâ ilâhe
illâllah’’, ikinci kısım: Muhammed Allah’ın resulüdür ‘’Muhammedün resûlullâh’’
dır. Yaratılışa ilişkin TEKVİNÎ ve dine ilişkin TEKLİFÎ emirler
ŞEHÂDET’in iki kısmının açık sonuçlarıdır. İlkinde Allah dilediği gibi yapar,
çünkü O’ndan başka ilâh yoktur. İkincisinde ise Allah insanların hangi ölçüde
özgürlüğe sahip olduklarını bildirmek için peygamberler göndermiştir. İnsanlar
alternatifler hakkında seçim yapabilirler, fakat bu seçimlerinin onlara geri
dönüşü olacaktır. Hayatlarını yaşama biçimleri yalnızca bu dünyada değil,
gelecekte de kaderlerini şekillendirecektir. Her şey TEKVİNÎ emrin
meyvesidir(Rahmani rahmet). Buna karşılık Rahîmî rahmet ise bazı yaratılmışları
kucaklamaktadır ve yalnızca dini TEKLİFÎ emri gözetmenin sonucu olarak bu
rahmete ulaşılabilir. Bu da Hz. Muhammed’in ayak izlerini takip etmekle
mümkündür. Biz bu dünyaya onun ayak izlerini takip ederek geldik ve yine onun
ayak izlerini takip ederek döneceğiz. Dönüş noktası, başlangıç noktasıyla
aynıdır. Nebevi rehberlik, KURTULUŞ’a götüren en emin yoldur.
A’râf sûresi 172’de
Allah; ‘’Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’’
dediğinde bütün ruhlar ‘’Evet Rabbimizsin’’ dediler. Burada
soruyu soran da O’ydu, cevabı telkin eden de O’ydu. Ahid iki taraf arasında bir
kere yapılınca şartlara vefâ gösterilmesi gerekir. Elest ahdi, Rab ile O’nun
kulu arasında yapılmıştır. Rabbin vazifesi beslemek, yaşamasını sağlamak,
destek olmak ve doğruyu göstermektir. Kulun görevi ise itâattir. Ahde vefa
göstermek iki tarafı da ilgilendiren bir erdemdir. Allah, bir Rab olarak
hareket etmeyi sürdürdükçe ve insan kulluk(ubûdiyet) görevlerini yerine
getirdikçe ahde vefâ gösterir (Ubûdiyet kelimesi ibâdet ile aynı kökten
gelmektedir). Vefânın zıddı ise cefâ’dır. Her ne kadar insanlar Allah’a kulluk
etmeli iseler de kulluk meleklerin iş tanımıdır. İnsanlar AŞK için yaratılmışlardır. Yalnızca
insan cemâl ile celâl, kahır ve lütuf isimlerinin tezahürü olarak Allah’ın sûretinde
yaratılmıştır. Yalnızca insan AŞK için hazırlıklı kılınmıştır. Çünkü AŞK
ayrılık ile kavuşmayı, acı ile neşeyi, dert ile zaferi gerektirmektedir.
Ahzâb sûresi 72’de
Allah; ‘’Biz emâneti göklere, yer ve
dağlara arz ettik; onlar, onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu
insan yüklendi. O gerçekten çok zâlim ve çok cahildir’’ der. Söz konusu
EMÂNET’in sevgi olduğuna inanılır.’’ Dağların bu emânetin yükünü taşıyacak
takati yoktu, yeryüzünün, arşın ve kürsünün de. Bir melek görürsün ki,
kanatlarının birini açsa bütün ufku kaplar ama bu mânâyı taşıyabilmekten
acizdir. Sonra kemiklerinin üzerine deri gerilmiş perişan bir Âdem oğlu
görürsün. O, dostluk kadehinden belâ şarabını içiverir de kendisinde hiçbir
değişiklik olmaz. Bu nedendir? Çünkü KALP sahibidir ve BEDENİN
TAŞIYAMADIĞINI KALP TAŞIR. Zâhirde bunun misali vardır. Ağaçların kökleri
ne kadar dayanıklı, dalları da ne kadar sık olursa meyveleri o kadar küçük ve
hafif olur. Zayıf ve yumuşak ağaçların meyveleri ise büyük ve ağırdır. Karpuz
ve kabak gibi. Burada ince bir nokta vardır. Bir bitkinin meyvesi büyük ve
ağırsa, o meyveyi taşımaya takati yoksa, ona ‘’şu ağır yükü sırtından indir de
toprağa bırak’’ denilir. Bu şekilde insanlar nerede zayıf ve âciz birisi varsa
ilâhi izzetin lütfuyla korunup beslendiğini bilirler. ‘’Biz onları karada ve denizde taşıdık’’ âyetinin sırrı işte budur.
Âyet ‘’o çok zâlim ve câhildir’’ beyânıyla
sonlanmaktadır. Âdem Firdevs cennetinin bahçelerinde dilediğince dolaşıyordu. Âniden
hiç beklenmedik bir şekilde aşkın ricacısı ve muhabbetin vekili kalbinin
kapısını şiddetle vurmaya başladı. Rıdvan geldi ve şöyle dedi: ‘’Ey Âdem, çık
cennetten, burası huzur yurdudur ve âşıkların semtinde huzura yer yoktur.’’ Âdem
zahmet ve ızdırap olmaksızın ÂŞIK olunamayacağını biliyordu. Onların
korkaklığı, Âdem’in cesaretini ortaya çıkardı. Eğer âlemde ürkek ve korkak
olmasa cesurların cesareti kendini nasıl gösterebilir. Âdem emâneti yüklenince
işin temeli sapasağlam kurulmuş oldu. Çünkü bir yüklenme varsa temel sapasağlam
olur. İşte İNSAN’da emâneti yüklendiği gün aşkın temelini sapasağlam bir
şekilde atmış oldu. Bundan sonra kendisinden yüz binlerce ihânet, günah, isyân,
suç ortaya çıksa da artık o temele hiç zarar gelmez.
Hicr sûresi 26’da
Yüce Allah; ‘’And olsun ki biz insanı
kuru bir çamurdan yarattık’’ buyurdu. ‘’O insanı çömlek gibi kuru bir çamurdan yarattı’’ (Rahman-14) ‘’Biz insanı çamurun özünden yarattık’’ (Mü’minûn-12) O her yandan
toplanmış olan toprağın üst tabakasından(edim) yaratıldığı için ona Âdem dendi.
Yani o, hem tatlı hem tuzlu, hem yumuşak hem sert her bir yandan alınmış özden
yaratıldı. Lânetlenmiş İblis şöyle dedi; ‘’Ben
ondan daha üstünüm. Beni ateşten, onu çamurdan yarattın’’(Sâd-76) Nûra(ateş) ‘’zulmet(toprak) önünde secde et’’
denilmesini hikmeti neydi? Topraktan yaratılmış olan Âdem, ateşten
yaratılmış olan İblis’ten üstündür, çünkü toprak ateşten daha iyidir. Ateş
kusuru gösterir, toprak örter. Bir şeyi ateşe tutunca, ateş o şeyin bütün kusurlarını
ortaya çıkarır. Gümüşü sahtesinden, altını saf olandan ayırır. Toprak ise bütün
kusurları örter, ona verdiğin her şeyi gizler ve kusurları ortaya çıkarmaz.
Ateş kopma ve ayrılma sebebidir. Toprak ise birleşme. İblis ateştendi ve bundan
ötürü kopup ayrıldı, Âdem topraktandı ve bundan ötürü birleşti. Ateşin tabiatı
kibirli olmak, toprağın tabiatı ise tevâzudur. Toprağa bir tohum tanesi atınca
toprak onu kat kat fazlasıyla geri verir. Ateşe neyi versen onu bütünüyle yakıp
kül eder. Ateş sönünce geriye hiçbir işe yaramayan külden başka bir şey kalmaz.
Ama kurutulmuş çamur kırılacak olsa birkaç damla suyla düzeltilebilir. Düşman
olan İblis’in durumu böyleydi. Onu aydınlatan itaat kandili sönünce artık işe
yaramaz ve tâmir edilemez oldu. Halbuki Âdem sürçüp sendeleyince, Allah onu
inâyet suyuyla onarıverdi.
Toprağın kendi içinde
ateşe ihtiyâcı yoktur. Fakat ateş için ağaç gerekir, ağaç da toprağın
neticesidir. Ateş sırrı yayar, toprak gizler. Ateş iki şeyle söndürülüp yok
edilir. Toprak ve su. Âdem de su ve
topraktan var edildi. ‘’Rahmetim gazabımı
geçti’’ Âdem’e olan rahmetim, İblis’e olan gazabımı geçmiştir. Sonradan
yaratılmış olan(hadis), kadîm olana asla ulaşamaz. Gazap rahmete ulaşamaz.
Ateşe mühür
vurulamaz. Toprak mührü kabul eder. Birisine değerli bir emânet bırakıldığında
onu mühürlemek âdettir. Bırakılan emânete mühür vurulur, geri alma zamanı
gelince o mühür kontrol edilir. Eğer mühür bozulmadan duruyorsa o kişi övülür. ‘’Ben sizin Rabbiniz değil miyim’’ ahdi
emânet, ‘’Evet Rabbimizsin’’ sözü
mühürdü.
Allah’ın Âdem’e ihsan
ettiği ilk nimet, kendisi talep etmeden ve buna hiç lâyık değilken, onu cennete
yerleştirmesiydi. O’nun ilk sürçmeyi affetmesi, bütün günahları affedeceğinin
delilidir. Âdem, Allah’ın bütün isimlerini ve sıfatlarını açığa çıkarmak
zorundaydı. ‘’Şu ağaca yaklaşma’’ (Â’râf-19)
Yasak baştan çıkarıcıdır. Bu nedenle emre itaatsizlik etti, cenneti terk etti.
Gazap ve kahır ile yüzleşti.
Ey civanmert!
Sarısabır(ûd) ağacının bir sırrı vardır. Onu bin yıl da koklasan koku vermez.
O, sırrını Âşikâr etmek için ateş ister. Yüzü siyah, rengi karadır. Tadı acı,
cinsi ahşaptır. Gönlündeki sırları ortaya koymak için kor ateşe ihtiyaç duyar.
‘’O gerçekten çok zâlim ve câhildi’’ Ateşe atılması gereken bir tütsü idi. O
tütsüden hafif bir esinti zuhur etti. Neydi bu? ‘’O onları sever, onlar da O’nu severler’’
‘’O çok zâlim ve çok câhildir’’ sözü bir kınama değil ÖVGÜ’dür. Çünkü Âdem bu yükü
takatiyle değil himmetiyle yüklendi. Allah Âdem’i ‘’çok zâlim ve çok câhil’’ olarak nitelemesine rağmen EMÂNET’i
teklif etti. Eğer kusur ederse ‘’kendime
zûlmettim’’(Neml-44) diyecek, Aziz olan Allah da ‘’doğrusu insan çok zâlim ve
nankördür’’ (İbrâhim-34) derken, kendisi için de ‘’gerçekten ben çok bağışlayıcıyım’’ (Tâhâ-82) diyecektir.
Allah, Âdem ve
Havva’ya ağaca yaklaşmamalarını emrettiğinde bu açıkça TEKVİNÎ değil, TEKLİFÎ
bir emirdi. Çünkü TEKVİNÎ bir emir olsaydı onlar ağaca yaklaşmazlardı. Ancak, acziyetlerini
ve zayıflıklarını bilip de günahtan korunmanın kulun çabasından değil, ilâhi
yardımdan geldiğini görsünler istedi. ‘’De
ki: Herkes kendi yapısına göre davranır’’(isrâ-84) Bütün Kur’an’da bundan daha ümit
verici bir âyet yoktur. Kul günaha rücu eder, Rab affetmeye. Günah kulun,
muhabbet Allah’ın sıfatıdır. Bütün âlem O’na ibadetten yüz çevirse O’ndan
hiçbir şey eksilmez ve bütün âlem ibâdet için yüzünü O’na dönse hiçbir şeyi
arttırmaz. ‘’Ey kendilerine karşı aşırı
giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün
günahları bağışlar’’(Zümer-53) Allah, insanın bütün yanılma ve
sendelemelerine rağmen ‘’KUL’’ ismini onlardan almadı. ‘’Rahmetimden ümidinizi kesmeyin’’dedi. Allah kulunun bu dünyada
örttüğü günahını, âhiret günü âşikâr etmez. Allah tövbe eden kullarını sever.
Sevgisi ebedidir. Allah, kendisinden bir şey istemeyene gazaplanır.
Rahman’dır, kullarının itâatini ne denli küçük olsa bile kabullenir. Rahîm’dir,
onların itâatsizliğini ne denli büyük olsa bile affeder.
Cafer-i Sâdık’a
sordular: Allah kullarını fiillerinden dolayı zorlar mı? Şöyle cevap verdi: O,
kulunu önce zorlayıp, sonra cezalandırmayacak kadar âdildir. İnsanlar cennete
iyi âmellerinden dolayı girmeyecekler, cehenneme de itaatsizliklerinden dolayı
atılmayacaklardır. Allah dini TEKLİFÎ emri buyurur, fakat insanların bu emri
kabul veya reddetmeye güçleri yoktur. Allah kâfirlere dini teklifi emirle,
dostlara ise hükümle/tekvini emirle hitâp edecektir.
Sem’âni der ki:
‘’Beni kuyunun başına getirip ittin. Allah’a sığın diyorsun, sonra da
itiyorsun’’. Bir kanadı, bir bacağı kopmuş, bir gözü eksik, diğer gözü de kör,
sakat bir sivrisinek var. Onu ateş ve su deryasına atıyorlar, şöyle diyorlar:
Dikkat et, kanatlarını yakma ve ıslanma! Padişah bana diyor ki, Şarap iç ama
sarhoş olma. Ey Padişah! Şarabı içen nasıl sarhoş olmasın. Şeriat bir yöne
çekerken, hakikat başka bir yöne çekebilir. Emirle(teklifi) farz kılınan zeval
bulacaktır. Fakat Hakk ile farz kılınan(tekvini emir) yok olmayacaktır. Bu
dünya ile beraber emrin hükmü de ortadan kalkacaktır.
‘’Onların yaptıkları işlerin önüne geçip hepsini un ufak ederiz’’(Furkân-23)
Bu ne demektir? En sonunda bu kıymetsiz ibâdetler ve lâyık olmayan tâatlerden
kurtulup kalbimizi bütünüyle O’nun ihsanına ve rahmetine bağlayacağız. O ise,
bizim bütün kusurlu âmellerimizi tenezzül etmeyiş rüzgarına savurduktan sonra,
lûtuf ve ihsanıyla muamele edecektir. ‘’De
ki: O’na ister Îmân edin, ister Îmân
etmeyin….’’ (İsrâ-107) O’nun bizim Îmânımıza ihtiyacı yoktur.
Yine Sem’âni; tevhidi
gözeterek insanın Allah karşısında hiçbir şeye sahip olamayacağını, bu yüzden
de iyi âmellerin ve çirkin fiillerin O’nun hükmü üzerinde herhangi bir
etkisinin olamayacağını açıklar. O’nun hazinelere ya da başka bir şeye ihtiyacı
yoktur. O’nun neyi varsa hepsi bizim içindir. O, yarın ihsân hazinelerini
isyankârlara, rahmet hazinelerini günahkârlara, mağfiret hazînelerini de
yardıma muhtaç olanlara verecek. Elimizden en sonunda ‘’O onları sever’’ hakikati tutacak. Müminler topraktan
başlarını kaldıracak ve O şöyle nidâ edecek: Hoş geldiniz. Gelişiniz mübârek
olsun. Allah nasip etsin. AMİN. Sadakallâhül azim. Kaynak: Wıllıam C. Chıttıck
/İLÂHİ AŞK
İLÂVETEN;
Allah’tan başka her
şey bâtıldır, yani gerçek, doğru ve uygun olmayandır. Âlem (Allah’tan başka her
şey), mutlak anlamda bâtıl değildir. Bilakis Hak ile kıyaslandığında bâtıldır.
Allah zamanın dışında daimi ve ebedi olarak konuşur(mütekellim). O’ndan başka
konuşan yoktur. O’nun konuşması ‘’OL’’ emri ile çeşitli sûretler alır ve aynı
zamanda kutsal kitap olarak görünür. Konuşma ve diğer sıfatlar bizim alanımıza
girdiklerinde, bizler tarafından lekelenirler. O varlık verdikten sonra da
varlık verdikten önceki hal üzeredir. Değişikliği söz konusu değildir.
Yaratılmışlar kendi başlarına varlık sahibi olamazlar. Var olmaları TEKVİN’i
emre bağlıdır. Âlemdeki her şey TEKVİN’i emir ile meydana gelir ve dini
TEKLİF’i emir ile yok edilir veya yenilenir.
Bütün yaratılmış
şeyler, varlık ve hiçlik arasında asılıdır. Allah’ı hesaba katmaksızın şeylere
bakarsak, onlar en azından belli bir süre var gözükürler. İlâhi varlığın
sonsuzluğuyla karşılaştırıldığında ise şeylerin herhangi bir varlığı yoktur.
‘’Her şeyden iki çift yarattık’’ (Zâriyat-49). Başlangıcı olmayanın
yani KÂDİM’in zıddı, sonradan var olan HÂDİS’tir. Hâdis, Allah’tan başka her
şeydir. Yaratılmış şeylerdeki isimler Allah’tan tamamiyle farklıdır. Erkek ve
kadın, gece ve gündüz, gök ve yer, kara ve deniz, itâat ve isyankârlık,
bahtiyarlık ve bedbahtlık, doğru yol ve sapkınlık, kudret ve acz, ilim ve cehâlet,
hayat ve ölüm…….gibi. Allah yaratılmışların sıfatları yaratıcının sıfatlarına
benzemesin diye onları bu tarz üzere, birbirine karşıt olacak şekilde yarattı.
Şöyle ki; O’nun yüceliğine alçaklık, kudretine acziyet, kuvvetine zayıflık,
ilmine cehâlet, hayatına ölüm, bekâsına fenâ yoktur. O hiçbir şey ile kıyas
kabul etmez ve her şeyden müstakildir. ‘’O’nun
eşi ve benzeri yoktur’’ (Şûrâ-11) O eşsiz, denksiz ve ihtiyaçsızdır. O her şeyden önce TEK’ti. Her şeyi varlığa
getirdikten sonra yine TEK’tir. O ezelde iş yapmıştır ve bugün sana ne
yaptığını göstermektedir. O, ezelde söz söylemiştir ve bugün sana söylenmiş
kelimeleri işittirmektedir.
Birçokları Hakk’tan
başka hakikat, ilâhi hayattan başka hayat, ilâhi kudretten başka kudret,
Allah’ın adâletinden başka adâlet olmadığını görememektedirler. Müslüman
ilâhiyatçılar Tevhid anlayışı ile, Allah’ın gerçek varlık ve bizimse O’nun
gölgeleri veya solgun yansımaları olduğumuzu kabul eder. Bir kere tevhid kabul edildiğinde,
bütün nitelikler ve özelliklerin doğrudan veya dolaylı olarak BİR’e geri
dönmesi gerekir. ‘’Sizi boşuna
yarattığımızı ve gerçekten bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız’’ (Mü’mimûn-115) Öyleyse Allah
âlemi niçin yarattı? Onların varlığındaki hikmet nedir? ‘’Ben gizli bir hazine idim ve tanınmayı sevdim’’ (Allah
yalnızca kendini sever, O kendi Zâtına aşıktır)
İblis şöyle dedi: ‘’Bana
Âdem’e secdeyi emretmiştin, ben secde etmedim. Ama Âdem’e de buğday yememeyi
emretmiştin, o yedi. Bir ona, bir de bana’’. İkisinin başkaldırısının arasında
fark vardı. ‘’Âdem’in ayağını kaydıran şehvet, İblis’i ise yoldan çıkaran
kibirdi. Kibirli olmak, şehvetli olmaktan daha kötüdür. Şehvetten kaynaklanan
bir günah affedilir, kibirden
kaynaklanan günahın içinde ise Îmân kaybolur. ‘’Kibriya benim libâsım, azamet de örtümdür. Bu ikisinde benimle boy
ölçüşmeye kalkanı ezerim’’ Âdem
affedildi, İblis ise kıyamete kadar
kovulanlardan oldu.
Rivâyet edilir ki;
Âdem ile İblis yolda karşılaşır. Âdem: ’’Seni bedbaht/şaki diye çıkışır. Benim
başıma neler getirdin, yoluma ne tozlar saçtın’’. İblis cevap verir :‘’Ey Âdem
diyelim ki seni ben yoldan çıkardım. Peki söylesene, beni yoldan çıkaran kimdi?’’
Âdem cennetten
çıkarılıp, yeryüzüne yolculuk etmesi söylenince; ‘’Rabbim yolcular azıksız
olmazlar, bana yol için ne azık vereceksin’’ diye sordu. Şöyle cevap verildi:
Ey Âdem! Hicret yurdunda azığın beni zikretmek olacak. Bundan sonra, dönüş
gününde sana beni görmeyi vaad ediyorum. AMİN. Sadakallâhül Azim.