17 Aralık 2018 Pazartesi


İLİM

‘’Alime’’ fiilinin mastarı olup sözlükte bilmek anlamına gelen ‘’bilgi’’ ve ‘’bilim’’ anlamında kullanılır. Bir şeyi gerçek yönüyle kavramak, gerçekle örtüşen kesin inanç, nesneyi olduğu gibi bilmek,  nesnedeki gizliliğin ortadan kalkması demektir. İslâm’da BİLGİ; ’’Ruhun, eşyanın ya da eşyaya dair bilginin hakikatine ermesi’’, tevil ve tefsir gibi Kur’an tarafından otorite olarak yapılandırılmış yorumlama metotlarının sonucunda ortaya çıkan anlam olarak tarif edilmiştir. Bilgi, eşyanın yaratılış düzeyindeki hakiki yerini bilmeye işaret eder. Bu da insanı vücut ve varoluş düzeninde Tanrı’nın hakiki yerini anlamaya götürür.(el-Attas)

 İlim kendi içinde kadîm ve hadîs  diye ikiye ayrılır. Kadîm; Allah’ın Zâtıyla kâim olup kulların bilgisiyle benzerlik taşımayandır. Hadîs ise; sonradan var olan ve yaratılan bilgidir. Allah ‘’her ilim sahibinin üzerinde bir bilgin vardır’’ (Yusuf-76) diyerek ilim yolunda mütevâzi ve ihtiyatlı olunması gerektiğini öğütler. ‘’Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu’’   (Zümer-9) diyerek de bilginin insanı yücelttiğine işaret eder. İlim kelimesi ilk asırlardan beri zâhiri değil, bâtıni yani kalbî bilgi olarak kabul edilir. Tüsterî Hz; ‘’İlim, Allah’ın kalbe yerleştirdiği bir nurdur’’ der. Ayrıca ilim, Peygamber’den aktarılan bilgi olarak da kullanılır. Buna göre de, İslâmî eğitimin temelini oluşturan bilginin tamamı Tanrı’dan gelir. İlim, insan ile hayvanı birbirinden ayıran en önemli temyizdir. Dünya malından kurtuluş da ilme bağlıdır. 

İlim, hadiseleri tahlil ve izah etmektir. Maddeyi anlayabilmek için manevî bilgiye ihtiyaç vardır. Parça ve bütün mahiyetçe aynıdır. İlim akılla değil, kalple idrak edilir. Gönül bilgisinin kitabı yoktur.  Yüksek bilgiler kitaplarda bulunmaz, insan onu ancak kalp hazinesinden ince bir tefekkürle çıkarır. Bunun mektebi yoktur. Hak tarafından ihsan olunur. Gerçek ilim insanı Hikmet’e ulaştırır. Hikmet kulun Hak’la söylemesi, Hak için iş görmesi ve Hakk’ı istemesidir. Hikmet, ilmin tamamıdır. İlim kalbi keşifle bulunan ilâhi hakikattir. Hz. Peygamber; ‘’Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır’’ buyurarak, ilim şehrine mürşitlik makamını temsil eden Ali kapısından girileceğini söyler. Hz. Ali de ‘’ilim bir noktadır, onu cahiller çoğaltmıştır’’ demiştir. Aynı zamanda da ‘’Ben B’nin altındaki noktayım’’ diyerek Kâmil insanı anlatan berzahın bir noktadan zuhur ettiğini, zira noktada hem her şeyin hem de hiçbir şeyin olmadığını anlatır. İlmin hakikati Kur’an’da, Kur’an’ın hakikati Fâtiha’da, Fâtiha’nın hakikati Besmele’de, Besmele’nin hakikatinin de B’nin altındaki noktadadır. Buradan anlaşılıyor ki ilim Kur’an’ın içinde gizlenmiştir ve nokta makamındaki Peygamber ve veliler onu yorumlayarak kapasitemiz ölçüsünde kalplerimize nakşeder ve bunu da insanı birliğe davet ederek yaparlar.

İlim nefsini bilmektir. Nefsini bilince de insan Allah’ını bilir. Koca Yunus’un dediği gibi; ‘’İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir, sen kendini bilmezsen, bu nasıl okumaktır’’ İlmin neticesi olan Mârifet ise, şükretmek, sabretmek ve razı olmaktır. Bu da amel kısmıdır. Dünyaya gelmekten maksat bu iki mânâyı, İLİM ve AMEL’i elde etmek ve her şeyin tasarrufunun Hakk’ta olduğunu idrak etmektir.

* İlim iki türdür. Birinci ilme yemeğe ihtiyacımız olduğu kadar muhtacız. Dolayısıyla itidalli olmak ve ihtiyaçtan öteye gitmemek gerekir. Bu şeriatın hükümlerinin ilmidir. İkinci ilim insanı durma noktasına getirmeyen sınırsız ilimdir. Allah’a ve kıyamet meydanlarına mahsustur. Bu meydan ve mertebeler, öldükten sonra âlemlerde insan oluşumunun hiç sonu olmayan yurtlarıdır. Bu dünyada delâlet ettikleri Hakk yolundaki makamlardır. Birinci ilim naklî, diğeri aklî ilimdir. Naklî ilim, edinimi tamamıyla başkalarından duyulan bilgiye dayanır. Aklî ilmin edinimi de insanın kendi içindeki keşfe dayanır. Naklî ilim lisan, dilbilgisi, kutsal metinler ve çevreden aldığımız tüm bilgi ve öğrenimi içerir. Aklî ilim ise matematik ve metafizik gibi alanları kapsar. Bunlar naklî ilim tabanlı olsalar da insanın içindeki hakikati keşfetmeden anlaşılamaz. Akıllı insan kendi özünü kemâle erdirecek ve kendi nereye giderse kendisiyle birlikte intikal edecek ilim dışında hiçbir ilmi aramaz. Bu da ilm-i ledün dan başka ilim değildir. Mesela tıp ilmine sadece hastalıklar dünyasında ihtiyaç vardır. Hiçbir hastalığın olmadığı bir âleme nakledildiğinde bu ilim ne işe yarar ki. Ruh, serbest olarak hareket eder ve yanına hiçbir şey almaz.

Allah kendini tüm yaratılışta açığa çıkarır ve bunu iki temel şekilde yapar. Birincisi, bilinmezliğini ortaya koyar ve böylece O’nu bilemeyeceğimizi biliriz(tenzih). İkincisi, kendini kutsal kitaplarla, evrenle ve insan ruhuyla açığa çıkarır(teşbih). Böylece insan O’nu sadece kendi anlayış kapasitesinin ölçüsünde bilebilir. Allah'ın bilinmezliğini idrak eden farkındalık şekline ‘’akıl’’, Allah’ın kendini açığa çıkarışını yakalayan anlayışa ‘’hayal’’ denir. Tamamıyla idrak edilen hayal de ‘’keşif’’tir. Keşif, talibin ilâhi hakikatin kendini açığa çıkardığı görüntüleri fark etmesini sağlar ve görüntüler bütünüyle evreni, tüm zaman ve mekânı ve tüm boyutlarıyla birlikte mânevi ve maddi dünyayı da kucaklar.

Akıl, kendi başına bırakılırsa Allah’ı dünyadan soyutlar ve kendini ondan mahrum bırakır. Hayal ise, bunun aksine, Allah’ı tüm yaratılmış âlemde algılayabilme kabiliyetine sahiptir. Akıl Allah’ı dünyada yok sayar(tenzih), ama hayal ve keşif onu görür(teşbih). Allah’ı anlamak, bu iki yol arasındaki dengenin korunması ile mümkündür. Akıl ve hayal/keşif, kalbin iki gözüdür. Eğer Allah’ı, dünyayı ve kendimizi bu iki gözle anlamayı başaramazsak, hiçbir şeyi hakikatiyle göremeyiz. Kalbin çarpışı bir gözden diğerine geçişi sembolize eder.* (William Chıttıck)

El-Attas’ın ifadesiyle; Bilgi sınırsızdır, çünkü bilginin objelerinin sınırı yoktur. Hakiki bilgiyi elde etmek için çabalamaya bir son olmadığı gibi, bulunduğunda da onu incelemenin bir sonu yoktur. O halde bir başlangıcı ve sonu olmayan zaman diliminde onu elde etmek imkansızdır. Allah’ı kimse Allah gibi bilemez. Allah’tan başkası gerçeğin doğasını yeterince kavrayamaz, çünkü gerçek sadece Allah’ın sonsuz hakikatinin açığa çıkmasıdır. İnsanoğlu ilâhi yardım olmadan hakkıyla bilemez.

Hz. Peygamber(s.a.v.) İLİM ile ilgili şöyle bir temsilde bulunur; ‘’Allah’ın benimle göndermiş olduğu HİDÂYET ve İLİM, yeryüzüne yağan yağmura benzer. Şöyle ki, yağmurun yağdığı yerin bir kısmı verimli bir topraktır, o suyu emer ve bitki, çimen bitirir. Bir kısmı ise üzerinde hiçbir şey bitmeyen çorak bir yerdir, suyu emmeyip üzerinde tutar. Fakat Allah orada biriken sudan insanları faydalandırır. O sudan içerler, hayvanlarını sular ve ziraatlarını yaparlar. Lakin yağmurun yağdığı bir kısım yer daha vardır ki, orada bir bitki bitmediği gibi su da tutmaz. İşte bu verdiğim misal, Allah’ın benimle gönderdiği HİDÂYET ve İLİM kendisine fayda veren, onu hem öğrenen hem öğreten kimseler ile, buna kulak vermeyen, benimle gönderileni kabul etmeyen kimselerin misalidir’’

Yine demiştir ki; ‘’Bizden bir şey gören, işiten, onu aynen gördüğü ve işittiği gibi başkalarına ulaştıran kimsenin Allah yüzünü ağartsın. Kendisine bilgi ulaştırılan nice insan vardır ki o bilgiyi, bizzat işiten kimseden daha iyi anlar ve korur.’’ Elden ele ve gönülden gönüle nakledilen ilim.

İlmi elde etmenin birinci gayesi onu arzulamak, yani ‘’talip’’ olmak, sonra bir ‘’yol’’ izlemek ve en sonunda Allah nasip ederse ‘’Vuslat’’a ermektir.  Kim bu ilmi elde etmek arzusuyla bir yola girerse, Allah o kişiye cennetin yolunu kolaylaştırır. ‘’

De ki; Rabbim ilmimi arttır.’’ (Tâ-Hâ ûresi,114)  Amin. Sadakallâhül Azim.

4 Aralık 2018 Salı


KALP

Kalp kelimesi bir fiil olarak dalgalanmak(halden hale geçmek) ve değişmek anlamına gelmektedir. Çünkü kalp; nefis ve rûh arasında tutulu kalmıştır. Nefis bedensel arzulara gömülmüş, rûh ise kaynağı olan ilâhi nefese yönelmekte, dolayısıyla da ikisi arasında bir ileri, bir geri çekilmektedir. Rûh nûrani ve semâvi, nefis ise toprağa ait süfli ve karanlıktır. Böyle olunca kalp halden hale girer ve hayrete düşer. Rûhun sıfatı muvâfakat, nefsin sıfatı muhâlefettir.

Kalp rûhtan letâfet, topraktan da vakarı aldı. Her ikisi tarafından da yüceltildi ve sonra gaybın nazargâhı oldu. O ne sâdece rûh, ne de sâdece cismâni bir kalıptır. Bilakis onların her ikisidir (Berzah). Rûh bir iş görür, nefis başka bir iş. Kalp ise her ikisinin arasında bir dama taşının üzerinde gidip gelen bir mahkum gibidir. Rûhani tarafa meylederse rûhun işleri zuhûr eder, cismâni tarafa meylederse bedenin işleri ortaya çıkar.  Hz. Peygamber(s.a.v.)bu durumla ilgili olarak şöyle der; ‘’Kalbin misâli çöldeki bir tüy gibidir, rüzgarlar onun içini dışına çevirir’’  ‘’Âdem oğlunun kalbi Rahmân’ın iki parmağı arasındadır’’

Kalp Allah ile insan arasındaki samîmî irtibâtın yeridir. Allah kalbe nazar eder, kalp de Allah’a. ‘’Allah ne sizin bedenlerinize, ne de suretlerinize bakar, fakat O sizin kalplerinize bakar’’.  İnsanı insan yapan kalptir. Kalp Allah’ı sevmek için yaratılmıştır. Eğer Allah sevgisi diye bir şey olmasaydı, kalp diye bir şey olmazdı. Kalpler Allah’ın yeryüzündeki kaplarıdır. Bunun için kalbin arındırılması gerekir ve onu arındırmak da, Allah’tan başka her şeyden boşaltılmasıyla mümkündür.

Allah’ın her şeyi kalp uğruna yarattığı söylenebilir. O’nun gökleri ve yeri yaratmasındaki hikmet, bir kalp var etmek içindir. O, bu dünyayı bilsinler diye, cenneti de görsünler diye yarattı. Sonra cenneti dostlarla, dostları kalple, kalbi de kendisiyle süsleyip bezedi. ’’Ne gökler ne de yer beni kuşatır, fakat MÜMİN kulumun kalbine sığarım’’

Kur’ân, kalbi farkındalığın ve kendiliğin merkezi olarak gösterirken, aklın yerini de beyne değil kalbe yerleştirir. Kalp aklın ve tanımanın mahallidir, dolayısıyla insan mikro kozmosunda kral ve komutan rolünü oynar. ‘’Vücutta bir et parçası vardır ki, o sağlamsa bütün vücut sağlam olur, o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin, o kalptir.’’

 Sem’âni; bedenin içine üflenen RÛH ile, Allah’ın iki parmağı arasında halden hâle giren KALP arasındaki farkı şöyle anlatılır.  RÛH lütfun yakınlığı içinde sabit kalırken, KALP rahmet ve kahrın zıt kuvvetlerine tutulan tüm yaratılmış şeylerin değişim ve dönüşüm özelliklerine yenik düşer. Kalp, halden hale girmesinden dolayı kalp ismini almıştır. Kalbin sıfatı durup dinlenmemektir. Peki sürekli halden hale dönmesi nedendir? Çünkü kahrın hükmünün mührü onun üzerine vurulmuştur. Yabâni bir taya kızgın bir damga vurup da onun sakin durmasını beklemek imkansızdır.  Rûhlar sükûnet içindedir, fakat kalplerin sıfatı harekettir. Allah rûhlara zincir vurdu ki sabit dursunlar, kalpleri çözdü ki, hareket etsinler. Kasap koyunu yatırıp iki ön ayağıyla bir arka ayağını bağlar, bir ayağını serbest bırakır. ‘’Dördünü de bağlarsam zulüm olur’’ der. ‘’Gırtlağına bıçağı çekip de koyunu hareketten alıkoymak büyük günah olur çünkü, hareketsiz kalınca bıçağın acısını hisseder, azıcık hareket ettirince bir şey kaybetmezsin’’. Üç bacağı bağlamak kasabın azabı, bir ayağı serbest bırakmak ise lütfudur. Gazap içinde lütuf, lütuf içinde gazap. Ne önceki sonrakini, ne sonraki öncekini hükümsüz kılar.

Beden rûh ile bir araya gelince, bu ikisinin arasında saflığın merkezi denilen kalp ortaya çıktı. Başka hiçbir mahlûkun kalbi yoktur. Kalp, bir köpeğin önüne atsan dönüp de bakmayacağı, onu doyurmayacak bir et parçasından ibâret değildir. Bu et parçası, kavrayış ve zanların edeplenmesi için zâhiri bir hedeftir. ANCAK KALBİN MÂNÂSI BUNDAN BERİDİR.

İNSAN(Mikro kozmos) her şeyi kuşatan bir şehir ve bütün mânâların kabıdır. ÂLEM (Makro kozmos) da, insanda var olanın açılımından ibarettir. Mikro kozmos(İnsan), Makro kozmos(Âlem) ile aynıdır. 

İnsan kalbinin görünür âlemdeki karşılığı KÂBE’dir. KÂBE, 7. SEMÂ’DA YANİ MELÂKUT ÂLEMİNDEKİ BEYT-İ MA’MÛR’un (ARŞ’ın) İZDÜŞÜMÜDÜR. ARŞ; HAKK’IN AYNASI, TÜM HAKÎKATLERİ İÇİNE ALAN  İNSAN-I KÂMİL’İN KALBİDİR. O halde ARŞ’ın gölgesi KÂBE, KÂBE’nin insan vücudundaki karşılığı da KALP’tir.

Melekler ARŞ’ı, Hacılar KÂBE’yi tavaf eder. ‘’Rahman arşa istiva etti’’( Tâ-Hâ sûresi,5) Yani, Allah İnsan-ı Kâmil’in kalbini kuşattı, oraya yerleşti demektir.

İnsan ile âlem arasında sürekli bir etkileşim vardır. İnsan ve âlem benzerliğinin örnekleri saymakla bitmez; O bâzen aslan gibi cesur, bâzen tavşan gibi ürkek, bâzen bir köpek gibi cimri, bâzen bir kaplan gibi vahşi, bâzen bir güvercin gibi uysal, bâzen bir tilki gibi entrikacı, bâzen bir koyun gibi budala, bâzen bir ceylan gibi telaşlı, bâzen ayı gibi hantal, bâzen fil gibi heybetli, bâzen bir deve gibi önde giden, bâzen bir tavus kuşu gibi çalımlı, bâzen bir muhabbet kuşu gibi uğurlu, bâzen bir baykuş gibi uğursuz, bâzen bülbül gibi konuşkan, bâzen bir kurt gibi değişken, bâzen bir domuz gibi hırslı, bâzen bir devekuşu gibi azgın, bâzen bir arı gibi faydalı, bâzen bir fare gibi zararlı, bâzen de bir ankâ gibi mübârektir. (Wıllıam C. Chıttıck/ İlâhi Aşk)

‘’İnsanlara ufuklarda(afakta) ve kendi nefislerinde(enfüste) âyetlerimizi(işâretlerimizi)  göstereceğiz ki onun(Kur’an’ın) Hakk olduğu onlar için anlaşılsın’’ (Fussilet-53)

 ‘’Her maddi varlık bir maneviyatı işaret için vücut bulmuştur’’(Ken’an Rıfâî Hazretleri) Zâhir/zuhûr olmadan bâtın anlaşılamaz. Tüm kâinat/madde aslında bize bir mânâyı anlatır.

Yunus Emre demiştir ki; ’’Benim adım dertli dolap, suyum akar yalap yalap, Böyle eylemiş Çalap, derdim vardır inilerim.’’ Dönme dolap Mürşid’dir. Derinlerden aldığı ilim suyu ile bizlerin vücut toprağını sular. Dolabı döndüren merkep dünya ehlidir. Gözleri bağlıdır ve hiç durmadan dünya çarkını çevirir. ‘’Ahmaklar olmasa dünya harap olurmuş’’

Kâbe kalp’tir. Kabe’yi tavaf, kendindeki hakikatin/isminin ortaya çıkarılması ve duyularının onun etrafında dönmesidir. Bunun için Mikat’ta  niyet edilir, ihram giyilerek Allah’ın yasaklarına uyulur. Kıblenin Mescid-i Aksa'da  Mescid-i Haram’a dönmesi, müridin mürşid’den, Kalp makamına dönmesidir. Çokluktan birliğe, Halk’tan Hakk’a dönüş. Annenin çocuğunu sütten kesmesi gibi.

Hz. İSÂ; Veled-i Kalp’tir. Kalbin çocuğu, beklenen Mehdî’dir. Meryem susar, Îsâ konuşur. Nefs susar, Rûh konuşur. Nûh’un gemisi; babaların zürriyetinden(ilâhi âlemden) bir tufan ile atılan nesillerin, anaların rahimlerinden mecaz Nûh’un gemisi ile CÛDİ yani VÜ-CÛD dağına oturmasıdır.

Fırın, Tenûr İnsan-ı Kâmildir. Onlar yanmaya elverişli olanları yakar. Nûh tufanında sular TE-NÛR dan fışkırmıştır. İnanmayanlar ilim suyunda boğulmuştur.

Firavunun boğulması, Mûsâ’nın emmâre makamındaki nefsinin yok olmasıdır. Nitekim Firavûn son nefesinde Müslüman olmuştur.

Zûlkarney, iki boynuzlu demektir. Zûlkarney’in orduları sürekli doğu ve batıya seferler yapar. Zûlkarneyn kalptir. Kalbin nefs ve rûh arasında halden hale girişi anlatılır. Yecüc ve Mecüc, nefsin olumsuz sıfatlarıdır. Kalp ile bu sıfatlar arasına çekilen set de ilim ve iyi niyetlerdir.

Hıdırellez, Hızır ile İlyas’ın yeryüzünde buluşması demektir. Bir insanın vücut memleketinde Bast ve Kabz, Cemâl ve Celâl birleşirse kişi Kemâle erer, baharı yaşar. Bahar yenilenme, yeni tohumların ekilmesine elverişli hale gelmedir.

 ‘’O saat(kıyamet saati) yaklaştı ve Ay yarıldı’’ (Kamer-1). Kalp Ay’dır. Kalbin biri rûha, biri nefse bakan iki yüzü vardır. Kalp, rûhun nûrunun kendisine tesir etmesiyle döner ve güneşi de kendisinin battığı yerde zuhur eder. Yani, Hz. Muhammed’in zuhûruyla Kalp(Ay) infilak edip açılır.

Bukalemun Mürşid’dir;  Her inancın rengine boyanır. Hiç birini reddetmez. Dalgıç mürşid’dir. Bizim derin sularımızdan hakikat incisini çıkarır. Bahçıvan Mürşid’dir. Gönül bahçemizdeki zararlı otları temizler. Onun yerine faydalı ve gerekli tohumlar eker. Kuru dallarımızı budar. Bahçemizdeki acı zerdaliyi tatlı şeftali ile aşılar (Muhammedi aşı).

Yağmur suyu vasıtasız/ Ledün ilmidir. Semâdan gelir, tertemiz ve saftır. Bizim vücut toprağımıza girdikten sonra farklı tatlar alır. Yer suları ise Vâsıtalı ilimdir. Mürşid, kitap bu kategoriye girer. Şahin de avcı yani Mürşid’dir. İstidat sahiplerini avlar ve sahibinin, Allah’ın önüne koyar.

Kibrit-i Amber(kırmızı kibrit); Mürşid’dir. İksir gibi nazarıyla, insanı kötülükten iyiliğe, küfürden Îman’a çevirebilen ulu veli.  Simyacı da mürşid’dir. Bütün madenlerin aslı altındır. Ancak vücut çamuruna girince kirlenmiş ve lekelenmiştir. Simyacı, bakırı- gümüşü altına çevirir.

İpekböceği; insanı anlatır. 7 evreden geçer. Nefs mertebeleri gibi. Koza dünyadır. Kozasını delen özgürleşir, delemeyen sadece ipek yapar yani dünya için çalışmış olur. Özgürleşen kelebek olur. Erkek dişiyi döller ölür, dişi yumurtasını bırakır ölür. Dut yaprağı ile beslenir. Dut sadece ipek böceği için yaratılmıştır. Dut yemiş bülbül gibi denir. Bülbül dut yedimi susarmış. DUT, TEVHİD’dir. Tevhide eren, susar. Zemzem, alçak sesle konuşmaktır. Marifet ilmidir. Marifete eren de, susar.

Cemre; Kâbe de şeytan taşlanan mekânlardır. Ayrıca doğada da Şubat ayında birer hafta arayla havaya, suya ve toprağa cemreler düşer. Cemre ateştir. Soğukların gidip havaların ısınmasını/baharı  simgeler.

Zümrütü Anka, Kaf dağının etrafında döndüğüne inanılan efsanevi bir kuştur.  İnsan-ı Kâmil’in Hakikâti Muhammedî etrafında dönüşünü simgeler.

Cami toplanma yeridir, Minare mürşid’dir. Davet eder ve her nefis mertebesinden hitap eder.

Tuz Peygamber yatağı, Mûhammedî hakikattir. Tuz her şeyi temizler. Ölüsü tuzlaya düşen pak olur.
Aşk sarmaşık kökünden gelir. Sarmaşık hangi ağaca dolanırsa oranın özsuyu ile beslenir.

İsrâ, gece yolculuğudur. Karanlık, Tevhid’dir. Karanlıkta zıtlıklar kaybolur. Miraç gece yaşanmıştır.

Aşûre; birbirine zıt kırk çeşit malzemenin bir araya gelmesi ile oluşturulan bir tattır. Tevhidin ağız tadına yansımasını simgeler. Kerbelâ vakıası, Rûh ile Nefs mücadelesidir.

Gül ve bülbül. Maşuk ve aşık. Hz. Peygamber hem gül hem bülbüldür. Hem aşık, hem aşık olunandır. Aslında ‘’Biz sevdik aşık olduk, sevildik mâşuk olduk. Aşık da, maşuk de, Aşk da biziz.’’ Yunus Emre. Peygamber dışındaki AKIL, AKIL içindeki Peygamber’dir.

 Pandomim; MİM sanatıdır. Sözsüz anlatım. MİM Hz. Peygamber’i simgeler. İnsan mertebesi. Ebcedi de 40 dır. 40 sayısı tasavvufta tamlığı ifade eder.

Denizanaları, omurgasız ve beyinsiz canlılardır. Denizlerde sayılarının çoğalması beşer, mânâdan uzak insanların artması demektir.

Depremler, topraktaki cevherlerin açığa çıkması içindir. Bizim yaşadığımız depremler de vücut toprağımızdaki hakikat cevherini ortaya çıkarır. Yılan ve Akrep zehiri şifadır. Gübre böceği yılda elli ton gübreyi toprağa gömerek toprağı gübreler. Cahil insan pis kokan böcek gibidir, dokununca kokusu çıkar. Kâinatta yaratılmış hiçbir şey gereksiz ve boşuna değildir. Kur’an-ı Kerîm ayetleri sembollerle doludur. Pamuk Prenses ve yedi cüceler  ve benzeri masallar, Nasrettin Hoca hikâyeleri, saklambaç oyunları (sobe/buldum), sıcak ve soğuk ülkelere göç eden kuşlar, zeytinyağı, sirke, taş, yalancı bahar, erken öten horoz hep bize bir şeyler anlatır. 

Allah anlamayı ve uygulamayı hepimize nasip etsin inşallah. Amin.  Sadakallahül Azim.