17 Aralık 2018 Pazartesi


İLİM

‘’Alime’’ fiilinin mastarı olup sözlükte bilmek anlamına gelen ‘’bilgi’’ ve ‘’bilim’’ anlamında kullanılır. Bir şeyi gerçek yönüyle kavramak, gerçekle örtüşen kesin inanç, nesneyi olduğu gibi bilmek,  nesnedeki gizliliğin ortadan kalkması demektir. İslâm’da BİLGİ; ’’Ruhun, eşyanın ya da eşyaya dair bilginin hakikatine ermesi’’, tevil ve tefsir gibi Kur’an tarafından otorite olarak yapılandırılmış yorumlama metotlarının sonucunda ortaya çıkan anlam olarak tarif edilmiştir. Bilgi, eşyanın yaratılış düzeyindeki hakiki yerini bilmeye işaret eder. Bu da insanı vücut ve varoluş düzeninde Tanrı’nın hakiki yerini anlamaya götürür.(el-Attas)

 İlim kendi içinde kadîm ve hadîs  diye ikiye ayrılır. Kadîm; Allah’ın Zâtıyla kâim olup kulların bilgisiyle benzerlik taşımayandır. Hadîs ise; sonradan var olan ve yaratılan bilgidir. Allah ‘’her ilim sahibinin üzerinde bir bilgin vardır’’ (Yusuf-76) diyerek ilim yolunda mütevâzi ve ihtiyatlı olunması gerektiğini öğütler. ‘’Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu’’   (Zümer-9) diyerek de bilginin insanı yücelttiğine işaret eder. İlim kelimesi ilk asırlardan beri zâhiri değil, bâtıni yani kalbî bilgi olarak kabul edilir. Tüsterî Hz; ‘’İlim, Allah’ın kalbe yerleştirdiği bir nurdur’’ der. Ayrıca ilim, Peygamber’den aktarılan bilgi olarak da kullanılır. Buna göre de, İslâmî eğitimin temelini oluşturan bilginin tamamı Tanrı’dan gelir. İlim, insan ile hayvanı birbirinden ayıran en önemli temyizdir. Dünya malından kurtuluş da ilme bağlıdır. 

İlim, hadiseleri tahlil ve izah etmektir. Maddeyi anlayabilmek için manevî bilgiye ihtiyaç vardır. Parça ve bütün mahiyetçe aynıdır. İlim akılla değil, kalple idrak edilir. Gönül bilgisinin kitabı yoktur.  Yüksek bilgiler kitaplarda bulunmaz, insan onu ancak kalp hazinesinden ince bir tefekkürle çıkarır. Bunun mektebi yoktur. Hak tarafından ihsan olunur. Gerçek ilim insanı Hikmet’e ulaştırır. Hikmet kulun Hak’la söylemesi, Hak için iş görmesi ve Hakk’ı istemesidir. Hikmet, ilmin tamamıdır. İlim kalbi keşifle bulunan ilâhi hakikattir. Hz. Peygamber; ‘’Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır’’ buyurarak, ilim şehrine mürşitlik makamını temsil eden Ali kapısından girileceğini söyler. Hz. Ali de ‘’ilim bir noktadır, onu cahiller çoğaltmıştır’’ demiştir. Aynı zamanda da ‘’Ben B’nin altındaki noktayım’’ diyerek Kâmil insanı anlatan berzahın bir noktadan zuhur ettiğini, zira noktada hem her şeyin hem de hiçbir şeyin olmadığını anlatır. İlmin hakikati Kur’an’da, Kur’an’ın hakikati Fâtiha’da, Fâtiha’nın hakikati Besmele’de, Besmele’nin hakikatinin de B’nin altındaki noktadadır. Buradan anlaşılıyor ki ilim Kur’an’ın içinde gizlenmiştir ve nokta makamındaki Peygamber ve veliler onu yorumlayarak kapasitemiz ölçüsünde kalplerimize nakşeder ve bunu da insanı birliğe davet ederek yaparlar.

İlim nefsini bilmektir. Nefsini bilince de insan Allah’ını bilir. Koca Yunus’un dediği gibi; ‘’İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir, sen kendini bilmezsen, bu nasıl okumaktır’’ İlmin neticesi olan Mârifet ise, şükretmek, sabretmek ve razı olmaktır. Bu da amel kısmıdır. Dünyaya gelmekten maksat bu iki mânâyı, İLİM ve AMEL’i elde etmek ve her şeyin tasarrufunun Hakk’ta olduğunu idrak etmektir.

* İlim iki türdür. Birinci ilme yemeğe ihtiyacımız olduğu kadar muhtacız. Dolayısıyla itidalli olmak ve ihtiyaçtan öteye gitmemek gerekir. Bu şeriatın hükümlerinin ilmidir. İkinci ilim insanı durma noktasına getirmeyen sınırsız ilimdir. Allah’a ve kıyamet meydanlarına mahsustur. Bu meydan ve mertebeler, öldükten sonra âlemlerde insan oluşumunun hiç sonu olmayan yurtlarıdır. Bu dünyada delâlet ettikleri Hakk yolundaki makamlardır. Birinci ilim naklî, diğeri aklî ilimdir. Naklî ilim, edinimi tamamıyla başkalarından duyulan bilgiye dayanır. Aklî ilmin edinimi de insanın kendi içindeki keşfe dayanır. Naklî ilim lisan, dilbilgisi, kutsal metinler ve çevreden aldığımız tüm bilgi ve öğrenimi içerir. Aklî ilim ise matematik ve metafizik gibi alanları kapsar. Bunlar naklî ilim tabanlı olsalar da insanın içindeki hakikati keşfetmeden anlaşılamaz. Akıllı insan kendi özünü kemâle erdirecek ve kendi nereye giderse kendisiyle birlikte intikal edecek ilim dışında hiçbir ilmi aramaz. Bu da ilm-i ledün dan başka ilim değildir. Mesela tıp ilmine sadece hastalıklar dünyasında ihtiyaç vardır. Hiçbir hastalığın olmadığı bir âleme nakledildiğinde bu ilim ne işe yarar ki. Ruh, serbest olarak hareket eder ve yanına hiçbir şey almaz.

Allah kendini tüm yaratılışta açığa çıkarır ve bunu iki temel şekilde yapar. Birincisi, bilinmezliğini ortaya koyar ve böylece O’nu bilemeyeceğimizi biliriz(tenzih). İkincisi, kendini kutsal kitaplarla, evrenle ve insan ruhuyla açığa çıkarır(teşbih). Böylece insan O’nu sadece kendi anlayış kapasitesinin ölçüsünde bilebilir. Allah'ın bilinmezliğini idrak eden farkındalık şekline ‘’akıl’’, Allah’ın kendini açığa çıkarışını yakalayan anlayışa ‘’hayal’’ denir. Tamamıyla idrak edilen hayal de ‘’keşif’’tir. Keşif, talibin ilâhi hakikatin kendini açığa çıkardığı görüntüleri fark etmesini sağlar ve görüntüler bütünüyle evreni, tüm zaman ve mekânı ve tüm boyutlarıyla birlikte mânevi ve maddi dünyayı da kucaklar.

Akıl, kendi başına bırakılırsa Allah’ı dünyadan soyutlar ve kendini ondan mahrum bırakır. Hayal ise, bunun aksine, Allah’ı tüm yaratılmış âlemde algılayabilme kabiliyetine sahiptir. Akıl Allah’ı dünyada yok sayar(tenzih), ama hayal ve keşif onu görür(teşbih). Allah’ı anlamak, bu iki yol arasındaki dengenin korunması ile mümkündür. Akıl ve hayal/keşif, kalbin iki gözüdür. Eğer Allah’ı, dünyayı ve kendimizi bu iki gözle anlamayı başaramazsak, hiçbir şeyi hakikatiyle göremeyiz. Kalbin çarpışı bir gözden diğerine geçişi sembolize eder.* (William Chıttıck)

El-Attas’ın ifadesiyle; Bilgi sınırsızdır, çünkü bilginin objelerinin sınırı yoktur. Hakiki bilgiyi elde etmek için çabalamaya bir son olmadığı gibi, bulunduğunda da onu incelemenin bir sonu yoktur. O halde bir başlangıcı ve sonu olmayan zaman diliminde onu elde etmek imkansızdır. Allah’ı kimse Allah gibi bilemez. Allah’tan başkası gerçeğin doğasını yeterince kavrayamaz, çünkü gerçek sadece Allah’ın sonsuz hakikatinin açığa çıkmasıdır. İnsanoğlu ilâhi yardım olmadan hakkıyla bilemez.

Hz. Peygamber(s.a.v.) İLİM ile ilgili şöyle bir temsilde bulunur; ‘’Allah’ın benimle göndermiş olduğu HİDÂYET ve İLİM, yeryüzüne yağan yağmura benzer. Şöyle ki, yağmurun yağdığı yerin bir kısmı verimli bir topraktır, o suyu emer ve bitki, çimen bitirir. Bir kısmı ise üzerinde hiçbir şey bitmeyen çorak bir yerdir, suyu emmeyip üzerinde tutar. Fakat Allah orada biriken sudan insanları faydalandırır. O sudan içerler, hayvanlarını sular ve ziraatlarını yaparlar. Lakin yağmurun yağdığı bir kısım yer daha vardır ki, orada bir bitki bitmediği gibi su da tutmaz. İşte bu verdiğim misal, Allah’ın benimle gönderdiği HİDÂYET ve İLİM kendisine fayda veren, onu hem öğrenen hem öğreten kimseler ile, buna kulak vermeyen, benimle gönderileni kabul etmeyen kimselerin misalidir’’

Yine demiştir ki; ‘’Bizden bir şey gören, işiten, onu aynen gördüğü ve işittiği gibi başkalarına ulaştıran kimsenin Allah yüzünü ağartsın. Kendisine bilgi ulaştırılan nice insan vardır ki o bilgiyi, bizzat işiten kimseden daha iyi anlar ve korur.’’ Elden ele ve gönülden gönüle nakledilen ilim.

İlmi elde etmenin birinci gayesi onu arzulamak, yani ‘’talip’’ olmak, sonra bir ‘’yol’’ izlemek ve en sonunda Allah nasip ederse ‘’Vuslat’’a ermektir.  Kim bu ilmi elde etmek arzusuyla bir yola girerse, Allah o kişiye cennetin yolunu kolaylaştırır. ‘’

De ki; Rabbim ilmimi arttır.’’ (Tâ-Hâ ûresi,114)  Amin. Sadakallâhül Azim.