13 Aralık 2020 Pazar

 

HZ. SÂLİH:

(Hz. Sâlih; Hz. Âdem, İdris, Nûh ve Hûd kavminden sonra gelen 5. peygamberdir. Her peygamber kavmine bir mucize ile gelir. Örn: Hz. Mûsâ’nın mucizesi sihir, Hz. Îsâ’nın ölüleri diriltme, Hz. Muhammed’in mucizesi Allah kelâmı ve kâdim olan Kur’ân-ı Kerîm’dir. Hz. Sâlih’in mucizesi ise sert bir kayadan dişi bir deve çıkarmasıdır. Kayanın açılması bir Fetih’tir (açma, açılış)  ve bu nedenle Sâlih (a.s.) ‘’Fütûhiyye hikmeti’’ nin sahibidir. ‘’Fütûh’’ hiç beklenmeyen bir şeyden bir şeyin çıkması anlamındadır. Burada sözü geçen dişi deve ‘’Allah’ın devesi’’, hakîkati simgeler.  Sâlih (a.s.) önce kendi kalbindeki hakîkatini ortaya çıkarmış, Allah’da ona kulların kalplerindeki hakîkati ortaya çıkarma görevini bahşetmiştir. Hz. Sâlih mürşid makamıdır.

Kayadan çıkan dişi deve Sâlih’in rûhaniyeti, Semûd kavmi ise nefsaniyeti, duyuları ve maddi arzularıdır. Rûh ve nefsin Sâlih’in bedeninde bir denge içinde yaşaması ve neticede birleşmesi gerekirken nefs-i emmâre Semûd’undan bir grup (9 kişi), dişi deveyi öldürür. Dişi devenin öldürülmesi Sâlih’in gönlününün kırılmasıdır. Kulun bâtını rûh, rûhun bâtını Hakk’tır. Allah  isyankâr kavmi helâk eder. Aslında yok edilen vücut içindeki nefsin olumsuz sıfatlarıdır. Hz. Sâlih kendisine inananlarla birlikte Mekke’ye göç eder. Mekke kalp makamıdır.)

Peygamberler tarihinde bazı peygamberler ile adeta özdeşleşmiş, o peygamber anıldığında hemen akla gelen çeşitli nesneler ya da olayla vardır. Hz. Nûh ile gemi, Hz. İbrâhim ile ateş, Hz. Yûnus ile balık, Hz. Mûsâ ile âsâ gibi… Hz. Sâlih de Kur’ân’ı Kerîm’de, ‘’Allah’ın devesi’’ diye ifâde edilen bir deve ile özdeşleşmiştir. Yine Kur’ân’ı Kerîm’de bildirildiğine göre insanlar, Allah tarafından ya müstahak oldukları için ya da samimiyetlerinin ortaya çıkması için çok farklı şekillerde imtihan edilmiştir. Örn. Hz. Mûsâ’ya tabi olan İsrailoğulları bir sığır/bakara ile imtihan edilmiş ve Kur’ân’da bu olay ‘’Bakara sûresinde’’ uzun uzun anlatılmıştır. Hz. Sâlih’in kavmi olan Semûd da bu şekilde imtihana uğrayan bir kavimdir.

Kur’ân’ı Kerîm’de Semûd kabilesine peygamber olarak gönderildiği bildirilen Hz. Sâlih’in (A’raf, 73; Neml, 45), kavminin en itibarlı ailesine mensup olduğu rivayet edilir. Şeceresi İslâm kaynaklarında (Nûh oğlu Sâm oğlu İrem oğlu Âmir oğlu Semûd oğlu Hâzir oğlu Ubeyd oğlu Mâşih oğlu Esif (Âsif) oğlu Ubeyd oğlu Sâlih şeklinde) Hz. Nûh’a bağlanır. Sâlih peygamber kendi milleti arasında, hastaları ziyaret eden, zayıfları ve yoksulları gözeten, hayır işleriyle uğraşan bir kişi olarak tanınır. Ayrıca ‘’geleceğe dair kendisinden ümit beklenen bir kişi’’ olarak tanımlanır. (Hûd, 62)

Semûd kabilesinin kökenine ilişkin çeşitli görüşler vardır. Bazı şarkiyatçılar (Doğu bilimi) Semûd’un bir Yahudi kabilesi olduğunu ileri sürmüştür. İslâm kaynaklarında Semûd, Hz. İsmâil’den önceki dönem de yaşayan ve Arabü’l-Ârabe (hâlis Arap) diye isimlendirilen, soyu kesilmiş eski Arap kabilelerinden biri olarak anılır. Âd kavmiyle aynı soydan olan kabile mensupları Sâm’ın oğlu İrem’de birleşirler ve Âd kavminin bakiyesi olduklarından ikinci Âd (Âd-ı uhrâ) olarak da bilinirler.

Suriye ile Hicaz arasındaki Hicr’de yaşadıkları için (A’raf,73-79) Kur’ân’da ‘’Ashâbü’l Hicr’’diye anılırlar (Hicr, 80). Hicr, Arap yarımadasının kuzeybatısında Medine-Tebük yolu üzerinde Teyma’nın yaklaşık 110 km. güneybatısında, içinden Hicaz Demiryolu’nun geçtiği sarp kayalıklarla çevrili vadinin ve bu vadideki şehrin adıdır (Medâinüsâlih). Bu şehirden günümüze kadar gelen kalıntılar ve dağlarda yontulmuş evler buranın eskiden bir uygarlık merkezi olduğunu gösterir. Semûd kavmi Vâdilkurâ’da kayaları oyarak evler (Fecr, 9), düz arazide saraylar yapmıştır.

Âd kavminden sonra gelişip güçlenen Semûd kavmi, başlangıçta tevhid inancına sahipti. Allah’ın birliğine, peygambere ve âhiret gününe inanıyordu. Ancak zamanla Âd kavmi gibi putlara tapmaya ve peygamberleri yalanlamaya başladı (Şu’arâ, 141). Bunun üzerine Allah, tevhid inancını öğretmesi için aralarından Sâlih’i peygamber olarak görevlendirdi. Hz. Sâlih kavmine kendilerine gönderilmiş güvenilir bir peygamber olduğunu, Allah’a kulluk etmeleri gerektiğini, O’ndan başka bir ilâhın bulunmadığını, Allah’a karşı gelmekten sakınmalarını ve kendisine itaat etmelerini, buna karşılık kendilerinden herhangi bir ücret talep etmediğini söyledi (Şu’arâ, 142-145). Ayrıca kavmine Allah’ın verdiği nimetleri hatırlatarak bu nimetlere şükredip Allah’a karşı gelmekten sakınmaları, O’nun emir ve yasaklarına uymaları, haddi aşıp yeryüzünde fesat çıkaranların peşinden gitmemeleri gerektiğine ve bu nimetlerle birlikte dünyanın ebedi olmadığına dikkat çekti (A’raf, 74; Şu’arâ, 146-149).

Önceki peygamberlerde görüldüğü gibi kavminden küçük bir topluluk Sâlih Peygamber’e îman ederken başta ileri gelenlerden olmak üzere çoğunluk onun peygamberliğini inkâr etti. Bunlar Sâlih’i büyülenmiş ve uğursuz olmakla, ayrıca şımarıklık ve yalancılıkla suçladılar (Neml, 47; Kamer, 23-25). Sâlih Peygamber’in tebliğinde ısrar etmesi üzerine ondan peygamberliğini doğrulayıcı bir mucize getirmesini istediler ve ancak o zaman ona îman edeceklerini söylediler. Sâlih de onlara apaçık bir mucize olarak dişi bir deveyi getirdi. Bu devenin mucize olma yönü İslâm kaynaklarında sert bir kayadan canlı bir hayvan olarak çıkarılması, bütün kavmin tükettiği miktarda su içmesi ve içtiği su kadar süt vermesi şeklinde açıklanmıştır. Sâlih Peygamber kavminden bir günü deveye, bir günü kendilerine tahsis etmek üzere su içme konusunda belli bir sıraya uymalarını istedi (Şu’arâ, 155-156). Ayrıca kendilerine gönderilen bu deveye zarar vermemeleri, aksi takdirde ilâhi azabın üzerlerine ineceği hususunda kendilerini uyardı (A’raf, 73; Hûd, 64). Fakat devenin varlığından rahatsızlık duyan (dokuz kişiden oluşan, Neml, 48) bir grup inkârcı deveyi öldürdü. Ardından kendilerini korkuttuğu azâbı getirmesi için Sâlih Peygamber’e meydan okudular (A’raf, 77).   Sâlih Peygamber’in onlara üç günün sonunda istedikleri azâbın geleceğini bildirmesi üzerine(Hûd, 65) kendisini ve ailesini öldürmek istediler (Neml, 49). Fakat Allah dördüncü günün sabahında korkunç bir gürültü ve yıldırımların ardından gelen şiddetli bir sarsıntı ile onları helâk etti (A’raf, 78; Fussilet, 17; Kamer, 31). Helâkin ertelenmesi ile ilgili üç günlük süre içinde birinci gün inkârcıların yüzlerinin sarardığı, ikinci gün kızardığı, üçüncü gün karardığı ve bu şekilde içeriden bir bozulmanın ortaya çıktığı, üç gün tamamlandığında âsi kavmin tamamen yok olduğu belirtilmiştir (İbnü’l Arabi Hz.). Bununla birlikte Sâlih Peygamber’in kendisine inanan toplulukla birlikte Mekke’ye göç ettiği nakledilir. Bazı kaynaklara göre vefât edinceye kadar Filistin’de yaşamıştır. (Fusûsu’l Hikem Hz. Sâlih fassı)

‘’Sâlihler’’ Allah’ın kulları arasında en üst mertebeye sahip kimseler olduğu gibi salah ve iyilik onların en üstün niteliğidir. Sâlih olmak, hâlde, sözde ve amelde masumiyettir. Sâlihler yaratıklar içinde mesul olmayanlardır. Allah büyük peygamberlerini överken onların ‘’sâlihlerden’’ olduğunu söylemiştir. Salah/iyilik, peygamber ve nebilerin ayırıcı özelliğidir (Hûd fassı Syf. 39).

Sâlih Peygamber’in dişi devesinin bir mucize olarak dağın açılması ile ortaya çıkması ‘’Fütûhiyye’’ hikmetinin ona tahsis edilmesine sebep olmuştur. ‘’Fütûh’’ hiç beklenmeyen bir şeyden bir şeyin çıkması anlamındadır. ‘’Fütûh’’, fetihler anlamında olup açmak ve açık demektir. ‘’Fetih’’ hüküm vermektir. ‘’El- Fettah’’ Allah’ın rızkın ve güzelliklerin kapılarını açan ismidir (Kur’ân’da Fâtiha ile açılır). Allah’ın isimlerinin zâtının, yaratılmışların kabiliyetlerinde, başka bir ifâdeyle âyan-ı sâbitelerinde tecellî etmesi ilk fetih/açılış, ilk anahtardır (feyz-i akdes). İkinci fetih/açılış ise âyan-ı sâbitedeki açılışın, sûretlere zuhûrudur (feyz-i mukaddes).

Hz. Sâlih bu durumda Allah’ın lütfettiği gayb anahtarlarını açma mucizesine sahiptir. Yani, onun mürşid-i kâmilliği ümmetinden her yaratılmışta ezelî istidadın ortaya çıkması için Allah’ın ona izin vermesidir. Bu durumda, istidadı kâfirlik olanın kâfirliği ortaya çıktı. Yani küfrü fethedilmiş oldu, bir kısmının îmanı ortaya çıktı yani îmanı fethedilmiş/açığa çıkmış oldu. Allah’ın büyük lütfu ile kâmil insan, kişinin istidadını ortaya çıkarır ve ikinci açılışı yapar (Himmet). Yani Allah yaratır, mürşid aşikâr eder. (Mürşid katalizördür/hızlandırıcı)

Yaratma fiili Hakk’ın zâti varlığında var olan şeyin bilkuvveden bilfiile çıkmasıdır. Bu da ‘’KÜN/OL’’ emri ile gerçekleşir. Kölenin sahibi köleye ‘’kalk’’ emrini verir. Kalkmak görünüşte kölenin fiilindendir ama kölenin efendinin emrine karşı çıkma hakkı da yoktur.

Mesnevî bu olaya müstakil bir başlık ayırmıştır. Mevlâna’ya göre Hz. Sâlih’in devesi görünüşte deveydi, iç yüzünde ise onun sıradan bir deve ya da maddi bir varlık olmaktan çok öte anlamları vardı. ‘’Rûh Sâlih gibidir, beden de deveye benzer. Rûh vuslattadır, beden ihtiyaç içindedir. Sâlih’in rûhu âfetlere uğramaz, yara deve üzerindedir. Zât yaralanmaz’’

Ken’an Rifâî Hz. şöyle der; ‘’O sır devesi, sade Sâlih’te değil sende de var, bende de var. Bir kimse sülukta kemâle erdikçe, taş gibi olan kalbinden o sır devesi (nâkası) zuhûr eder. Kâmil insan zamanın Sâlih’idir.’’

(Mevlâna Hz. deveye beden derken, Ken’an Rıfâî Hz. kalbin sırrı demiştir. Peki, neden?)      Her nebinin bir bineği olduğu gibi her yaratılmışın da bir bineği vardır. Varlıkta tecelli eden Allah’ın ismi binek hükmündeki o vücutta zuhûr eder. Eğer isim henüz kemâle erememişse vücut o ismi taşır. Varlıktaki isim kemâle erince de vücut (hayvani nefs) onun bineği olur. Yani ismin kemâle ermesi ve Allah’taki gibi tecelli etmesi için yapılan negatif veya pozitif yolculukta nefis binek makamındadır (İnsan nefsine tasarruf edebildiği ölçüde yol alır). (Deve Peygamber ve nebilerin bineğidir. Burak Hz. Peygamber’in, Eşek ise avamın bineğidir)

Tarihin en önemli ibretlik olaylarından birisi olan bu acı hâdise, Hz. Sâlih’in getirdiği salâhı/düzgün olmayı kabul etmeyen küstah Semûd topluluğunun uğradığı âkıbettir. Semûd kavmi devenin de, suyun da Allah’a ait olduğunu görmemeleri sebebiyle, Allah’ın suyunu Allah’ın devesinden esirgemişlerdir. İşte bu Allah’a gizli bir başkaldırmadır ve apaçık bir ŞİRK’tir. Hakk’ın mahlûkatı üzerinde yaratma ve yaşatma hakkı vardır. Hâkikatte cismin bâtını rûh, rûhun bâtını Hakk’tır. Bir kimse bir rûhu incittiğinde türlü belâlara maruz kalır. Deve yavrusu ile sembolize edilen, Hz. Sâlih’in kavmi tarafından incitilmiş olan gönlüdür.

Hayat rûhla gelen değil, fetihle gelendir. Ölüm de rûhu alıp götüren değil, îmanı çekip alandır. Bir kimsede mimarlık sıfatı olsa ona mimar ismini verirler. Bu ismin doğuşu o sıfattan dolayıdır. Ve bu kişinin yaradılış sebebi o ismin ortaya çıkmasıdır. Kişi bu sıfat ortaya çıkana kadar huzursuzluktan kurtulamaz. Nihayet kişinin içinde bu sıfatın zorlamasından dolayı bir ev hayali oluşur. Ne zaman ki mimar onu hakîki vücutta açığa çıkarmak için harekete geçer, bu hareket onun halkedilme (ismini yaratma)sebebi olur. Yani ondaki hakîkat, kişinin zâtından gene kendi zâtına tecellîye muhtaçtır. Bilkuvve bilfiile geçer. Bu durumda kişi dünyaya gelmekten maksadını hâsıl eder. Yani eşya (insan, varlık) yaradılışına bilfiil katkıda bulunmaktadır. Kile şekil veren çömlekçi bu şekillendirmede kilin hiçbir gücünün olmadığını düşünebilir. Hâlbuki kilin de kendi yönünden sanatkârın faaliyetini kendi nasibi kadarıyla tayin etmekte olduğu bilinmektedir. Sanatkâr kilden çok eşya yapabilir, ama kilin tabiatının mahdut sınırlarını geçemez. Çünkü kilin ortaya çıkan bütün şekillerini tayin eden kilin istidadıdır. (Kulun hakîkati ancak ezeli istidadı ölçüsünde ortaya çıkar ve değiştirilemez)

‘’Her bir nebat ve ağaç; kendi tohumunun icâbını ortaya çıkardığı gibi, insan da, ezeldeki kalp tohumunun gereği her ne ise burada onu ortaya koyar’’ (Ken’an Rıfâî Hz.)

‘’Bak, üfleyen biri, bir tek nefesi ile kandili söndürürken tutuşmuş kuru dalları da alevlendiriyor. Neden oluyor bu? Mahalden mi kaynaklanıyor, yoksa üfürmeden mi?’’

Bu demektir ki hüküm kabiliyetlere ve istidatlara bağlıdır. Kul Hz. Hakk’tan istidat lisanı ile ne isterse, ister şekâvet ister saadet derecesinde olsun fazlasız ve noksansız kendilerine verilir ve bu ona nimet olur. (İstidat kazanılmış değil, ilâhi bir vergidir, bunu sadece Allah bilir)

Konuyu kısaca özetleyecek olursak: Hz. Sâlih semûd kavmine peygamber olarak gönderilmiş bir kâmil kişidir. Semud; az su ehli, yani zâhiri ilimlerin sahibi olup, hakîki ilimden perdelenmiş kimselerdir. Âd kavmi ise; Şeriatın sınırlarını çiğneyen, aşırıya kaçanlardır. Peygamber veya mürşidlerin vazifesi kaya gibi olan bedenlerimizden/kalplerimizden sırrımızı, hakîkatimizi ortaya çıkarmaktır. Bu vazifeyi de ancak sâlih kişiler yapabilir. Ancak bu hakîkatin ortaya çıkarılması kulun istidadı ölçüsündedir. Bu istidat da ezelde yazıldığı gibidir. Yine bu istidat şekâvet ve saadet şeklinde olabilir. Sâidlik ve şâkilik âyan-ı sâbitenin zuhûrudur. Sâlih (a.s) kendine inananların kalplerinde îmanı, inkâr edenlerin göğüslerinde de tuğyanı açmıştır.

‘’Allah, o kaskatı kaya içerisinden deve çıkardığı gibi, kalp taşı içerisinden de mârifet, hikmet ve ilâhi emânet yüklü onlarca gizli develer çıkarmaya, kutsiyet bahçelerinde ab-ı hayat pınarları akıtmaya kâdirdir. Hz. Sâlih’in devesinin kayadan zuhûr ettiği gibi, rûh da insanların cisim kayasından ortaya çıkar.’’

Burada yine Kur’an-ı Kerîm de görülen beşli yapı ortaya çıkar. Hicr beden şehri, kaya kalp, Sâlih rûh veya akıl, deve sır/rûh, Semûd kavmi nefs-i emmârenin kuvvetleridir. Yani beden şehrindeki kalp kayasından, rûhun yardımıyla nefsin muhalefetine ve yıkıcılığına rağmen hakîkatin, mârifet emânetini taşıyan sır devesinin çıkarılmaya çalışılması. Bu kul açısından böyledir. Bütünsel yani Hz. Muhammed’in tekâmülü açısından bakıldığında bütün peygamberler Hz. Muhammed’in sıfatları ve yaşadığı gelişim aşamalarıdır. Allah evrende tek bir gölge, tek bir ayna yaratmıştır. O da Hz. Muhammed’dir. Hz. Sâlih’in kayadan dişi deveyi çıkarması Peygamber’in hakîkatinin ortaya çıkmasıdır.  Sâlih’e fütûhiyye/fetih/açılış hikmetinin bahşedilmesi de mürşitlerin ondan aldıkları güç ile fetihlerin yine Peygamber’e tahsis edilmesi olarak yorumlanabilir.

Aslında tüm âyetler ile anlatılmak istenen bizim beden şehrimizden/dünya âleminden ulvî âleme yaptığımız bilinçli veya bilinçsiz yolculukta nasıl bir yol izlememiz gerektiğidir. Yolculuk, hicret kalbedir. Aslında gidiş de geliş de yoktur. Ayrılık yoktur ki kavuşma olsun. Tüm mücâdele içseldir. Kendinden yine kendinedir. Kur’ân’ı Kerîm rehberimiz, Hz. Muhammed’de bu yolculuğu başaran prototip/örnek İNSAN’dır.

‘’Canı taşıyan bedenlerdeki işaretler birer âyettir. Mezheplerdeki farklılıklardan ileri gelir. Beden bineğinin süvarilerinden kimisi, o işaretlere gerçekten tutunurlar. Kimisi de çöllerde yol alırlar. Bunlardan yerinde tutunanlar gönül gözü açık kimselerdir. Hakk’ı görür gibi inanırlar. Çöllere savrulanlar ise, gerçeğin uzaklarına düşmüştür. Bunlardan her birine  Cenâb-ı Hakk’tan, O’nun görünmeyen âlemlerinden çeşitli fetihler ve keşifler gelir. Allah sana bu vadide başarılar bağışlasın.’’  Âmin. (İbnü-l Arabî Hz. Hikmetlerin özü)

28 Kasım 2020 Cumartesi

KURTULUŞ:

Kurtuluş nedir? Âyetler/işaretler ile başlayalım!

‘’Allah, takvâ sahiplerini esenliğe kavuşturup kurtuluşa erdirir. Onlara hiçbir fenalık dokunmaz. Mahzun da olmazlar.’’ (Zümer, 61)

‘’Şüphesiz muttakiler (takva sahipleri) için kurtuluş vardır’’ (Nebe, 31)

‘’Ve onlar ki hem sana indirilene îman ederler, hem de senden önce indirilene. Âhirette de bunlar kesinlikle îman ederler. Bunlar, işte Rablerinden bir hidâyet üzeredirler ve bunlar felâha (kurtuluşa) erenlerdir’’ (Bakara, 4-5)

‘’Allah îman sahibi olan erkeklere ve kadınlara içinde ebediyen kalıcılar olmak üzere altında ırmaklar akan cennetler ve adn cennetlerinde pâk ikâmetgâhlar vaad buyurmuştur. Ve Allah tarafından rıza olan bir rıza ise, daha büyüktür. İşte en büyük necât (kurtuluş) da budur’’ (Tevbe,72)

‘’Artık îman edip salih âmellerde bulunanlara gelince; Rableri onları kendi rahmetine sokar. İşte apaçık olan ‘’büyük mutluluk ve kurtuluş’’ budur.’’ (Casiye, 30)

Kur’ân âyetlerine göre îman ve takva sahipleri kurtuluşa ereceklerdir. Ayrıca Peygamberler, sıddıklar, şehitler ve sâlihlerin de Allah katında kurtuluşa erecekleri söylenir. Buna ilaveten sevenler de bu gruba dâhildir.

İslâm açısından îman, Peygamberimiz olan Hz. Muhammed’i Allah’tan getirdiği kesin olarak bilinen hükümler doğrultusunda doğrulamak, hiçbir şüphe duymaksızın O’nun tarafından söylenen şeyleri kabul etmek ve bunların kesin gerçekler olduğuna kesinlikle inanmak demektir.

Hz. Peygamber (s.a.v) Îman nedir diye sorulduğunda; ‘’Allah’a, meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmaktır’’ demiştir. Yani kalpten tasdik (onay), dil ile ikrar (kabul) ve dış duygulardan ameldir.

Takva ise; Allah’tan korkmak, Allah’ın yasakladığı ve haram kıldığı şeylerden uzak durmak, dinin buyurduklarını yerine getirmektir.

Nefsini hesaba çekmeyen ve onunla mücadele etmeyen kimse felâh (kurtuluş) bulamaz.

İslâm anlayışına göre her varlık yaşamının sonunda cennete girmeyi umut eder. Bu gayeye uygun yaşamaya çalışır. Kur’ân-ı Kerim’in pek çok âyetinde cennet ile kurtuluş özdeşleşir. Hz. Muhammed de yaşayan Kur’ân olarak bize kurtuluş yolunu yaşayarak göstermiştir. Cennet son duraktır ve KURTULUŞ tur.

Ezanlar günde beş kere insanları namaza ve kurtuluşa çağırır. ‘’Hayye ale’l- felâh’’ haydi kurtuluşa….

Yazar KEVSER YEŞİLTAŞ ‘’Aşk Bir Devadır’’ adlı kitabında KURTULUŞ u farklı bir açıdan ele alır.

Her rûh, dünya maddesindeki bedeni diriltip kaldırmak için bir akit imzalar, anlaşmalar yapar. Ve bedene girince de unutur. İnsan bir rûhtur, lâkin maddede var olur. Rûhu maddeyle bütünlemek durumundadır. Birbirinden ayrılamaz iki büyük cevherdir rûh ve madde. Birbirine muhtaçtır ve bir aradadır. Bir bütün ve birdirler. Madde de rûh vardır. İşte bu maddedeki rûhu ortaya çıkarmak görevi de insana bahşedilmiştir. Madde canlı ve diridir, fakat madde bu özelliğini bilmekten mahrum bırakılmıştır. (Hayvani, insani, Sultani rûh)

Bu yüzden rûh, maddeye uzanarak onun bu erdemini ona hatırlatmak için insan görünümüne bürünmek durumunda kalır. Hatırlatma işini de ‘’akıl’’ vâsıtası ile yerine getirir. İdrâkin ve anlayışın depolandığı merkez ise ‘’gönül’’dür. Muazzam bir hafıza deposu. Orada her şey en ince ayrıntısına kadar kayıt altına alınır. Rûh bir sonraki varoluş ve olay terkibi için bu hafızadan faydalanır. Ve bu sonsuza kadar sürer gider.

Dünyanın görünen, bir de görünmeyen bir dünya ile kuşatıldığını artık hepimiz biliyoruz. Görünen üzerinde yaşadığımız yer küre. Görünmeyen dünyaya ise, çağlar boyunca çeşitli isimler verildi. Astral dünya, Gayb âlemi, Öte âlem, İç âlem, Âhiret gibi mânâlar yüklendi. İsmi değişse de varlığı ve konumu hiç değişmedi.

Her birimizin düşler, ilhâmlar, sözler, yazılar, çizgiler, düşünceler, fikirler, hareketler ve resimler ile var ettiği birtakım ifâde tarzları var. Bunların her biri bizim görünmeyen dünyamızda şekil alıyor ve orada çakılı kalıyor. Doğduğumuz andan nefesimizi verene kadar geçen her dakika yarattığımız tüm oluşumlar bizim görünmeyen dünyamızda mevcut. Ve bizi bu yönden kuşatmış durumda.

Her insanın yarattığı bu kendi gerçeği, aslında dünyanın da gerçeği olmakta. Dünyamızın görünmeyen dünyası da oldukça yoğun bir enerjiyle kuşatılmış.  Neden? Çünkü her insan, hem kendi görünmeyen dünyasına, hem de dünyanın görünmeyen bu enerji yoğunluğuna sürekli katkıda bulunuyor. Bu yüzden hiç kimse bu dünyadan ölerek dahi kurtulamıyor. Dünya yaşamından kurtulmak, kendi yaşamını sonlandırmak ve kaçmak gibi girişimler, dünyamızın görünmeyen dünyasında sıkışıp kalmayı da beraberinde getiriyor. Yani ne isek, ne yapıyorsak, ne yapmışsak, ne planlamışsak, ne düşünmüşsek, ne yaratmışsak, nasıl şekil vermişsek, ne söylemişsek aynen devam ediyoruz yolculuğa.

Kaçmak ve kurtulmak için yapılan her eylemin sonucu, bir sıkışma, bir darlık meydana getiriyor. Dünya ve bağlı olduğu yoğun enerji alanı, bir beton gibi rûhlarımızın bu dünyaya olan bağlarını kapsayıp, adeta bir hapishane görevi yapıyor. Ya dünyada bedenleniyoruz ya da dünyadan ayrılarak dünyanın görünmeyen yoğun atmosferinde bedenleniyoruz. Bu bir döngü ve işimizi tamamlayana kadar da devam edecek gibi görünüyor.

Dünyayı çevreleyen bu görünmeyen enerji çemberini aşıp çıkmak ve rûhumuzun dünyasal kısmının, aslına dönmesi için yapılacak tüm çabalar nafile. İşler bu dünyada tamam olacak. Mânâ ve maddeyi henüz nefes alırken tamamlamak ve bir etmekten başka çıkış noktası yok.

Kısacası, dünyaya gelmeyi isteyerek, dünyanın halihazırdaki mevcut görünmeyen planına gömülüyoruz. Oradan çıkış da, ancak dünyada henüz yaşarken bulunacak, keşfedilecek bir sır.

Aslında başka bir yere de gitmiyoruz. Sıkışmak kelimesini, bir deyim olarak belirtmek mümkün. Bu bir döngü. Ve bu döngüden çıkmak ancak bir sıçrama ile mümkün. Bireysel olmuyor sıçrama. Bu sıçramaları bireysel yapabilenler yani önder olanlar, yeterli sayıda değil. Ancak topluca sıçrama mümkün olabilir. Bunun için de geniş ufukları deneyimleyen insanların artması gerekiyor.  Önce yanındakinden başlamalı insan. Önce sevdiklerinden, sonra sevmediklerinden. Her birine dokunmalı ve onlara farkındalığı, öz farkındalığı anlatmalı. Unutmayalım ki bir kişi bin kişidir. Ve binlerin dokunuşları ile milyarlarca insan geniş ufukları deneyimleyebilir. Dünyanın hem görünenini, hem görünmeyenini değiştirmek, dönüştürmek biz insanların elinde. Dünyanın enerjisi yükselirse ancak darlıktan KURTULMAK mümkün olacaktır.

Dünya üzerine gelen görevli nebiler, veliler, ârifler, komutanlar, üstün vazifeli varlıklar, kendi menzillerini terk ederek, feda ederek dünyaya konuşlandılar. Onların vazifesi dünyayı güzelleştirmek ve iyileştirmekti. Görünürde çok işler başardılar, lâkin en büyük işleri astral/rûhsal  planı da temizlemek oldu. Fakat bu yeterli olmadı. Tüm insanlığın da bu çabaya katkı sağlaması beklendi. İnsanlık katkı yerine negatif plana hizmet etti. Negatif plandan kastettiğimiz, içimize attığımız, kendimizle hesaplaşmaktan korktuğumuz, kaçtığımız tüm gerçeklerimiz. Bunlar bizim kendi astral (rûhsal/lâtif) âlemimiz. Kısacası kendi cehennemimiz, kendi hapishanemiz. Kendimizi hapsettiğimiz kalın duvarlar. Tüm astrallerin birleşimi de dünyanın astral yani negatif planlarını oluşturuyor. İşte bu negatif plan, insanın ve insanlığın içinden kusturularak çıkarılacak. Kusturulma işi olağanüstü bir hızla devam etmekte. İç, dışa çıkmadıkça bu mümkün de görünmüyor.

Düşünmeyen, muhakeme etmeyen, onun bunun uydurduğu hadislerle, bâtıl olaylarla, geri düşünceli hurâfelerle hareket eden tüm insanlar, bu kendi yarattıkları negatif duvarlar içine mahkûm oldular. Bu büyük bir kaostur. Bu kaostan da ölerek kurtulmamız söz konusu dahi değildir. Gerçekliğimiz şu olmalı: Alt ve üst dediğimiz her oluşumu tamamlayacağımız yer, bu yaşamımız ve doğduğumuz bu dünya. Alt dünyalar ya da üst dünyalar. Burası bizim orta dünyamız. Alt dünyamızı doğrultmadan, üst dünyamızdaki hakîkatimizle tanışmadan, bulunduğumuz orta dünyamızda ikisini de tamam etmeden, buradan çıkış yok. Madde ve mânâyı burada birleme, bir etme. İşte TEVHİD anlamının hakîkati bu.

Alt dünyanda mahlûkat olarak doğdun ve ilkel düşünce ile hareket halindeydin (Beşer). Yürüyen, uyuyan, çiftleşen, yiyen ve içen bir mahlûk. Ne vakit düşünmeye ve hayal etmeye başladın, bu yüksek hayallerin ve ilâhi düşüncelerin seni şerefli mahlûkat dünyasına, yani orta dünyaya taşıdı. Şu anda bulunduğun dünyaya. Üst dünyan da, tüm öğrendiklerini tatbik edeceğin, yaşayışa aktaracağın, kısaca yaşayacağın dünyan (âhiret).

İnsan uygulamayı idrakle yaptığı sürece, alt dünyasından orta dünyasına ve daha sonra da üst dünyasına terfi etme işlemi sürecektir. Her ulaştığı üst dünyada yine daha üstlere terfileri gerçekleşecektir. Bu sonsuz bir döngüdür. Ne başlangıcı ne de sonu olan bir gelişim süreci. Bu tamamen idrakte bir genişleme hadisesi. Ve tüm bunlar tamamen senin bedeninde gerçekleşiyor. İdrakle genişlediğin sürece, idrak dünyaların genişliyor ve bedenin bundan besleniyor. Sen düşünceyi tekâmül ettirdiğin müddetçe madde de gelişiyor.

Bu dünyadan çıkış, tek tek mi olacak yoksa topluca mı? O kapı nasıl açılacak? O kapı açılmadan buradan çıkış yok. Ölerek çıkış yapacağını, kurtulacağını sananlar bilsinler ki, daha da sıkışma söz konusu. Bu bulunduğun hâlden daha da kötü olma durumu söz konusu. Dünyaların arasında kalmak durumu. Bu şekilde sıkışıp darda kalan ölmüş varlıkların enerji alanları bizlerin negatif alanlarından hem beslenmekte hem de planımızı beslemektedirler. Bundan kurtuluş nasıl mümkün olacak?

İnsanların bulundukları enerjilerden bir üst enerjiye transfer olabilmeleri için hem fiziken, hem mânen hazırlanmaları gerekiyor. Elinin erdiği, gözünün gördüğü, fikrinin ulaştığı her şeyden bilgilenmek, bundan dolayı her şeyden etkilenmek, görünen her şeyin ardındaki ana amacı hissetmek ve bu amaca yakın olmak. Bunun için Yaradan dediğimiz, O büyük mevcudiyetiyle ortada. Elinin uzandığında, kirpiğinin ucunda, attığın adımda. Bu içsel bir durum ve bunu sistemli bir hâle getirip aktarmak zor. Bunun bir okulu yok, kitabı yok. Bunun okulu da kitabı da hayat. Her söz bu kitabın içinde bir derstir. Ders, her şeyin O’nun adından ibâret olduğunu bilmektir.

Özetle; İnsanın hayatlar boyu biriktirdiği ve o hayatların içerisinde de tüm yaşadıklarını gömdüğü bir astrali (rûhani/lâtif varlığı) var ve bu tüm insanlığın astrallerinin birleşimi sonucu, dünyanın astraline yansıyor. Kısacası, dünyaya gelmeyi isteyerek, dünyanın astral planına gömülüyoruz. Ve oradan çıkış da, ancak dünyada bulunacak, keşfedilecek bir sır.

Yüce bir rûhun, kendi yüceler yücesi mekânını terk edip, kendini feda ederek madde ortamında görünür olması seni meydana getiriyor. Ama biz ne yapıyoruz gündelik dünya işlerini hayatımızın merkezine koyuyoruz. Dünyayı çok gerçek görüyoruz. Dünyayı çok fazla ciddiye alıyoruz. Dünya ne ciddiye alınacak, ne de boş verilecek bir yer. Biraz oyalanacağımız bir geçiş mekânı. Bu durum, ileri zaman aralığında bu dünyadan göçerken anlaşılacak.

Rûhsal tekâmülde toplu inisiyasyon (bir alt kademeden bir üst kademeye geçiş) devri mühürlendi. Bundan sonra insan kendi gelişiminde tek ve yalnız, herkes boynuna dolanan kendi kuşu ile kanatlanıp uçacak (Biz her insanın kuşunu/sorumluluğunu/kitabını, kendi boynuna doladık. İsrâ, 13). Bu yol yalnızlık yolu. Sen de gönül kuşunun sana naklettiklerini İŞİT!

Bu ilâhi işin, yüksek mertebelerde, yüksek derinliklerde sonsuz bir yürüyüş olduğunu ve bu yürüyüşün asla bitmeyeceğini, attığın her adında yaklaştığını zannettiğini ve asla erişemeyeceğini, elde edemeyeceğini, elde ettiğin anda ortada hiçbir şeyin kalmayacağını anla!

Gelin peçesini sadece vuslata erdiğinde açar, kavuştuğu anda artık şeffaf ve zariftir.

RENE GUENON da ‘’Vedanta’da İnsan-ı Kâmil’’ adlı kitabında GERÇEK KURTULUŞTAN bahseder. Hint öğretilerine dayandırılarak ve ağır bir dil kullanılarak kaleme alınan kitapta Vedanta ile İslâm mâneviyatı arasında tam bir uyum olduğundan bahsedilir. Vedanta ne bir felsefe, ne bir din ve ne de ikisiyle uzaktan yakından alâkalı herhangi bir şeydir. Vedanta hakîkaten sınırsız kavrayış imkânlarına açık, tamamen saf bir metafizik öğretisidir. Metafizik açısından, bireysel/cüz’î seviyeye ait her şey hakîkatte mâdumdur (yoktur). Yine Metafizik açıdan asıl olan zuhûr etmemiştir. Metafiziğin özü Külli’nin bilgisidir (Brahma, Yüce Düzenleyici, Akl-ı Küll).

Analojinin (benzerlik) ilkesi, Hermetizm geleneğinde Zümrüt Levha’nın şu cümlesiyle ifâde edilmektedir. ‘’Aşağıda olan yukarıda olan gibi, yukarıda olan aşağıda olan gibidir.’’ Bu anlayış ‘’Süleyman’ın mührü’’ sembolünün bağlantısı içinde düşünülmelidir. Biri diğerinin tam aksi yönde olmak üzere yerleştirilmiş iki üçgen.

Olmuş olan ve olacak her şey Brahma ile aynileşen kâinattır (evren) bu niteliği açısından ‘’OM’’ hecesiyle sembolize edilir. ‘’OM’’ varolan her şeydir. Bozulamaz ve yok edilemez. ‘’Tohum’’ manasına da gelir.

Bütün varlıklar Brahma’da olsa bile, Brahma değildirler ve mânevi gerçeklik karşısında ancak bir hayalden ibârettirler. Bütün varlıkları sınırlı kılanın kendisi sınırsız ve sonsuzdur. Her şey O’ndan gelir ve O’nun tarafından hâlden hâle sokulur.

Doğum ve ölüm de bir hâl değişikliğidir. İnsanın doğumu ve ölüm sonrası evrimi mikrokosmos ve makrokosmos noktasından değerlendirilebilir.

Doğum ve ölüm (oluş ve bozuluş), en genel mânâlarıyla hâl değişikliği olarak ele alınırsa, bir hâlden başka bir hâle geçmektir. Ölüm, beşeri terkibin çözülüşüdür. Varlık beşeri ölüm ânıyla, lâtif hâle geçer. Doğumla birlikte beşeri olmak üzere başka bir hâli terk ederek beşeri olmuş varlık, artık başka bir şey olmak üzere beşeri olmayı bırakır. Cismani bedenin terki câhiller için de, ârifler için de aynıdır. Ancak bir noktadan itibaren bunlar için farklı yollar başlar. Ölümsüzlük zikrin/ibâdetin meyvesidir, ama cehaletten kaynaklanan bireysel zincirler henüz tamamıyla yok edilmemiştir.

Bireysel niteliği korunan rûh eğer varlığın yüksek derecelerine ulaşamamışsa ve dünya hayatı boyunca zikre devam etmişse, (ölümle) lâtif biçimde bileşik kalır ve hayati melekeler de bu lâtif biçimde birleşir. Yani cismani biçimden çıkılmıştır, ancak lâtif biçim varlığını sürdürür. Varlık böyle kalmayı zuhûr etmiş âlemlerin dışsal çözülüşüne kadar sürdürebilir (kıyamet) ve nihai çözülüşle birlikte, bu âlemdeki bütün varlıklarla beraber Aşkın Brahma’ya dönecektir. (Brahma: Yüce düzenleyici, Külli akıl, kendilik)

Bedenin terki anlamında ölümden önce ‘’Brahma’nın gerçek Bilgi’’sine ulaşan, bütün bireysel kayıtların nihayet ortadan kalktığı lâ zuhûr hâline çekiliş/sönüş derecelerini kat edemez. Sadece Vuslat’ta kalır. ‘’Vuslat’’ sadece kuvve olarak gerçekleşmişse, ‘’kurtuluş’’ dolaysız olarak ölümle birlikte gelecektir.

Ancak bu kurtuluş, şayet Vuslat tam ve fiili olarak tahakkuk etmişse, hayat esnasında da vuku bulabilir. Hatta bazı istisnai durumlarda bu hayati melekeler ve unsurların kaynaklarına dönüşü öyle bir tarzda cereyan edebilir ki, cismani biçimin kendisi bile hiçbir iz bırakmadan kaybolacak, normal olarak varlık tarafından terk edilmek yerine bütünüyle lâtif hâle ya da lâ zuhûra geçecek ve gerçek mânâda bir ölümden söz edilmeyecektir. (Hz. Îsâ ve Şems örneği)

Ölüm bireyliğin lâ zuhûrda sönüşü, emilişi, dürülmesi, örtünmesi anlamlarındadır. Bu sönüş, bir yok oluş mânâsına gelmemektedir.  Kızgın taşa su serpildiğinde suyun buharlaşarak yok olması, atmosferde genişleyerek yayılması gibi. ‘’Kurtuluş’’a erenin durumu budur.

Ateş, ışık, gün, büyüyen ay, kuzeye doğru yükselen güneş: Brahma’yı bilenler işte bu nûrlu alâmetler altında Brahma’ya gider. Bunlar için lâ zuhûrdan zuhûra dönüş yoktur. Duman, gece, küçülen ay, güneye doğru inen güneş: Brahma’yı bilmeyenlerse işte bu gölge alâmetleri altında ve yeniden zuhûr hâllerine geri dönmek üzere Ay Feleği’ne gider. Bunlar zuhûr etmiş âlemin biri aydınlık diğeri karanlık (varlık ve yokluk) iki daimi yoludur.

İnkişaf (gelişim) mecralarını tamama erdirmiş biçimler ‘’Ay Feleğinde/kozmik hafızada (İslâmiyete göre İnsan-ı Kâmil’de)’’ çözülmektedir. Her bir çevrim gerçekte bir varoluş hâli olduğu için, bireylikten azade olmamış bir varlığın terk ettiği eski biçim ve büründüğü yeni biçim iki farklı hâle aittir. Birinden diğerine geçiş, her iki çevrimin de ortak noktası olan Ay Feleğinde gerçekleşir. Ay Feleği yüksek hâllerle, aşağı hâllerin arasını ayırır. Kesinlikle hiçbir varlık (reenkarnasyon iddiası gibi) aynı halden iki kere geçmez. Ay Feleğinden yani biçimler mecrasından çıktığı andan itibaren ‘’ölümsüzlüğe’’ sahip olacaktır. Ölümsüzlerin hayatı Güneş’in doğuş ve batışlarıyla tükenmektedir. Kurtulmuş insan Güneş’in dünyasının ötesinde vardır. Bilgi Güneş’i kalp göğünde doğduğu zaman karanlıkları yok eder, her şeye nüfus eder, her şeyi kuşatır ve her şeyi aydınlatır.

Tam ve nihai kurtuluşa ulaşmanın Bilgi’den başka hiçbir vâsıtası yoktur. Bilgi aşkın/mânevi ve aşkın olmayan olarak iki kısımdır. Aşkın (mânevi) bilgi özünde katiyetle  (bir üstadın dizinin dibinde oturarak) iletilemez ve herkes ancak kendi başına ona ulaşabilir.

KURTULUŞ ve BİLGİ aslında bir ve aynı şeydir. Bilgi olmadan selâmete ulaşılamaz. Bilgi ışığın karanlığı yok ettiği gibi, cehâleti de yok eder. İnsan hakîki ilâhi Bilgi’ye belirlenmiş amelleri yerine getirmeden de ulaşabilir (*). Cismani bedenin Kurtuluş için bir engel teşkil etmediğini anlamak gerekir. Biçim dışı kurtuluşun, hayatın içinde kurtuluştan daha kâmil bir mertebe olduğunu zannetmek hatadır.

Bilgi’ye ulaşan kişi onu başkalarına iletme ya da daha doğru bir deyişle (hakîki Bilgi’nin iletilemez olması sebebiyle) onlardaki imkânları uyandırma ehliyetini edinmiştir.

Nirvana (nefes ve hareketin fenâsı): Artık hiçbir değişime tabi olmayan, biçimden ve zuhûr etmiş varoluşun diğer tüm araz ve bağlarından kurtulmuş varlığa işaret eder.            

Yogi/Yalnız: Bedendeki ikâmeti sırasında bu bedendeki özelliklerinden, tıpkı gök kubbenin kendi bağrından, yüzenlerden etkilenmemesi gibi etkilenmeyecektir. Çünkü kendindeki bütün hâlleri içermekte, ama onlardan hiçbiri tarafından içerilmemektedir. Yogi’den daha yüksek hiç bir mânevi mertebe söz konusu edilemez. Yogi aşkın/mânevi İnsan’la aynı olduğu gibi ‘’İnsan-ı Kâmil’’le de aynıdır. (Yoga’nın ise tam karşılığı Birlik’tir)

 ‘’Mevki, mekân ve zamandan münezzeh, kıblesi her yerde (an’ı daimin sabitliği içinde) olan, ne sıcağa ne soğuğa (zihni bir etkiye) maruz kalınan, bâki bir saadet ve bütün karışıklıklardan nihaî bir kurtuluş sağlayan bir hacla kendini haccetmiş kimse (*) eylemsizdir, bütün şeyleri Brahma’da (yüce düzenleyici/Külli akıl) bilir ve sonsuz SELÂMET’e kavuşur.’’

Brahma’nın dışında hiçbir şey yoktur. O tıpkı her yere yayılmış olan, aynı anda şeylerin hem dışına hem içine nüfus eden Esir gibidir. O üç âleme (Berzah âlemine, onun altında ve üstünde olana) yayılmış Brahma’dır. Brahma, kendini kendi ile bilendir. İşte selâmetin meskeni ‘’Kendi Bilgisi’dir’’

(*) Gül-Haç: Bâtıni anlamda ‘’Hikmet, Kudret, İyilik’’ olarak üç ilâhi sıfatı simgeler. Hâkiki Gül-Haçların ‘’Kutsal Rûh’un her yerdeki Mâbedi’’nde toplandığı söylenir. Burada sözü edilen Gül-Haçların aynı ismi kullanan sayısız modern teşkilatla hiçbir alâkası bulunmamaktadır. Hakîki Gül-Haçların otuz yıl savaşlarından sonra Avrupa’yı terk ederek Asya’ya çekildiği rivâyet edilmiştir. Bu ifâdelerin sembolik olarak anlaşılması gerektiğini belirtelim. (Otuz yıl savaşları 1618-1648 yılları arasında, Protestanlar ile Katolikler arasında meydana gelmiş dini çatışmalardır. Protestanların zaferi ile son bulmuştur)

Özetlemeye çalışırsak; Yazıdaki ‘’Kurtuluş’’ konusu İslâm ve Metafizik açılardan ele alınmıştır. İslâmi bakış açısıyla Takva ve Îman kurtuluş için bir ön şarttır. Bu da ancak nefsin olumsuz sıfatlarından özgürleşmek ile gerçekleşebilir.  Nihaî durak cennettir (daha ötesi Rü’yet’tir).

Kevser Yeşiltaş kurtuluşu şöyle ele alır. Her insan yaşamı boyunca sözleri, fikirleri, kalemi, sanatı, düşünceleri ve hareketleriyle görünen ve görünmeyen dünyamızda (pozitif veya negatif)  bir şekil oluştur. Ve bu oluşum hem kendi hem de dünyanın astralinde asla kaybolmaz. Halk’ta Hakk’ı göremeyip Tevhid’e/Bir’liğe eremeyen, dünyanın görünmeyen negatif enerjisinde sıkışıp kalır. Madde ve mânânın henüz bu dünyada yaşarken bir edilmesi gerekir. Ölerek dahi kurtulamadığımız bu dünyadan ‘’kurtuluş’’ ancak farkındalık ile mümkün. Bunu başaran en yakınlarından (önce sevdiklerinden sonra sevmediklerinden) başlayarak onları uyandırmak adına bir görev üstlenmeli. Çünkü toplu inisinasyonlar (bilinç yükselmeleri) kurtuluşu kolaylaştıran etkenler. Hedef; ‘’Birleşik alanda Bizlik boyutu, her doğan şuurlu bilinçle yeniden doğmak’’

Rene Guenon konuya daha bâtıni açıdan aktarır. Doğum ve ölüm bir hâl değişikliğidir. Doğum ile bir hâli terk ederek dünyaya gelen varlık, dünyada başka bir hâle bürünür. Ölüm de bir hâl değişikliği olup bir yok oluş değil, beşeri terkibin çözülüşüdür. Her bir bileşik, ölüm ile aslına döner.  Toprak olan beden dünyaya aittir. Cismani bedenin terki cahiller için de Ârif’ler için de aynıdır. Ancak ölüm ötesi yollar iki grup için de farklıdır.

Bireysel niteliği korunan rûh, eğer dünya hayatı boyunca zikre devam etmiş ancak varlığın yüksek derecelerine ulaşamamışsa cismani bedenden çıkmasına rağmen lâtif bir biçimde varlığını sürdürür. Varlık böyle kalmayı zuhûr etmiş âlemin dışsal çözülüşüne kadar sürdürebilir ve nihai çözülüşle (Kıyamet’le) bütün varlıklarla beraber aslına/Brahma’ya döner.

Ölümle bedenin terkinden önce ‘’Brahma’nın/Yüce düzenleyicinin’’ gerçek Bilgi’sine ulaşan lâ zuhûr (zuhûrun olmadığı) hâline ulaşamasa da Vuslat’ta kalır. Vuslat kişinin Hakk’a ermesi ve kendinden kurtulmasıdır. Vuslat kuvve olarak gerçekleşmişse ölüm ile kurtuluşa erer. Vuslat fiili olarak gerçekleşmişse ölümden önce de gerçekleşebilir. Biçim dışı kurtuluş, hayatın içinde kurtuluştan daha kâmil değildir.

Kesif zuhûra tekâbül eden uyanıklık hâli, latif zuhûra tekâbül eden rüya hâli ve biçim dışı hâl olan derin uyku. Varlık derin uykuda lâ zuhûr veya en azından biçim dışı sahaya girer. ‘’Yaşayan nefs’’ de Aklı- Küll’ün bağrına çekilir. Bireysel ‘’yaşayan nefs’’ rüya hâlinde ‘’kendi ışığına sahiptir’’ ve sadece kendi arzusu vâsıtasıyla, tamamen kendinden kaynaklanan bir âlem üretmektedir. Bu âlemin nesneleri tamamen zihnî kavramlardan, yani lâtif biçimlere bürünmüş fikir tertiplerinden ibârettir ve bireyin kendi lâtif biçiminin heyulâsından (hayalinden) imâl edilmektedir.

KURTULUŞ ve BİLGİ aslında aynı şeydir. Kurtuluşa ulaşmanın Bilgi’den başka hiçbir vâsıtası yoktur. Bilgiden kasıt Aşkın/Mânevi Bilgi’dir. Kurtuluş’a/Nirvana’ya erenler, Yogi, Mânevi İnsan, İnsan-ı Kâmil gibi isimler ile anılır.

İlm-i ilâhinin amacı isim, sıfat ve mazharları bakımından Allah’ı mabe’ ve maâda (başlancıç ve sona) dâir ahvali, âlemin hakîkatleri ve bu hakîkatlerin biricik hakîkate, yâni Zât-ı Ahadiyye’ye nasıl geri döneceğini bilmek, nefsi cüz’i kayıtlardan kurtarmak ve onun, hem küllilik hem de mutlâklık özellikleriyle vasıflanabilmesi için sey ü süluk ve mücâhede yolunu öğrenmektir.

Şimdi kendimize şu soruları soralım: İnsan-ı Kâmil’in semâvi bir varlık ve Muhammedi Hakîkat’in tecellî ettiği mânevi insan (üns) olması ve Gerçek Kurtuluş’un sadece O’nlara özgü olacağı anlayışı ile biz kulların kurtuluşu sadece ilâhi âlemde kabul ettiğimiz ve bu âlemde vücut bularak ortaya çıkarmaya çalıştığımız ismimiz yani hakîkatimiz olabilir mi?  

Â’rafta kalmak, kabir azabı veya Berzah ta beklemek iki âlem arasında sıkışmak mıdır?

Fırka-ı Nâciye/kurtuluşa erecekler: Hz. Peygamber; ‘’Âdem’in soyundan 73 fırka gelecek, 72’si dağılacak ve 1 fırka kurtuluşa erecektir’’ demiştir. Hâbil’in kardeşi Kâbil tarafından öldürülmesi sebebiyle nesli yoktur. Kâbil’in soyu da Nûh tufanında yok olmuştur. Hz. Nûh, Hz. Şit’in soyundan gelmektedir ve kurtuluşa erecekler bu fırkadan olduğuna inanılmaktadır.

İlk yaratılan ve Allah’ın sonsuz birliğinin görünümü Hz. Âdem’dir. Fakat aşk için ikilik gerekir. Zira bir âşık ve bir mâşûka ihtiyaç vardır. İşte birliğin (mâşûkun), kendini göstermek için çokluk (âşık) olarak görünümü Hz. Şit’te ortaya çıkmıştır. Hz. Şit’in zuhûru, Ahâdiyet’in (Teklik), Vahdaniyet’e (birliğe) dönüşü gibidir. Hz. Şit İnsan-ı Kâmil makâmını temsil eder.

Rene Guenon; 15 Kasım 1886 da Fransa’nın Blois kentinde doğdu. Soy bakımından tamamen Fransız ve Katolik bir ailenin çocuğudur. Paris Sorbonne üniversitesinde eğitim gördü. Platon ve İbnü’l Arabi Hz. den etkilenerek birçok eser yazdı. Eserleri daha çok Metafizik, Tevhid, Vahdet-i Vücûd, İnsan-ı Kâmil konu ağırlıklıdır. 1912 yılında Müslüman olup Şâzeliyye târikatına intisap etti ve Abdülvâhit Yahya adını aldı. 7 Ocak 1951 yılında Kâhire, Mısır da vefât etti. Hiçbir eserinde İslâm’a çağrı yapmamasına rağmen binlerce kişi onun kitaplarını okuyarak Müslüman olmuştur. Özellikle yüz yıl önce yazdığı ‘’Modern dünyanın bunalımı’’ adlı kitabı Müslüman ve gayri müslim pek çok çevrede gönülleri ferahlatmıştır. Ona göre Tanrının duyular âlemindeki açılımı ‘’Kâmil İnsan’’ üzerinden gerçekleşir. Amaç, Yüce Özdeşlik’e ulaşmaktır. Yani İNSAN olmaktır. Yunus diliyle, ‘’kendini bilmek’’ tir. Kendini bilmeksizin Tanrı bilinemez.

Rene Guenon, eserlerinde kadim gelenekten bahseder, büyük dinlerin kökenindeki metafizik öğretiyi ortaya koyar. Bu geleneğin ve öğretinin dili sembolizmin dilidir ve bu dili yorumlamada onun üstüne kimse yoktur. Dahası ‘’ilerleme’’ fikrini ters yüz eden de odur. İnsan mânevî mükemmellik yolunda geriye düştükçe Karanlık Çağ’a girer, eski kültürler yok edilir, niteliğin yerini nicelik alır ve çöküş yaklaşır.

Guenon’u okuyan ve anlayan hiç kimse, bir daha asla eskisi gibi kalamaz.


30 Eylül 2020 Çarşamba

 

DERVİŞİN TESELLİ KOLEKSİYONU:

Yazı Mecit Ömür Öztürk’ün, ‘’Dervişin Teselli Koleksiyonu’’ adlı kitabından alıntılardır. Kitap ‘’çıkmazdakilere’’ ithaf edilmiş ve her musibetin aslında bir anlamının ve tesellisinin olduğu fikrine dayandırılmış. Yazar Felsefeci olmasına rağmen kitabında çok değerli Mutasavvıflar, Felsefeciler ve Kur’ân âyetlerinden örnekler vermiş ve her bir musibete bir anlam kazandırarak harika bir eser ortaya koymuş.

İsabet kökünden gelen ‘’musibet’’ kelimesi ölçülmüş, biçilmiş, kendisine ulaşacak insan için ayarlanmış bir takım mesajlar, seçilmiş özel hadiseler anlamına gelmektedir. Musibet; ansızın bastıran yağmur anlamındaki savb kökünden türemiştir ve ‘’bir şeyin hedefine ulaşması, birinin payına düşmesi’’ mânâsındadır. Kâinatta rastgele hiçbir şey bulunamayacağı gibi, musibetler de tesadüfi değildir, ilâhi seçimin bir parçasıdır ve hürmete lâyıktırlar. Bu nedenle de musibetler okumamız, anlamamız ve tahlil etmemiz gereken bir kitaptır. Gerçek musibet insanın mâneviyatına ve kalbine ulaşan belâdır.

Sabahları evinden, akşamları işyerinden ve girdiğin dükkânlardan çıkman; bindiğin arabalardan, otobüslerden inmen, geceden gündüze, gündüzden geceye varman, kıştan bahara, bahardan kışa ulaşman kederinin de yok olup gideceğini göstermiyor mu?

Bulunduğun odada misafirsin. Yaşadığın şehirde misafirsin. Dünya gezegeninde misafirsin. Samanyolu galaksisinde misafirsin. Bu odadan çıkacağın, bu şehirden ayrılacağın, nihayetinde bu fâni dünyayı terk edeceğin nasıl muhakkak ise, bu musibetteki misafirliğin de öyle kesindir.

Daha önceleri Allah’ın ilminde misafirdin, rûhlar âleminde misafirdin, annenin karnında misafirdin. Oradan bu dünyaya hangi zorlukları getirebildin? Dünyaya eli boş bedeni çırılçıplak olarak gelmen ve buradan diğer âlemlere eli boş olarak gidecek olman gösteriyor ki, bu zorluk ve sıkıntıların da bir parçasını dahi yanına almadan çıkıp gideceksin.

İslâm Filozofu Kindî, bir eserinde şöyle der; ‘’İnsanlar, bu dünyada asıl yurtlarına doğru deniz yolculuğu yaparken bazı ihtiyaçlarını temin etmek üzere bir adaya uğrayan yolcular gibidir. Bu yolculardan bir kısmı ihtiyaçlarını giderip hemen gemiye döner ve en rahat yerlere otururlar. Bazıları adanın güzelliklerine kapılıp oyalanırlar, bu yüzden gemiye geç bindikleri için hem uygun yerler bulamazlar hem de adadan topladıkları çiçekler, kıymetli taşlar yolculuk boyunca başlarına dert olur. Bir grup ise gemiyi büsbütün unutarak tabiatın çekiciliğine kendilerini kaptırır ve geminin kalktığını bile fark etmezler, sonunda acılar içinde kıvranarak ölürler. İşte dünyanın çekiciliğine kapılarak ölümden sonraki hayatı unutanların akıbeti budur.’’

Dünyaya gönderilmiş olan insan kendini inşa etmekle mükelleftir. Kendini inşa ise ona doğuştan verilen hususi özelliklerin açığa çıkarılmasıyla mümkün olacaktır. Peki, fıtrat ve istidatları ortaya çıkarmak için ne yapmalı? İstidatları ortaya çıkaran başlıca faktörler; iman, ibâdetler, ameller, mücâdele ve musibetlerdir. Bebekler daha dünyaya geldiklerinde ‘’hoş geldin’’ der hastalıklar. Ateşlenirler, kabakulak, suçiçeği gibi hastalıklara yakalanırlar. Gaye o zayıf ve nazik bedenlerin gücünü arttırmak, ileride yaşayacağı fırtınalı hâdiselere onları yavaş yavaş alıştırmak ve onların manevi terbiyesini erkenden başlatmak hikmetleriyle manevi bir aşı görevi üstlenmektir. Her musibet bir sonraki için insanı daha dayanıklı kılacaktır. ’’ Ağrı olmasaydı yaşam olmazdı, çünkü ağrı olmasaydı hasta organlarımız anlaşılamazdı. Nietzsche der ki: ‘’Öldürmeyen acı, beni güçlendirir’’

Tabiatta hayvanların birbirine musallat olması ilk bakışta rahmete ters, şefkate sığmaz gibi görünür. Hâlbuki saklı yeteneklerin ortaya çıkması için, musallat olacak varlıklar zorunludur. Atmacanın serçeye musallat olması, hakikat perdesinde ona sunulmuş bir nimettir. Atmacanın musallat olması serçede zaten var olan uçma yeteneğinin harekete geçmesi içindir. En iyi uçan kuşlar, en zorlu düşmanlar tarafından tehdit edilenlerdir genellikle. Tavukta aslana saldırma potansiyeli vardır ancak bu sadece yavrusunu tehlikede gördüğünde ortaya çıkar. Teknolojik gelişmelerin tamamı da bir engelden, bir tıkanıklıktan, bir düşmanın varlığından ve tehlikeden dolayı ortaya çıkar. O zaman icatlar ve mucitler belirir. Örn. Mısırlılar, sel felaketleri vesilesiyle dairenin alanının çapına orantılı olduğunu saptamışlar ve pi sayısını bulmuşlardır. Dolayısıyla modern bilimin kaynağı Nil nehrindeki su taşkınlarıdır, diyebiliriz. Seller enerji santrallerini beslerken hayrıdır. Ancak dere yataklarına binalar yapılırsa bu şerre dönüşür. Depremler yeryüzündeki yüksek basıncı dışarı atarken hayırdır, düşük ve kötü inşa edilmiş binalarda yaşayanlar için şerdir, musibettir.

Sokrates, Atinalılar için bir musibetti. Şehrin tanrılarına inanmamak, onların yerine başka bir tanrı koymak ve bu yolla gençliği zehirlemekle suçlandı. Savunması şöyleydi ‘’Kentimiz iyi yetiştirilmiş heybetli bir at, ben ise bir at sineğiyim. Tanrı beni bu atın üzerine yerleştirdi, ona bağlıyım. Heybetinden ötürü tembelliğe meyleden bu at ancak bir at sineğinin varlığıyla hareketlenebilir. Eğer sözüme kulak verirseniz, hayatımı bağışlarsınız. Ancak bundan umutlu değilim’’ Musibetler de bizim Sokrates’imizdir. ‘’Mutluluk vücut için yararlıdır fakat aklın yetkinliğini asıl geliştiren, ıstıraptır’’ (Marcel Proust) Şadi Şirazi der ki, ’’Mutluluk vadisine ulaşmanın yolu, mutsuzluk vadisinden geçmektir’’

İnsanın üzülmeye de, musibete de, yadırganmaya da, incinmeye de, hayal kırıklığına da ihtiyacı vardır. İnsanın hatırlamaya ihtiyacı olduğu kadar unutmaya da ihtiyacı vardır. İnsanın gerçekte neye ihtiyaç duyduğu, onun beden ve rûhunun tamamını gören Cenâb-ı Allah tarafından bilinir. Nimet lazımsa nimet, musibet lazımsa musibet gelir. Herkes işe ihtiyacı olduğunu düşünür. Ancak kimi zaman insanın işsizliğe de ihtiyacı olabilir. İşsiz kalmanın içinde birçok hikmetler saklıdır. Zaman olur, insanın kendini bulması, kafasını ve düşüncelerini toparlaması, istikamete girmesi ancak işsizlik vesilesiyle mümkün olabilir. Herkesin içinde bir inziva ve halvet ihtiyacı vardır. Bazı dönemlerde bizi evden çıkamaz hale getiren hastalıklar ve musibetler, şu evde biraz kal bakalım, durup düşünmen gereken bazı şeyler, ilgilenmen gereken insanlar var, hayatını gözden geçir, iç dünyana zaman ayır şeklinde hatırlatmalar olabilir. Evimizde bizden ilgi bekleyen biri varsa, Rabbimiz onun bu haline acıyarak bizi evde tutmak isteyebilir.  ‘’Tanrıdan güç istedim, beni güçlü kılması için acılar verdi. Cesaret istedim, yenebilmem için tehlikeler verdi. Bilgelik istedim, çözebilmem için daha da çok sorunla karşılaştım.’’ (Antik Yunan Tabletlerinden)

Nimetin varlığı ve kıymeti, onun yokluğunda hissedilir. Zenginliğin kıymeti fakirlikle, sağlığın kıymeti hastalıkla algılanır. Daimi, kesintiye uğramaksızın süren nimetler hissedilemez, algılanamaz ve dolayısıyla şükrü eda edilemez. Güzellik çirkinlik olmadan, aydınlık karanlık olmadan anlaşılamayacağı gibi musibetler olmadan da mutluluk anlaşılamaz. Yolunda giden, nimet olan şeylerin hissedilmesi ve anlaşılması için Cenab-ı Hakk, yolunda gitmeyen, insanı üzen ve hoşuna gitmeyen olayları da yaratmaktadır. Madem biz bu kâinatı algılamaya geldik, kâinatta her şeyin zıddı olmak zorundadır ve biz her şeyi zıddıyla deneyimlemek mecburiyetindeyiz. ‘’Aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle düşüşü yakından tanımış olan kişi hayatı gerçekten yaşamış sayılır.’’ (Stefan Zweig)

Belirsizliklerin de hikmetleri vardır. İnsanın eceli belirsizdir. Bunun nedeni insanın hem yaşama ümidi taşıyarak dünya işlerini şevkle yapması, hem de ölümle her an karşılaşma olasılığından dolayı âhiret hazırlığına vesile olmaktır. Rûhun denge hali olan korku ve ümit dengesi bu belirsizlikler sayesinde korunur. Rızık da belirsizdir. Bunun gayesi de insanın onu her yerde araması ve bu çabayla ataletten kurtulmasını sağlamaktır. Kadir gecesinin dahi belirsiz olması Ramazan’ın her gecesinin Kadir gecesi hürmeti görmesi, Hızır’ın belirsiz olması da her insana hürmet gösterilmesi gayesiyledir. Belirsizlik hayatı yaşanır kılmaktır. Dostoyevski; ‘’Baylar, yemin ederim, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; hem de tam anlamıyla, gerçek bir hastalık’’ derken, Gorki de ‘’Ne kadar az bilirsen, o kadar iyi uyursun’’ demiştir.

Cenâb-ı Hakk şifasını yaratmadığı bir hastalık vermediği gibi, çözümünü kendi kudret elinde bulundurmadığı bir musibet de yaratmamıştır. İnsan fezada, sonu bilinmeyen boşlukta dolaşan bir kürenin üzerinde hayat sürmektedir. Bundan daha riskli, daha korkunç ne olabilir? Gezegenlerin, yıldızların birbirine her an çarpabileceği bir Semâ’da, kontrolü insanda olmayan bir dünyada, organları kendisinden habersiz ve izinsiz çalışan bir bedenin içerisinde, risk altında olmadığı bir anı var mı insanın? Ey insan! Ölümden korkma. Olması gereken, günü gelince elbette olur. Aşırı üzüntü ve merhamet O’ndan daha şefkatli olduğumuzun iddiasıdır, dikkat et. Musibetler karşısında telaşa kapılma. Onlar Allah tarafından vazifelendirildiği için gelir, görevi bittiği saniyede yok olup gitmek zorunda kalır. Rızkın için telaşlanma; zira seni yaratan onu senin için önceden belirlemiştir. ‘’Rızkını dert etme. Çünkü o seni, senin onu aradığından daha fazla aramaktadır’’ (Abdülkâdir Geylâni Hz.) Gelecek kaygısı taşıma. Seni gelecekte yaşatmaya kim karar vermişse, gerekli ihtiyaçlarını gidermek de O’nun sorumluluğundadır. İhtiyaç olduğunda en önemli şeyi, en basit şeye boyun eğdiren O’dur. İstemeden düşürdüğümüz bir parça çikolata ile yerdeki böceğin ve karıncanın rızkını veren yine O’dur. Allah yaralı koyunun ağrısını dindirecek ota, engerek yılanı tarafından ısırıldığında kaplumbağayı mercanköşk otuna yönlendirirken, kedi, karınca ve örümceğin tüm sıkıntı ve ağrılarıyla ilgilenerek yarattığı her varlığı korur. Hayal ve hedeflerin için fânilerin peşinden koşma. ‘’İlla’’ deyip arkasına düşülen konuların bazıları insanı dünyada felâkete, âhiretteyse cehenneme sürükler, unutma. Bütün kâinatı idare eden Tek’tir. Bütün sorunların çözümü O’ndadır. Seni korkutan her şeyin dizginleri O’nun elindedir. ‘’Düğümü kim bağladı ise en iyi o çözer. Bela Allah’tandır. Öyleyse…’’ (Mesnevi)

Belâ ve hastalıklar kişiyi nefsanî ve dünyevi arzulardan gayr-ı ihtiyari uzak tutmaktadır. Bu da Rabbimizin bir ihsanı ve inayetidir. (İnayet, bazı musibet gibi görünen olayların sonradan nimete çevrilmesidir) Musibetler, dostluk ve kardeşliğin önündeki engelleri ortadan kaldırır; görüşme imkânı bulunmayan dostları buluşturur ve onları yeniden kaynaştırır, yıpranmış ilişkileri tazeler.

Musibet yaşamamış insanlar, içlerindeki mühim kabiliyetleri açığa çıkaramadıkları için, depresif bir hâl içerisindedir. Zira açığa çıkmamış yetenekler insana musibetlerden daha çok azap verir.

Açığa çıkmış her musibet, o musibetin daha da büyümesini engeller. Aile içinde konuşulmayan problemler üstü kapalı kaldığı sürece sorunların daha da büyümesine sebep olur. Kader rotasında bir problem gördüğünde onu iliklerine kadar yaşamalı, ondan kaçmamalısın. Bugünkü sorunlar, dün yüzleşemediklerimiz, yarının dertleri de bugün yüzleşemediklerimiz olabilir. Onlarla yüzleşmek, insanın kendisiyle yüzleşmesi demektir. Onları anlamak, insanın kendisini anlaması demektir.

Dionysius ‘’Acı, acının ilacıdır’’ der. Hadiseler kendiliğinden unutulmaz. Onları unutturan, tesirlerini hafifleten, varsa kabahatlilerini affettiren daima öbür hadiselerdir. Neden başıma bu hadiseler geliyor diyen birine verilecek cevap şudur; ‘’çünkü Allah senin daha kuvvetli olmanı istiyor. Zaman olur, derdin biri bitmeden öbürü başlar. İnsan bir musibete sabretmekle meşgulken bir başka acı çalar kapıyı. Üst üste gelmeye başlar her şey. Dikkatle bakıldığında bu durum insanın lehinedir. Cerrahın narkozu vermişken diğer operasyonları da aradan çıkarmasına benzer bir durum söz konusudur. Fransızların ‘’Bir felâket hiçbir zaman tek başına gelmez’’ sözü adeta bu hakikati anlatır. Yalnız gelen felâkete dayanmak, peş peşe gelen felâketlere dayanmaktan daha zordur. Bir dert diğer bir derdin tesirini azaltır, dertler çoğalınca her biri ayrı ayrı gücünü kaybeder. Amerikan filmlerinde tek yumrukla bayılan adamı, bazı defa yine yumrukla ayıltırlar.

 ‘’Zihnimizin sahip olduğu en büyük beceri belki de acıyla başa çıkmaktır. Klasik yaklaşım bize, ihtiyacı doğrultusunda herkesin karşısına çıkan dört çıkış olduğunu öğretir. Birinci çıkış uykudur. Uyku bize dünyadan ve onu dolduran acılardan kaçabileceğimiz bir sığınak sağlar. Biri ağır yaralandığı zaman genellikle kendinden geçer. Aynı şekilde travmatik haberler alan birinin bayıldığı olur. Zihin kendini böylece acıdan korur. İkinci çıkış unutmaktır. Bazı yaralar kısa zamanda kapanmayacak kadar derindir. Bazı anılar o kadar azap vericidir ki, onlara alışmak mümkün değildir. İşte zaman o acıları unutturur ve çoğu yarayı iyileştirir. Unutmak ilâhi bir lütuftur. Güçlü bir hafıza, ağır bir cezâdır ve işin kötüsü: iyi anıları nadiren, kötü anıları sıklıkla hatırlatır. Üçüncü çıkış deliliktir. Bazen insanın aklı öyle bir darbe alır ki, kendini ancak delilikle koruyabilir. Öyle zamanlar vardır ki acıdan kurtulmak için zihnin gerçekliği bırakması gerekebilir. Dördüncü çıkış ölümdür. Ölüm son sığınaktır. Dünyadaki süreçler ölüyü incitemez.’’ (Patrick Rothfuss)

Fiziğin metafiziğe, metafiziğin de fizik âleme etkileri vardır. ‘’Ey iman edenler! Siz toplantı halindeyken ‘’Biraz yer açıverin!’’ denildiği zaman yer açın ki Allah da size genişlik versin’’ (Mücadele, 11) Mekân olarak birbirine yer açmayla, yer verenin hayatında birtakım genişliklere sebep olması arasında kurulan bağ harikuladedir. Maddi bir sebep, mânevi bir sonuca kaynaklık edebileceği gibi, mânevi bir aksaklık da, maddi gerçeklik dünyasında birtakım aksamaların gerekçesi olabilmektedir. Her bir ödül ve musibet maddi veya mânevi bir sebebe dayanır. Örn. Baş ağrısının tıbbi bir sebebinin olması, onun aynı zamanda mânevi bir gerekçesinin olmadığını göstermez. Diyelim ki arabamızla giderken arkadan bir araç çarptı, üstelik biz yolumuzda dosdoğru giderken. Bu hadisenin gerçek sebebi nedir. Biz de birine mi çarptık acaba? Bu çarpma illa arabayla da olmayabilir. Bir lafla bile çarpabilir insan insana. Şimdi belki de bunun bedelini ödüyoruzdur kim bilir? İlâhi izin olmadan belâ da gelmez, nimet de erişmez. Kaderden mutlaka izin çıkması lâzım. Bu izinler insanın daha çok mânevi hâl ve tavırlarına bağlanmıştır. ‘’İnsanlardan gördüğün zulümler senin huyundur. Sen kendi huyunu onların aynasında seyredersin.’’ (Mevlâna)

Musibetler birtakım günahlara da kefaret olurlar ve Hak katındaki cezaların silinmesine sebebiyet verirler. En küçük sıkıntılar dahi günahları temizleyen birer musibettirler. Peygamberimiz (sav.) insanın elindeki kandilin istemeden sönmesinin dahi bir musibet olduğunu, büyük küçük her musibetin hata ve günahlara kefaret olarak değerlendirileceğini ifade etmiştir. Kulun eline batan diken dahi bu kapsamdadır.

Nimetler şükürle fazlalaşırken, musibetler şikâyet ile çoğalır. ‘’Şikâyet ettiğimiz yaşam, belki de bir başkasının hayalidir’’ (Tolstoy). Şükür ve hamd musibetin azalmasına bir vesiledir. Peki, musibete şükür nasıl olacaktır. Musibetin birinci boyutu, musibet zamanlarında isyan ve itiraza girmemek, ikinci boyutu daha da kötüsünün yaşanmadığına memnun olmak, üçüncü ve en yüksek boyutu ise bunun bir armağan olduğunun bilincine vararak getireceği yüksek sevapların olduğunu anlamaktır. ‘’Üzgün olduğunuzda kalbinize bir bakın, aslında mutluluğunuz olan şeye üzüldüğünüzü göreceksiniz’’ (Halil Cibran)

Zaman izafidir. Nimetler akıp giderken, musibetler zamanı olabildiğince yavaşlatır. Musibet zamanının uzun algılanmasının sebebi, berzahta ve âhirette uzun zaman dilimlerine yayılan mükâfatların insan rûhunda algılanması olarak yorumlanır. ‘’Hazine bazen de musibetin ta kendisidir’’

İnsan bedeninden çok rûhunda yaşadığını fark edebilirse, yaşadıklarını da bir pencereden bakar gibi dışarıdan seyredebilir. Olayların etkisi altına girerek, onları sahiplenerek, kendini olayların nesnesiymiş gibi düşünerek onlardan aşırı etkilenmek yerine, onları dışarıdan seyrederek, sahiplenmeden, onlara maruz kalan değil de şahit olan biriymiş gibi davranabilir. Öyleyse, yaşadığımız kederlerin bize hükmedişinden kurtulabilmenin ve özgür bir biçimde onları kullanmanın ilk adımı duygu ve düşüncelerimizi dışarıdan seyredebilmeyi öğrenmektir. Aurelius Düşünceler adlı eserinde der ki; ‘’Sana acı veriyormuş gibi gelen şey hakkındaki zihinsel yargıyı ortadan kaldırırsan, acı sona erer. Acıyı neren çekiyor? Zihnin. Ama sen bir zihin değilsin ki. Zihinden başka hiçbir şey, zihne özgü olan şeyi engelleyemez. Fışkıran bir tatlı su kaynağının başında durup, ona lanetler yağdıran bir adam karşısında, suyun tatlılığı etkilenir mi? Bir dış nedenden ötürü üzülüyorsan, aslında canını sıkan bu değil, onun hakkındaki yargındır, bu yargıdan her an vazgeçebilirsin. Ama seni üzen kendi karakterinden bir şeyse, yargını düzeltmeni kim engelleyebilir? Sorun; çözümü bulamıyor olmak değil, problemi göremiyor olmaktır.’’  ‘’Hep olumsuzluklara odaklananlar, çiçekleri bırakıp sadece yaraların üzerine konan sineklere benzerler’’ (Bir Bilge sözü)

Schopenhauer kusursuz bir dünyanın hayalini kurmuş ve şu düşüncelere ulaşmış: ‘’Tüm dilekler kabul olsaydı, insanlar kendilerini neyle meşgul eder, nasıl zaman geçirirlerdi? Her işin kendi kendine olduğunu, geçim sıkıntısının olmadığını, âşıkların hiç zorluk yaşamadan kavuştuğunu, ilişkilerin hiç zorlanmadan yürüdüğünü hayal edelim. Böyle bir yerde bazıları can sıkıntısından ölür, ya da kendini asar, bazıları kavga edip birbirini öldürür, böylece doğanın onlara şimdi verdiğinden daha fazla zarara kendileri sebep olurlardı’’ Merkez Efendinin mantığıyla söylersek, kâinatta her şey olması gerektiği gibidir, merkezindedir. Eksik, yanlış, kusur ve noksan gibi görünen her şeyin mükemmel hikmetleri vardır. ‘’Acı, onu çekeni mükemmelliğe yöneltir, tıpkı tohumun çürüme içerisinde yeşermesi gibi’’ (Leibniz)

Herkes kâinatı kendi duyularıyla algılar. Kimsenin algısı, bir başkasıyla aynı olamayacağına göre, herkesin farklı ve kendine özgü bir kâinat algısı ve bir âlemi vardır. İnsan ve hatta varlık sayısınca ortaya çıkan kâinat ve özel âlemler, tek bir kâinatın içerisine yerleşmiştir. Aynı odada bulunan üç ayrı kişiden, biri mutlu, biri kederli, diğeri korku içindeyse, bu insanlardan her biri, aslında farklı odalarda bulunmaktadır. Genel olarak herkes aynı kâinatın içinde olsa da, özel olarak hiç kimse bir başkasının kâinatı içerisinde yer tutamaz. Herkes kendi kâinatının başrol oyuncusudur. Bilim adamlarına göre bir elektron aynı anda iki farklı yerde ve zıt yönde bulunabilmektedir. Bazı veli kulların aynı anda birçok yerde bulunup farklı işler yapmaları gibi, cennette müminlerin kendileri olarak, bölünüp parçalanmadan birçok yerde aynı anda var olmaları gibi, kâinat da aynı anda, her insanda bölünüp parçalanmaksızın ayrı ayrı var olmaktadır. Her insan kendine özel, bu hususi kâinat içerisinde, Rabbinin özel Rububiyet tecellilerine muhataptır. Bu açıdan her bir insan kâinatın tamamı kadar önemlidir.

Hiçbir varlık ve hiçbir şey bulunduğu yerde bir daha bulunmaz. Dünya kendi ekseni etrafında ve güneş etrafında dönmektedir. Bu dönüş esnasında geçtiği bir koordinattan sonsuza dek bir daha geçmeyecektir. Güneş, etrafındaki gezegenlerle birlikte ayrı bir hareket halindedir ve bu güneşin içinde bulunduğu galaksi de dairesel olmayan başka bir hareketle bilinmeyen bir yere doğru ilerlemektedir. Dolayısıyla dünya, şimdi bulunduğu koordinata sonsuza dek bir daha uğramayacaktır. Mekân düzleminde, bedene kendini sıkışık görmek nasıl bir acı kaynağıysa, zaman düzleminde kendini ‘’şimdi’’ye mahkûm etmek öyle bir keder kaynağıdır.

Karanlığın en yoğun olduğu zaman dilimi, aydınlığın da başladığı noktadır. Bütün çıkış yolları kapanmış insanın duası hadiseler üzerinde çok etkilidir. Böylelerinin duası vesilesiyle en büyük şeyler, en küçük varlıklara hizmetkâr olur, en zor işler umulmadık bir şekilde çözülür. İnsan için ‘’çaresizlik’’ ve ‘’çıkmaza girmişlik’’ kâinattaki dengeleri yerinden oynatabilecek güce sahip bir hazinedir.  Çaresiz insan, birçok çaresi olan insana nazaran daha güçlüdür. Kurtuluş çaresi kalmayan birinin yalnızca Rabbine güvenmekten başka seçeneği yoktur. Duadan başka silahı kalmamış birinden daha güçlü bir ordusu yoktur dünyanın.

Cenâb-ı Hak kâinattaki her varlığa kesintisiz bir şekilde yardım etmektedir. Yardımın tamamen kesildiği bir an bile yoktur. Bazen yardım gelmiyor gibi görünse de, o durumda yardımın gelmeyişi bir yardımdır, desteğin ulaşmaması bir destektir. İlâhi yardımlar insanın heveslerine göre gelmez. Bazen kişinin darmadağın edilmesi bir tür yardımdır. Bazen rûh halinin bozulması ona verilmiş bir destektir. İnsanın ihtiyaçları ile istekleri birbirinin zıddı durumuna geldiğinde, onun ihtiyaçlarını gidermeyi öncelemek merhametin gereği, onun isteklerini öncelemekse bir acımasızlıktır. ‘’Bazen fırtınalar iyi gelir insana. Tekneyi biraz yıpratır ama güvertede hiç pislik kalmaz’’ (İcarus)

Her elem geçicidir ve rûhta mânevi bir lezzet bırakır. Hüküm giymiş, hapishaneye atılmış ve cezasını bitirmiş bir mahkûm, kim bilir nasıl bir mutluluk içerisindedir. Sıfırı tüketmiş, dibe vurmuş bir insanın toparlandıktan sonra yaşadığı mutlulukla, dibi görmemiş bir insanın yaşadığı huzur aynı olamaz. Doğma büyüme âmâ olan birinin gözleri açıldığı anda onunla aynı görüntüyü görüyor olsak bile görebilmekten duyduğumuz lezzet aynı değildir. Fakirlikten yeni kurtulmuş birinin nimetlerden aldığı lezzetle, hayatı boyunca imkânlar içinde yüzen birinin nimetlerden aldığı tat elbette farklıdır. Acı, kendi miktarınca mutluluğu içinde saklar. Kalpteki her ferahlık, önceden çekilmiş bir sıkıntının sonucudur. Keder ne kadar derin boşluklar yaratırsa kalbinizde, işte o kadar fazla neşe sığar oraya.  Mevlâna Mesnevi de der ki; ‘’Gülmek ağlamada gizlidir. Zevk, gamda gizlidir’’

Cenab-ı Hakk’ın hazinesi sonsuzdur. O dileseydi kimseye musibet vermeden, kimseyi incitmeden, hiçbir canlıya en küçük bir acı dahi tattırmadan yaşamın devamını sağlayabilirdi. Peki, Rabbimizin bu hudutsuz zenginliğine rağmen, insan neden dar bir hayat yaşamakta ve türlü sıkıntılara maruz kalmaktadır. Neden insanların başlarından musibetler hiç eksik olmamaktadır? Musibetler birer davet, birer çağrıdır. Nimetler, Rabbimizin cemâliyle insana ‘’gel’’ çağrısıyken, musibetler de O’nun celâliyle davet etmesidir. Musibetlerin varlığının gerçek sebebi Allah’la birliktelik kurmaktır. İlâhi hitabı en çok hastalar ve musibete uğrayanlar duyar. Ayrıca musibetler halimizi duaya dönüştürme fırsatlarıdır. ’’Dua edin icabet edeyim’’ demek, ‘’dua edin sizinle konuşayım‘’ demektir. ‘’Bize yalvarsınlar diye onları darlık ve sıkıntı ile yakalayıp sarstık’’ (En’âm, 44) ‘’Dertsiz dua soğuktur’’ (Mevlâna)

Kimse Rabbimizden daha şefkatli olamaz. Hiçbir acı boşa gitmez ve her kayıp mutlaka kazanca dönüşür. Kaybedilen mal, dinimizce sadaka sayılmıştır. Aynı şekilde migren, hafif şeker hastalığı, işitme bozukluğu, konuşma sorunları, görmede ve yürümede aksaklıklar kesintisiz birer sevap kaynağıdırlar. Gülümsemek, güzel söz, nasihat ve ilim sadakadır. Allah insanlara üzülsünler diye değil, düşünsünler diye musibet gönderir. Kendine nasihat eden, dersler çıkaran ve nefsini ıslaha gayretli bir insanın belki de musibetlerle terbiye edilmesine ihtiyaç kalmayacaktır.

Ancak işlerin yolunda gitmesi, kişinin doğru yolda olduğunu ve gidişatının iyi olduğunu göstermediği gibi, işlerin ters gitmesi de yanlış yolda olduğunun kanıtı değildir. Bazen kişi yanlış yolda gittikçe üzerindeki nimetler artar durur. Nimetler kimi zaman insanı Rabbinden uzaklaştıran, O’nunla mânevi irtibatın kesilmesine sebep olan ve kişiyi kâinat içinde yapayalnız bırakan faktörlere dönüşür. İşte bu ödül görünümlü cezadır (istidraç). Nimetler, duaya, ibâdete engel olmaya başlamışsa onlar hakikatte musibettirler. İnsan musibetlerle imtihan edildiği gibi nimetlerle de imtihan edilmektedir. Firavunun hayatında yolunda gitmeyen bazı şeyler olsaydı, belki de hâlini sorgular ve ilâhlık iddiasından vazgeçerek Rabbini bulabilirdi. Belalar da nimetlerde imtihandır, ancak nimetle imtihan daha zordur. Bu nedenle ‘’hadiselerde şükreden zengin, sabreden fakirden üstün görülmüştür.’’

‘’Yeryüzünde ve nefislerinizde, sizlere isabet eden bir musibet yoktur ki, onu yaratmamızdan önce kitapta yazılmamış olsun. Muhakkak ki bu, Allah için kolaydır. Bu elinizden çıkan şeylerden dolayı gam yememeniz, Allah’ın size nasip ettiği nimetlerle şımarmamanız içindir’’ (Hadid, 22-23) ‘’Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez.’’ (Tegabun, 11)

Musibetlerde kimsenin Rabbine itiraz hakkı yoktur. Mülkün sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder, onda dilediği karara imza atar ve onu istediği hâllerden geçirir. İnsanın hayatı da, bedeni de, içerisinde yaşadığı dünya da ona ait değildir. Sokrat’a ‘’Niçin hiç kederlenmiyorsun?’’ diye sorduklarında,  ’’Kaybettiğimde beni kederlendirecek şeyler edinmiyorum’’  diye cevap verir. Az şeye sahip olursan, az şeye ait olursun. Platon der ki; ‘’Zenginlik çok şeye sahip olmak değil, az şeye ihtiyaç duymaktır.’’ ‘’Kimde varlık var ise, gitmez gönül darlığı’’ (Yunus Emre)

İnsanların başına gelen musibetleri yaratan sebepler değil, Allah’tır. İnsanı o musibetlerden kurtaracak olan da sebeplerle boğuşmak değil Rabbine yönelmektir. Her sonucun bir sebebi vardır. Kâinatta her şey sebep sonuç ilişkileri içinde var olurlar. Ancak Nobelli fizikçi Heisenberg, atom altı ölçekte hadiselerin sebepsiz meydana geldiğini ortaya koydu ve ispatladı. Bilim atomun derinliklerinde ilerledikçe, maddi nedenlere dayanmayan birçok etkinliğin varlığını keşfetmeye başladı. Atom altı âlemde durumun böyle olmasından anlaşılıyor ki, Cenâb-ı Hakk nedensizliklerden bir nedenler dünyasını her an yaratmakta; varlık yokluk sınırını, madde mânâ sınırını, yoktan var etmenin sınırını her an her yerde sergilemektedir.

Kadere inanmak, acıları dindiren bir iksirdir. Tolstoy der ki: ‘’Ağaçtaki elma olgunlaştığında neden yere düşer? Yerçekimine yenik mi düşmüştür yoksa artık dayanacak gücü kalmamış mıdır? Güneşten kurumuş mudur, yoksa ağırlaşmış mıdır? Belki de ağacın altındaki çocuk onu yemek istiyordur. Hayır, bunların hiçbiri yeterli bir açıklama değildir. Kendi özgür irademizle yapıyoruz diye görünse de tarih açısından hiçbir eylem aslında özgür değildir. Her şey önceden belirlenmiştir.’’ ‘’Kaderini sev, çünkü hayatın budur’’ (Nietzsche)

Blaise Paskal şöyle der; ‘’Her insan mutluluğu aramaktadır. Bunun istinası yoktur ama her insan şikâyet etmektedir. Prensler, hizmetçiler, asiller, halk, yaşlı, genç, güçlü, zayıf, eğitimli, câhil, sağlıklı, hasta, her ülkede, her zamanda, her dönemde, her şartta… İnsan boş yere etrafındaki her şeyle boşluğu kapamaya çalışır, o şeylerden hiç biri ona yardımcı olmaz. Çünkü bu sonsuz boşluk ancak sonsuz olanla, yani Allah ile kapatılabilir’’ ‘’İyi bilin ki gönüller ancak Allah’ı anmakla huzur bulur’’ (Ra’d, 28)

‘’Öyleyse kalbinde çözülmeden kalan her şey için sabırlı ol. Cevapları şimdi arama. Cevaplar sana şimdi verilmez, çünkü sen henüz onlarla yaşayamazsın. Bu, her şeyi o an yaşama meselesidir. Şu anda soruyu yaşaman gerekir. Daha ileride, belki farkına bile varmadan, günün birinde kendini cevabı yaşarken bulacaksın.’’ (Rilke) Beynin kendi ile alakalı sorunlarda iki yüz civarında ilaç salgıladığı söylenir. Bütün hastalıklara çözümün bedenin içerisinde arayan yaklaşımlar da var. Hacı Bektaşi Veli’nin dediği gibi; ‘’Harâret nardadır sacda değil, Kerâmet baştadır tacda değil, Her ne ararsan kendinde ara, Kudüs’te Mekke’de Hac’da değil’’

Her şey insanın iç dünyasında olup bitmektedir, dışında değil. İnsan, evrenin yaratılış tarzını iyiye yorduğu gibi, yaşadığı hadiseleri de iyiye yormalıdır ki, olayların gidişatı yorumlara göre şekillensin. Dolayısıyla düzeltilmesi gereken ilk yer zorlu dış dünya değil, bakış açımız yani iç dünyamızdır. İnsan evrene nasıl bakıyorsa evren de ona göre şekillenir. ‘’Gözlemciye göre şekillenen evren modeli.’’ ‘’Ben kulumun zannına göreyim, beni nasıl biliyorsa ona öyle muamele ederim’’ (Kutsi hadis)

Bazen zafer mücadeleyi terk etmekte yatar. Bazı yaralar tedavi edildikçe büyür. Hücum eden arılarla uğraşıldıkça daha fazla saldırganlaşmaları ve onları dikkate almadıkça dağılıp gitmeleri gibi üzerinde yoğunlaştıkça büyür bazı mânevi ve psikolojik sorunlar. Yersiz korkular ve vehmi endişeler belâları davet eder ve dış tesirleri insanın üzerine çeker. Hz. Muhammed; ‘’Allah’ım senden sabır diliyorum’’ diyen Hz. Ali’ye ‘’Bu sözünle Allah’tan ağır bir imtihan istemiş oldun. O’ndan afiyet dile’’ buyurmuşlardır. Hz. Mevlana’da; ‘’Hasta değilken hastayım demeyiniz, hastalık taslarken gerçekten hasta olursunuz. Uydurma hastalık hastalığı çağırır ve sahibini kandil gibi söndürür’’ demiştir.

Dünya bir meşakkat diyarıdır. Burası, keyif alınsın, mutluluk içinde yaşansın diye değil, insanlığa hizmet ve Rabbe ibâdet için yaratılmıştır. Schopenhauer’in dediği gibi; ‘’Doğuştan getirdiğimiz bir kusur var: Hepimiz mutlu olmak için dünyaya geldiğimize inanıyoruz. Bu kusurumuzu gidermedikçe, dünya gözümüzde çelişkilerle dolu bir yer gibi görünecektir. Çünkü her adımımızda, ister büyük ister küçük bir şey yapmış olalım, dünyanın ve insan hayatının, insanların mutlu bir yaşam sürmelerine olanak verecek biçimde tasarlanmadığını anlayacağız… İşte bu yüzden neredeyse bütün yaşlıların yüzlerinde aynı ifâdeyi, aynı düş kırıklığını görmek mümkündür.’’ Ne çelişkidir ki; ‘’İnsan doğarken ağlar, yakınları ise sevinçten bayram eder.  İnsan ölürken, aslına kavuşacağı için bayram eder, yakınları ise yas içinde ağlar.’’ 

Unutma! Çölde susuz kalmış iki kişiden biri uzaktaki çeşmeyi gördüğünde diğerinden daha az acı çeker.  

1 Temmuz 2020 Çarşamba


YÛSUF SÛRESİ:

Yûsuf sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 111 âyettir.

Nüzul sebebi olarak, rivayet olunuyor ki Yahudi bilginlerden bazılarının Mekke müşriklerinin ileri gelenlerine, ‘’Muhammed’e sorun bakalım, İsrâiloğulları Mısır’a hangi sebepten dolayı geçmişlerdir, Muhammed buna ne diyecek?’’ diye sormaları gösterilmiştir. Nitekim ‘’Yûsuf ile kardeşleri kıssasında, soranlar için âyetler vardır’’ (Yûnus,7) âyeti buna işaret niteliğindedir.

Bir diğer nüzul/iniş sebebi olarak ‘’Mekke müşriklerinin, Resûlullah’a yaptığı ezâdan dolayı, daha önce Hz. Yûsuf’a kardeşlerinin duyduğu haset ve yaptıkları ezâya rağmen onun Allah’a teslimiyetini, Allah’ın ona ihsan ve ikramını anlatarak, Peygamberini teskin ve teselli etmek olduğu’’ söylenebilir. Bu sûrede kâmil olma yolunda bir kulun kat edeceği merhaleler anlatılır. Bu sûreyi Kur’ân âyetlerine dayandırarak özetleyecek olursak:

Yûsuf; Hz. Yâkub’un oğludur. Hz. Yâkub’un babası Hz. İshâk, dedesi Hz. İbrâhim’dir. Hz. Yâkub’un bir adı da İSRÂİL’dir (Âli İmran- 93, Meryem-58). İsrâil Allah’a doğru gece yapılan yolculuk anlamındadır (İsrâiloğulları adı buradan gelir). Yûsuf ve öz kardeşi Bünyamin’in annesi çok küçük yaşlarda vefât etmiştir. Babalarından 10 üvey kardeşleri daha vardır. Bunların yedisi hür olan teyzesinden, diğerleri de Yâkub’un iki cariyesindendir.

Yûsuf bir sabah babası Yâkub’a rüyasında on bir yıldız, ay ve güneşin kendisine secde ettiğini gördüğünü söyler. Babası bu rüyayı kardeşlerine söylememesini tembih eder. Çünkü Yâkub, Yûsuf’un kendisinin ve dedesinin mirasçısı olacağını ve kardeşlerinin de hasedini üzerine çekeceğini anlamıştır. Bu nedenle de Yûsuf’u gözünün önünden ayırmamaya başlar. Kardeşlerinin ise kıskançlıkları gün geçtikçe artar, kendilerini yiyip bitiren bu hased sonunda onları Yûsuf’a hücum etmeye zorlar. Aralarında Yûsuf’u öldürmek için bir plan yaparlar. Ancak Yehuda isimli kardeş Yûsuf’u öldürmeyip kör bir kuyuya atmayı, oradan geçen kervanlardan birinin onu oradan kurtararak uzak diyarlara götüreceğini böylece de ondan kurtulacaklarını söyler. Kardeşleri kabul eder ve babalarına yanlarına Yûsuf’u da alarak kıra gitmek istediklerini Yûsuf’un orada koşup oynayacağını, eğleneceğini söylerler. Yâkub buna izin vermez çünkü Yûsuf’u bir kurdun yemesinden korktuğunu söyler. Ancak kardeşleri onu koruyacaklarına yemin ederler. Yâkub Yûsuf’un da gitmek istediğini sezince onlara izin verir.

Birlikte yola çıkarlar. Kıra vardıklarında üvey kardeşleri Yûsuf’un üzerine çullanırlar ve aman diledikçe, onlara sığındıkça onu döverler. Üzerinden gömleğini çıkarıp kör bir kuyuya atarlar. Yûsuf bunları yaşadığında henüz on yedi yaşındadır. (On iki yaşında olduğu da söylenir)

Kardeşleri akşam gün batımında ağlayarak eve varırlar, Yûsuf’u bir kurdun yediğini söyleyip delil olarak da bir hayvanın kanını sürdükleri gömleğini gösterirler. Yâkub gömleği alır, onu yüzüne sürer ve gömlekteki kan yüzüne bulaşıncaya kadar ağlar. Sonrada ‘’Vallahi ömrümde bu kadar yumuşak huylu bir kurt görmedim. Yavrumu yediği halde üzerindeki gömleği parçalamamış’’ der. Bu ifâdesi ile söylenenlere inanmadığını beyan eder ve ‘’arttık bana düşen hakkıyla sabretmektir. Anlattıklarınız karşısında (bana) yardım edecek olan, ancak Allah’tır’’ diyerek sabra sarılır.

Rivâyete göre Yûsuf kuyuda üç gün kalır. Medyen yönünden gelip Mısır’a giden bir kervan Yûsuf’un içinde bulunduğu kuyuya yakın bir yerde mola verir. Kervandakiler su çekmek gayesi ile kovalarını kuyuya sarkıttıklarında Yûsuf ipe tutunarak kuyudan çıkar. Onu gören kervancılar sevinirler ve onu bir ticaret malı olarak görürler. Mısır’a vardıklarında da onu birkaç dirheme satarlar. Yûsuf’u satın alan kimse, ‘’Aziz’’ ünvanıyla tanınan (yani Mısır idaresini elinde tutan) maliye bakanı ve ordu komutanı Kıtfir’dir. Aziz’in Râil isminde bir eşi vardır ve lakabı ‘’Züleyha’’dır.

Yûsuf erginlik çağına gelince Züleyha onu baştan çıkarmaya, nefsinden murad almaya çalışır. Rabbinin ikâzı ve işareti olmasa o da Züleyha’ya meyledecektir. Ancak Allah’a sığınır. Yine böyle bir gün Züleyha kapıları kapatır, Yûsuf hızla uzaklaşırken Züleyha gömleğine asılır,  gömlek arkadan yırtılır. Kapıda Züleyha’nın eşi Kıtfir ile karşılaşırlar. Züleyha Yûsuf’u suçlar ve onun kendi nefsinden murad almak istediğini söyler. Kıtfir Yûsuf’un gömleğinin arkadan yırtılmış olduğunu görünce onun masum olduğunu anlar. Ancak Mısır’da dedikodular yayılır. Züleyha dedikodu eden Mısırlı kadınları evine davet eder. Ellerine meyve ve bıçak verir. Önlerinden Yûsuf’u geçirir. Yûsuf’u gören kadınlar onun güzelliği karşısında kendilerinden geçerek ellerini keserler. ‘’Haşâ Rabbimiz! Bu bir beşer değil. Bu üstün bir melektir‘’ derler.

Züleyha’nın Yûsuf’a karşı arzusu bitmez ve istediklerini yapmazsa onu hapse attırmakla tehdit eder. Yûsuf ‘’Rabbim! Bana zindan, bunların benden istediklerinden daha iyidir’’ diyerek hapse girmeye razı olur. Böylece Yusuf’un yedi yıl sürecek hapis hayatı başlar. Onunla birlikte hapse iki delikanlı daha girer. Bunlardan biri kralın şarapçısı, biri de ekmekçisidir. Ekmekçi Yûsuf’a gördüğü bir rüyayı anlatır. Yûsuf tâbirini yapar. Ancak ekmekçi aslında öyle bir rüya görmediğini söylemesine rağmen, rüya tabir edildiği gibi gerçekleşir.

Yûsuf’un rüyalar ile ilgili isâbetli tâbirleri Kralın kulağına kadar gider. Kral da bir rüya görmüş ve bu rüyasını kimse tâbir edememiştir.  Daha önce Yûsuf’a rüya tâbir ettiren iki delikanlıdan biri gelir ve Kralın gördüğü rüyayı anlatarak ‘’yedi zayıf ineğin yediği yedi semiz inek ile yedi yeşil ve yedi kuru başak hakkında bize yorum yap’’ der. Yûsuf rüyayı şöyle tâbir eder. ‘’Yedi sene eskisi gibi ekeceksiniz, biçtiklerinizi başağında bırakınız, biraz yiyeceğinizden başka. Sonra onun arkasından yedi kurak sene gelecek, önceki biriktirdiklerinizin birazını tohumluk olarak saklayınız az bir miktar hariç. Çünkü biriktirdiklerinizi yiyip bitirecek yedi kıtlık yılı gelecektir. Sonra bunun ardından bir yıl gelecek ki, o yılda insanlara (Allah tarafından) yardım olunacak ve o yılda (meyve suyu ve yağ) sıkılacaktır.’’ Kral yorumu çok isabetli bulur, bir elçi göndererek Yûsuf’u saraya davet eder. Yûsuf suçsuzluğu ispatlanmadan zindandan çıkmak istemez. Sonunda Züleyha suçunu kabul eder. Kral ’’onu bana getirin, onu kendime danışman yapayım’’ der.  Yûsuf suçsuzluğu ispatlanınca zindandan çıkar ve Kral’a ‘’beni ülkenin hazinelerine tayin et! Çünkü ben onları çok iyi korurum ve bu işi bilirim’’ der. Yûsuf henüz otuz yaşındadır.

Yûsuf Mısır’da sultan olduktan sonra babası ve kardeşlerinin yaşadığı Şam (Ken’an) ülkesinde kıtlık baş göstermiş açlık sıkıntısı başlamıştır. Yâkub Mısır sultanının adaletine güvenerek evlatlarını onun ülkesine erzak almaya gönderir. Kardeşleri Mısır sultanı Yûsuf’un huzuruna çıkarlar. Yûsuf’un kuyuya atılmasından, karşılaşmalarına kadar geçen süre ‘’kırk yıldır’’. Dolayısıyla onu tanımazlar. Oysa Yûsuf kardeşlerini tanır ancak tanıdığını belli etmez, ailesini sorar. Babası ve Bünyamin hakkında bilgi alır. İstedikleri erzakları fazlası ile verir. Ancak bir daha ki gelişlerinde kardeşleri Bünyamin’i getirmezlerse onlara erzak vermeyeceğini söyler. Kardeşleri Şam’a geri döner ve babalarına durumu anlatır. Babaları Bünyamin’i vermek istemez. Israrlar karşısında onlardan Bünyamin’i sağ salim getireceğine dair  ‘’Allah adına’’ söz alır ve râzı olur. Onlara ‘’oğullarım şehre hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin’’ diyerek öğüt verir.

Kardeşler yanlarına Bünyamin’i de alarak babalarının emrettiği gibi farklı kapılardan girerek Mısır’a varırlar. Yûsuf Bünyamin’i görür görmez onu bir kenara çekerek gerçeği açıklar ve onu yanında tutmak için bir plan yaptığını söyler. Bünyamin râzı olur. Yûsuf kardeşleri için develere erzak yüklerken kabını Bünyamin’in yükünün içine saklar. Sonrada kabının çalındığını, yüklerin aranmasını ister. ‘’Su kabı’’ Bünyamin’in yüklerinin içinden çıkar. Yûsuf Bünyamin’i hırsızlıkla suçlar. O zamanın yasalarına göre hırsızlık yapan kişinin cezâsı malı çalınan kişinin yanında alıkonmaktır.

Kardeşler Ken’an iline, babalarının yanına dönerler. Yâkub Bünyamin’in alıkonması haberini alınca sabrı savunur ama Yûsuf’un özleminden kör olmuştur. Evlatları bu duruma çok üzülür, Mısır’a geri dönerek babalarının durumunu anlatarak Yûsuf’tan kardeşlerini serbest bırakmasını isterler. Yûsuf kardeşlerine gerçek kimliğini açıklar. Kardeşleri af dilerler, Yûsuf da onları affeder. Üzerindeki gömleği çıkararak kardeşlerine verir. Gömleği babalarının üzerine atmasını, böylece gözlerinin açılacağını söyler. Kervan Ken’an ili için yola çıktığında Yâkub Yûsuf’un kokusunu almaya başlamıştır bile. Gömlek üzerine atılınca Yâkub’un gözleri açılır. Çocukları babalarından özür diler. Yûsuf hepsini Mısır’a davet eder. Büyük değer vererek onları karşılar. Anne (teyze) ve babasını büyük bir kürsüye oturtur. Hepsi ona secde ederek onu selâmlarlar. Yûsuf’un gördüğü rüya gerçekleşmiştir. Allah’ın lütfu ve koruması için şükreder ve O’na teslim olarak ölmeyi ve Sıddıklardan olmayı niyaz eder.

Kur’ân’da üç büyük sûre; Allah’ın, Peygamberimiz’in ve insanın sırrını açıklar. Sûre-i Rahman ilâhi sırları, Yâsin sûresi efendimizin hikmetlerini, Sûre-i Yûsuf insanın esrarını dile getirir. 

Kur’ân’ın üç kısa sûresi de bu önemli üç konuyu özet hâlinde vermektedir. İhlâs sûresi Hakk’ı, Kevser sûresi Peygamberimiz’i, Asr sûresi de insanı anlatmaktadır.

Yûsuf sûresi açıklanması en zor üç sûreden biridir (diğerleri Asr ve Tin sûresi). Bu sûrenin bâtınî anlamda açıklaması pek çok değerli mutasavvıf tarafından ele alınmıştır.

Yûsuf sûresinin bütününe baktığımızda bir kulun kâmil olma yolunda kat edeceği merhalelerin semboller ile anlatıldığı kolayca anlaşılmaktadır. O halde öncelikle bu sembollerin ne olduğu anlaşılmalıdır.

Bismillahirrahmanirrahim deyip başlayalım.

Hz. Yâkub Aklı-ı Küll/rûh, Hz. Yûsuf istidatlı kalptir (gönül).

Züleyha ise Hz. Yûsuf’un nefsidir (Nefs-i Levvâme).

Yûsuf rüyasında on bir yıldız, güneş ve ayın kendisine secde ettiğini görür. On bir yıldız Yûsuf’un kardeşleri, güneş ve ay anne-babasıdır. Kardeşlerinden biri idrâki/düşünce gücünü temsil eden Bünyamin, diğer kardeşler nefsinin olumsuz sıfatlarıdır.

Aslında on bir yıldız, insanın kalbinin emrinde olan on bir yüce güzelliği temsil eder. On bir yıldızın temsil ettiği bu güzellikler; Cömertlik, vefâ, gayret, sıdk, cesaret, verâ, hayâ, merhamet, teslimiyet, ihlâs ve idrâktir.   Yûsuf’un üvey kardeşleri olarak anlatılan on yıldız kötü huylar yani hayvanî kuvvetler olup (cimrilik, kin, tembellik, şüphe, korkaklık, ihtiras, şehvet, zulüm, kararsızlık, gurur) gönüldeki bu yüceliklerin insanın kendi tarafından saptırılmış hâlidir. Burada on birinci öz kardeş olan Bünyamin idrâki temsil eder ve değişmez.

Kardeşlerin Yûsuf’u babalarından kıskanması, nefsin rûhun kalbe yakınlığını kıskanmalarıdır. Yine babanın Yûsuf’u kardeşlerinden koruması, rûhun kalbi nefsin on kötü hasletinden uzak tutmasıdır. Yâkub Yûsuf’u kurdun yemesinden korkmuştur. Çünkü dünya hırsı insanın gönlünü şeytana kaptırmasına sebep olur. Kurt burada şeytanı temsil eder.  Ayrıca belâ dile dayalıdır denir. Ağızdan çıkan başa gelir.

Kardeşlerinin Yûsuf’a karşı yaptıkları hainlik ve onu kıskanmaları (on kardeş onun nefsinin saptırılmış sıfatlarıdır), Peygamberlerin başına gelen küçük günahlardandır. Bunun hikmeti şudur ki, dünya halkı, bir ve tek olan Allah’ın kusursuz, diğer her şeyin kusurlu olduğunu bilsin. Peygamberlerin Allah tarafından Peygamberlikle görevlendirildikleri andan itibaren  ‘’ismet’’ yani günah işlememe şartı aranır. Bundan önce böyle bir şart aranmaz.

Yüce Allah Yâkub’u Yûsuf’a karşı kalbinde beslediği sevgiden dolayı imtihan etmeyi dilediği, daha sonra imtihanının çok ağır olması için Yûsuf’u kendisinden uzaklaştırdığı da söylenmektedir. ‘’Yâkub Yûsuf’u sevince olanlar oldu, birbirlerinden ayrılıverdiler. Bu tür olaylar Peygamberler, Veliler ve Hak sevgililerinin kıssalarında çoktur. Çünkü Allah gayyurdur (kıskançtır), onların kalplerini Kendisinin dışındaki her şeyden temizlemiştir.’’

Allah’ın kulları arasında uyguladığı âdeti şudur: Kula yetki ve imkân ancak imtihandan sonra verilir. Teselli, ancak hüzünden sonra gelir, izzet, ancak zilletten sonra elde edilir. Bulmak da kaybetmekten sonra olur. Allah kullarını üç nedenle imtihan eder: 1). Kulun cezâsını dünyada vermek için. 2). Kulun içindekini dışarı çıkarıp Rabbi katındaki durumunu insanlara göstermek için. 3). Kulun değer ve yakınlığını kendi katında arttırmak için. Şüphesiz aslında bu bir ikramdır. Kardeşleri zâhirde Yûsuf’a kötülük yapmış gibi gözükse de aslında ona iyilik yapmışlar, onlar Yûsuf’un saltanat ve izzete ulaşmasına sebep olmuşlardır.

Kuyuya atılan Yûsuf, ancak kuyuya sarkıtılan kovanın ipine yapışarak çıkmıştır. Peygamber ve veliler, Allah’tan gelip Allah’a giden kervanlar ve kafilelerdir. Kendinde Rabbani bilgiler ve bilkuvve ilâhi insanlık kemâlleri bulunan Yûsuf da tabiat zindanında hapsedilmiştir. Dünya âhiret konaklarından bir konaktır. Kova, insanlara inen Allah kitabıdır. Kervancıların (Peygamberlerin) kovayı sarkıtmaları, insanları Allah’ın kitabına davet etmektir. Ona yapışmak, o kitabı getiren kimseye inanıp onu kabul etmek demektir. Ama kuyuda olan kurbağa, çiyan, akrep, yılan ve daha kuyuda yaşayan diğer haşerelerden biri ise, o sarkıtılan ipe asılmaz, ona yapışıp kuyudan çıkmak istemez. Çünkü insanların bazılarının rûhları güzel ve yüksek meşreplidir, bazılarının rûhları habis ve alçak meşreplidir. Hiç davet kabul etmez.

Tekâmül kuyunun dibinde başlar. Çünkü kuyunun dibi mânevî hastalıkların başladığı devreyi anlatır. Nefis yavaş yavaş bu hastalıklara karşı bir gücü olmadığını hisseder, kendini temizlemek ve egosundan kurtulmak için gün ışığına çıkmaya çalışır. Bunun için çalışıp çabalar. Çalışıp çabalama da Allah’ın takdiriyledir.

Yûsuf’un kardeşlerinin kıskançlığından kurtulması üç gün kuyu zindanı iken, Mısır krallığına layık olması yedi yıl zindan olmuştur. Mümin için anne ve babasının güzelliğini görme zindanı dokuz ay iken, evveli ve ahiri olmayan Allah’ı görmenin değeri kabir zindanında kalmaktır.

Yâkub’un gözyaşları, Yûsuf’u kaybedip tekrar kavuşuncaya kadar geçen kırk yıllık zaman içinde hiç dinmez. Ne zaman ki bir yaratılmışa ağladığı için Hakk’ın şiddetli azarına maruz kalır, artık Yûsuf’un adını anmaz. Yâkub’un bir yaratılmış için ağladığından dolayı gözleri görmez olmuştur. Dâvud, Yâkub’dan daha fazla ağlamış ama gözleri kör olmamıştır. Çünkü onun ağlaması Allah içindir.

Yâkub niçin gözlerini kaybetti denilirse:  Yâkub’un âmâ olması oğullarını gördükçe üzüntüsünün artmaması ve Cemâlullah’ı seyretmesi içindir. Hz. Peygamber’e Cebrâil’den, Cebrâil’e Rabbinden rivâyet ettiğine göre yüce Allah: ‘’Ey Cebrâil! İki gözünü aldığım kişinin mükâfatı nedir bilir misin ?’’ buyurmuş. Cebrâil de, ‘’Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Senin bildirdiğinden başka hiçbir bilgim yoktur’’ demiştir. Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurmuş: ‘’Onun mükâfatı, cennetimde ebedi kalmak ve cemâlimi seyretmektir.’’

Gerçekte körlük, kalbin görme kabiliyetine sahip olmamasıdır. Bu nedenle ‘’Yâkub’un gözleri ağardı’’ denilmiştir.  ’’Allah’ın yüzünü ilk görecek olanlar âmâlardır.’’  Hz. İshâk, Hz. Yâkub ve Hz. Şuayb âmâ Peygamberler’dendir. 
         
Hz. Peygamber; ‘’Ben size ağlamayı yasaklamadım. Yasakladığım sevinç ve üzüntü anında atılan çığlıktır’’ demiştir. Bu da gösterir ki, musîbet zamanında üzülmek ve ağlamak caizdir. Çünkü şiddetli acı zamanında insan kendini tutmaya pek az muvaffak olabileceğinden dolayı, bundan büsbütün kendini engellemesi elinde olmayabilir. Bu da mükellefiyeti gerektiren bir husus değildir. Çünkü teklif, gücün yettiği yere kadardır. Yasak olan mukadderata (kadere) dil uzatacak sözler sarf etmektir. Yâkub Allah’a bir an bile suizan etmemiş, gamını kederini hep içine atmıştır. Aslında rûh kalbi kaybedince onun hasretiyle yanıp kör olmuştur. Ancak Yâkub sabredicidir. Gönlün başına bir iş gelince, o işi çözmek yerine sabır gösterip Allah’a yalvarmak o sorunun daha çabuk hallolmasını sağlar.  Bir kimsenin bir şeye ihtiyacı olur da dua etmek isterse önce Allah’ı methetmelidir.

Yûsuf’un (kalbin) Züleyha’ya (nefse) yönelmesi ise kalbin henüz hâlinde kalıcılık kazanmadığı ve istikâmete kavuşmadığı için ona meyletmesi demektir. Gönül nefsi, nefs de gönlü arzulamaktadır. Vesvese ve boş düşünceler bütün kalplere gelir, fakat mutmain nefsin onu giderme kuvveti vardır. Bazen gelen düşünceler, tek ve kahhar olan Allah’ın takdir ettiği şeyi kalpte uygular. Allah’ın emri, olması muhakkak bir kaderdir.

Yusuf’un gömleğinin arkadan yırtılması, kalbin nefse bakan yönü olan arka taraftan zarara uğradığını anlatır. Rûh nûrunu kalbin üzerine düşürürse kalp rûha yönelir ve nûr kalbi istila eder, kalp nefsi egemenliği altına alır. 

Züleyha’nın Yûsuf’a Mısırlı kadınları çağırıp ‘’çık karşılarına’’ demesi, nefsin kendi irâdesiyle kalbin nûruyla parlamak istemesi, kalbin ortaya çıkmasını dilemesi anlamındadır.

Yûsuf’un zindana girmek istemesi, aslında halvete girmek istemesidir. Böylece kalp nefsin istilasından korunacaktır.

Yûsuf ile zindana giren iki delikanlıdan biri Kral’ın ekmekçisi, diğeri şarapçısıdır. Ekmekçi nefstir çünkü ekmek dünya taamıdır (gıdası). Şarapçı ise muhabbet gücüdür çünkü şarap aşk ve muhabbeti anlattığı için cennet taamıdır. Nitekim ekmekçinin (nefs) görmediği halde gördüm dediği ve Yûsuf’a tevil ettirdiği rüyası, Yûsuf’un tevil ettiği gibi gerçekleşmiş ve ekmekçi çarmıha gerilerek öldürülmüştür. Ekmekçinin ölmesi hevânın ölmesidir.

Kralın gördüğü rüyanın tevilinde geçen bolluk ve kıtlık kavramları, mânevi âlemdeki feyizlerin ve duraklamaların ifâdesidir. Yine burada çok önemli bir mesaj, tohumluk saklanması ifâdesidir. Tohum, îman tohumudur. Îman tohumunu taşımaz isek yokluğa mahkûm oluruz.

Yûsuf tamamen haklılığı ispat edilmeden zindandan çıkarılma teklifini kabul etmemiştir. Çünkü nefs belli bir seviyeye gelmeden sıkıntıdan kurtulursa bunun ona faydası olmayacaktır. Hz. Peygamber’in  ’’Yûsuf’un yerinde olsaydım, davetçinin davetine uyar zindandan çıkardım’’  sözü onun kemâl noktasında olmasından ve nefsine uyma korkusu olmamasındandır. Âyet 53;  Kûr’an’ı Kerim’de Nefs-i Emmârenin her insanda bulunduğunu, nefs yükselse bile tekrar emmâre makamına düşebileceğini vurgular. Yûsuf ‘’ Nefs kötülüğü emreder, Rabbimin korumasa olmasa’’ diyerek korunduğunu söyler. Eğer iyi bir davranışı kendimiz yaptık sanıyorsak, bu nefs-i emmârenin bir oyunudur. Züleyha’nın Yûsuf zindandayken suçunu itiraf etmesi, nefsin mutmainne makamına ulaşması, saf aşka dönüşmesi, suflî taraftan ulvî tarafa yönelmesi demektir.

Allah’ın izniyle kulda tecelli eden ve onun tekâmülünü sağlayan iki güç vardır; nefsi ve muhabbeti. Nefsi insanı daima aşağı çeker, tâ ki o nefsin yokluğunu öğrenene kadar. Muhabbeti ise herkesi sevmesine ve muhabbet göstermesine sebep olur, tâ ki Allah’ın muhabbetine lâyık olana kadar.

Fenâ bulma süreci sona erince, mahpusluk müddeti dolunca, Yüce Allah onu kendi hayatıyla diriltti, zâtından ve sıfatlarından ona bir hayat bahşetti. Bu da vahdetten kesrete dönüştür. (Fenâ Allah’a hareketin sonu, bekâ Allah’ta hareketin başlangıcıdır)

Kral ‘’faal akla’’ işarettir. Yûsuf’un Kral’a ‘’Beni ülkenin hazinelerine tayin et! Çünkü ben onları çok iyi korurum ve bu işi bilirim’’ demesi, kıymetlerin/hazinelerin ancak gönül tarafından korunabileceğinin anlatımıdır.

Bünyamin’in çalmakla suçlandığı Yûsuf’a ait ‘’su kabı’’ ilmin elde edilmesinin aracı olan istidat gücüdür. Yâkub’un dininde hırsızlığın cezâsı, hırsızın kendisini, çaldığı malın sahibine teslim etmektir. Mal sahibi, o hırsızı mal edinir ve yanında alıkoyabilir. Yûsuf da (kalp) böylece Bünyamin’i (istidat gücünü) alıkoymaya hak kazanır. Bu Hz. Âdem’in hikâyesidir. Âdem de Allah’a ait elmayı çalmıştır. Allah Âdem’e elmayı çaldırtmıştır. Çünkü onu kendi mânâsının daima yanında tutmak istemektedir. Allah Âdem’den tecellî etmektedir.

‘’Yûsuf bu hileyi Allah’ın vahyi ve takdiriyle yapmıştır. Haram olmasına rağmen bazı durumlarda yalana izin verilmiştir. Hatta yalanın bazen doğrudan daha hayırlı olduğu vurgulanmıştır. Örn: İki hasmın arasını düzeltmek için, savaş halinde ve ailenin menfaati için adamın karısına, kadının kocasına yalan söylemesine izin verilmiştir.’’ (İmam Gazali)

Yâkub’un ‘’evlatlarım hepiniz bir kapıdan girmeyin’’ demesi, bir tek fazilet yolunda gitmeyin, tek yönlü inançlardan çok, bütün inançlara hürmet edin. Kendi yolunda sabit olup, diğer bütün yollara hürmet et anlamındadır. Hakîkat budur.

‘’Yûsuf (kardeşleri için) dedi ki; Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi affetsin.’’ Devamlı kötülüğü emreden (emmâre) nefsin sıfatı, kendini savunmak, noksanlıklarını ve utanç sebebi olacak şeyleri kendinden uzaklaştırmaktır. Mutmainne hâlindeki nefsin sıfatı ise hâlini Allah’ın bilmesiyle yetinmek ve Allah tarafından takdir edilen şeylere rızâ göstermesidir. Mutmainne nefis, kendisinde intikam alma ve kendini savunma duygusu harekete geçtiğinde, onu içinde gizler, ortaya çıkarmaz. Geçmiş günahları yüze vurmamak, af ve bağışlanmanın tam olduğuna işaret eder. Zulme uğrayanın helâllik vermesi, ilâhi mağfiretin ön şartlarından biridir.

Şâzelî Hz. der ki; Gönlünü mâsivadan çekip tamamen Allah’a veren dervişin temel edepleri şu dört şeydir: Büyüklere hürmet, küçüklere merhamet, kendine karşı insaflı olmak ve nefsi adına intikam almamak. Derviş nefsi adına intikam almaya kalkıştığı zaman, Rabbi ile yaptığı sözleşmeyi bozmuş olur. Bu durumda tövbe etmesi gerekir.

Allah, Tâhâ sûresi 44. âyette Firavun için ‘’ona yumuşak söz söyleyin’’ diyerek insanın kendi nefsine dahi hilimle muamele etmesi gerektiğini söyler (Firavun Mûsâ’nın nefsidir). Tekâmül için nefsi aşırı suçlamadan muamele kâmil insanın görevidir. Zirâ kemâl arttıkça hilim (yumuşaklık) artar.

Yusuf anne ve babasını bağrına bastı. Onlar Mısır’a girdiklerinde yetmiş iki erkek ve kadından ibârettiler. Yâkub ve kardeşlerinin Yûsuf’un yanına girmeleri, istikamet hâli olan sadr makamına ulaşmaları demektir.  Çünkü Yûsuf’un yanına varmak vücut içinde birliğin oluşması ve kalbin hâkim olması demektir. Anne ve babanın tahta oturtulması diğerlerine göre külli aklın ve tekâmül etmiş nefsin tüm his ve kuvvetlerden daha yüksek derecede olduğunu anlatmak içindir.

Yâkub’un üzerine atılarak gözlerinin açılmasını sağlayan gömlek, Cebrâil’in (a.s.) Hz. İbrâhim ateşe atılmışken cennetten getirip ona giydirdiği gömlekti. Bu gömlek İbrâhim’den Yâkub’a miras kalmış, Yâkub da bu gömleği muska yaparak Yûsuf’un boynuna asmıştı. Yûsuf kuyudayken Cebrâil onu kuyudan çıkartıp ona giydirmişti. Bu gömlek aslî  fıtrat nûruna işarettir. Gömlek aynı zamanda Hakikat-i Muhammedi’nin vücuttaki zuhûr anını temsil etmektedir. Bu da ancak ezeli nasibi bile olsa kalbin cem haline ulaştığını gösterir.

Yâkub için Yûsuf’u temâşâ etmek (seyretmek), Hakk’ı temâşâ etmek yoluyladır. Yâkub Yûsuf’u baş gözüyle her gördüğünde, sır gözüyle Hakk’ı temâşâ ediyordu. Bu sebeple, Yûsuf’u temâşâ etmekten perdelenince, kalbi de Hakk’ı görmekten perdelendi. Yâkub’un bütün endişe ve kederi, Hakk’ın müşâhedesini yani AYNA’sını kaybetmiş olmasıydı. İşte bu sebeple onu tekrar gördüğünde secde etti, çünkü kalbi artık Hakk’ı müşâhede ediyordu. Secde sadece Hakk’a yapılır.

Yûsuf’un Yâkub’u görmesi Akl-ı Küll’ün vücutta tecellî ettiğini gösterir. Yâkub külli aklın yani diri rûhun temsilcisi olduğu halde, nasıl oluyor da Yûsuf için kör oluyor denilirse, aklın körlüğü ancak kalbin aydınlanmasıyla giderilebilir.

Kral’ ın Yûsuf ile Züleyha’yı evlendirmesi nefsin tekâmül etmesiyle hazlardan yararlanması demektir. Nefs kalbe boyun eğmiştir. Züleyha evlendiğinde bakiredir bu da nefsin güzelliğinin işaretidir. Ki bu evlilikten iki çocukları doğar. İLİM ve ÂMEL.

Yûsuf ’Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da âhiret de de benim sahibimsin. Beni Müslüman olarak öldür ve beni Salihler arasına kat’’ diye duasından sonra Allah rûhunu Tayyib ve Tâhir olarak kabzetmiştir. Gerçi İslâmiyet’ten önce gelen hak dinlerin inananları Müslüman kabul edilir. Ancak burada Yûsuf’un ‘’Benim canımı Müslüman olarak al’’ demesi ayrı bir hikmeti temsil eder.
 
Bir kul, fazlaca amel içinde ve kemâl makamında terakki halinde ise onun bu dünyada kalmayı temenni etmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü o, ebedi kalacağı yeri için daha fazla azık hazırlama imkânına sahiptir. Kul amelde noksanlık içinde ise veya kemâl hâlinden sonra hâlinde bir noksanlık olmasından korkarsa, onun bu dünyadan gitmeyi istemesinde bir sakınca yoktur.

Hâdis-i şerifte ‘’Âniden ölmek, Allah’ın kula gazap alâmetidir’’ buyurulmuştur. Mümin helâllik almadan, tövbesini yenilemeden, nefsine toparlanma fırsatı vermeden gaflet üzere Rabbine kavuşmasın diye, âniden ölmek hoş görülmemiştir. Rivâyet göre Hz. İbrâhim, Hz. Dâvut ve Hz. Süleyman âniden ölmüşlerdir. Dolayısıyla bu tür ölümün, sâlihlerin ölümü olduğu da söylenir. Kimseyle hak hukuk ilişkisi kalmamış, tamamen hazır kimseler için böyle bir ölüm kolaylık ve rahmettir.

Âyette geçen ve Yûsuf’un aralarına katılmayı temenni ettiği Sâlihler de Allah’ın kulları arasında en üst mertebeye sahip olduğu kimseler olduğu gibi salah ve iyilik onların en üstün niteliğidir. Kadınların ulaşabileceği son mertebe de, sıddıklık makamıdır. Sıddık: Doğru sözlü, asla yalan söylemeyen, sözünde duran, gerçeği konuşan, güvenilir olan anlamındadır. Meryem, Âsiye, Hatice, Fâtıma ve Âişe bu mâkâma erişenlerdendir. ‘’Senden önce de şehirler halkından kendilerine vahyettiğimiz bir takım erkeklerden başkasını (peygamber) göndermedik’’  (Yûsuf, 109) âyeti hiçbir kadın peygamber gönderilmediğinin işaretidir. 

Yûsuf dedi ki: ‘’Ey babacığım! İşte bu daha önce (gördüğüm) rüyanın tevilidir. Rabbim onu bana hak olarak gösterdi’’ âyetinde belirtildiği gibi, Allah Hz. Yûsuf’da tevil ya da rüya tâbiri (hâdiselerin tâbir edilmesi) kabiliyetini tecellî ettirmiş, böylece de mübârek ismi rüya tâbiri ile birlikte anılmıştır. Tevil, bir şeyi evveline götürmek demektir. Dolayısıyla İslâm kaynaklarında tevil, Kurân’ın dış sûretinin örtüsünü kaldırarak, bunun altındaki ezeli iç mânâyı ortaya çıkarma, ilk mânâsına döndürme kabiliyetidir. Tevil, nefsin ilmidir. İbnü’l Arabî Hz. göre tahayyül edilen her şey tâbir edilir, meselâ rüya öyledir. Her söz tâbir edilir ve tevil edilir. Öyleyse âlemde tevil edilmeyecek söz yoktur. ‘’Hâdiselerin tevilini öğrensin diye…’’ (Yûsuf, 21) Bir sahih hadiste ‘’Müslümanın rüyası, anlatmadığı sürece bir kuşun ayağındadır. Rüyasını anlatınca gerçekleşir’’ buyrulmuştur. Rüya kerâmet çeşitlerinden biridir. Bir kişi gördüğünün rüya değil gerçek olduğunu sanırsa, işte gerçek rüya budur. Bazı rüyanın mânâsı açıktır, tâbire ihtiyaç duymaz. Bazı rüyaların mânâsı gizlidir, tâbire ihtiyaç duyar. Rüyayı tâbir edecek kimsenin de ilim, ferâset ve çokça ilhama ihtiyacı vardır. Rüya tâbirleri, rüyanın şekline göre değil, rüyayı görenin hakîkatine göre yapılmalıdır. Bunu da ancak kâmil insan yapabilir. Rüya tâbiri ilmi, müstakil bir ilimdir. Allah, Hz. Yûsuf’a bu ilimden büyük bir pay vermiştir.

Üzücü rüyalar şeytandan veya kişinin uyanıkken yaptığı iç konuşmalardan oluşur. Böyle rüyalara güvenilmez. Güvenilmese bile bu tarz bir rüya tâbir edildiğinde, bir hükmü olur ve bu hükmün onun adına (kendisinden değil) tâbirin gücü nedeniyle ortaya çıkması kaçınılmazdır. Rüyayı yorumlayan kişi, kendisini anlatandan (alarak) hayalinde tasavvur etmeksizin tâbir edemez. Tasavvur ettiğinde ise rüyada görülen bu sûret, rüyayı gören kişinin algısından, tâbircinin hayaline geçirir. Tâbirci için bu rüya, artık bir iç konuşması değildir ve zâtında resmedilmiş gerçek bir sûret hakkında hüküm verir. Böylelikle rüyanın hükmü ortaya çıkar (Böyle rüyaların anlatılmaması tavsiye edilir). Yûsuf’a zindanda iki arkadaştan birinin anlattığı rüya gerçek değil, yalandı. Ancak anlatılan rüya yalan da olsa Yûsuf’un hayalinde bir sûret oluşturmuş ve sonunda gerçekleşmişti.
 
İnsan suflî cihete yönelince nefsani ve şeytani rüyalarda artış olur. Bu rüyalar da kişinin bilinçaltını, nefsin hastalık ve bağımlılıklarını göstermesi bakımından önemsiz değildir.

Hakîkat dilinde rüya, sâdık olanların adıdır. Sâdık rüya, Allah tarafından doğrudan doğruya veya bir melek aracılığıyla meydana gelen ilâhi bir telkindir ki, asıl rüya, hak ve gerçek rüya budur. Bir diğeri de kendinden kendine yapılan telkin ile meydana gelen görüntüdür ki, geçmişten gelen hatıra birikimlerinin yeni baştan hayal edilmesinden başka bir değer taşımaz.  Ayrıca şeytani bir telkin ile meydana gelen zihinsel görüntüler vardır ki, bilinmeyen bir dış etkenden etkilenerek meydana gelir. Fakat yalan bir çağrışım ve tahayyülden ibâret olarak kalır. Yalan rüyalara ahlâm (Hulüm) denilmektedir. Rüya ahlâm’ın zıddıdır.

Hz.Yâkub vefat ettiğinde yüz kırk yedi yaşındaydı. Yûsuf babasından sonra yirmi üç sene daha yaşadı ve yüz yirmi sene ömür sürdü.

Yûsuf’un vefatından sonra Mısır’da hanedan değişikliği olmuş, iktidar Amelika’dan çıkmış, Firavunlar’a geçmiştir. İsrâiloğulları da Hz. Mûsâ’nın Peygamber olarak gönderilmesine kadar Firavunlar’ın elinde esir kalmıştır. Hz. Yûsuf İsrâiloğulları’ndan ilk Peygamberdir.

Yûsuf sûresi 108. Âyet, (Hayal ve gerçeğin bir olduğunu ifâde eder) ‘’(Resûlüm!) De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben Allah’a çağırıyorum, ben ve bana uyanlar aydınlık bir yol üzerindeyiz……..’’ De ki! İşte bu yol tevhid yoludur. Bana has yolumdur, sadece ben bu yolu izliyorum. ‘’Ben….çağırıyorum’’  bütün sıfatlarla tek zâta davet ediyorum. ‘’Ben ve bana uyanlar’’ bu yolda benim peşimden gelenler ki bu yola davet eden herkes bana tâbi olanlar arasında yer alır. Ben O’nunlayım, Ben O’nda fenâ bulmuşum. Dolayısıyla kendi yoluna çağıran O’dur.  Kaynak: Cemâlnur Sargut, Aşkın Hikâyesi/Yûsuf’un sûresi

(*) Yûsuf sûresi başta da belirtildiği gibi bir kulun kâmil olma yolunda geçirdiği gelişim aşamalarını anlatır. Konuya bütünsel olarak bakacak olursak, Kur’ân’da geçen bütün Peygamber’ler kalbi sembolize eder. Bir önceki Peygamber (Örn. baba) ise rûhtur. Her Peygamberin karşısında nefsi sembolize eden, ona muhalif anlayışta farklı bir görüş vardır. Örn. Âdem’in karşısında İblis, Mûsâ’nın karşısında Firavun, Hz. Muhammed’in karşısında Ebû Cehil vardır. Kalp yaratılışı gereği hâlden hâle geçer ve yine yaratılışı gereği zaman zaman bir ulvî taraf olan rûha, bir suflî taraf olan nefse meyleder. Nitekim Hz. Yûsuf’un vefâtından sonra hâkimiyet Firavun’ların eline geçmiştir. Yani kalp tekrar nefse yönelmiştir. Bu tekâmül süreci Âdem döneminden başlar, ne zaman mı biter? Hz. Îsâ doğana kadar. Îsâ’yı doğuran Peygamber’in Sâfiye makamındaki nefsi olan Meryem’dir. Rûhullah olan Hz. Îsâ’nın doğumuyla vücuda rûh hâkim olur. Senlik benlik kalmaz. Sâfiye makamındaki nefs rûh makamına ulaşır.

Seyrü sulûk içsel bir yolculuktur. Din de yoldur. Son din İslâmiyet yani Müslümanlıktır. Müslümanlık da teslimiyet yani rızâ makamıdır. Rızâ,  kulun Allah’tan râzı olduğu son makamdır (Râdiye). Onun üzerinde Allah’ın kuldan râzı olduğu Merdiye, Mertlik makamı vardır. Onun da üzerindeki makam sadece Hz. Muhammede ait olan Sâfiye makamıdır.

Hz. Peygamber bu tekâmülü tamamlamış, son başa dönmüştür. Her kul da ezelde kabul ettiği rolü ve istidadı ölçüsünde bu tekâmülden pay alacaktır. Allah nasip etsin. Sadakallahül Azim.