13 Aralık 2020 Pazar

 

HZ. SÂLİH:

(Hz. Sâlih; Hz. Âdem, İdris, Nûh ve Hûd kavminden sonra gelen 5. peygamberdir. Her peygamber kavmine bir mucize ile gelir. Örn: Hz. Mûsâ’nın mucizesi sihir, Hz. Îsâ’nın ölüleri diriltme, Hz. Muhammed’in mucizesi Allah kelâmı ve kâdim olan Kur’ân-ı Kerîm’dir. Hz. Sâlih’in mucizesi ise sert bir kayadan dişi bir deve çıkarmasıdır. Kayanın açılması bir Fetih’tir (açma, açılış)  ve bu nedenle Sâlih (a.s.) ‘’Fütûhiyye hikmeti’’ nin sahibidir. ‘’Fütûh’’ hiç beklenmeyen bir şeyden bir şeyin çıkması anlamındadır. Burada sözü geçen dişi deve ‘’Allah’ın devesi’’, hakîkati simgeler.  Sâlih (a.s.) önce kendi kalbindeki hakîkatini ortaya çıkarmış, Allah’da ona kulların kalplerindeki hakîkati ortaya çıkarma görevini bahşetmiştir. Hz. Sâlih mürşid makamıdır.

Kayadan çıkan dişi deve Sâlih’in rûhaniyeti, Semûd kavmi ise nefsaniyeti, duyuları ve maddi arzularıdır. Rûh ve nefsin Sâlih’in bedeninde bir denge içinde yaşaması ve neticede birleşmesi gerekirken nefs-i emmâre Semûd’undan bir grup (9 kişi), dişi deveyi öldürür. Dişi devenin öldürülmesi Sâlih’in gönlününün kırılmasıdır. Kulun bâtını rûh, rûhun bâtını Hakk’tır. Allah  isyankâr kavmi helâk eder. Aslında yok edilen vücut içindeki nefsin olumsuz sıfatlarıdır. Hz. Sâlih kendisine inananlarla birlikte Mekke’ye göç eder. Mekke kalp makamıdır.)

Peygamberler tarihinde bazı peygamberler ile adeta özdeşleşmiş, o peygamber anıldığında hemen akla gelen çeşitli nesneler ya da olayla vardır. Hz. Nûh ile gemi, Hz. İbrâhim ile ateş, Hz. Yûnus ile balık, Hz. Mûsâ ile âsâ gibi… Hz. Sâlih de Kur’ân’ı Kerîm’de, ‘’Allah’ın devesi’’ diye ifâde edilen bir deve ile özdeşleşmiştir. Yine Kur’ân’ı Kerîm’de bildirildiğine göre insanlar, Allah tarafından ya müstahak oldukları için ya da samimiyetlerinin ortaya çıkması için çok farklı şekillerde imtihan edilmiştir. Örn. Hz. Mûsâ’ya tabi olan İsrailoğulları bir sığır/bakara ile imtihan edilmiş ve Kur’ân’da bu olay ‘’Bakara sûresinde’’ uzun uzun anlatılmıştır. Hz. Sâlih’in kavmi olan Semûd da bu şekilde imtihana uğrayan bir kavimdir.

Kur’ân’ı Kerîm’de Semûd kabilesine peygamber olarak gönderildiği bildirilen Hz. Sâlih’in (A’raf, 73; Neml, 45), kavminin en itibarlı ailesine mensup olduğu rivayet edilir. Şeceresi İslâm kaynaklarında (Nûh oğlu Sâm oğlu İrem oğlu Âmir oğlu Semûd oğlu Hâzir oğlu Ubeyd oğlu Mâşih oğlu Esif (Âsif) oğlu Ubeyd oğlu Sâlih şeklinde) Hz. Nûh’a bağlanır. Sâlih peygamber kendi milleti arasında, hastaları ziyaret eden, zayıfları ve yoksulları gözeten, hayır işleriyle uğraşan bir kişi olarak tanınır. Ayrıca ‘’geleceğe dair kendisinden ümit beklenen bir kişi’’ olarak tanımlanır. (Hûd, 62)

Semûd kabilesinin kökenine ilişkin çeşitli görüşler vardır. Bazı şarkiyatçılar (Doğu bilimi) Semûd’un bir Yahudi kabilesi olduğunu ileri sürmüştür. İslâm kaynaklarında Semûd, Hz. İsmâil’den önceki dönem de yaşayan ve Arabü’l-Ârabe (hâlis Arap) diye isimlendirilen, soyu kesilmiş eski Arap kabilelerinden biri olarak anılır. Âd kavmiyle aynı soydan olan kabile mensupları Sâm’ın oğlu İrem’de birleşirler ve Âd kavminin bakiyesi olduklarından ikinci Âd (Âd-ı uhrâ) olarak da bilinirler.

Suriye ile Hicaz arasındaki Hicr’de yaşadıkları için (A’raf,73-79) Kur’ân’da ‘’Ashâbü’l Hicr’’diye anılırlar (Hicr, 80). Hicr, Arap yarımadasının kuzeybatısında Medine-Tebük yolu üzerinde Teyma’nın yaklaşık 110 km. güneybatısında, içinden Hicaz Demiryolu’nun geçtiği sarp kayalıklarla çevrili vadinin ve bu vadideki şehrin adıdır (Medâinüsâlih). Bu şehirden günümüze kadar gelen kalıntılar ve dağlarda yontulmuş evler buranın eskiden bir uygarlık merkezi olduğunu gösterir. Semûd kavmi Vâdilkurâ’da kayaları oyarak evler (Fecr, 9), düz arazide saraylar yapmıştır.

Âd kavminden sonra gelişip güçlenen Semûd kavmi, başlangıçta tevhid inancına sahipti. Allah’ın birliğine, peygambere ve âhiret gününe inanıyordu. Ancak zamanla Âd kavmi gibi putlara tapmaya ve peygamberleri yalanlamaya başladı (Şu’arâ, 141). Bunun üzerine Allah, tevhid inancını öğretmesi için aralarından Sâlih’i peygamber olarak görevlendirdi. Hz. Sâlih kavmine kendilerine gönderilmiş güvenilir bir peygamber olduğunu, Allah’a kulluk etmeleri gerektiğini, O’ndan başka bir ilâhın bulunmadığını, Allah’a karşı gelmekten sakınmalarını ve kendisine itaat etmelerini, buna karşılık kendilerinden herhangi bir ücret talep etmediğini söyledi (Şu’arâ, 142-145). Ayrıca kavmine Allah’ın verdiği nimetleri hatırlatarak bu nimetlere şükredip Allah’a karşı gelmekten sakınmaları, O’nun emir ve yasaklarına uymaları, haddi aşıp yeryüzünde fesat çıkaranların peşinden gitmemeleri gerektiğine ve bu nimetlerle birlikte dünyanın ebedi olmadığına dikkat çekti (A’raf, 74; Şu’arâ, 146-149).

Önceki peygamberlerde görüldüğü gibi kavminden küçük bir topluluk Sâlih Peygamber’e îman ederken başta ileri gelenlerden olmak üzere çoğunluk onun peygamberliğini inkâr etti. Bunlar Sâlih’i büyülenmiş ve uğursuz olmakla, ayrıca şımarıklık ve yalancılıkla suçladılar (Neml, 47; Kamer, 23-25). Sâlih Peygamber’in tebliğinde ısrar etmesi üzerine ondan peygamberliğini doğrulayıcı bir mucize getirmesini istediler ve ancak o zaman ona îman edeceklerini söylediler. Sâlih de onlara apaçık bir mucize olarak dişi bir deveyi getirdi. Bu devenin mucize olma yönü İslâm kaynaklarında sert bir kayadan canlı bir hayvan olarak çıkarılması, bütün kavmin tükettiği miktarda su içmesi ve içtiği su kadar süt vermesi şeklinde açıklanmıştır. Sâlih Peygamber kavminden bir günü deveye, bir günü kendilerine tahsis etmek üzere su içme konusunda belli bir sıraya uymalarını istedi (Şu’arâ, 155-156). Ayrıca kendilerine gönderilen bu deveye zarar vermemeleri, aksi takdirde ilâhi azabın üzerlerine ineceği hususunda kendilerini uyardı (A’raf, 73; Hûd, 64). Fakat devenin varlığından rahatsızlık duyan (dokuz kişiden oluşan, Neml, 48) bir grup inkârcı deveyi öldürdü. Ardından kendilerini korkuttuğu azâbı getirmesi için Sâlih Peygamber’e meydan okudular (A’raf, 77).   Sâlih Peygamber’in onlara üç günün sonunda istedikleri azâbın geleceğini bildirmesi üzerine(Hûd, 65) kendisini ve ailesini öldürmek istediler (Neml, 49). Fakat Allah dördüncü günün sabahında korkunç bir gürültü ve yıldırımların ardından gelen şiddetli bir sarsıntı ile onları helâk etti (A’raf, 78; Fussilet, 17; Kamer, 31). Helâkin ertelenmesi ile ilgili üç günlük süre içinde birinci gün inkârcıların yüzlerinin sarardığı, ikinci gün kızardığı, üçüncü gün karardığı ve bu şekilde içeriden bir bozulmanın ortaya çıktığı, üç gün tamamlandığında âsi kavmin tamamen yok olduğu belirtilmiştir (İbnü’l Arabi Hz.). Bununla birlikte Sâlih Peygamber’in kendisine inanan toplulukla birlikte Mekke’ye göç ettiği nakledilir. Bazı kaynaklara göre vefât edinceye kadar Filistin’de yaşamıştır. (Fusûsu’l Hikem Hz. Sâlih fassı)

‘’Sâlihler’’ Allah’ın kulları arasında en üst mertebeye sahip kimseler olduğu gibi salah ve iyilik onların en üstün niteliğidir. Sâlih olmak, hâlde, sözde ve amelde masumiyettir. Sâlihler yaratıklar içinde mesul olmayanlardır. Allah büyük peygamberlerini överken onların ‘’sâlihlerden’’ olduğunu söylemiştir. Salah/iyilik, peygamber ve nebilerin ayırıcı özelliğidir (Hûd fassı Syf. 39).

Sâlih Peygamber’in dişi devesinin bir mucize olarak dağın açılması ile ortaya çıkması ‘’Fütûhiyye’’ hikmetinin ona tahsis edilmesine sebep olmuştur. ‘’Fütûh’’ hiç beklenmeyen bir şeyden bir şeyin çıkması anlamındadır. ‘’Fütûh’’, fetihler anlamında olup açmak ve açık demektir. ‘’Fetih’’ hüküm vermektir. ‘’El- Fettah’’ Allah’ın rızkın ve güzelliklerin kapılarını açan ismidir (Kur’ân’da Fâtiha ile açılır). Allah’ın isimlerinin zâtının, yaratılmışların kabiliyetlerinde, başka bir ifâdeyle âyan-ı sâbitelerinde tecellî etmesi ilk fetih/açılış, ilk anahtardır (feyz-i akdes). İkinci fetih/açılış ise âyan-ı sâbitedeki açılışın, sûretlere zuhûrudur (feyz-i mukaddes).

Hz. Sâlih bu durumda Allah’ın lütfettiği gayb anahtarlarını açma mucizesine sahiptir. Yani, onun mürşid-i kâmilliği ümmetinden her yaratılmışta ezelî istidadın ortaya çıkması için Allah’ın ona izin vermesidir. Bu durumda, istidadı kâfirlik olanın kâfirliği ortaya çıktı. Yani küfrü fethedilmiş oldu, bir kısmının îmanı ortaya çıktı yani îmanı fethedilmiş/açığa çıkmış oldu. Allah’ın büyük lütfu ile kâmil insan, kişinin istidadını ortaya çıkarır ve ikinci açılışı yapar (Himmet). Yani Allah yaratır, mürşid aşikâr eder. (Mürşid katalizördür/hızlandırıcı)

Yaratma fiili Hakk’ın zâti varlığında var olan şeyin bilkuvveden bilfiile çıkmasıdır. Bu da ‘’KÜN/OL’’ emri ile gerçekleşir. Kölenin sahibi köleye ‘’kalk’’ emrini verir. Kalkmak görünüşte kölenin fiilindendir ama kölenin efendinin emrine karşı çıkma hakkı da yoktur.

Mesnevî bu olaya müstakil bir başlık ayırmıştır. Mevlâna’ya göre Hz. Sâlih’in devesi görünüşte deveydi, iç yüzünde ise onun sıradan bir deve ya da maddi bir varlık olmaktan çok öte anlamları vardı. ‘’Rûh Sâlih gibidir, beden de deveye benzer. Rûh vuslattadır, beden ihtiyaç içindedir. Sâlih’in rûhu âfetlere uğramaz, yara deve üzerindedir. Zât yaralanmaz’’

Ken’an Rifâî Hz. şöyle der; ‘’O sır devesi, sade Sâlih’te değil sende de var, bende de var. Bir kimse sülukta kemâle erdikçe, taş gibi olan kalbinden o sır devesi (nâkası) zuhûr eder. Kâmil insan zamanın Sâlih’idir.’’

(Mevlâna Hz. deveye beden derken, Ken’an Rıfâî Hz. kalbin sırrı demiştir. Peki, neden?)      Her nebinin bir bineği olduğu gibi her yaratılmışın da bir bineği vardır. Varlıkta tecelli eden Allah’ın ismi binek hükmündeki o vücutta zuhûr eder. Eğer isim henüz kemâle erememişse vücut o ismi taşır. Varlıktaki isim kemâle erince de vücut (hayvani nefs) onun bineği olur. Yani ismin kemâle ermesi ve Allah’taki gibi tecelli etmesi için yapılan negatif veya pozitif yolculukta nefis binek makamındadır (İnsan nefsine tasarruf edebildiği ölçüde yol alır). (Deve Peygamber ve nebilerin bineğidir. Burak Hz. Peygamber’in, Eşek ise avamın bineğidir)

Tarihin en önemli ibretlik olaylarından birisi olan bu acı hâdise, Hz. Sâlih’in getirdiği salâhı/düzgün olmayı kabul etmeyen küstah Semûd topluluğunun uğradığı âkıbettir. Semûd kavmi devenin de, suyun da Allah’a ait olduğunu görmemeleri sebebiyle, Allah’ın suyunu Allah’ın devesinden esirgemişlerdir. İşte bu Allah’a gizli bir başkaldırmadır ve apaçık bir ŞİRK’tir. Hakk’ın mahlûkatı üzerinde yaratma ve yaşatma hakkı vardır. Hâkikatte cismin bâtını rûh, rûhun bâtını Hakk’tır. Bir kimse bir rûhu incittiğinde türlü belâlara maruz kalır. Deve yavrusu ile sembolize edilen, Hz. Sâlih’in kavmi tarafından incitilmiş olan gönlüdür.

Hayat rûhla gelen değil, fetihle gelendir. Ölüm de rûhu alıp götüren değil, îmanı çekip alandır. Bir kimsede mimarlık sıfatı olsa ona mimar ismini verirler. Bu ismin doğuşu o sıfattan dolayıdır. Ve bu kişinin yaradılış sebebi o ismin ortaya çıkmasıdır. Kişi bu sıfat ortaya çıkana kadar huzursuzluktan kurtulamaz. Nihayet kişinin içinde bu sıfatın zorlamasından dolayı bir ev hayali oluşur. Ne zaman ki mimar onu hakîki vücutta açığa çıkarmak için harekete geçer, bu hareket onun halkedilme (ismini yaratma)sebebi olur. Yani ondaki hakîkat, kişinin zâtından gene kendi zâtına tecellîye muhtaçtır. Bilkuvve bilfiile geçer. Bu durumda kişi dünyaya gelmekten maksadını hâsıl eder. Yani eşya (insan, varlık) yaradılışına bilfiil katkıda bulunmaktadır. Kile şekil veren çömlekçi bu şekillendirmede kilin hiçbir gücünün olmadığını düşünebilir. Hâlbuki kilin de kendi yönünden sanatkârın faaliyetini kendi nasibi kadarıyla tayin etmekte olduğu bilinmektedir. Sanatkâr kilden çok eşya yapabilir, ama kilin tabiatının mahdut sınırlarını geçemez. Çünkü kilin ortaya çıkan bütün şekillerini tayin eden kilin istidadıdır. (Kulun hakîkati ancak ezeli istidadı ölçüsünde ortaya çıkar ve değiştirilemez)

‘’Her bir nebat ve ağaç; kendi tohumunun icâbını ortaya çıkardığı gibi, insan da, ezeldeki kalp tohumunun gereği her ne ise burada onu ortaya koyar’’ (Ken’an Rıfâî Hz.)

‘’Bak, üfleyen biri, bir tek nefesi ile kandili söndürürken tutuşmuş kuru dalları da alevlendiriyor. Neden oluyor bu? Mahalden mi kaynaklanıyor, yoksa üfürmeden mi?’’

Bu demektir ki hüküm kabiliyetlere ve istidatlara bağlıdır. Kul Hz. Hakk’tan istidat lisanı ile ne isterse, ister şekâvet ister saadet derecesinde olsun fazlasız ve noksansız kendilerine verilir ve bu ona nimet olur. (İstidat kazanılmış değil, ilâhi bir vergidir, bunu sadece Allah bilir)

Konuyu kısaca özetleyecek olursak: Hz. Sâlih semûd kavmine peygamber olarak gönderilmiş bir kâmil kişidir. Semud; az su ehli, yani zâhiri ilimlerin sahibi olup, hakîki ilimden perdelenmiş kimselerdir. Âd kavmi ise; Şeriatın sınırlarını çiğneyen, aşırıya kaçanlardır. Peygamber veya mürşidlerin vazifesi kaya gibi olan bedenlerimizden/kalplerimizden sırrımızı, hakîkatimizi ortaya çıkarmaktır. Bu vazifeyi de ancak sâlih kişiler yapabilir. Ancak bu hakîkatin ortaya çıkarılması kulun istidadı ölçüsündedir. Bu istidat da ezelde yazıldığı gibidir. Yine bu istidat şekâvet ve saadet şeklinde olabilir. Sâidlik ve şâkilik âyan-ı sâbitenin zuhûrudur. Sâlih (a.s) kendine inananların kalplerinde îmanı, inkâr edenlerin göğüslerinde de tuğyanı açmıştır.

‘’Allah, o kaskatı kaya içerisinden deve çıkardığı gibi, kalp taşı içerisinden de mârifet, hikmet ve ilâhi emânet yüklü onlarca gizli develer çıkarmaya, kutsiyet bahçelerinde ab-ı hayat pınarları akıtmaya kâdirdir. Hz. Sâlih’in devesinin kayadan zuhûr ettiği gibi, rûh da insanların cisim kayasından ortaya çıkar.’’

Burada yine Kur’an-ı Kerîm de görülen beşli yapı ortaya çıkar. Hicr beden şehri, kaya kalp, Sâlih rûh veya akıl, deve sır/rûh, Semûd kavmi nefs-i emmârenin kuvvetleridir. Yani beden şehrindeki kalp kayasından, rûhun yardımıyla nefsin muhalefetine ve yıkıcılığına rağmen hakîkatin, mârifet emânetini taşıyan sır devesinin çıkarılmaya çalışılması. Bu kul açısından böyledir. Bütünsel yani Hz. Muhammed’in tekâmülü açısından bakıldığında bütün peygamberler Hz. Muhammed’in sıfatları ve yaşadığı gelişim aşamalarıdır. Allah evrende tek bir gölge, tek bir ayna yaratmıştır. O da Hz. Muhammed’dir. Hz. Sâlih’in kayadan dişi deveyi çıkarması Peygamber’in hakîkatinin ortaya çıkmasıdır.  Sâlih’e fütûhiyye/fetih/açılış hikmetinin bahşedilmesi de mürşitlerin ondan aldıkları güç ile fetihlerin yine Peygamber’e tahsis edilmesi olarak yorumlanabilir.

Aslında tüm âyetler ile anlatılmak istenen bizim beden şehrimizden/dünya âleminden ulvî âleme yaptığımız bilinçli veya bilinçsiz yolculukta nasıl bir yol izlememiz gerektiğidir. Yolculuk, hicret kalbedir. Aslında gidiş de geliş de yoktur. Ayrılık yoktur ki kavuşma olsun. Tüm mücâdele içseldir. Kendinden yine kendinedir. Kur’ân’ı Kerîm rehberimiz, Hz. Muhammed’de bu yolculuğu başaran prototip/örnek İNSAN’dır.

‘’Canı taşıyan bedenlerdeki işaretler birer âyettir. Mezheplerdeki farklılıklardan ileri gelir. Beden bineğinin süvarilerinden kimisi, o işaretlere gerçekten tutunurlar. Kimisi de çöllerde yol alırlar. Bunlardan yerinde tutunanlar gönül gözü açık kimselerdir. Hakk’ı görür gibi inanırlar. Çöllere savrulanlar ise, gerçeğin uzaklarına düşmüştür. Bunlardan her birine  Cenâb-ı Hakk’tan, O’nun görünmeyen âlemlerinden çeşitli fetihler ve keşifler gelir. Allah sana bu vadide başarılar bağışlasın.’’  Âmin. (İbnü-l Arabî Hz. Hikmetlerin özü)