HZ. SÂLİH:
(Hz. Sâlih;
Hz. Âdem, İdris, Nûh ve Hûd kavminden sonra gelen 5. peygamberdir. Her
peygamber kavmine bir mucize ile gelir. Örn: Hz. Mûsâ’nın mucizesi sihir, Hz.
Îsâ’nın ölüleri diriltme, Hz. Muhammed’in mucizesi Allah kelâmı ve kâdim olan
Kur’ân-ı Kerîm’dir. Hz. Sâlih’in mucizesi ise sert bir kayadan dişi bir deve çıkarmasıdır. Kayanın açılması bir
Fetih’tir (açma, açılış) ve bu nedenle
Sâlih (a.s.) ‘’Fütûhiyye hikmeti’’ nin sahibidir. ‘’Fütûh’’ hiç beklenmeyen
bir şeyden bir şeyin çıkması anlamındadır. Burada sözü geçen dişi deve ‘’Allah’ın devesi’’, hakîkati simgeler.
Sâlih (a.s.) önce kendi kalbindeki hakîkatini
ortaya çıkarmış, Allah’da ona kulların kalplerindeki hakîkati ortaya çıkarma
görevini bahşetmiştir. Hz. Sâlih mürşid makamıdır.
Kayadan
çıkan dişi deve Sâlih’in rûhaniyeti, Semûd kavmi ise nefsaniyeti, duyuları ve
maddi arzularıdır. Rûh ve nefsin Sâlih’in bedeninde bir denge içinde yaşaması
ve neticede birleşmesi gerekirken nefs-i emmâre Semûd’undan bir grup (9 kişi),
dişi deveyi öldürür. Dişi devenin öldürülmesi Sâlih’in gönlününün kırılmasıdır.
Kulun bâtını rûh, rûhun bâtını Hakk’tır. Allah isyankâr kavmi helâk eder. Aslında yok edilen vücut
içindeki nefsin olumsuz sıfatlarıdır. Hz. Sâlih kendisine inananlarla birlikte
Mekke’ye göç eder. Mekke kalp makamıdır.)
Peygamberler
tarihinde bazı peygamberler ile adeta özdeşleşmiş, o peygamber anıldığında
hemen akla gelen çeşitli nesneler ya da olayla vardır. Hz. Nûh ile gemi, Hz.
İbrâhim ile ateş, Hz. Yûnus ile balık, Hz. Mûsâ ile âsâ gibi… Hz. Sâlih de
Kur’ân’ı Kerîm’de, ‘’Allah’ın devesi’’ diye ifâde edilen bir deve ile
özdeşleşmiştir. Yine Kur’ân’ı Kerîm’de bildirildiğine göre insanlar, Allah
tarafından ya müstahak oldukları için ya da samimiyetlerinin ortaya çıkması
için çok farklı şekillerde imtihan edilmiştir. Örn. Hz. Mûsâ’ya tabi olan
İsrailoğulları bir sığır/bakara ile imtihan edilmiş ve Kur’ân’da bu olay
‘’Bakara sûresinde’’ uzun uzun anlatılmıştır. Hz. Sâlih’in kavmi olan Semûd da
bu şekilde imtihana uğrayan bir kavimdir.
Kur’ân’ı
Kerîm’de Semûd kabilesine peygamber olarak gönderildiği bildirilen Hz. Sâlih’in
(A’raf, 73; Neml, 45), kavminin en itibarlı ailesine mensup olduğu rivayet
edilir. Şeceresi İslâm kaynaklarında (Nûh oğlu Sâm oğlu İrem oğlu Âmir
oğlu Semûd oğlu Hâzir oğlu Ubeyd oğlu Mâşih oğlu Esif (Âsif) oğlu Ubeyd oğlu Sâlih
şeklinde) Hz. Nûh’a bağlanır. Sâlih peygamber kendi milleti arasında, hastaları
ziyaret eden, zayıfları ve yoksulları gözeten, hayır işleriyle uğraşan bir kişi
olarak tanınır. Ayrıca ‘’geleceğe dair
kendisinden ümit beklenen bir kişi’’ olarak tanımlanır. (Hûd, 62)
Semûd
kabilesinin kökenine ilişkin çeşitli görüşler vardır. Bazı şarkiyatçılar (Doğu
bilimi) Semûd’un bir Yahudi kabilesi olduğunu ileri sürmüştür. İslâm
kaynaklarında Semûd, Hz. İsmâil’den önceki dönem de yaşayan ve Arabü’l-Ârabe
(hâlis Arap) diye isimlendirilen, soyu kesilmiş eski Arap kabilelerinden biri
olarak anılır. Âd kavmiyle aynı soydan olan kabile mensupları Sâm’ın oğlu
İrem’de birleşirler ve Âd kavminin bakiyesi olduklarından ikinci Âd (Âd-ı uhrâ)
olarak da bilinirler.
Suriye ile
Hicaz arasındaki Hicr’de yaşadıkları için (A’raf,73-79) Kur’ân’da ‘’Ashâbü’l
Hicr’’diye anılırlar (Hicr, 80). Hicr, Arap yarımadasının kuzeybatısında
Medine-Tebük yolu üzerinde Teyma’nın yaklaşık 110 km. güneybatısında, içinden
Hicaz Demiryolu’nun geçtiği sarp kayalıklarla çevrili vadinin ve bu vadideki
şehrin adıdır (Medâinüsâlih). Bu şehirden günümüze kadar gelen kalıntılar ve
dağlarda yontulmuş evler buranın eskiden bir uygarlık merkezi olduğunu
gösterir. Semûd kavmi Vâdilkurâ’da kayaları oyarak evler (Fecr, 9), düz arazide
saraylar yapmıştır.
Âd kavminden
sonra gelişip güçlenen Semûd kavmi, başlangıçta tevhid inancına sahipti.
Allah’ın birliğine, peygambere ve âhiret gününe inanıyordu. Ancak zamanla Âd
kavmi gibi putlara tapmaya ve peygamberleri yalanlamaya başladı (Şu’arâ, 141).
Bunun üzerine Allah, tevhid inancını öğretmesi için aralarından Sâlih’i
peygamber olarak görevlendirdi. Hz. Sâlih kavmine kendilerine gönderilmiş
güvenilir bir peygamber olduğunu, Allah’a kulluk etmeleri gerektiğini, O’ndan
başka bir ilâhın bulunmadığını, Allah’a karşı gelmekten sakınmalarını ve
kendisine itaat etmelerini, buna karşılık kendilerinden herhangi bir ücret
talep etmediğini söyledi (Şu’arâ, 142-145). Ayrıca kavmine Allah’ın verdiği
nimetleri hatırlatarak bu nimetlere şükredip Allah’a karşı gelmekten
sakınmaları, O’nun emir ve yasaklarına uymaları, haddi aşıp yeryüzünde fesat
çıkaranların peşinden gitmemeleri gerektiğine ve bu nimetlerle birlikte
dünyanın ebedi olmadığına dikkat çekti (A’raf, 74; Şu’arâ, 146-149).
Önceki
peygamberlerde görüldüğü gibi kavminden küçük bir topluluk Sâlih Peygamber’e
îman ederken başta ileri gelenlerden olmak üzere çoğunluk onun peygamberliğini
inkâr etti. Bunlar Sâlih’i büyülenmiş ve uğursuz olmakla, ayrıca şımarıklık ve
yalancılıkla suçladılar (Neml, 47; Kamer, 23-25). Sâlih Peygamber’in tebliğinde
ısrar etmesi üzerine ondan peygamberliğini doğrulayıcı bir mucize getirmesini
istediler ve ancak o zaman ona îman edeceklerini söylediler. Sâlih de onlara apaçık bir mucize olarak
dişi bir deveyi getirdi. Bu devenin mucize olma yönü İslâm kaynaklarında sert bir kayadan canlı bir hayvan olarak
çıkarılması, bütün kavmin tükettiği miktarda su içmesi ve içtiği su
kadar süt vermesi şeklinde açıklanmıştır. Sâlih Peygamber kavminden bir günü
deveye, bir günü kendilerine tahsis etmek üzere su içme konusunda belli bir
sıraya uymalarını istedi (Şu’arâ, 155-156). Ayrıca kendilerine gönderilen bu
deveye zarar vermemeleri, aksi takdirde ilâhi azabın üzerlerine ineceği
hususunda kendilerini uyardı (A’raf, 73; Hûd, 64). Fakat devenin varlığından
rahatsızlık duyan (dokuz kişiden oluşan, Neml, 48) bir grup inkârcı deveyi
öldürdü. Ardından kendilerini korkuttuğu azâbı getirmesi için Sâlih Peygamber’e
meydan okudular (A’raf, 77). Sâlih
Peygamber’in onlara üç günün sonunda istedikleri azâbın geleceğini bildirmesi
üzerine(Hûd, 65) kendisini ve ailesini öldürmek istediler (Neml, 49). Fakat
Allah dördüncü günün sabahında korkunç bir gürültü ve yıldırımların ardından
gelen şiddetli bir sarsıntı ile onları helâk etti (A’raf, 78; Fussilet, 17;
Kamer, 31). Helâkin ertelenmesi ile ilgili üç günlük süre içinde birinci gün
inkârcıların yüzlerinin sarardığı, ikinci gün kızardığı, üçüncü gün karardığı
ve bu şekilde içeriden bir bozulmanın ortaya çıktığı, üç gün tamamlandığında
âsi kavmin tamamen yok olduğu belirtilmiştir (İbnü’l Arabi Hz.). Bununla
birlikte Sâlih Peygamber’in kendisine inanan toplulukla birlikte Mekke’ye göç
ettiği nakledilir. Bazı kaynaklara göre vefât edinceye kadar Filistin’de yaşamıştır.
(Fusûsu’l Hikem Hz. Sâlih fassı)
‘’Sâlihler’’ Allah’ın kulları arasında en üst
mertebeye sahip kimseler olduğu gibi salah ve iyilik onların en üstün
niteliğidir. Sâlih olmak, hâlde, sözde ve amelde masumiyettir. Sâlihler
yaratıklar içinde mesul olmayanlardır. Allah büyük peygamberlerini överken
onların ‘’sâlihlerden’’ olduğunu söylemiştir. Salah/iyilik, peygamber ve
nebilerin ayırıcı özelliğidir (Hûd fassı Syf. 39).
Sâlih
Peygamber’in dişi devesinin bir mucize olarak dağın açılması ile ortaya çıkması
‘’Fütûhiyye’’ hikmetinin ona tahsis
edilmesine sebep olmuştur. ‘’Fütûh’’
hiç beklenmeyen bir şeyden bir şeyin çıkması anlamındadır. ‘’Fütûh’’, fetihler
anlamında olup açmak ve açık demektir. ‘’Fetih’’
hüküm vermektir. ‘’El- Fettah’’ Allah’ın
rızkın ve güzelliklerin kapılarını açan ismidir (Kur’ân’da Fâtiha ile açılır). Allah’ın
isimlerinin zâtının, yaratılmışların kabiliyetlerinde, başka bir ifâdeyle
âyan-ı sâbitelerinde tecellî etmesi ilk fetih/açılış, ilk anahtardır (feyz-i
akdes). İkinci fetih/açılış ise âyan-ı sâbitedeki açılışın, sûretlere zuhûrudur
(feyz-i mukaddes).
Hz. Sâlih bu
durumda Allah’ın lütfettiği gayb anahtarlarını açma mucizesine sahiptir. Yani,
onun mürşid-i kâmilliği ümmetinden her yaratılmışta ezelî istidadın ortaya
çıkması için Allah’ın ona izin vermesidir. Bu durumda, istidadı kâfirlik olanın
kâfirliği ortaya çıktı. Yani küfrü fethedilmiş oldu, bir kısmının îmanı ortaya
çıktı yani îmanı fethedilmiş/açığa çıkmış oldu. Allah’ın büyük lütfu ile kâmil
insan, kişinin istidadını ortaya çıkarır ve ikinci açılışı yapar (Himmet).
Yani Allah yaratır, mürşid aşikâr
eder. (Mürşid katalizördür/hızlandırıcı)
Yaratma fiili Hakk’ın zâti varlığında var
olan şeyin bilkuvveden bilfiile çıkmasıdır. Bu da ‘’KÜN/OL’’ emri ile
gerçekleşir. Kölenin sahibi köleye ‘’kalk’’ emrini verir. Kalkmak görünüşte
kölenin fiilindendir ama kölenin efendinin emrine karşı çıkma hakkı da yoktur.
Mesnevî bu
olaya müstakil bir başlık ayırmıştır. Mevlâna’ya göre Hz. Sâlih’in devesi
görünüşte deveydi, iç yüzünde ise onun sıradan bir deve ya da maddi bir varlık
olmaktan çok öte anlamları vardı. ‘’Rûh
Sâlih gibidir, beden de deveye benzer. Rûh vuslattadır, beden ihtiyaç
içindedir. Sâlih’in rûhu âfetlere uğramaz, yara deve üzerindedir. Zât
yaralanmaz’’
Ken’an Rifâî
Hz. şöyle der; ‘’O sır devesi, sade Sâlih’te değil sende de var, bende de var.
Bir kimse sülukta kemâle erdikçe, taş gibi olan kalbinden o sır devesi (nâkası)
zuhûr eder. Kâmil insan zamanın Sâlih’idir.’’
(Mevlâna Hz.
deveye beden derken, Ken’an Rıfâî Hz. kalbin sırrı demiştir. Peki, neden?) Her nebinin bir bineği olduğu gibi her
yaratılmışın da bir bineği vardır. Varlıkta tecelli eden Allah’ın ismi binek
hükmündeki o vücutta zuhûr eder. Eğer isim henüz kemâle erememişse vücut o ismi
taşır. Varlıktaki isim kemâle erince de vücut (hayvani nefs) onun bineği olur. Yani
ismin kemâle ermesi ve Allah’taki gibi tecelli etmesi için yapılan negatif veya
pozitif yolculukta nefis binek makamındadır (İnsan nefsine tasarruf edebildiği
ölçüde yol alır). (Deve Peygamber ve nebilerin bineğidir. Burak Hz. Peygamber’in,
Eşek ise avamın bineğidir)
Tarihin en
önemli ibretlik olaylarından birisi olan bu acı hâdise, Hz. Sâlih’in getirdiği
salâhı/düzgün olmayı kabul etmeyen küstah Semûd topluluğunun uğradığı
âkıbettir. Semûd kavmi devenin de, suyun da Allah’a ait olduğunu görmemeleri
sebebiyle, Allah’ın suyunu Allah’ın devesinden esirgemişlerdir. İşte bu Allah’a
gizli bir başkaldırmadır ve apaçık bir ŞİRK’tir. Hakk’ın mahlûkatı üzerinde
yaratma ve yaşatma hakkı vardır. Hâkikatte
cismin bâtını rûh, rûhun bâtını Hakk’tır. Bir kimse bir rûhu incittiğinde türlü
belâlara maruz kalır. Deve yavrusu ile sembolize edilen, Hz. Sâlih’in kavmi
tarafından incitilmiş olan gönlüdür.
Hayat rûhla
gelen değil, fetihle gelendir. Ölüm de rûhu alıp götüren değil, îmanı çekip
alandır. Bir kimsede mimarlık sıfatı olsa ona mimar ismini verirler. Bu ismin
doğuşu o sıfattan dolayıdır. Ve bu kişinin yaradılış sebebi o ismin ortaya
çıkmasıdır. Kişi bu sıfat ortaya çıkana
kadar huzursuzluktan kurtulamaz. Nihayet kişinin içinde bu sıfatın
zorlamasından dolayı bir ev hayali oluşur. Ne zaman ki mimar onu hakîki vücutta
açığa çıkarmak için harekete geçer, bu hareket onun halkedilme (ismini yaratma)sebebi olur. Yani ondaki hakîkat,
kişinin zâtından gene kendi zâtına tecellîye muhtaçtır. Bilkuvve bilfiile geçer. Bu durumda kişi dünyaya gelmekten
maksadını hâsıl eder. Yani eşya (insan, varlık) yaradılışına bilfiil katkıda
bulunmaktadır. Kile şekil veren çömlekçi bu şekillendirmede kilin hiçbir
gücünün olmadığını düşünebilir. Hâlbuki kilin de kendi yönünden sanatkârın
faaliyetini kendi nasibi kadarıyla tayin etmekte olduğu bilinmektedir. Sanatkâr
kilden çok eşya yapabilir, ama kilin tabiatının mahdut sınırlarını geçemez.
Çünkü kilin ortaya çıkan bütün şekillerini tayin eden kilin istidadıdır. (Kulun
hakîkati ancak ezeli istidadı ölçüsünde ortaya çıkar ve değiştirilemez)
‘’Her bir
nebat ve ağaç; kendi tohumunun icâbını ortaya çıkardığı gibi, insan da, ezeldeki
kalp tohumunun gereği her ne ise burada onu ortaya koyar’’ (Ken’an Rıfâî Hz.)
‘’Bak, üfleyen biri, bir tek nefesi
ile kandili söndürürken tutuşmuş kuru dalları da alevlendiriyor. Neden oluyor
bu? Mahalden mi kaynaklanıyor, yoksa üfürmeden mi?’’
Bu demektir
ki hüküm kabiliyetlere ve istidatlara bağlıdır. Kul Hz. Hakk’tan istidat lisanı
ile ne isterse, ister şekâvet ister saadet derecesinde olsun fazlasız ve
noksansız kendilerine verilir ve bu ona nimet olur. (İstidat kazanılmış değil,
ilâhi bir vergidir, bunu sadece Allah bilir)
Konuyu kısaca özetleyecek olursak: Hz. Sâlih semûd kavmine peygamber
olarak gönderilmiş bir kâmil kişidir. Semud;
az su ehli, yani zâhiri ilimlerin sahibi olup, hakîki ilimden perdelenmiş
kimselerdir. Âd kavmi ise; Şeriatın sınırlarını çiğneyen, aşırıya kaçanlardır.
Peygamber veya mürşidlerin vazifesi kaya gibi olan
bedenlerimizden/kalplerimizden sırrımızı, hakîkatimizi ortaya çıkarmaktır. Bu
vazifeyi de ancak sâlih kişiler yapabilir. Ancak bu hakîkatin ortaya
çıkarılması kulun istidadı ölçüsündedir. Bu istidat da ezelde yazıldığı
gibidir. Yine bu istidat şekâvet ve saadet şeklinde olabilir. Sâidlik ve şâkilik âyan-ı sâbitenin
zuhûrudur. Sâlih (a.s) kendine inananların kalplerinde îmanı, inkâr
edenlerin göğüslerinde de tuğyanı açmıştır.
‘’Allah, o
kaskatı kaya içerisinden deve çıkardığı gibi, kalp taşı içerisinden de mârifet,
hikmet ve ilâhi emânet yüklü onlarca gizli develer çıkarmaya, kutsiyet
bahçelerinde ab-ı hayat pınarları akıtmaya kâdirdir. Hz. Sâlih’in devesinin
kayadan zuhûr ettiği gibi, rûh da insanların cisim kayasından ortaya çıkar.’’
Burada yine
Kur’an-ı Kerîm de görülen beşli yapı ortaya çıkar. Hicr beden şehri, kaya kalp, Sâlih rûh veya akıl, deve sır/rûh, Semûd
kavmi nefs-i emmârenin kuvvetleridir. Yani beden şehrindeki kalp kayasından,
rûhun yardımıyla nefsin muhalefetine ve yıkıcılığına rağmen hakîkatin, mârifet
emânetini taşıyan sır devesinin çıkarılmaya çalışılması. Bu kul açısından
böyledir. Bütünsel yani Hz. Muhammed’in tekâmülü açısından bakıldığında bütün
peygamberler Hz. Muhammed’in sıfatları ve yaşadığı gelişim aşamalarıdır. Allah
evrende tek bir gölge, tek bir ayna yaratmıştır. O da Hz. Muhammed’dir. Hz.
Sâlih’in kayadan dişi deveyi çıkarması Peygamber’in hakîkatinin ortaya
çıkmasıdır. Sâlih’e fütûhiyye/fetih/açılış
hikmetinin bahşedilmesi de mürşitlerin ondan aldıkları güç ile fetihlerin yine
Peygamber’e tahsis edilmesi olarak yorumlanabilir.
Aslında tüm
âyetler ile anlatılmak istenen bizim beden şehrimizden/dünya âleminden ulvî
âleme yaptığımız bilinçli veya bilinçsiz yolculukta nasıl bir yol izlememiz
gerektiğidir. Yolculuk, hicret kalbedir. Aslında gidiş de geliş de yoktur.
Ayrılık yoktur ki kavuşma olsun. Tüm mücâdele içseldir. Kendinden yine
kendinedir. Kur’ân’ı Kerîm rehberimiz, Hz. Muhammed’de bu yolculuğu başaran
prototip/örnek İNSAN’dır.
‘’Canı
taşıyan bedenlerdeki işaretler birer âyettir. Mezheplerdeki farklılıklardan
ileri gelir. Beden bineğinin süvarilerinden kimisi, o işaretlere gerçekten
tutunurlar. Kimisi de çöllerde yol alırlar. Bunlardan yerinde tutunanlar gönül
gözü açık kimselerdir. Hakk’ı görür gibi inanırlar. Çöllere savrulanlar ise,
gerçeğin uzaklarına düşmüştür. Bunlardan her birine Cenâb-ı Hakk’tan, O’nun görünmeyen
âlemlerinden çeşitli fetihler ve keşifler gelir. Allah sana bu vadide başarılar
bağışlasın.’’ Âmin. (İbnü-l Arabî Hz.
Hikmetlerin özü)