26 Şubat 2020 Çarşamba


İRFAN SOFRALARI - 1:

İrfan; Allah’ın gizli sırlarına ve eşyanın hakîkatine tefekkür, keşif ve ilham yoluyla vâkıf olma, tevhid ilmini zevk edinmek demektir. İrfan nefsini ıslah ettikten sonra sabır ve şükretmek, Hakk’a teslim ve ondan gelene râzı olmaktır. O kimse ki, her mevcudun Cenâb-ı Hakk’ın bir mazharı (görüldüğü yer) olduğunu görürse, ondan Hakk  görünür. İşte ilim ve irfan budur. İrfan sahibi mârifet sahibidir. İrfan, vücûdu bir görmektir.

Burada büyük mutasavvıf Niyâzî-i Mısrî Hazretlerinin yetmiş bir sofradan oluşan muazzam eseri İRFAN SOFRALARI’ nın dört sofrasından gıdalanmaya çalışacağız.

1.SOFRA: ‘’İnsana çeşitli iyilikler lütfeden, Kur’ân sofrasına bütün insanları ve cinleri davet eden Allah’a hamdolsun… Rahman nâmına o sofralara çağıranların Efendisi Hz. Muhammed’e, irfan sofralarına koşarak kalplerine irfan dolduran âline ve ashâbına salât ve selâm olsun’’

Bu fakir kul Mısrî, her ne kadar o sofralara güzel icâbet edemedi ise de uzun zamandan beri yüce Allah’ın şu sözüyle o sofranın inmesini istiyordu: ‘’Allah’ım, Rabbimiz,  bize gökten bir sofra indir ki, bizden öncekilere de bizden sonrakilere de bir bayram ve senden bir mu’cize olsun. Bizi rızıklandır. Muhakkak sen, rızık verenlerin en hayırlısısın’’

Bin yetmiş altı yılı (1076) Şevval’in ikinci günü akşama doğru kıbleye karşı oturmuş: ‘’Fakirlik tamam olduğu zaman o, Allah’tır’’ sözünü düşünüyordum. Allah’ın ilhamıyla sırrıma bunun hakîkî mânâsı doğdu. O kadar kesin bir mânâ doğdu ki, artık bunun ötesinde bir mânâ yoktur. Allah bana açıkça gösterdi ki, kendisinden başkasının ne zâhirde ne bâtında varlığı yoktur. Yalnız var sayılır. Bana bildirdi ki, ârifin sırrında vücuttan fakr (yoksunluk) tamam olmayınca perdesiz, doğrudan doğruya Hakk’ın yüzüne bakması mümkün olmaz. Nitekim Yüce Allah buyurmuştur: ‘’O gün bazı yüzler sevinçli, Rablarına nâzırdır.’’ Varlığı atmazsa, Allah’ın göklere ve yere arz ettiği, onların kabulden imtina edip sadece insanın yüklendiği vücûd emânetini ödememiş olur. Ve bu sûretle büsbütün hıyanetten kurtulamaz. Allah’ı da sevmez olur. Çünkü Allah Teâlâ, ‘’Allah hainleri sevmez’’ âyetiyle ifâde ettiği üzere onu sevmez. Onun gözünden perde nasıl kalksın ve nasıl Allah’ı görsün ki o, Hakk’ın olan vücudu kendine mal etmektedir. Çünkü fakrın tamamı, Allah’tan başka her şeyden varlığı almaktır.

Vücûd kalkınca Hakk görünür. Ve hiç kaybolmaz. Dersen ki: Vücûd görünürde ve gerçekte Allah Teâlâ’nın ise, o halde ârif kim? O’na bakan kim? Derim ki: ‘’Vücûd birdir ama mertebeleri çoktur. Bir mertebede gül olur, diğerinde bülbül.’’ İbnü’l Arabî Hazretleri der ki; ‘’Rab Hakk’tır, kul Hakk’tır. Ah bilseydim, kimdir mükellef. Kuldur dersen, o ölüdür. Rabdır dersen O halde O nasıl mükellef (sorumlu) olur?’’

Buradan anlaşılıyor ki fakr: iki cihanda vechin (yüzün) siyah (yok) olmasıdır. Yokluğa da siyah denilir. Yani dünya ve âhiret Adem’dir (yoktur). Bunların varlığı yoktur. Çünkü varlık gerçekte Allah’ındır. Mahlûkata varlık vermek mecazîdir.

Peygamber’in, ‘’Nefsini bilen Rabbini bilir’’ sözünün mânâsı da budur. Çünkü nefsinin vücûdu olmadığını bilirse, kendisinde olan vücûdun Allah’a ait olduğunu anlar. Yani, kendisinin mahiyeti itibariyle Rab,  görünüş itibariyle nefs olduğunu bilir.’’ (İrfan Sofraları)

‘’Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım’’ (Zâriyât,, 57) Buradan anlaşılıyor ki, Allah’ın mesul tuttuğu her varlık gıdasını Kur’ân’dan alacaktır. Kur’ân bir davet sofrasıdır ki, insanı ziyafete davet eder. Ziyafete davet, edeb kelimesinin mânâsıdır. Zîra edeb kelimesi yemekte toplanmak anlamındaki ‘’me’dabe’’ kelimesinden türetilmiştir. Aynı zamanda edeb, bütün hayırları toplamak demektir. Demek ki edebin hakîkatinde Kur’ân ziyafetinden beslenmek vardır. İnsan bütün ömrünce besleneceği bilgileri Kur’ân’dan alır. Her şeyin hakikati Kur’ân’dır. Kur’ân’ın hakikati de Peygamber’in mübârek vücudunda gizlenmiştir. Kur’ân’a irfan sofrası denilmesi, Allah’ın her yerde tecellisinin yani çoklukta birliği, birlikte çokluğu idrâk etmenin yegâne yolunun Kur’ân’ın ziyafetinden yararlanmak olmasıyla alâkalıdır.

‘’Fakirlik tamam olduğu zaman o, Allah’tır.’’  Abdülkadir Geylani Hazretleri der ki; ‘’Bizim yanımızda fakir, hiçbir şeyi olmayan değil, her şeyde buyruğu olandır. O bir şeyi dileyip olmasını istediği zaman, hemen olur.’’ Hz. Muhammed (sav) de buyurmuştur ki; ‘’Fakirlik övüncümdür, iftiharımdır. Ben onunla diğer nebi ve resûllere fark atarım.’’

Bize kavuşmak isteyenler fakrı, yani boşluğu, yokluğu ve hiçliği arzulasınlar. Bütün isteklerinden geçsinler. Hatta bu yolda istememeyi istemek bile bir istektir. Bu şekilde fakr tamam olunca artık onlar yok, ancak biz varız. O zaman ‘’sen bundan gaflette idin, işte senden perdeni kaldırdık’’ denir. Çünkü fakirlik tamam olunca, o Allah’tır. Bizim yememiz fakirlerin yemesidir, içmemiz de fakirlerin içmesidir. Fakirlik ateşiyle yanan ve şiddetli yoksulluktan kıvranan kırık kalpli birisini gördüğünde, hemen ona yakınlaş. Çünkü bizimle onun arasında hiçbir perde yoktur. Fakirlerin duasını ganimet bilsinler. Biz fakirlerleyiz, fakirler de bizimledir.

Onların dünyadaki görünüşleri, bedenleri, az yemekten, az içmekten; nefisleri şehvetlerin  engelinden, kalpleri kuruntulardan ve rûhları kötülüklerden yanmıştır. Kalplerinde arzu ve isteklerden bir şey kalmamış, kötü düşünceler tamamen kaybolmuştur. Bunlar bizim yüzümüzün ışığıyla (lika nûruyla) yanmış, bekâ sahipleridir.

2. SOFRA: ‘’Acı ve tatlı sulu iki denizi birbirlerine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel (berzah) vardır; birbirinin sınırını aşamazlar’’ (Rahmân, 19-20)

Burada iki denizden maksat şerîat ve hakîkattir. Allah Teâlâ onları salıvermiştir. Karşı karşıya gelirler, komşu olurlar, yüzeyleri birbirine dokunur. Öyle ki şerîatte bulunan her ilim ve amel hakîkatte de bulunur. Hiçbiri o ilim ve amelden ayrılmazlar. Fakat yine de aralarında Allah’ın hikmeti ve kudreti icâbı birbirlerine karışmalarına engel bir berzah vardır. Bu berzah nedeniyle biri diğerine geçemez. Bu mâni, iki taraf adamlarının vehimleridir. Yani bu iki ilim, aslında tek bir ilimden ibârettir. İki ilime de itibar edilir. Bu itibardan dolayı, iki taraf erbabı arasında daimî bir ihtilaf vardır. Bunun zâhirinde misali ‘’dağ’’dır. Dağ, dağ olması nedeniyle tektir. Çıkışı ve inişi dolayısıyla ikidir. Çıkışı şerîate misal, inişi hakîkate misaldir. Dağda yürümek, çıkan için zordur; inen için kolaydır. Ama dağın zirvesinde olan kimse çıkış ve iniş zahmetinden kurtulmuştur.

Bu engelden dolayı iki taraf ehlinden gizli kalan bir hikmet gereğince biri, diğerinin hükmünü kaldıramaz. Zîra bu engel, iki cihanın imarı için konulmuştur. Bunun içindir ki tamamen birbirine geçip karışmazlar. Şerîat ehli, hakîkat ehlinin ilmini bilmediklerinden ve onları şerîate aykırı sandıklarından dolayı hakîkat ehline karşı koyarlar. Tam kemâle ermiş muhakkikler müstesna. Hakîkat ehli de şerîati hakîkate aykırı görerek onu terk etmekte bir sakınca görmedikleri için şerîat ehline karşı koyarlar. Fakat dağın zirvesine ulaşan ve en yüksek kulelerde oturan ârifler, ‘’A’RAF’’ ehlidirler. Bu iki ilmin tek bir ilim olduğunu, iki taraf erbabının gözlerindeki illet örtüsünden dolayı iki ilim gibi göründüğünü bilirler. Ve iki taraf ehlinin de haklarını verirler.

İki tarafın benzerliklerini açıklayarak, müşküllerini çözerek bu iki ilim erbabının arasını mümkün mertebe düzeltmeye çalışırlar.

Her asırda bunların aralarını bulan kimseler mevcuttur. Eğer aralarını bulan kimseler olmasaydı, aralarında savaş olur, düzen bozulurdu. Bundan dolayıdır ki, ‘’Ahlâk güzelliklerinin en iyisi, iki kişi arasını ıslah etmektir’’ denilmiştir. Bu iki ilim, sulh ile karışacak, birleşecek gibi olur, lâkin aralarındaki berzah ile ayrışırlar. Ve böylece daimî olarak birbirine tecavüz etmez. Tâ ki birinin hükmü diğerini yenerek iki cihanın dengesi bozulmasın. (İrfan Sofraları)

Berzah, iki şey arasındaki perde ve engel demektir. Dolayısıyla berzah, aralarında bulunduğu iki şeyi bir yandan engeller, öte yandan birleştirir. Berzah mânâ ile sûretler âlemi, rûhlar ile cisimler âlemi, dünya ile âhiret âlemi arasında görülen âlem için de kullanılır. İki zıt âlemi, iki mertebeyi veya iki özelliği birleştiren ve ayıran bir mertebedir. Bir anlamda A’raf’tır. Berzah bir anlamda ezel ve ebed arasındadır. Berzahın bir özelliği de kendisinde berzah bulunmayışıdır. Berzah Peygamberimizi dolayısıyla da Kâmil İnsan’ı temsil eder. O Hakk ile halk arasında bir berzah, Hakk’la halkı birleştiren bir vâsıtadır.

3.SOFRA: ‘’Ey Îman edenler, zandan sakınınız. Çünkü zannın bazısı günahtır. Birbirinizin gizlisini araştırmayınız, biriniz, diğerinin gıybetini etmesin. Biriniz ölmüş kardeşinizin etini yemek ister mi? Elbet bundan iğrendiniz. Allah’tan korkunuz. Şüphesiz Allah bağışlayıcı ve merhamet edicidir.’’ (Hucurât, 12)

Bil ki, güneş nereye yönelse, karşısında karanlık görmez. Karşısına düşen her şey aydınlık (nûr) görünür. Güneşin gördüğü nûr, karşısına düşen eşyayı ışıklandıran kendi yüzünün nûrudur. Ama zûlmetin karşısında aydınlık olmaz. Karanlık, karşısında bulunan eşyada daima karanlık görür. Bu karanlık, karşısına düşen eşyayı karartan kendi karanlığıdır. İmdi, güneş, kendine kıyasen, bütün âlemin nûrdan ibâret bulunduğunu zanneder. Zûlmet (karanlık) ise, kendine kıyas ederek bütün eşyanın zûlmetten ibâret olduğunu sanır.

Güneş, Ârif-i billâh olan muvahhid (tevhid ehli) müminin misalidir. Bu zaten bütün eşyada, kendi irfânının, tevhidinin Îmânının ve âyanının ‘’Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı hamd ile tesbih etmesin. Lâkin siz onların teşbihlerini anlayamazsınız’’ (İsrâ, 44) âyetinin ifâde ettiği gibi aksini, nûrunu görür. Halbûki aslında eşyanın bir kısmında cehâlet, küfür ve isyan zûlmeti vardır. Fakat o müminin bakışının nûru, bütün eşyayı kaplar da o, hepsinde sadece nûr görür. Bütün insanlara iyi zan besler. Bu sıfat, bir insana, ancak kemâle eriştiren bir Mürşid-i Kâmil’in terbiyesi altında iç tasfiyesiyle (temizliği ile) mümkün olur.

Zûlmet ise cehâlet ile kalbi kararmış câhile benzer. Bu adam, bütün eşyada bir eksiklik görür, herkeste bir ayıp arar. Câhil neye baksa, cehâletinin ve ayıbının siyahlığı o şeye akseder. Baktığı şey ne olursa olsun onda muhakkak bir ayıp ve noksan bulur. Fukara bilmez ki o, kendi ayıp ve noksanıdır, oradan kendisine aksetmiştir.

Binâenaleyh, Ey Ehlullah yolunda süluk eden tâlip, Allah’ta mücâhede et ki, rûhunun güneşi battığı yerden doğsun, tutulduğu yerden açılsın, kalbinin âlemleri nûrlansın, nûru yüzüne vursun ve senin yüzünden karşısında bulunanlara yansıyarak hepsini aydınlatsın. Karşısında bulunanlar, senin ilim ve irfanının nûrundan istifade ersin, senin gölgende, yani cisminin ve bedeninin gölgesinde istirahat etsinler. İşte güzel huyun kemâli budur. Allah, bizi de sizi de vasıflarla vasıflananlardan, Allah indinde ve insanlar indinde râzı olunmuş ve sevilmiş olan bu huylarla huylanmış bulunanlardan eylesin. Âmin. (İrfan sofraları)

‘’Zan sahibi, ferâset sahibinin karşıtıdır.’’ Hakîkati gören kişi kimse hakkında zan beslemez. Allah Kur’ân’ı Kerim’inde ‘’Onların bilgileri yoktur. Onlar yalnız zanna uyarlar. Zan ise, hiç şüphesiz, hakîkati ifade etmez’’ buyurur. (Yûnus, 36/ Necm, 28) Cüz’î akıl erbâbının söyledikleri hep zandan ibarettir. Zan ise mahlûktur, yaratılmıştır. Hz. Ali de  ‘’Akıl mahlûktur, yaratılmıştır, onun tasavvur ettiği ne varsa tabî ki o da mahlûktur, yaratılmıştır’’ demiştir.

Her şeyin başı Allah korkusu, yani saygıdır. Resûlullah da; ‘’Herkes den ziyâde Allah’ı ben bilirim. Herkesten fazla O’ndan ben korkarım’’ buyurmuştur. Bu korku bizim bildiğimiz korku değil haşyetullahtır. Allah’tan korkmak ulu bir duraktır. Fare, aslandan hiç korkmaz. Farenin korkusu kedidendir. Dünya ehli fare sıfatlıdır, Allah’tan korkma mertebesine erememişlerdir. Onlar, kendi cinslerinden olan sahneden, bekçiden korkarlar.

Korkunun üç türlü mânâsı vardır: Biri korku, biri haşyet, biri de heybettir. Bizim bildiğimiz korku îmânın şartlarındandır. Haşyet, amelin şartlarındandır. Heybet ise mârifetin şartlarındandır. Her türlü cezadan korkmak nefis makamıdır. Allah’ın cilve ve oyunlarından korkmak, kalp ve huzur makamıdır. Fakat sır ve şuhût (şâhit olma, görme) makamının korkusunda, heybet ve azamet vardır ki, bu görgü makamıdır. Hâif (korkan), Allah’tan başkasından korkmayandır. Hâif, Rabbinden Rabbine kaçandır. 

Bilgi arttıkça korku ziyâde olur. Bu korku cehennem korkusundan değil,  İlâhi Saltanat’ın azametinden, heybetindendir. Gerçek bir Allah korkusu hakîkatte büyük bir Allah sevgisidir.

8. SOFRA: İlmini göstererek zenginlerin kapısında dolaşan ve onlardan bir şeyler uman âlimlerin neye benzediğini izah bâbındadır. Kapılarında ilmini göstererek dolaştığı kimseler kendisini hor görürler ve nasihatini de kabul etmezler. Bu âlim, örümceğe benzer. Çünkü örümcek de gider, insanların kapılarında, evlerinde, küvetlerinde, deliklerinde, tavanlarında ev (yuva) yapar. Hem de o kadar güzel yapar ki sanatının maharetinden, ölçülerinin güzelliğinden, açılarının düzeninden mühendisler hayret ve acz içinde kalırlar. Fakat onun orada yuvalanmasından maksat sinek, kelebek ve emsali şeyleri avlamak olduğundan, insanlar ona yüz vermezler, aksine onu yıkmaya çalışırlar, kötü görürler.


İlmiyle amel eden sâlih, hiç kimseye yüzsuyu dökmeyen âlim de arıya benzer. Allah şöyle buyurmuştur. ‘’Allah’tan başka veliler edinen kimseler ev edinen örümcek gibidir. Evlerin en bayağısı da elbet örümcek evidir. Bilmiş olsalardı’’ (Ankebut, 41) Ayrıca; ‘’Rabbin arıya, dağlarda, ağaçlarda ve hazırlanmış kovanlarda yuva edin, sonra da Rabbinin gösterdiği yollardan mütevâzi olarak yürü’’  diye vahyetti. ’’Onun karınlarından insanlara çeşitli renklerde içki (bal, bal şerbeti) çıkar. Onda insanlara şifa vardır. Düşünen bir millet için bunda ibret vardır.’’ (Nahl, 68- 69)

Bil ki faydalı ilimleri cem eden ve onlarla sâlih ameller işleyen âlimi, Allah bilmediği ilimlere aşinâ kılar. Çünkü Peygamber Aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: ‘’Bildiğiyle amel edeni Allah bilmediği ilimlere vâris kılar.’’ Ve buyurmuştur: ‘’Kırk sabah Allah’a halisâne ibâdet eden kimsenin kalbinden lisanına hikmet pınarları fışkırır’’  İmdi kırk sabah ibâdet eden böyle olursa ya kırk hafta, kırk ay yahut kırk sene ihlâsla sabahlayan kimse nasıl olur? Verâset ilmi temiz baldır. Kalpleri saflaştırır, rûhları temizler, dilleri tatlılaştırır.

 Hasılı ey kardeşim, Hakk nazarında kapılarda, deliklerde, tavanlarda yuva yapan örümcek gibi olma. Çünkü o ev, sahibini sıcaktan ve soğuktan korumaz. Örümcek onu sadece sinek ve kelebek avlamak için yapar. Yani ilim aracılığı ile zenginlerin dünyalıklarından faydalanmak için onların kapılarına gitme. Halktan uzlet eden arı gibi ol. İlmini ve amelini hâlis et ve iyilikle emir, kötülükten nehiy dışında ilim ve amelini insanlardan gizle. Çünkü arı, Yüce Rabbin vahyiyle öyle bir ev yaptı ki örümcek gibi mühendisler onun sanatından hayrete düştüler aciz kaldılar. Arıların karınlarından çeşitli renklerde şarap çıkar ki bunda insanlara şifa vardır. Arı, tadı ağızlarda kalan o saf bal ile evinin hücrelerini doldurur, onunla kendinin ve insanların açlığını ve çeşitli hastalıkları savar. Yani tenhayı ve uzleti sevmekte, ilim ile amel etmekte arı gibi ol ki sana verâset ilmi hâsıl olsun.

Öyleyse Hak nazarında örümcek gibi olma. Zîra örümcek bu evi korunmak için değil avlanmak için yapar. Yani ilmini kullanarak insanları etkilemeye çalışır. Sen ilmini arı gibi kullanmaya gayret et. Halkı değil, Hakk’ı memnun etmek için ilminle amel et ve Allah’ın isteklerine uy. Zîra bu durumda yaptığın her şey örümcek gibi olan ilim sahibini hayrete düşürecektir. Tıpkı arıların karınlarındaki bal gibi bunda şifa vardır ve insanlara şifa olur. Dolayısıyla menfaat bulacağın kişilerden kaç. İlminle amel etmekle meşgul ol ki, ilmin verâset ilmine dönsün ve Peygamberin ahlâkıyla ahlâklanma meyvesini versin. Her konuşman da insanlara şifa oluştursun. Ağzında zikir ve tevhid balı, kalbinde Allah aşkı olanlar, insanlara şifa verir.

İrfan sofraları/Niyâzî Mısrî

9 Şubat 2020 Pazar

NİYÂZÎ-İ MISRÎ HAZRETLERİ:

Niyâzî-i Mısrî Hazretleri miladi 1617 yılında Malatya’da doğdu. Adı Mehmed’dir. Mutasavvıf bir ailede büyüdü. Babası Nakşibendî tarikatına mensup olmasına rağmen kendisi daha sonra Halveti tarikatına mensup oldu.

Daha sonraki yıllarda Bağdat’a, oradan da Mısır’a geçti, ilim tahsil etti. Dini ilimlerde yetkili bir kişi oldu. Özel olarak da ‘’Miftah-ı ulum’il gayb’’ (gayb ilimleri anahtarı) ilmini tahsil etti. Bu ilmi daha önce de şeyh Bedreddin-i Simavi Hazretleri tahsil etmişti. Son dönemde ise bu ilmi Mısır’da tahsil eden kişi olarak Muhammed Nûr’ul Arabi Hazretlerini görmekteyiz.

Niyâzî-i Mısri Hazretleri otuz yaşlarında, görmüş olduğu bir rüya üzerine Mısır’dan ayrılır, rüyada gördüğü mürşidini Uşak vilâyetinde bulur. Bu zât Elmalılı, Halveti şeyhi Ümmî Sinan Mehmed Efendi’dir.

Daha sonra şeyhinden hilâfet icâzeti alarak irşada başlar. Efendisinin vefat etmesi üzerine Elmalı’dan ayrılır, Bursa’ya gelir. Daha sonra da Edirne ve İstanbul’a geçer, yeniden Bursa’ya döner. Edirne’de vermiş olduğu bir vaazdan dolayı Rodos adasına sürgüne gönderilir, bir yıl sonra affedilir. Tekrar Bursa’ya döner.

Rusya seferi için (1677) kalabalık bir mürid topluluğuyla yeniden Edirne’ye gelir. Pâdişah, Hazretin ve müridlerinin savaşa iştirak etmesine taraftar değildir. Ondan sadece hayır dua etmesini ister. Ama Hazret celâllidir. Selimiye camisinde verdiği vaazdan dolayı Niyazî Efendi Limni adasına sürgüne gönderilir. On beş yıl orada kalır. Sonra affedilir. Dönüşte yazmış olduğu bazı eserleri ve konuşmaları hased edenleri tarafından pâdişaha şikâyet edilmesi üzerine yeniden Limni adasına sürgün edilir. Niyâzî-i Mısrî Hazretleri Limni adasında 1693 yılında ayaklarına bağlı demir kütleleri olduğu hâlde Hakk’ın rahmetine kavuşur. Türbesi Limni’dedir. (Niyâzî-i Mısrî Divanı ve Şerhi/ Mehmet Efdal Emre Syf. 13-16)

Başlıca eserleri: Niyâzî-i Mısrî Divânı, Risâletü’t Tevhîd, Şerh-i Esmâ-i Hüsna, Sûre-i Nokta, Sûre-i Yusuf Tefsiri, Şerh-i Nutk-ı Yûnus Emre, Tahirnâme, Risâle-i Hasaneyn, Mektubat, Sûre-i Nûr Tefsiri, Risâle-i Hızriyye, Fâtiha Tefsiri, Risâle-i Belgrad, Risâle-i Vahdet-i Vücud, Mevâidü’l İrfân (İrfan Sofraları)

Niyâzî-i Mısrî Hazretleri; Yunus Emre’nin 13. yüzyılda tutuşturduğu mânâ çerağını ondan dörtyüz yıl sonra yeniden şahlandırarak Hakk nefesini Anadolu topraklarında âleme aşikâr etmiştir.

MELÂMÎLİK VE NİYÂZÎ-İ MISRÎ:

Melâmîlik, İslâm toplumunda hicri 100, miladi 700’lü yıllara nispet edilir. Oysa başlangıcı yoktur. İlk temsilcileri olarak da Ebû Ali Sindî, Bâyezid-i Bistâmî, Ebû Hafs Haddâd, Ebû Kasım Gürkani(Guri), Rabiatü’l Adevviye, Ebû turab Nahşebî, Hallac-ı Mansur, Ebû Bekir Şıbli, Ebu’l Hasan Harakâni Hazretleri ve emsali zâtlardır.

İkinci dönem Melâmî piri olarak Hacı Bayram-ı Veli ve halifesi Ömer Sıddıkî (Bıçakçı Ömer Dede) hazretleri anılırlar.

Üçüncü dönem Melâmî piri olarak da Seyyid Muhammed Nûr’ul Arabî Hazretleri (İbnü’l Arabî Hz. değil) anılırlar. Bu tür alametler hakîkatin tarikata (yola) dönüşmesinin alâmetleridir. Zîrâ hakîkatin dönemi yoktur.

Bu zâtların tamamı hakîkat ehlidirler. Hızır da ehl-i hakîkattandır. Niyâzî-i Mısrî Hazretleri’nin Melâmîliği ilm-i ledün sahibi oluşundan gelmektedir. O, devrinde bu hakîkat ilminde en önde olandır. Melâmîlik ‘’Lâ Mevcûde illa Hû’’ (Allah’tan başka mevcud yoktur) sırrıdır. Melâmi olmayan bir yol, bir kişi kuralların kuludur. Bu kurallar din ve tarikatın kurallarıdır. Özgürlük yoktur. Melâmi ise hür ve özgürdür. O Allah’ta fâni olandır. Allah kendinde olunca bâki olur. Niyazî-i Mısrî bu sırra erenlerdendir.

Hâkikat, varlığın Hakk’ın varlığı olduğunu idrâktir. Bu sırra erenler vaziyetlerinden kurtulanlardır. Melâmî bunu başarmış olandır. Melâmîlik dinler üstü hakîkattir. Lügat manası kınanmış, ayıplanmış olarak tanımlanır ki; bu ifadeler gayrıyat sahipleri tarafından onlara verilmiş vasıftır. Ehl-i zâhir, onları kınadığı için o ismi vermişlerdir.

Hakîkatta Melâmî Allah’ta fâni (fenâ fillâh) olan demektir. Allah’ta fâni olanın diyeti de Allah olur. İşte bunlar hakîkat ehli olan muvahhitlerdir. Onlar mutlakta yaşarlar. Sözleri ilâhidir. O mazhardan ilâh söyler. Onlar ilâhi rûh sahibidirler. İlâhi rûh ise ilâha aittir. Hakîkat dava işi değildir. Bir iş değildir ki davası olsun, sen ben pazarı olsun. Mutlak An’da vasıfsız ve özgür olarak yaşanır. An, ‘’An-ı daimdir’’. Ehl-i hakîkat doğmaz ve ölmez. O nasılsa öyledir.

Hakîkatta silsile yoktur. Ehl-i hakîkat dersi Hakk’tan alır.  Hakk ise ezeli ve ebedi Hayy’dır (canlı, diri). Bu sırrı idrâk edemeyen bazı Melâmî adını alanlar, Melâmîliği tarîkata döndürmüşlerdir. Hakîkatın (Melâmîliğin) başlangıcı mutlak olan Allah’tır. Bu sırdandır ki, tarihi yoktur. Başlangıcı olmayanın sonu da yoktur. ‘’O evveldir, âhirdir’’ (Hadîd, 3)

Hakîkat evrenin her yerinde hakîkattır. Hakîkat zâhiri bâtından, bâtını zâhirden ayırmaz. Mânâ sûretlerin altında gizlidir. Bunu idrâk eden sûrete gereken değeri verir. Sûretler geçicidir ama öz/mânâ ezeli ve ebedidir. Senin vücudun ne ise evren ve içindekilerde öyledir. Senin idrâkin evreni ve içindekileri bir vücud bilir. Kendi olarak görür. Sevgi esastır.

Kayıtlanmak senin zindanındır. Ne ile kayıtlandığın fark etmez. Sen bunların zamansız ve mekânsız ötesindesin. Senin gönlünü ihata edecek(kuşatacak) bir ikincin yoktur. Sen tanımın, tarifin ötesindesin. Özünü idrâk et. Zihin sınırlarından çık, gönlüne dön. Gir o kapıdan; işte mutlaktasın.

Sen hiç doğmadın, hiç de ölmeyeceksin. Sen sendeki ‘’BEN’’ in farkında ol. Zihnin gönlüne dönük olsun. Aynı zamanda zihnin içtimai hayattan gafil kalmasın.

Her hak sahibine hakkını ver. Melâmî olmak demek hayâlde yaşamak, hayâle hizmet demek değildir. O aynı zamanda eylemdir. Eylemde gönül vardır.

Hakîkatte mürid, mürşid birdir. Hakîkat (tevhid) ikiliği reddeder. Ama edeb de asıldır. Edepten mahrum olan variyet sahibidir (benlik). Variyet sahiplerinin yeri ise hakîkat değildir. Variyetinden geçmeyene evren ve hakîkat duvağını açmaz yani geçit vermez. Evrenin ve hakîkatin geçit vermediği de evrensel ve hakîkat olamaz. Evren hakîkatin özüdür. Özün özü de gönüldür. O sende var olandır. Öz ol ki evren olasın. Evren dahi gönülde bir noktadır.

Gönül; Allah’ın istiva ettiği Arş’ı, sonsuzluğu kendinde bulunduran mekânettir, mânâdır. Evrende mevcûd olanların kişiselliği, var oluşun evrenselliğine engel olmamalıdır. Sen, ben, evren özde biriz…

Bütün dinler körlerin elindeki asa mesabesindedir. Körlere yol gösterirler. Gerçek gözlüler, Tanrı (Allah) ile görenlerdir ki onlar tevhid eri muvahhitlerdir. Kim tevhide erdi ‘’eren, erilen, ermek’’ O  oldu. Var olan O’dur. Varlık dahi O’dur. Varlığın özü O’dur. Varlıkların zâhiri değişse de O hiç değişmeden olduğu hâl üzeredir. O her yerde ve her şeydedir. O yaşayan bir varlıktır. Şunu bil ki sen de O’sun.

Mutlak dinler üstü hakîkattir. Tüm dinleri kapsar. Hakîkate erenin meyli yoktur. Zîrâ O’nda kıyas yapacak bir ikinci yoktur. Bununla beraber O her mertebede bulunur. Cemâd olur, nebâd olur, hayvan olur, insan olur. İnsandan âlem-i ekber olur, evren olur. Evreni dahi aşan olur. Evren senin vücudundur ama sen vücuda sığmayan bir varlıksın. Zâtını sıfatlarını düşün. Özgürlük senin zâti özündür. Özgür olansa evreni ve içindeki tüm varlıkları (ki aslı bir varlıktır) kendi olarak görür. Tüm mükevvenat (yaradılmışlar) bir ‘’BEN’’dir. Kendini mutlak ‘’BEN’’ den ayrı bir ben kabul edersen, mutlak tarafından hedef olursun. Bütün varlıklar gözüne har (diken) rakip görünür. Öyle de olur. Varlığa bürünen ayrıştırır.

Evren bir varlıktır. O bir ise hiçbir kimse değildir. Sûretlere takılma, onlar geçicidir. İnkâr de etme. Herkes aynı idrâka sahip değildir.

Hakîkat isimsizdir. Ehl-i hakîkat kendilerini bir isimle anmazlar. Her isim bir kayıttır ve hedeftir. Esmâlar arası rekabet kaçınılmazdır ama her esmânın müsemmâsı (isimlendireni) birdir. Mânâ gönlün derinliklerindedir. Kim gönle dönerse onun derinliklerine iner. Hâl kâl ile anlatılamaz. Bir gülün güzelliğini, bir çınar ağacının haşmetini, Semâ’yı hangi kelimelerle anlatabilirsin? Kesret âleminde bir şeyler söylemek lazımdır ama vahdetten gaflet etmeden.

Her hak sahibine hakkını ver. Karşılık beklemeden sev, sevgi açıcıdır. Kin ve nefret ise bütün yolları tıkar. Geçit vermez. Sevgi gönlün işidir. ‘’Dağ ne kadar yüce olsa da yol onun üzerinden aşar’’ Gönül Tanrı’nın ARŞ’ıdır. Gönlü ile olan Tanrı ile olur, Tanrı’da yaşar.

Allah’a dua ederken Frenkler Ey Kribatur, Acemler Ey Hûdây, Türkler Ey Tanrı, Habeşler Ey Vâk, Rumlar Ey Siyâ (Theo), Ermeniler Ey Asfâc, Araplar Ey Allah diye seslenir. Fakat bu değişik lafızlar hep aynı mânâya delâlet eder. (Syf. 17-19)

 Divanında geçen ve şerh edilen ilahiler/nefeslerden bir bölüm şöyledir:
Şol dâneleri gör biter eşçar olur
Sırrıyla içinden yine esmâre gelirler
Her tohumu neden aldın ise eksen anı bil
Her cinsi yine bittiği eşçâre gelirler

‘’Şol dâneleri gör’’; Danelerden kasıt tohumdur. Bir bitkinin tohumunu toprağa eksen, gömsen o tohum kabuğunu kırar, büyür sûret bulur. Aslı ne ise o olur. Ağaç ise ağaç, bitki ise bitki olur. İnsansa insan, hayvansa hayvan olur. Sonra o bitkinin, ağacın, insanın veya hayvanın içinden bir sır olarak o tohum sürer ve yine meyve verir. Meyve tohumunu içinde saklar. Bu devir böyle sürer gider. Bir buğday tanesini veya kayısı çekirdeğini düşünün. Toprağa ekildi veya dikildi. Toprak onu kabul etti. Sonra ona hava tesir etti, yağmur yağdı, kar yağdı, rüzgâr fırtına esti, güneş vurdu, gece oldu ay vurdu, gündüz oldu.

Çekirdek toprak içinde nemlendi tohum kabardı, kabuk yumuşadı ve yarıldı. Sonra içindeki tohum yarılmaya başladı, tohumluktan çıktı çillendi. Tohumdan bir sürgün oluştu ve arzın üzerine doğru uzadı. Altta toprağa kök saldı. Üstte dal saldı ve başını Semâ’ya uzattı. Topraktan beslendikçe başını kaldırdı, görünüşte tohumdan, taneden, çekirdekten eser kalmadı. Sonra içinden süzüle süzüle yine tanesini, içinde çekirdeği olan meyvesini oluşturdu ama ne oluş bire yüz, bire yedi yüz belki de binler…

İşte bu serüven her şeyin aslıdır. Geçmiş ve gelecek, senin zâhirin de böyle. Bir de mânan var. O mânâ için kâmilin gönlüne girmen lâzım. Zâhirde annenin toprağına, bâtında kâmilin toprağına… Oluşum başlar artık insandan insan, kâmilden kâmil oluşur anla…

Hiç biri izinden çıkıp âher yola gitmez
Her birisi bir yol ile bazâra giderler

Kayısı çekirdeğinden ceviz yetişmez. Maymun tohumundan da insan oluşmaz. Bir esmânın terbiyesinde olan, başka esmanın yoluna gitmez…

İşte bu şâhadet âlemi Pazar yeridir, yani alışveriş yeridir. Tane ile samanın ayrıldığı yerdir. Bu dünyadaki Pazar anlayışı, erdemli insanın alışverişi erdemlilik üzerinedir. Yani erdem alır, erdem verir. Severek alır, severek verir. Erdemsiz ise tam tersidir. İşte fark başladı, son belli oldu. ’Herkes yaradılışına göre iş tutar’’ (İsrâ, 84)

Yolları ne var ayrı ise hep sana âşık
Cümle seni ister sana dîdâre gelirler

Her mazhar (tecellî yeri) bir esmânın terbiyesindedir. Cemâl mazharı olan cemâl yoluna, celâl mazharı olan celâl yoluna sevk olunur, istese de istemese de bu böyledir. Birinin yolu diğerine ters gelir. Ama sonuçta bütün esmâların müsemmâsı (isimlendireni) Allah’tır, dönüş O’nadır. Zâtiyyun olan ehl-i hakîkat ise esmâ ile değil, müsemmâ ile müsemmâ olmuşlardır. (Syf. 502-503)