İRFAN SOFRALARI - 1:
İrfan; Allah’ın gizli sırlarına ve eşyanın
hakîkatine tefekkür, keşif ve ilham yoluyla vâkıf olma, tevhid ilmini zevk
edinmek demektir. İrfan nefsini ıslah ettikten sonra sabır ve şükretmek, Hakk’a
teslim ve ondan gelene râzı olmaktır. O kimse ki, her mevcudun Cenâb-ı Hakk’ın
bir mazharı (görüldüğü yer) olduğunu görürse, ondan Hakk görünür. İşte ilim ve irfan budur. İrfan sahibi
mârifet sahibidir. İrfan, vücûdu bir görmektir.
Burada büyük
mutasavvıf Niyâzî-i Mısrî Hazretlerinin yetmiş bir sofradan oluşan muazzam
eseri İRFAN SOFRALARI’ nın dört sofrasından gıdalanmaya çalışacağız.
1.SOFRA: ‘’İnsana
çeşitli iyilikler lütfeden, Kur’ân sofrasına bütün insanları ve cinleri davet
eden Allah’a hamdolsun… Rahman nâmına o sofralara çağıranların Efendisi Hz.
Muhammed’e, irfan sofralarına koşarak kalplerine irfan dolduran âline ve
ashâbına salât ve selâm olsun’’
Bu fakir kul
Mısrî, her ne kadar o sofralara güzel icâbet edemedi ise de uzun zamandan beri
yüce Allah’ın şu sözüyle o sofranın inmesini istiyordu: ‘’Allah’ım, Rabbimiz, bize gökten bir sofra indir ki, bizden
öncekilere de bizden sonrakilere de bir bayram ve senden bir mu’cize olsun.
Bizi rızıklandır. Muhakkak sen, rızık verenlerin en hayırlısısın’’
Bin yetmiş
altı yılı (1076) Şevval’in ikinci günü akşama doğru kıbleye karşı oturmuş: ‘’Fakirlik
tamam olduğu zaman o, Allah’tır’’ sözünü düşünüyordum. Allah’ın
ilhamıyla sırrıma bunun hakîkî mânâsı doğdu. O kadar kesin bir mânâ doğdu ki,
artık bunun ötesinde bir mânâ yoktur. Allah
bana açıkça gösterdi ki, kendisinden başkasının ne zâhirde ne bâtında varlığı
yoktur. Yalnız var sayılır. Bana bildirdi ki, ârifin sırrında vücuttan fakr
(yoksunluk) tamam olmayınca
perdesiz, doğrudan doğruya Hakk’ın yüzüne bakması mümkün olmaz. Nitekim Yüce
Allah buyurmuştur: ‘’O gün bazı yüzler
sevinçli, Rablarına nâzırdır.’’ Varlığı atmazsa, Allah’ın göklere ve yere
arz ettiği, onların kabulden imtina edip sadece insanın yüklendiği vücûd
emânetini ödememiş olur. Ve bu sûretle büsbütün hıyanetten kurtulamaz. Allah’ı da
sevmez olur. Çünkü Allah Teâlâ, ‘’Allah
hainleri sevmez’’ âyetiyle ifâde ettiği üzere onu sevmez. Onun gözünden
perde nasıl kalksın ve nasıl Allah’ı görsün ki o, Hakk’ın olan vücudu kendine
mal etmektedir. Çünkü fakrın tamamı, Allah’tan başka her şeyden varlığı
almaktır.
Vücûd
kalkınca Hakk görünür. Ve hiç kaybolmaz. Dersen ki: Vücûd görünürde ve gerçekte
Allah Teâlâ’nın ise, o halde ârif kim? O’na bakan kim? Derim ki: ‘’Vücûd birdir
ama mertebeleri çoktur. Bir mertebede gül olur, diğerinde bülbül.’’ İbnü’l Arabî Hazretleri der ki; ‘’Rab Hakk’tır, kul Hakk’tır. Ah bilseydim,
kimdir mükellef. Kuldur dersen, o ölüdür. Rabdır dersen O halde O nasıl
mükellef (sorumlu) olur?’’
Buradan
anlaşılıyor ki fakr: iki cihanda vechin (yüzün) siyah (yok) olmasıdır. Yokluğa
da siyah denilir. Yani dünya ve âhiret Adem’dir (yoktur). Bunların varlığı
yoktur. Çünkü varlık gerçekte Allah’ındır. Mahlûkata varlık vermek mecazîdir.
Peygamber’in,
‘’Nefsini bilen Rabbini bilir’’
sözünün mânâsı da budur. Çünkü nefsinin vücûdu olmadığını bilirse, kendisinde
olan vücûdun Allah’a ait olduğunu anlar. Yani, kendisinin mahiyeti itibariyle
Rab, görünüş itibariyle nefs olduğunu
bilir.’’ (İrfan Sofraları)
‘’Ben insanları ve cinleri ancak bana
ibâdet etsinler diye yarattım’’ (Zâriyât,, 57) Buradan
anlaşılıyor ki, Allah’ın mesul tuttuğu her varlık gıdasını Kur’ân’dan
alacaktır. Kur’ân bir davet sofrasıdır ki, insanı ziyafete davet eder. Ziyafete davet, edeb kelimesinin mânâsıdır.
Zîra edeb kelimesi yemekte toplanmak anlamındaki ‘’me’dabe’’ kelimesinden türetilmiştir. Aynı zamanda edeb, bütün
hayırları toplamak demektir. Demek ki edebin hakîkatinde Kur’ân ziyafetinden
beslenmek vardır. İnsan bütün ömrünce besleneceği bilgileri Kur’ân’dan alır.
Her şeyin hakikati Kur’ân’dır. Kur’ân’ın hakikati de Peygamber’in mübârek
vücudunda gizlenmiştir. Kur’ân’a irfan sofrası denilmesi, Allah’ın her yerde
tecellisinin yani çoklukta birliği, birlikte çokluğu idrâk etmenin yegâne
yolunun Kur’ân’ın ziyafetinden yararlanmak olmasıyla alâkalıdır.
‘’Fakirlik tamam olduğu
zaman o, Allah’tır.’’ Abdülkadir Geylani Hazretleri der
ki; ‘’Bizim yanımızda fakir, hiçbir şeyi olmayan değil, her şeyde buyruğu
olandır. O bir şeyi dileyip olmasını istediği zaman, hemen olur.’’ Hz. Muhammed
(sav) de buyurmuştur ki; ‘’Fakirlik
övüncümdür, iftiharımdır. Ben onunla diğer nebi ve resûllere fark atarım.’’
Bize
kavuşmak isteyenler fakrı, yani boşluğu, yokluğu ve hiçliği arzulasınlar. Bütün
isteklerinden geçsinler. Hatta bu yolda istememeyi istemek bile bir istektir.
Bu şekilde fakr tamam olunca artık onlar yok, ancak biz varız. O zaman ‘’sen
bundan gaflette idin, işte senden perdeni kaldırdık’’ denir. Çünkü fakirlik
tamam olunca, o Allah’tır. Bizim yememiz fakirlerin yemesidir, içmemiz de
fakirlerin içmesidir. Fakirlik ateşiyle yanan ve şiddetli yoksulluktan kıvranan
kırık kalpli birisini gördüğünde, hemen ona yakınlaş. Çünkü bizimle onun
arasında hiçbir perde yoktur. Fakirlerin duasını ganimet bilsinler. Biz
fakirlerleyiz, fakirler de bizimledir.
Onların
dünyadaki görünüşleri, bedenleri, az yemekten, az içmekten; nefisleri
şehvetlerin engelinden, kalpleri
kuruntulardan ve rûhları kötülüklerden yanmıştır. Kalplerinde arzu ve
isteklerden bir şey kalmamış, kötü düşünceler tamamen kaybolmuştur. Bunlar bizim
yüzümüzün ışığıyla (lika nûruyla) yanmış, bekâ sahipleridir.
2. SOFRA: ‘’Acı ve tatlı sulu iki denizi birbirlerine
kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel (berzah) vardır; birbirinin
sınırını aşamazlar’’ (Rahmân, 19-20)
Burada iki denizden maksat şerîat ve hakîkattir. Allah Teâlâ onları salıvermiştir.
Karşı karşıya gelirler, komşu olurlar, yüzeyleri birbirine dokunur. Öyle ki
şerîatte bulunan her ilim ve amel hakîkatte de bulunur. Hiçbiri o ilim ve
amelden ayrılmazlar. Fakat yine de aralarında Allah’ın hikmeti ve kudreti icâbı
birbirlerine karışmalarına engel bir berzah vardır. Bu berzah nedeniyle biri
diğerine geçemez. Bu mâni, iki taraf adamlarının vehimleridir. Yani bu iki
ilim, aslında tek bir ilimden ibârettir. İki ilime de itibar edilir. Bu
itibardan dolayı, iki taraf erbabı arasında daimî bir ihtilaf vardır. Bunun
zâhirinde misali ‘’dağ’’dır. Dağ,
dağ olması nedeniyle tektir. Çıkışı ve inişi dolayısıyla ikidir. Çıkışı şerîate
misal, inişi hakîkate misaldir. Dağda yürümek, çıkan için zordur; inen için kolaydır.
Ama dağın zirvesinde olan kimse çıkış ve iniş zahmetinden kurtulmuştur.
Bu engelden
dolayı iki taraf ehlinden gizli kalan bir hikmet gereğince biri, diğerinin
hükmünü kaldıramaz. Zîra bu engel, iki cihanın imarı için konulmuştur. Bunun
içindir ki tamamen birbirine geçip karışmazlar. Şerîat ehli, hakîkat ehlinin ilmini
bilmediklerinden ve onları şerîate aykırı sandıklarından dolayı hakîkat ehline
karşı koyarlar. Tam kemâle ermiş muhakkikler müstesna. Hakîkat ehli de şerîati hakîkate
aykırı görerek onu terk etmekte bir sakınca görmedikleri için şerîat ehline
karşı koyarlar. Fakat dağın zirvesine ulaşan ve en yüksek kulelerde oturan
ârifler, ‘’A’RAF’’ ehlidirler. Bu
iki ilmin tek bir ilim olduğunu, iki taraf erbabının gözlerindeki illet
örtüsünden dolayı iki ilim gibi göründüğünü bilirler. Ve iki taraf ehlinin de
haklarını verirler.
İki tarafın
benzerliklerini açıklayarak, müşküllerini çözerek bu iki ilim erbabının arasını
mümkün mertebe düzeltmeye çalışırlar.
Her asırda
bunların aralarını bulan kimseler mevcuttur. Eğer aralarını bulan kimseler
olmasaydı, aralarında savaş olur, düzen bozulurdu. Bundan dolayıdır ki, ‘’Ahlâk güzelliklerinin en iyisi, iki kişi
arasını ıslah etmektir’’ denilmiştir. Bu iki ilim, sulh ile karışacak,
birleşecek gibi olur, lâkin aralarındaki berzah ile ayrışırlar. Ve böylece
daimî olarak birbirine tecavüz etmez. Tâ ki birinin hükmü diğerini yenerek iki
cihanın dengesi bozulmasın. (İrfan Sofraları)
Berzah, iki şey arasındaki perde ve engel
demektir. Dolayısıyla berzah, aralarında bulunduğu iki şeyi bir yandan
engeller, öte yandan birleştirir. Berzah mânâ ile sûretler âlemi, rûhlar ile
cisimler âlemi, dünya ile âhiret âlemi arasında görülen âlem için de
kullanılır. İki zıt âlemi, iki mertebeyi veya iki özelliği birleştiren ve
ayıran bir mertebedir. Bir anlamda A’raf’tır.
Berzah bir anlamda ezel ve ebed arasındadır. Berzahın bir özelliği de
kendisinde berzah bulunmayışıdır. Berzah
Peygamberimizi dolayısıyla da Kâmil İnsan’ı temsil eder. O Hakk ile halk
arasında bir berzah, Hakk’la halkı birleştiren bir vâsıtadır.
3.SOFRA: ‘’Ey Îman edenler, zandan sakınınız. Çünkü zannın bazısı günahtır.
Birbirinizin gizlisini araştırmayınız, biriniz, diğerinin gıybetini etmesin.
Biriniz ölmüş kardeşinizin etini yemek ister mi? Elbet bundan iğrendiniz.
Allah’tan korkunuz. Şüphesiz Allah bağışlayıcı ve merhamet edicidir.’’ (Hucurât, 12)
Bil ki,
güneş nereye yönelse, karşısında karanlık görmez. Karşısına düşen her şey
aydınlık (nûr) görünür. Güneşin gördüğü nûr, karşısına düşen eşyayı
ışıklandıran kendi yüzünün nûrudur. Ama zûlmetin karşısında aydınlık olmaz.
Karanlık, karşısında bulunan eşyada daima karanlık görür. Bu karanlık,
karşısına düşen eşyayı karartan kendi karanlığıdır. İmdi, güneş, kendine
kıyasen, bütün âlemin nûrdan ibâret bulunduğunu zanneder. Zûlmet (karanlık)
ise, kendine kıyas ederek bütün eşyanın zûlmetten ibâret olduğunu sanır.
Güneş,
Ârif-i billâh olan muvahhid (tevhid ehli) müminin misalidir. Bu zaten bütün
eşyada, kendi irfânının, tevhidinin Îmânının ve âyanının ‘’Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı hamd ile tesbih etmesin. Lâkin siz
onların teşbihlerini anlayamazsınız’’ (İsrâ, 44) âyetinin ifâde ettiği gibi
aksini, nûrunu görür. Halbûki aslında eşyanın bir kısmında cehâlet, küfür ve
isyan zûlmeti vardır. Fakat o müminin bakışının nûru, bütün eşyayı kaplar da o,
hepsinde sadece nûr görür. Bütün insanlara iyi zan besler. Bu sıfat, bir
insana, ancak kemâle eriştiren bir Mürşid-i Kâmil’in terbiyesi altında iç
tasfiyesiyle (temizliği ile) mümkün olur.
Zûlmet ise
cehâlet ile kalbi kararmış câhile benzer. Bu adam, bütün eşyada bir eksiklik
görür, herkeste bir ayıp arar. Câhil neye baksa, cehâletinin ve ayıbının
siyahlığı o şeye akseder. Baktığı şey ne olursa olsun onda muhakkak bir ayıp ve
noksan bulur. Fukara bilmez ki o, kendi ayıp ve noksanıdır, oradan kendisine
aksetmiştir.
Binâenaleyh,
Ey Ehlullah yolunda süluk eden tâlip, Allah’ta mücâhede et ki, rûhunun güneşi
battığı yerden doğsun, tutulduğu yerden açılsın, kalbinin âlemleri nûrlansın, nûru
yüzüne vursun ve senin yüzünden karşısında bulunanlara yansıyarak hepsini
aydınlatsın. Karşısında bulunanlar, senin ilim ve irfanının nûrundan istifade
ersin, senin gölgende, yani cisminin ve bedeninin gölgesinde istirahat
etsinler. İşte güzel huyun kemâli budur. Allah, bizi de sizi de vasıflarla
vasıflananlardan, Allah indinde ve insanlar indinde râzı olunmuş ve sevilmiş
olan bu huylarla huylanmış bulunanlardan eylesin. Âmin. (İrfan sofraları)
‘’Zan sahibi, ferâset
sahibinin karşıtıdır.’’ Hakîkati gören kişi kimse hakkında zan beslemez. Allah Kur’ân’ı
Kerim’inde ‘’Onların bilgileri yoktur.
Onlar yalnız zanna uyarlar. Zan ise, hiç şüphesiz, hakîkati ifade etmez’’
buyurur. (Yûnus, 36/ Necm, 28) Cüz’î akıl erbâbının söyledikleri hep zandan
ibarettir. Zan ise mahlûktur, yaratılmıştır. Hz. Ali de ‘’Akıl mahlûktur, yaratılmıştır, onun
tasavvur ettiği ne varsa tabî ki o da mahlûktur, yaratılmıştır’’ demiştir.
Her şeyin
başı Allah korkusu, yani saygıdır. Resûlullah da; ‘’Herkes den ziyâde Allah’ı
ben bilirim. Herkesten fazla O’ndan ben korkarım’’ buyurmuştur. Bu korku bizim
bildiğimiz korku değil haşyetullahtır. Allah’tan korkmak ulu bir duraktır.
Fare, aslandan hiç korkmaz. Farenin korkusu kedidendir. Dünya ehli fare
sıfatlıdır, Allah’tan korkma mertebesine erememişlerdir. Onlar, kendi
cinslerinden olan sahneden, bekçiden korkarlar.
Korkunun üç
türlü mânâsı vardır: Biri korku, biri haşyet, biri de heybettir. Bizim
bildiğimiz korku îmânın şartlarındandır. Haşyet, amelin şartlarındandır. Heybet
ise mârifetin şartlarındandır. Her türlü cezadan korkmak nefis makamıdır.
Allah’ın cilve ve oyunlarından korkmak, kalp ve huzur makamıdır. Fakat sır ve
şuhût (şâhit olma, görme) makamının korkusunda, heybet ve azamet vardır ki, bu
görgü makamıdır. Hâif (korkan), Allah’tan başkasından korkmayandır. Hâif,
Rabbinden Rabbine kaçandır.
Bilgi
arttıkça korku ziyâde olur. Bu korku cehennem korkusundan değil, İlâhi Saltanat’ın azametinden,
heybetindendir. Gerçek bir Allah korkusu hakîkatte büyük bir Allah sevgisidir.
8. SOFRA: İlmini göstererek zenginlerin
kapısında dolaşan ve onlardan bir şeyler uman âlimlerin neye benzediğini izah
bâbındadır. Kapılarında ilmini göstererek dolaştığı kimseler kendisini hor
görürler ve nasihatini de kabul etmezler. Bu âlim, örümceğe benzer. Çünkü
örümcek de gider, insanların kapılarında, evlerinde, küvetlerinde,
deliklerinde, tavanlarında ev (yuva) yapar. Hem de o kadar güzel yapar ki
sanatının maharetinden, ölçülerinin güzelliğinden, açılarının düzeninden
mühendisler hayret ve acz içinde kalırlar. Fakat onun orada yuvalanmasından
maksat sinek, kelebek ve emsali şeyleri avlamak olduğundan, insanlar ona yüz
vermezler, aksine onu yıkmaya çalışırlar, kötü görürler.
İrfan
sofraları/Niyâzî Mısrî
İlmiyle amel
eden sâlih, hiç kimseye yüzsuyu dökmeyen âlim de arıya benzer. Allah şöyle
buyurmuştur. ‘’Allah’tan başka veliler
edinen kimseler ev edinen örümcek gibidir. Evlerin en bayağısı da elbet örümcek
evidir. Bilmiş olsalardı’’ (Ankebut, 41) Ayrıca; ‘’Rabbin arıya, dağlarda, ağaçlarda ve hazırlanmış kovanlarda yuva
edin, sonra da Rabbinin gösterdiği yollardan mütevâzi olarak yürü’’ diye vahyetti. ’’Onun karınlarından insanlara çeşitli renklerde içki (bal, bal
şerbeti) çıkar. Onda insanlara şifa vardır. Düşünen bir millet için bunda ibret
vardır.’’ (Nahl, 68- 69)
Bil ki
faydalı ilimleri cem eden ve onlarla
sâlih ameller işleyen âlimi, Allah bilmediği ilimlere aşinâ kılar. Çünkü
Peygamber Aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: ‘’Bildiğiyle amel edeni Allah bilmediği
ilimlere vâris kılar.’’ Ve buyurmuştur: ‘’Kırk sabah Allah’a halisâne
ibâdet eden kimsenin kalbinden lisanına hikmet pınarları fışkırır’’ İmdi kırk sabah ibâdet eden böyle olursa ya
kırk hafta, kırk ay yahut kırk sene ihlâsla sabahlayan kimse nasıl olur?
Verâset ilmi temiz baldır. Kalpleri saflaştırır, rûhları temizler, dilleri tatlılaştırır.
Hasılı ey kardeşim, Hakk nazarında kapılarda,
deliklerde, tavanlarda yuva yapan örümcek gibi olma. Çünkü o ev, sahibini
sıcaktan ve soğuktan korumaz. Örümcek onu sadece sinek ve kelebek avlamak için
yapar. Yani ilim aracılığı ile zenginlerin dünyalıklarından faydalanmak için
onların kapılarına gitme. Halktan uzlet
eden arı gibi ol. İlmini ve amelini hâlis et ve iyilikle emir, kötülükten
nehiy dışında ilim ve amelini insanlardan gizle. Çünkü arı, Yüce Rabbin vahyiyle
öyle bir ev yaptı ki örümcek gibi mühendisler onun sanatından hayrete düştüler
aciz kaldılar. Arıların karınlarından çeşitli renklerde şarap çıkar ki bunda
insanlara şifa vardır. Arı, tadı ağızlarda kalan o saf bal ile evinin
hücrelerini doldurur, onunla kendinin ve insanların açlığını ve çeşitli
hastalıkları savar. Yani tenhayı ve
uzleti sevmekte, ilim ile amel etmekte arı gibi ol ki sana verâset ilmi hâsıl
olsun.
Öyleyse Hak
nazarında örümcek gibi olma. Zîra örümcek bu evi korunmak için değil avlanmak
için yapar. Yani ilmini kullanarak insanları etkilemeye çalışır. Sen ilmini arı
gibi kullanmaya gayret et. Halkı değil, Hakk’ı memnun etmek için ilminle amel
et ve Allah’ın isteklerine uy. Zîra bu durumda yaptığın her şey örümcek gibi
olan ilim sahibini hayrete düşürecektir. Tıpkı arıların karınlarındaki bal gibi
bunda şifa vardır ve insanlara şifa olur. Dolayısıyla menfaat bulacağın
kişilerden kaç. İlminle amel etmekle meşgul ol ki, ilmin verâset ilmine dönsün
ve Peygamberin ahlâkıyla ahlâklanma meyvesini versin. Her konuşman da insanlara
şifa oluştursun. Ağzında zikir ve tevhid balı, kalbinde Allah aşkı olanlar,
insanlara şifa verir.