NİYÂZÎ-İ MISRÎ HAZRETLERİ:
Niyâzî-i Mısrî Hazretleri miladi 1617 yılında Malatya’da doğdu. Adı Mehmed’dir. Mutasavvıf bir ailede büyüdü. Babası Nakşibendî tarikatına mensup olmasına rağmen kendisi daha sonra Halveti tarikatına mensup oldu.
Daha sonraki yıllarda Bağdat’a, oradan da Mısır’a geçti, ilim tahsil etti. Dini ilimlerde yetkili bir kişi oldu. Özel olarak da ‘’Miftah-ı ulum’il gayb’’ (gayb ilimleri anahtarı) ilmini tahsil etti. Bu ilmi daha önce de şeyh Bedreddin-i Simavi Hazretleri tahsil etmişti. Son dönemde ise bu ilmi Mısır’da tahsil eden kişi olarak Muhammed Nûr’ul Arabi Hazretlerini görmekteyiz.
Niyâzî-i Mısri Hazretleri otuz yaşlarında, görmüş olduğu bir rüya üzerine Mısır’dan ayrılır, rüyada gördüğü mürşidini Uşak vilâyetinde bulur. Bu zât Elmalılı, Halveti şeyhi Ümmî Sinan Mehmed Efendi’dir.
Daha sonra şeyhinden hilâfet icâzeti alarak irşada başlar. Efendisinin vefat etmesi üzerine Elmalı’dan ayrılır, Bursa’ya gelir. Daha sonra da Edirne ve İstanbul’a geçer, yeniden Bursa’ya döner. Edirne’de vermiş olduğu bir vaazdan dolayı Rodos adasına sürgüne gönderilir, bir yıl sonra affedilir. Tekrar Bursa’ya döner.
Rusya seferi için (1677) kalabalık bir mürid topluluğuyla yeniden Edirne’ye gelir. Pâdişah, Hazretin ve müridlerinin savaşa iştirak etmesine taraftar değildir. Ondan sadece hayır dua etmesini ister. Ama Hazret celâllidir. Selimiye camisinde verdiği vaazdan dolayı Niyazî Efendi Limni adasına sürgüne gönderilir. On beş yıl orada kalır. Sonra affedilir. Dönüşte yazmış olduğu bazı eserleri ve konuşmaları hased edenleri tarafından pâdişaha şikâyet edilmesi üzerine yeniden Limni adasına sürgün edilir. Niyâzî-i Mısrî Hazretleri Limni adasında 1693 yılında ayaklarına bağlı demir kütleleri olduğu hâlde Hakk’ın rahmetine kavuşur. Türbesi Limni’dedir. (Niyâzî-i Mısrî Divanı ve Şerhi/ Mehmet Efdal Emre Syf. 13-16)
Başlıca eserleri: Niyâzî-i Mısrî Divânı, Risâletü’t Tevhîd, Şerh-i Esmâ-i Hüsna, Sûre-i Nokta, Sûre-i Yusuf Tefsiri, Şerh-i Nutk-ı Yûnus Emre, Tahirnâme, Risâle-i Hasaneyn, Mektubat, Sûre-i Nûr Tefsiri, Risâle-i Hızriyye, Fâtiha Tefsiri, Risâle-i Belgrad, Risâle-i Vahdet-i Vücud, Mevâidü’l İrfân (İrfan Sofraları)
Niyâzî-i Mısrî Hazretleri; Yunus Emre’nin 13. yüzyılda tutuşturduğu mânâ çerağını ondan dörtyüz yıl sonra yeniden şahlandırarak Hakk nefesini Anadolu topraklarında âleme aşikâr etmiştir.
MELÂMÎLİK VE NİYÂZÎ-İ MISRÎ:
Melâmîlik, İslâm toplumunda hicri 100, miladi 700’lü yıllara nispet edilir. Oysa başlangıcı yoktur. İlk temsilcileri olarak da Ebû Ali Sindî, Bâyezid-i Bistâmî, Ebû Hafs Haddâd, Ebû Kasım Gürkani(Guri), Rabiatü’l Adevviye, Ebû turab Nahşebî, Hallac-ı Mansur, Ebû Bekir Şıbli, Ebu’l Hasan Harakâni Hazretleri ve emsali zâtlardır.
İkinci dönem Melâmî piri olarak Hacı Bayram-ı Veli ve halifesi Ömer Sıddıkî (Bıçakçı Ömer Dede) hazretleri anılırlar.
Üçüncü dönem Melâmî piri olarak da Seyyid Muhammed Nûr’ul Arabî Hazretleri (İbnü’l Arabî Hz. değil) anılırlar. Bu tür alametler hakîkatin tarikata (yola) dönüşmesinin alâmetleridir. Zîrâ hakîkatin dönemi yoktur.
Bu zâtların tamamı hakîkat ehlidirler. Hızır da ehl-i hakîkattandır. Niyâzî-i Mısrî Hazretleri’nin Melâmîliği ilm-i ledün sahibi oluşundan gelmektedir. O, devrinde bu hakîkat ilminde en önde olandır. Melâmîlik ‘’Lâ Mevcûde illa Hû’’ (Allah’tan başka mevcud yoktur) sırrıdır. Melâmi olmayan bir yol, bir kişi kuralların kuludur. Bu kurallar din ve tarikatın kurallarıdır. Özgürlük yoktur. Melâmi ise hür ve özgürdür. O Allah’ta fâni olandır. Allah kendinde olunca bâki olur. Niyazî-i Mısrî bu sırra erenlerdendir.
Hâkikat, varlığın Hakk’ın varlığı olduğunu idrâktir. Bu sırra erenler vaziyetlerinden kurtulanlardır. Melâmî bunu başarmış olandır. Melâmîlik dinler üstü hakîkattir. Lügat manası kınanmış, ayıplanmış olarak tanımlanır ki; bu ifadeler gayrıyat sahipleri tarafından onlara verilmiş vasıftır. Ehl-i zâhir, onları kınadığı için o ismi vermişlerdir.
Hakîkatta Melâmî Allah’ta fâni (fenâ fillâh) olan demektir. Allah’ta fâni olanın diyeti de Allah olur. İşte bunlar hakîkat ehli olan muvahhitlerdir. Onlar mutlakta yaşarlar. Sözleri ilâhidir. O mazhardan ilâh söyler. Onlar ilâhi rûh sahibidirler. İlâhi rûh ise ilâha aittir. Hakîkat dava işi değildir. Bir iş değildir ki davası olsun, sen ben pazarı olsun. Mutlak An’da vasıfsız ve özgür olarak yaşanır. An, ‘’An-ı daimdir’’. Ehl-i hakîkat doğmaz ve ölmez. O nasılsa öyledir.
Hakîkatta silsile yoktur. Ehl-i hakîkat dersi Hakk’tan alır. Hakk ise ezeli ve ebedi Hayy’dır (canlı, diri). Bu sırrı idrâk edemeyen bazı Melâmî adını alanlar, Melâmîliği tarîkata döndürmüşlerdir. Hakîkatın (Melâmîliğin) başlangıcı mutlak olan Allah’tır. Bu sırdandır ki, tarihi yoktur. Başlangıcı olmayanın sonu da yoktur. ‘’O evveldir, âhirdir’’ (Hadîd, 3)
Hakîkat evrenin her yerinde hakîkattır. Hakîkat zâhiri bâtından, bâtını zâhirden ayırmaz. Mânâ sûretlerin altında gizlidir. Bunu idrâk eden sûrete gereken değeri verir. Sûretler geçicidir ama öz/mânâ ezeli ve ebedidir. Senin vücudun ne ise evren ve içindekilerde öyledir. Senin idrâkin evreni ve içindekileri bir vücud bilir. Kendi olarak görür. Sevgi esastır.
Kayıtlanmak senin zindanındır. Ne ile kayıtlandığın fark etmez. Sen bunların zamansız ve mekânsız ötesindesin. Senin gönlünü ihata edecek(kuşatacak) bir ikincin yoktur. Sen tanımın, tarifin ötesindesin. Özünü idrâk et. Zihin sınırlarından çık, gönlüne dön. Gir o kapıdan; işte mutlaktasın.
Sen hiç doğmadın, hiç de ölmeyeceksin. Sen sendeki ‘’BEN’’ in farkında ol. Zihnin gönlüne dönük olsun. Aynı zamanda zihnin içtimai hayattan gafil kalmasın.
Her hak sahibine hakkını ver. Melâmî olmak demek hayâlde yaşamak, hayâle hizmet demek değildir. O aynı zamanda eylemdir. Eylemde gönül vardır.
Hakîkatte mürid, mürşid birdir. Hakîkat (tevhid) ikiliği reddeder. Ama edeb de asıldır. Edepten mahrum olan variyet sahibidir (benlik). Variyet sahiplerinin yeri ise hakîkat değildir. Variyetinden geçmeyene evren ve hakîkat duvağını açmaz yani geçit vermez. Evrenin ve hakîkatin geçit vermediği de evrensel ve hakîkat olamaz. Evren hakîkatin özüdür. Özün özü de gönüldür. O sende var olandır. Öz ol ki evren olasın. Evren dahi gönülde bir noktadır.
Gönül; Allah’ın istiva ettiği Arş’ı, sonsuzluğu kendinde bulunduran mekânettir, mânâdır. Evrende mevcûd olanların kişiselliği, var oluşun evrenselliğine engel olmamalıdır. Sen, ben, evren özde biriz…
Bütün dinler körlerin elindeki asa mesabesindedir. Körlere yol gösterirler. Gerçek gözlüler, Tanrı (Allah) ile görenlerdir ki onlar tevhid eri muvahhitlerdir. Kim tevhide erdi ‘’eren, erilen, ermek’’ O oldu. Var olan O’dur. Varlık dahi O’dur. Varlığın özü O’dur. Varlıkların zâhiri değişse de O hiç değişmeden olduğu hâl üzeredir. O her yerde ve her şeydedir. O yaşayan bir varlıktır. Şunu bil ki sen de O’sun.
Mutlak dinler üstü hakîkattir. Tüm dinleri kapsar. Hakîkate erenin meyli yoktur. Zîrâ O’nda kıyas yapacak bir ikinci yoktur. Bununla beraber O her mertebede bulunur. Cemâd olur, nebâd olur, hayvan olur, insan olur. İnsandan âlem-i ekber olur, evren olur. Evreni dahi aşan olur. Evren senin vücudundur ama sen vücuda sığmayan bir varlıksın. Zâtını sıfatlarını düşün. Özgürlük senin zâti özündür. Özgür olansa evreni ve içindeki tüm varlıkları (ki aslı bir varlıktır) kendi olarak görür. Tüm mükevvenat (yaradılmışlar) bir ‘’BEN’’dir. Kendini mutlak ‘’BEN’’ den ayrı bir ben kabul edersen, mutlak tarafından hedef olursun. Bütün varlıklar gözüne har (diken) rakip görünür. Öyle de olur. Varlığa bürünen ayrıştırır.
Evren bir varlıktır. O bir ise hiçbir kimse değildir. Sûretlere takılma, onlar geçicidir. İnkâr de etme. Herkes aynı idrâka sahip değildir.
Hakîkat isimsizdir. Ehl-i hakîkat kendilerini bir isimle anmazlar. Her isim bir kayıttır ve hedeftir. Esmâlar arası rekabet kaçınılmazdır ama her esmânın müsemmâsı (isimlendireni) birdir. Mânâ gönlün derinliklerindedir. Kim gönle dönerse onun derinliklerine iner. Hâl kâl ile anlatılamaz. Bir gülün güzelliğini, bir çınar ağacının haşmetini, Semâ’yı hangi kelimelerle anlatabilirsin? Kesret âleminde bir şeyler söylemek lazımdır ama vahdetten gaflet etmeden.
Her hak sahibine hakkını ver. Karşılık beklemeden sev, sevgi açıcıdır. Kin ve nefret ise bütün yolları tıkar. Geçit vermez. Sevgi gönlün işidir. ‘’Dağ ne kadar yüce olsa da yol onun üzerinden aşar’’ Gönül Tanrı’nın ARŞ’ıdır. Gönlü ile olan Tanrı ile olur, Tanrı’da yaşar.
Allah’a dua ederken Frenkler Ey Kribatur, Acemler Ey Hûdây, Türkler Ey Tanrı, Habeşler Ey Vâk, Rumlar Ey Siyâ (Theo), Ermeniler Ey Asfâc, Araplar Ey Allah diye seslenir. Fakat bu değişik lafızlar hep aynı mânâya delâlet eder. (Syf. 17-19)
Divanında geçen ve şerh edilen ilahiler/nefeslerden bir bölüm şöyledir:
Şol dâneleri gör biter eşçar olur
Sırrıyla içinden yine esmâre gelirler
Her tohumu neden aldın ise eksen anı bil
Her cinsi yine bittiği eşçâre gelirler
‘’Şol dâneleri gör’’; Danelerden kasıt tohumdur. Bir bitkinin tohumunu toprağa eksen, gömsen o tohum kabuğunu kırar, büyür sûret bulur. Aslı ne ise o olur. Ağaç ise ağaç, bitki ise bitki olur. İnsansa insan, hayvansa hayvan olur. Sonra o bitkinin, ağacın, insanın veya hayvanın içinden bir sır olarak o tohum sürer ve yine meyve verir. Meyve tohumunu içinde saklar. Bu devir böyle sürer gider. Bir buğday tanesini veya kayısı çekirdeğini düşünün. Toprağa ekildi veya dikildi. Toprak onu kabul etti. Sonra ona hava tesir etti, yağmur yağdı, kar yağdı, rüzgâr fırtına esti, güneş vurdu, gece oldu ay vurdu, gündüz oldu.
Çekirdek toprak içinde nemlendi tohum kabardı, kabuk yumuşadı ve yarıldı. Sonra içindeki tohum yarılmaya başladı, tohumluktan çıktı çillendi. Tohumdan bir sürgün oluştu ve arzın üzerine doğru uzadı. Altta toprağa kök saldı. Üstte dal saldı ve başını Semâ’ya uzattı. Topraktan beslendikçe başını kaldırdı, görünüşte tohumdan, taneden, çekirdekten eser kalmadı. Sonra içinden süzüle süzüle yine tanesini, içinde çekirdeği olan meyvesini oluşturdu ama ne oluş bire yüz, bire yedi yüz belki de binler…
İşte bu serüven her şeyin aslıdır. Geçmiş ve gelecek, senin zâhirin de böyle. Bir de mânan var. O mânâ için kâmilin gönlüne girmen lâzım. Zâhirde annenin toprağına, bâtında kâmilin toprağına… Oluşum başlar artık insandan insan, kâmilden kâmil oluşur anla…
Hiç biri izinden çıkıp âher yola gitmez
Her birisi bir yol ile bazâra giderler
Kayısı çekirdeğinden ceviz yetişmez. Maymun tohumundan da insan oluşmaz. Bir esmânın terbiyesinde olan, başka esmanın yoluna gitmez…
İşte bu şâhadet âlemi Pazar yeridir, yani alışveriş yeridir. Tane ile samanın ayrıldığı yerdir. Bu dünyadaki Pazar anlayışı, erdemli insanın alışverişi erdemlilik üzerinedir. Yani erdem alır, erdem verir. Severek alır, severek verir. Erdemsiz ise tam tersidir. İşte fark başladı, son belli oldu. ‘’Herkes yaradılışına göre iş tutar’’ (İsrâ, 84)
Yolları ne var ayrı ise hep sana âşık
Cümle seni ister sana dîdâre gelirler
Her mazhar (tecellî yeri) bir esmânın terbiyesindedir. Cemâl mazharı olan cemâl yoluna, celâl mazharı olan celâl yoluna sevk olunur, istese de istemese de bu böyledir. Birinin yolu diğerine ters gelir. Ama sonuçta bütün esmâların müsemmâsı (isimlendireni) Allah’tır, dönüş O’nadır. Zâtiyyun olan ehl-i hakîkat ise esmâ ile değil, müsemmâ ile müsemmâ olmuşlardır. (Syf. 502-503)