29 Mart 2020 Pazar


DEĞİŞEN HALLER:

Yoldaki sâlikler (yolcular) nefse ve Allah’ın zikrinden kendilerini alıkoyan her şeye karşı cihad etmişler, erdemlere yol vermek için ahlâki bozuklukları arındırma teşebbüsü içerisine girmişlerdir. Nefsin dönüşümünün her bir yükseliş mertebesine ‘’makam’’ denir ve makam, kalıcı bir edinim ve yerleşik bir karakter niteliği olarak kabul edilir. Bu anlamda makamlar, hâller ile karşıtlık oluştururlar. Hâl kelimesinin kök anlamı ‘’değişmek ve başkalaşmak’’ tır. Hâller Allah’tan gelen hediyeler olup kalbe girer fakat orada kalıcı olmaz. Hızlıca değişirler ve hâllerini başkası alır. Hâller zıtlarıyla birlikte değerlendirilirler. Neşe ve hüzün, kabz (daralma) ve bast (genişleme), sekr (kendinden geçme, sarhoşluk) ve sahv (ayılma), heybet (Yücelik karşısında duyulan gönül titremesi) ve üns (Allah ile huzur ve yakınlık), fenâ ve bekâ gibi. Hâller değişir, makamlar değişmeden kalır. Birinin hâli başka birinin makamı olabilir.

Hem hâller hem de makamlar ilâhi olana dayandırılır ve Müellifler/yazarlar çoğu kez bu birbirine zıt çiftlerin kaynağını birbiriyle karşıtlık oluşturan ilâhi isimlerde bulur. Dolayısıyla havf ve heybetin (korku) Allah’ın celâl ve kahrına, recâ ve ünsün (umut) ise O’nun cemâl ve lütfuna verilen insânî karşılık olduğu söylenir. ‘’Ey insanlar Rabbinizden sakının’’ (Hac, 1) ‘’Rabbinizden sakının’’ sözü biri kahır biri lütuf olmak üzere iki kelimeden oluşur. ‘’Sakının’’ kahır iken, ‘’Rabbiniz’’ lutuftur. Allah korku ve umut arasında yaşasın diye kulu korku ve lütuf arasında tutar. Kul, korku hâlinde kendi fiiline bakıp ağlar, inler. Ümit üzere iken Allah’ın lütfuna bakar ve içi sevinç doğar.

Havf ve recâ (korku ve umut) cinsiyet sembolizmi aracılığı ile de açıklanır. Erkeklik celâl ve kahır isimleriyle, kadınlık ise lütuf ve cemâl isimleriyle ilişkilendirilir. Hem erkeklik hem de kadınlık her bir insan nefsinde mevcuttur. Her ne kadar biri diğerine belli bir vakitte baskın gelse de bu böyledir. Havf/korku erkek, recâ/ümit dişidir. İkisinin izdivacından da ‘’Îmân’’ hakikatleri doğar. Korku ve ümit birbirinin çiftidir. Ümit dişilik sıfatı, korku erkeklik sıfatı taşır. Bunun sebebi ümidin dişilik sıfatı olan atâlet ve rahatlık vermesi, korkunun ise erkeklik sıfatı olan canlılık ve sertlik doğurmasıdır.

Îmân bu iki mânânın izdivacından doğar. Bu iki mânâ ortadan kalkınca geride her ikisi de kâfirlerin sıfatı olan emniyet ya da yeisten birisi kalır. İnsan âciz olanın karşısında kendisini emniyette ve güvende hisseder ancak O’nun âciz olduğuna inanmak küfürdür. İnsan alçak ve namert karşısında yeise düşer ancak O’nun bu sıfatlara sahip olduğuna inanmak ŞİRK’tir. İnsan bu ikisini bir kıvama sokup ‘’korku ve ümitten’’ bir tertip yapmalıdır.

Karşıt hâller arasında sayılan KABZ ve BAST günümüzde depresyon ve sevinç şeklinde adlandırılmaktadır. Böyle bir anlayış bu hâlleri bir parça kimyasal müdahale ile tedâvi edilebilen duygusal aşırılıklara dönüştürür. İslâmî anlayış ise bu hâli tekvînî emirle(yaradılış emriyle) nefse tevdî edilmiş (bırakılmış) ve el-Kâbız ve el-Bâsıt (Allah’ın) isimlerini yansıtan ilâhi sıfatlar olarak görmektedir.

Kabz ve bast ilâhi bir hüküm ve kaderdir. ‘’O, yaptığından sorulmaz ama onlar sorulurlar’’ (Enbiyâ, 23). Onları bâzan kabz hâlinde tutar ve celâlin hükmüyle sıkıntı verir, bâzan cemâlin hükmüyle nimetler bahşeder. Dert sahibinin şartı kabz hâlindeyken isyan etmemek, bast hâlindeyken ise kendine pay çıkarmamaktır. Rızâ, kaderin hükümlerini hoşnutlukla kabul etmektir.

‘’Umutları kesildikten sonra yağmuru indiren O’dur’’ (Şûrâ, 28) Bu âyet, kulun bütün dallarının kuruduğu, sevginin saflığının bozulduğu, ünsiyet güneşinin karardığı ve ahdinin tazeliğinin kurbiyet (yakınlık) meydanından uzaklaştığı vakte işârettir. İşte o anda iken bâzen Hak ona rahmet nazarıyla bakar ve sırrına rahmet yağmurlarını gönderir. O zaman ünsiyet mahallinde taze sürgünler peydâ olur ve güller açar.

Bu işin sonu da başı gibi olduğundan dosta giden yol dairevidir. O’ndan gelir ve O’na geri döner. İşin başlangıcı bahar misâlidir ve çiçeklerledir. İnsan o başlangıçta mutlu, zinde ve rahattır. Sonra inişler ve çıkışlarla karşılaşır. Hayal kırıklıkları ve savrulmalar oluşur. Çünkü kullukta hem birleşme ve toplanma, hem de ayrılma ve savrulma vardır. Makamlarda nûr da vardır zulmet de.

Hâller, birbirlerine karşıt ilâhi isimlerden ve Allah’ın tekvîni emrinin sonu gelmez bir biçimde yinelemesinden ötürü, aynı zamanda kulların bâzen kendilerine, bâzen Allah’a bakmalarından dolayı değişir. Kul her zaman şükürle af dileme arasında gidip gelmelidir. Ne zaman Hakk’a baksa nimetleri görüp sevinç duymalı ve şükretmeli, ne zaman kendisine baksa günahları görmeli ve yanarcasına özür dilemelidir. Böylece şükürle ziyâdeleşerek değer kazanır, af dileyerek bağışlanmaya müstehak olur.

Allah insana iki göz vermiştir ve bu gözlerden biri O’nun cemâli ve celâlini görürken, diğeriyle kendi hiçliğini ve küçüklüğünü görür. Kişinin herhangi bir andaki hâli hangi gözün baskın olduğuna bağlıdır.

Havf (korku) Allah’ın celâline, recâ (umut) ise O’nun cemâline insanın verdiği karşılıktır. Bu hâller avama aittir. Sâliklerin hâlleri kabz ve bast veya heybet ve üns’tür.

‘’Sana ayın evreleri hakkında soru soruyorlar’’(Bakara, 189). Ayın artması ve azalması, büyüyüp küçülmesi âriflerin kabz ve bast, âşıkların heybet ve üns hâllerine işârettir. Kabz ve bast, havf ve recâ dan daha üstündür Heybet ve üns ise bunlardan da üstündür.

‘’İki deniz birbirine eşit olmaz Bu tatlıdır, içimi hoş ve rahattır. Şu tuzludur, acıdır’’ (Fâtır, 12) İki deniz avam için korku ve ümit, havas için kabz ve bast, hasü’l havas için huşû ve kurbiyettir (yakınlıktır). Korku ve ümit denizinden terk ve vicdan incileri çıkar. Kabz ve bast denizinden fakr ve zevk incileri çıkar. ‘’O denizlerin her ikisinde de inci ve mercan çıkar’’ (Rahmân, 22) Huşû ve kurbiyet denizinden ise fenâ yüzünü gösterir ki, bekâ durağında huzura ersinler. Hak yolcularının nihâi menzili kurb (kurbiyet, yakınlık) mâkâmıdır.

Kul kabz hâlinde olduğu sürece uykusu boğulanların uykusu gibi, yemesi hastaların yemesi gibi, hayatı mahkûmların hayatı gibi olur. İhtiyaçlarını gidermek için yaşar, horluk ve zayıflık yolunda yürür. Horluk ve zayıflık son haddine ulaşıp da zillet zâhir olunca Aziz olan Rab onun kalbine yönelip ihtiyâçlarını giderir ve bast kapısını açıp kalbini sınırsız bir coşkuyla doldurur. Böylece kişinin vakti tatlanır, kalbi Mevlâ ile birleşir ve sırrı Hakk’ı bilişle bezenir.

‘’Görmediler mi Allah yaratmayı nasıl başlatıyor, sonra bunu döndürüyor’’ (Ankebût, 19). Mahkûkatı başlatıp geri döndürmesinin zâhiri anlamı bu dünya ve âhirettir. Bâtınî anlamı ise kalp sahiplerinin vakitlerinin sürekli değişmesi ve hâllerin daima yenilenmesidir. Onlar bâzen kabz, bâzen bast hâlindedirler. Bâzen heybet, bâzen üns hâlindedirler. Onlara bir müddet huzur üzere olmak, bir müddet gaybet üzere olmak, bir süre sarhoşluk, bir süre ayık olma hâli, bâzen fenâ bâzen de bekâ hükmeder.

Aziz olan Rabbin buyurduğu gibi  ‘’umarak ve korkarak’’ (Enbiyâ, 90), yani bağışlanma amacıyla yalvararak ve cezalandırmadan korkarak kulluk göstermek, kabz ve heybet hâlindeyken kulun tanımıdır.

Muhammed Mustafa (sav) ‘’Senin cezalandırmandan senin affına sığınırım’’ demesinin mânâsı şudur ki; yoldaki ilk makam korku (havf) ve ümittir (recâ). Cezâyı görmek korkuya, affı görmek ümide sebep olur. Cezâ ve af iki fiildir, sonuçları cennet ve cehennemdir.

‘’Şüphesiz siz safhadan safhaya bineceksiniz’’ (İnşikâk, 19). Yâni hâlden hâle geçeceksiniz. Muhammed Mustafa’nın (sav.) hâli ve üslûbu öyleydi ki bir gün şöyle dedi: ‘’Ben Âdem oğullarının efendisiyim’’ Daha sonra kabz hâlindeyken ise ‘’O’nun bana da size de ne yapacağını bilmiyorum’’ (Ahkâf, 9) ’’Muhammed’in Rabbi keşke Muhammed’i yaratmasaydı’’ dedi. Üns hâlindeyken de ‘’Ben sizlerden birisi gibi değilim. Ben geceyi Rabbimle geçiririm ve bana yiyeceği de içeceği de O verir’’ dedi.

‘’Havfin yani korkunun üç türlü manası vardır: Biri korku, biri haşyet, biri heybettir. Bizim bildiğimiz korku Îmanın şartlarındandır. Haşyet, âmelin şartlarındandır. Heybet ise mârifetin şartlarındandır. Her türlü cezâdan korkmak nefis mâkâmıdır. Allah’ın cilve ve oyunlarından korkmak, kalp ve huzur mâkâmıdır. Fakat sır ve şuhut (şâhit olma, görme) mâkâmından korkmak da, heybet ve azamet vardır ki, bu görgü makamıdır. Allah’tan korkanlar Allah’ı bilenlerdir. Gerçekte Allah korkusu, gerçek bir Allah sevgisidir.’’ (Ken’an Rıfâî Hz.)

Şiblî’ye sormuşlar: ‘’Güneş batarken niçin sararır?’’  Şöyle demiş: ‘’O tam olarak doğduğu mekândan uzaklaştığı için mâkâmının (varacağı yerin ne olacağı) korkusuyla sararır. Mümin de böyledir. Dünyadan ayrılması yaklaşınca rengi sararır. Çünkü o da varacağı makamın ne olacağından korkar. Güneş doğduğu zaman ışık saçarak parlak bir şekilde doğar. Mümin de böyledir. O da yeniden diriltildiği zaman kabrinden yüzü parlak bir şekilde çıkar’’

Rabliğin celâli sâliki kerem sıfatıyla esirgeyip sırtını sıvazlar. KORKMA! Her ısırık zehirli değildir, anne çocuğunu ısırdığı zaman bu onu sevdiği içindir.

‘’Biz hiç kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemeyiz’’ (Mü’minûn, 62)                        
(Wıllıam C. Chıttıck/ İlâhi aşk)                                                                                                          
Bizler neyin korkusunu yaşıyoruz, neyin umudu içindeyiz acaba. Düşünün! Buldunuz mu? İşte bu bizim mâkâmımız.    

KABZ VE BAST  TECELLÎSİ:

Hayat negatif ve pozitif hâllerin karışımından, cemâli ve celâli tecellilerin arka arkaya ve iç içe yansımasından doğar; kabz ve bast hallerinin birlikteliğinde yaşanır. Hiç kimsenin ölünceye kadar bast, yani ferahlık yaşamaya hakkı yoktur. Üstelik sürekli bast, yani kesintisiz ferahlık aslında bir kabzdır, bir darlıktır. Kalp grafiğindeki iniş ve çıkışların çokluğu kişinin hayatta olduğunu gösterdiği gibi musibetler nimetleri, sevinçler hüzünleri takip ediyorsa, bu canlılık alâmetidir. Aksi hâlde insan mânevî bir felç geçiriyordur.

Saadetli, mutlu ve huzurlu bir dünya hayatı insanın kemâlatını, eğitimini ve gelişimini engelleyen bir süreçtir. Kimin hayatı zorluk ve musibetlerle geçiyorsa, varlık ve nûru hissediş onda daha fazladır. Musibetler insanı hareketsizlikten, robotlaşmaktan, eşyalaşmaktan kurtarır. Bir şeyin yokluğa doğru gitmekte olduğu, onun durağanlaşmasından anlaşılır. Monotonluk yokluğa doğru gidiştir. Yokluğa gidişteyse karanlık bir duygu vardır. Dinlenme ve lezzet alma biçimlerinin tekrarlanmasında duyulan sıkıntı bu yüzdendir. Alışkanlığa dönmüş bir mutluluk özünde örtülü bir buhrandır. Çalıştıkça, hatta musibet yaşadıkça alınan örtülü lezzet, nûr olan varlığa yaklaşıldığından dolayıdır. Hareket ve faaliyet ve dolayısıyle  musibetler yokluktan silkinme eylemidir. Durağanlıksa varlıktan uzaklaşıp yokluğa; hayırdan uzaklaşıp şerre; nûrdan uzaklaşıp zûlmete yaklaşıldığı anlamına gelir.

Yaşam durağan değil canlıdır; hâlden hâle geçmektedir. Geceden gündüze, kıştan bahara, sonsuz sayıda değişiklikle dipdiridir o. Hâliyle insanın hayat tecrübesi de böyle olacaktır. Ferahladım, dediği anda, yeni bir dertle, cevaba yaklaştığında, başka bir soruyla karşılaşacaktır.

İnsan, hayatına değişik hâller katacak, onu geliştirecek ve farklılaştıracak şeyleri daha başlamadan durdurmaya çalışır, ne yazık! Onun ömrü yaşayabileceği deneyimleri engellemeye çalışmakla geçer. Dertli, fakir, sıkıntılı insanları göremeyeceği kadar imkânlarla donatır çevresini. Konforlu yaşam onu sorunlardan ve dertli insanlardan uzak tutar. Düzenli olarak bankaya yatan maaşı onu gerçeklerden uzaklaştırır. Arabası onu insanlarla yolculuk etmekten mahrum bırakır. Yaşamayı tercih ettiği muhit onu gerçek insan manzaralarından ayrı düşürür. Dertlileri duyamayacağı, göremeyeceği ve hatırlayamayacağı şekilde tasarlar yaşamını. Diplomaların peşinden koşması bu yüzden, iyi bir iş sahibi olmak istemesi bu yüzden, dünyevî imkânlar biriktirmeye çalışması yine bu yüzdendir. Hiç sıkıntı çekmesin ve çekilen sıkıntılara hiç şahit olmasın gayesiyledir bütün emeği. Yani bütün emeğini var olmaktan uzaklaşıp yok olmak için sarf etmektedir. Orhan Veli’nin dediği gibi ‘’Acıkmasam dersin, yorulmasam dersin, uykum gelmese dersin, ölsem desene’’

Değişik hayatların anlatıldığı, kişisel dönüşümlerin hikâyeleştirildiği filmlere, romanlara ve oyunlara ilgi duyar insan. Bu kurgusal ve sanal âleme kapağı atarken lisân-ı hâliyle, ‘’hayatımın monotonluğundan, sıradanlığından boğuluyorum ve bu sıradan âlemimden sanal âleme kaçıyorum’’ demektedir. Sıradan bir hayat yaşadığı için bari filmlerde, romanlarda göreyim der; ülkesini terk etmiş, maceraya atılmış dünyayı değiştirmeyi başarmış insanları. Ben yaşamda farklı hiçbir şey yapamadım, farklı bir şey hissetmedim, bari o farklılıkları yaşayabilenlere ekran karşısında, kâğıt üzerinde şahit olayım, demektedir bu hâliyle. Bu, var olmayı başarmışları seyrederek yok olmaya râzı olmak demektir. Yokluktan memnun oluşun ilânıdır bu.

Değişikliklerden ürker insan. Oysa insan hareketle, faaliyetle, değişimlerle, musibetlerle varlığa erer. Yaşadığı şehirden taşınınca acı çeker. İş hayatı değişince acı çeker. Yatağından çıktığında bile acı çeker. Ancak nefsinin çektiği acıya karşılık, rûhu bu değişikliklerden varlığa ermenin hazzını alır.

Maaş odaklı çalışır insan. İşin kıymetini maaşın yüksekliğinde arar. Oysa işin kıymetini yükselten, maaşının yüksekliği değil, çalışmanın gelişimine yaptığı katkının büyüklüğüdür. İnsan bir maaş elde edemediğinde değil, faaliyetle dönüşüp başkalaşamadığında işsizdir. Maaşlı işsizlerde çoktur, maaşsız iş sahipleri de.  Başkalaşmak, değişmek ve dönüşmek insana korkutucu gelir. Aslında bu korku var olmaktan korkmaktır. Yeniden yapılanmaktan ve yeniden doğmaktan korkmaktır. Direnmekten, yaşamaktan korkmaktır. Oscar Wilde der ki, ‘’Yaşamak çok nadir rastlanan bir şeydir. Çoğu insan sadece var olur.’’

Sabit bir hayat aramaktadır insan; korkuların, acıların olmadığı ve risklerin bulunmadığı. Heyecanlı geçişleri engelleyerek tehlikeleri aklınca yok etmek ister. Oysa yok ettiği şey kendi varlığıdır, kendisidir. İnsan her şeyi sabitleyerek rûhunu felç etmektedir. Hâlden hâle geçemediği, zahiren sorunsuz ama gerçekte durağan bir hayat yaşayarak terakkisini durdurmakta ve yokluğa karışıp gitmektedir ne yazık ki….

Mecit Ömür Öztürk/Dervişin Teselli Koleksiyonu kitabından bir alıntı.
                          

21 Mart 2020 Cumartesi

NEDEN ACABA?


Dünyamız çok özel bir süreçten geçiyor. Zengin ve fakirin, kadın ve erkeğin, Îmanlı ve Îmansızın, genç ile yaşlının eşitlendiği böyle bir dönem olmamış.

Gözle görülemeyen, elle tutulamayan adına da ‘’virüs’’ dedikleri bir muamma dünyayı kasıp kavuruyor ve musallat olmak için adeta insan seçiyor.

Korunma yolu çok basit ve ucuz. Evden çıkma, elini yıka, hiçbir şeye dokunma. Hijyen için de ‘’sabun’’ yeterli. Her evde olmazsa olmaz ve çok ucuz bir materyal. Şaka gibi. İlaç yok, aşı yok.

Kâbe kapandı, camiler kapandı. Düğün yok, alışveriş yok, sinema ve tiyatrolar kapalı. Cebinde bol paran olsa ne işine yarar. Sarayda otursan kendini nasıl korursun gözle bile görülemeyenden. Savaş dönemi gibi herkes hayatta kalma mücadelesi içinde. Bu neyin savaşı acaba?

Kâbe’yi kapatmak kimin haddine, bir virüs bunu nasıl başarabilir? Eğer vazifeliyse tabi ki emre itaat edecek. Allah asrı saadette Kâbe’ye zarar vermek isteyen Fil ordularını dahi Ebâbil kuşlarının attığı taşlar ile engellemedi mi? Peki şimdi niçin kapandı?. Allah’ımız bize ne demek istiyor?. Bu dünyaya gelme sebebimizi hiç sorguladık mı?  BİZ KİMİZ ve NİÇİN BURADAYIZ?

Kâbe’ye gittik de ne oldu. Döndük, hayatımıza kaldığımız yerden devam ettik. Neyi değiştirebildik. Tabi ki değiştirenler olmuştur. Ne mutlu onlara. Kâbe’nin anlamını ve kıymetini o saadetli topraklarda yaşayanlar dahi bilememişken, çevresini devasa binalarla saygısızca yükselterek, işi ticarete dökerek amacından saptırmışken kendimizi ne kadar suçlayabiliriz. Kendini suçlamak da, kendinde bir varlık görmek ve ŞİRK değil mi?

Bunlar zâhir sebepler. Zâhir olacak ki bâtın olsun. Her maddi varlık bir maneviyatı işâret için vücûd bulmuştur. Her olay sebebiyle kâinata iner.

Hz. Peygamber ‘’insanlar uykudadır, dünya hayal içinde hayaldir’’ buyurmuşlar. Dünyada yaşadığımız her şey rüya içinde rüya ise bunun daha yaşarken bu dünyada tevil edilmesi, yorumlanması gerekir ki bu gaflet uykusundan uyanalım. Herkes bu rüyayı idrâki ölçüsünde yorumlayacak ve istidadı ölçüsünde pay alacak. Âyetleri/işaretleri takip edelim.

Müslümanların kıblesi eskiden Mescid-i Aksâ (Kudüs) iken sonradan Mescid-i Haram’a (Mekke) dönmüştür. Pek çok mutasavvıf Mescid-i Aksâ’yı RÛH/Mürşid makamı, Mescid-i Haram’ı KALP makamı olarak açıklar. Anne çocuğuna bir süreliğine süt verir. Sonra sütten keser. Acaba diyorum; Allah bizi evlerimize yani kalplerimize mi yönlendiriyor? Artık afaktaki Kâbe’yi değil, enfüsteki Kâbe’yi/ kalbinini tavaf et, kıblen kalbin mi olsun diyor? İçine, hakîkatine yönel, dünyanın hevâ ve heveslerinden iyice temizlenerek uzaklaş mı diyor? Uzlet et derken, hiçbir şeye ‘’dokunma’’ derken acaba kimsenin meşrebine, yaradılış gayesine dokunma, her şeyi olduğu gibi kabul et mi diyor? Sokağa çıkma derken, dünyanın cazibesi seni kirletebilir günaha yaklaşma mı diyor?

Düşünün bir de bu ‘’virüs’’ dediğimiz vazifeli sebepten ölenler ŞEHİT sayılıyor. Hadis var; salgın hastalıktan ölenler şehittir diye. Şehit öbür dünyada sorgu ve suale tabi tutulmayacak olanlar. Ve çevresinde 70 kişiye ŞEFAAT edebilecekler. Allah Allah!. Kahır içinde lütuf, lütuf içinde kahır. Allah adeta dünyayı temizliyor. Peki;  korkmamalı mıyız?. Tabi ki korkmalıyız. Korku acziyetin belirtisi. Havf ve recâ, korku ve ümit kuşun iki kanadı. Onlarsız uçamayız ki. 

Önümüzde epey süre var görünüyor. Doğruyu ve zamanı sadece Allah bilir. Lütfen düşünelim ve bu süreci idrâkle atlatalım. İnşallah.