DEĞİŞEN
HALLER:
Yoldaki
sâlikler (yolcular) nefse ve Allah’ın zikrinden kendilerini alıkoyan her şeye
karşı cihad etmişler, erdemlere yol vermek için ahlâki bozuklukları
arındırma teşebbüsü içerisine girmişlerdir. Nefsin dönüşümünün her bir yükseliş
mertebesine ‘’makam’’ denir ve
makam, kalıcı bir edinim ve yerleşik bir karakter niteliği olarak kabul edilir.
Bu anlamda makamlar, hâller ile karşıtlık oluştururlar. Hâl kelimesinin kök
anlamı ‘’değişmek ve başkalaşmak’’
tır. Hâller Allah’tan gelen hediyeler olup kalbe girer fakat orada kalıcı
olmaz. Hızlıca değişirler ve hâllerini başkası alır. Hâller zıtlarıyla birlikte
değerlendirilirler. Neşe ve hüzün, kabz (daralma)
ve bast (genişleme), sekr (kendinden geçme, sarhoşluk) ve sahv (ayılma), heybet (Yücelik karşısında duyulan gönül titremesi) ve üns (Allah ile huzur ve yakınlık), fenâ
ve bekâ gibi. Hâller değişir, makamlar değişmeden kalır. Birinin hâli başka
birinin makamı olabilir.
Hem hâller
hem de makamlar ilâhi olana
dayandırılır ve Müellifler/yazarlar çoğu kez bu birbirine zıt çiftlerin
kaynağını birbiriyle karşıtlık oluşturan ilâhi
isimlerde bulur. Dolayısıyla havf ve heybetin (korku) Allah’ın celâl ve
kahrına, recâ ve ünsün (umut) ise O’nun cemâl ve lütfuna verilen insânî
karşılık olduğu söylenir. ‘’Ey insanlar
Rabbinizden sakının’’ (Hac, 1) ‘’Rabbinizden
sakının’’ sözü biri kahır biri lütuf olmak üzere iki kelimeden oluşur. ‘’Sakının’’ kahır iken, ‘’Rabbiniz’’ lutuftur. Allah korku ve
umut arasında yaşasın diye kulu korku ve lütuf arasında tutar. Kul, korku
hâlinde kendi fiiline bakıp ağlar, inler. Ümit üzere iken Allah’ın lütfuna
bakar ve içi sevinç doğar.
Havf ve recâ
(korku ve umut) cinsiyet sembolizmi aracılığı ile de açıklanır. Erkeklik celâl
ve kahır isimleriyle, kadınlık ise lütuf ve cemâl isimleriyle ilişkilendirilir.
Hem erkeklik hem de kadınlık her bir insan nefsinde mevcuttur. Her ne kadar
biri diğerine belli bir vakitte baskın gelse de bu böyledir. Havf/korku erkek,
recâ/ümit dişidir. İkisinin izdivacından da ‘’Îmân’’ hakikatleri doğar. Korku
ve ümit birbirinin çiftidir. Ümit dişilik sıfatı, korku erkeklik sıfatı
taşır. Bunun sebebi ümidin dişilik sıfatı olan atâlet ve rahatlık vermesi, korkunun
ise erkeklik sıfatı olan canlılık ve sertlik doğurmasıdır.
Îmân bu iki mânânın izdivacından
doğar. Bu iki mânâ
ortadan kalkınca geride her ikisi de kâfirlerin sıfatı olan emniyet ya da
yeisten birisi kalır. İnsan âciz olanın karşısında kendisini emniyette ve
güvende hisseder ancak O’nun âciz olduğuna inanmak küfürdür. İnsan alçak ve
namert karşısında yeise düşer ancak O’nun bu sıfatlara sahip olduğuna inanmak
ŞİRK’tir. İnsan bu ikisini bir kıvama sokup ‘’korku ve ümitten’’ bir tertip yapmalıdır.
Karşıt
hâller arasında sayılan KABZ ve BAST
günümüzde depresyon ve sevinç şeklinde adlandırılmaktadır. Böyle bir anlayış bu
hâlleri bir parça kimyasal müdahale ile tedâvi edilebilen duygusal aşırılıklara
dönüştürür. İslâmî anlayış ise bu hâli tekvînî emirle(yaradılış emriyle) nefse
tevdî edilmiş (bırakılmış) ve el-Kâbız ve el-Bâsıt (Allah’ın) isimlerini
yansıtan ilâhi sıfatlar olarak görmektedir.
Kabz ve bast
ilâhi bir hüküm ve kaderdir. ‘’O,
yaptığından sorulmaz ama onlar sorulurlar’’ (Enbiyâ, 23). Onları bâzan kabz
hâlinde tutar ve celâlin hükmüyle sıkıntı verir, bâzan cemâlin hükmüyle
nimetler bahşeder. Dert sahibinin şartı
kabz hâlindeyken isyan etmemek, bast hâlindeyken ise kendine pay çıkarmamaktır.
Rızâ, kaderin hükümlerini hoşnutlukla kabul etmektir.
‘’Umutları kesildikten sonra yağmuru
indiren O’dur’’
(Şûrâ, 28) Bu âyet, kulun bütün dallarının kuruduğu, sevginin saflığının
bozulduğu, ünsiyet güneşinin karardığı ve ahdinin tazeliğinin kurbiyet (yakınlık) meydanından
uzaklaştığı vakte işârettir. İşte o anda iken bâzen Hak ona rahmet nazarıyla
bakar ve sırrına rahmet yağmurlarını gönderir. O zaman ünsiyet mahallinde taze
sürgünler peydâ olur ve güller açar.
Bu işin sonu
da başı gibi olduğundan dosta giden yol dairevidir. O’ndan gelir ve O’na geri
döner. İşin başlangıcı bahar misâlidir ve çiçeklerledir. İnsan o başlangıçta
mutlu, zinde ve rahattır. Sonra inişler ve çıkışlarla karşılaşır. Hayal
kırıklıkları ve savrulmalar oluşur. Çünkü kullukta hem birleşme ve toplanma,
hem de ayrılma ve savrulma vardır. Makamlarda
nûr da vardır zulmet de.
Hâller,
birbirlerine karşıt ilâhi isimlerden ve Allah’ın tekvîni emrinin sonu gelmez
bir biçimde yinelemesinden ötürü, aynı zamanda kulların bâzen kendilerine,
bâzen Allah’a bakmalarından dolayı değişir. Kul her zaman şükürle af dileme
arasında gidip gelmelidir. Ne zaman Hakk’a baksa nimetleri görüp sevinç duymalı
ve şükretmeli, ne zaman kendisine baksa günahları görmeli ve yanarcasına özür
dilemelidir. Böylece şükürle ziyâdeleşerek değer kazanır, af dileyerek
bağışlanmaya müstehak olur.
Allah insana
iki göz vermiştir ve bu gözlerden biri O’nun cemâli ve celâlini görürken,
diğeriyle kendi hiçliğini ve küçüklüğünü görür. Kişinin herhangi bir andaki
hâli hangi gözün baskın olduğuna bağlıdır.
Havf (korku)
Allah’ın celâline, recâ (umut) ise O’nun cemâline insanın verdiği karşılıktır.
Bu hâller avama aittir. Sâliklerin hâlleri kabz ve bast veya heybet ve üns’tür.
‘’Sana ayın evreleri hakkında soru
soruyorlar’’(Bakara,
189). Ayın artması ve azalması, büyüyüp küçülmesi âriflerin kabz ve bast,
âşıkların heybet ve üns hâllerine işârettir. Kabz ve bast, havf ve recâ dan
daha üstündür Heybet ve üns ise bunlardan da üstündür.
‘’İki deniz birbirine eşit olmaz Bu
tatlıdır, içimi hoş ve rahattır. Şu tuzludur, acıdır’’ (Fâtır, 12) İki deniz avam için
korku ve ümit, havas için kabz ve bast, hasü’l havas için huşû ve kurbiyettir
(yakınlıktır). Korku ve ümit denizinden terk ve vicdan incileri çıkar. Kabz ve
bast denizinden fakr ve zevk incileri çıkar. ‘’O denizlerin her ikisinde de inci ve mercan çıkar’’ (Rahmân, 22) Huşû
ve kurbiyet denizinden ise fenâ yüzünü gösterir ki, bekâ durağında huzura
ersinler. Hak yolcularının nihâi menzili kurb (kurbiyet, yakınlık) mâkâmıdır.
Kul kabz
hâlinde olduğu sürece uykusu boğulanların uykusu gibi, yemesi hastaların yemesi
gibi, hayatı mahkûmların hayatı gibi olur. İhtiyaçlarını gidermek için yaşar,
horluk ve zayıflık yolunda yürür. Horluk ve zayıflık son haddine ulaşıp da
zillet zâhir olunca Aziz olan Rab onun kalbine yönelip ihtiyâçlarını giderir ve
bast kapısını açıp kalbini sınırsız bir coşkuyla doldurur. Böylece kişinin
vakti tatlanır, kalbi Mevlâ ile birleşir ve sırrı Hakk’ı bilişle bezenir.
‘’Görmediler mi Allah yaratmayı nasıl
başlatıyor, sonra bunu döndürüyor’’ (Ankebût, 19). Mahkûkatı başlatıp geri döndürmesinin zâhiri anlamı
bu dünya ve âhirettir. Bâtınî anlamı ise kalp sahiplerinin vakitlerinin sürekli
değişmesi ve hâllerin daima yenilenmesidir. Onlar bâzen kabz, bâzen bast
hâlindedirler. Bâzen heybet, bâzen üns hâlindedirler. Onlara bir müddet huzur
üzere olmak, bir müddet gaybet üzere olmak, bir süre sarhoşluk, bir süre ayık
olma hâli, bâzen fenâ bâzen de bekâ hükmeder.
Aziz olan
Rabbin buyurduğu gibi ‘’umarak ve korkarak’’ (Enbiyâ, 90), yani
bağışlanma amacıyla yalvararak ve cezalandırmadan korkarak kulluk göstermek,
kabz ve heybet hâlindeyken kulun tanımıdır.
Muhammed
Mustafa (sav) ‘’Senin cezalandırmandan senin affına sığınırım’’ demesinin
mânâsı şudur ki; yoldaki ilk makam korku (havf) ve ümittir (recâ). Cezâyı
görmek korkuya, affı görmek ümide sebep olur. Cezâ ve af iki fiildir, sonuçları
cennet ve cehennemdir.
‘’Şüphesiz siz safhadan safhaya
bineceksiniz’’
(İnşikâk, 19). Yâni hâlden hâle geçeceksiniz. Muhammed Mustafa’nın (sav.) hâli
ve üslûbu öyleydi ki bir gün şöyle dedi: ‘’Ben Âdem oğullarının efendisiyim’’
Daha sonra kabz hâlindeyken ise ‘’O’nun
bana da size de ne yapacağını bilmiyorum’’ (Ahkâf, 9) ’’Muhammed’in Rabbi
keşke Muhammed’i yaratmasaydı’’ dedi. Üns hâlindeyken de ‘’Ben sizlerden birisi
gibi değilim. Ben geceyi Rabbimle geçiririm ve bana yiyeceği de içeceği de O
verir’’ dedi.
‘’Havfin
yani korkunun üç türlü manası vardır: Biri
korku, biri haşyet, biri heybettir. Bizim bildiğimiz korku Îmanın
şartlarındandır. Haşyet, âmelin şartlarındandır. Heybet ise mârifetin
şartlarındandır. Her türlü cezâdan korkmak nefis mâkâmıdır. Allah’ın cilve ve
oyunlarından korkmak, kalp ve huzur mâkâmıdır. Fakat sır ve şuhut (şâhit olma,
görme) mâkâmından korkmak da, heybet ve azamet vardır ki, bu görgü makamıdır.
Allah’tan korkanlar Allah’ı bilenlerdir. Gerçekte Allah korkusu, gerçek bir
Allah sevgisidir.’’ (Ken’an Rıfâî Hz.)
Şiblî’ye
sormuşlar: ‘’Güneş batarken niçin sararır?’’
Şöyle demiş: ‘’O tam olarak doğduğu mekândan uzaklaştığı için mâkâmının
(varacağı yerin ne olacağı) korkusuyla sararır. Mümin de böyledir. Dünyadan
ayrılması yaklaşınca rengi sararır. Çünkü o da varacağı makamın ne olacağından
korkar. Güneş doğduğu zaman ışık saçarak parlak bir şekilde doğar. Mümin de böyledir.
O da yeniden diriltildiği zaman kabrinden yüzü parlak bir şekilde çıkar’’
Rabliğin
celâli sâliki kerem sıfatıyla esirgeyip sırtını sıvazlar. KORKMA! Her ısırık zehirli değildir, anne çocuğunu ısırdığı zaman
bu onu sevdiği içindir.
‘’Biz hiç kimseye gücünün yettiğinden
başkasını yüklemeyiz’’ (Mü’minûn, 62)
(Wıllıam
C. Chıttıck/ İlâhi aşk)
Bizler neyin
korkusunu yaşıyoruz, neyin umudu içindeyiz acaba. Düşünün! Buldunuz mu? İşte bu bizim mâkâmımız.
KABZ VE BAST TECELLÎSİ:
KABZ VE BAST TECELLÎSİ:
Hayat
negatif ve pozitif hâllerin karışımından, cemâli ve celâli tecellilerin arka
arkaya ve iç içe yansımasından doğar; kabz ve bast hallerinin birlikteliğinde
yaşanır. Hiç kimsenin ölünceye kadar bast, yani ferahlık yaşamaya hakkı yoktur.
Üstelik sürekli bast, yani kesintisiz ferahlık aslında bir kabzdır, bir
darlıktır. Kalp grafiğindeki iniş ve çıkışların çokluğu kişinin hayatta
olduğunu gösterdiği gibi musibetler nimetleri, sevinçler hüzünleri takip
ediyorsa, bu canlılık alâmetidir. Aksi hâlde insan mânevî bir felç
geçiriyordur.
Saadetli,
mutlu ve huzurlu bir dünya hayatı insanın kemâlatını, eğitimini ve gelişimini
engelleyen bir süreçtir. Kimin hayatı zorluk ve musibetlerle geçiyorsa, varlık ve
nûru hissediş onda daha fazladır. Musibetler insanı hareketsizlikten,
robotlaşmaktan, eşyalaşmaktan kurtarır. Bir şeyin yokluğa doğru gitmekte
olduğu, onun durağanlaşmasından anlaşılır. Monotonluk yokluğa doğru gidiştir.
Yokluğa gidişteyse karanlık bir duygu vardır. Dinlenme ve lezzet alma
biçimlerinin tekrarlanmasında duyulan sıkıntı bu yüzdendir. Alışkanlığa dönmüş
bir mutluluk özünde örtülü bir buhrandır. Çalıştıkça, hatta musibet yaşadıkça
alınan örtülü lezzet, nûr olan varlığa yaklaşıldığından dolayıdır. Hareket ve
faaliyet ve dolayısıyle musibetler
yokluktan silkinme eylemidir. Durağanlıksa varlıktan uzaklaşıp yokluğa;
hayırdan uzaklaşıp şerre; nûrdan uzaklaşıp zûlmete yaklaşıldığı anlamına gelir.
Yaşam
durağan değil canlıdır; hâlden hâle geçmektedir. Geceden gündüze, kıştan
bahara, sonsuz sayıda değişiklikle dipdiridir o. Hâliyle insanın hayat
tecrübesi de böyle olacaktır. Ferahladım, dediği anda, yeni bir dertle, cevaba
yaklaştığında, başka bir soruyla karşılaşacaktır.
İnsan,
hayatına değişik hâller katacak, onu geliştirecek ve farklılaştıracak şeyleri
daha başlamadan durdurmaya çalışır, ne yazık! Onun ömrü yaşayabileceği
deneyimleri engellemeye çalışmakla geçer. Dertli, fakir, sıkıntılı insanları
göremeyeceği kadar imkânlarla donatır çevresini. Konforlu yaşam onu sorunlardan
ve dertli insanlardan uzak tutar. Düzenli olarak bankaya yatan maaşı onu
gerçeklerden uzaklaştırır. Arabası onu insanlarla yolculuk etmekten mahrum
bırakır. Yaşamayı tercih ettiği muhit onu gerçek insan manzaralarından ayrı
düşürür. Dertlileri duyamayacağı, göremeyeceği ve hatırlayamayacağı şekilde
tasarlar yaşamını. Diplomaların peşinden koşması bu yüzden, iyi bir iş sahibi
olmak istemesi bu yüzden, dünyevî imkânlar biriktirmeye çalışması yine bu yüzdendir.
Hiç sıkıntı çekmesin ve çekilen sıkıntılara hiç şahit olmasın gayesiyledir
bütün emeği. Yani bütün emeğini var olmaktan uzaklaşıp yok olmak için sarf
etmektedir. Orhan Veli’nin dediği gibi ‘’Acıkmasam
dersin, yorulmasam dersin, uykum gelmese dersin, ölsem desene’’
Değişik
hayatların anlatıldığı, kişisel dönüşümlerin hikâyeleştirildiği filmlere,
romanlara ve oyunlara ilgi duyar insan. Bu kurgusal ve sanal âleme kapağı
atarken lisân-ı hâliyle, ‘’hayatımın
monotonluğundan, sıradanlığından boğuluyorum ve bu sıradan âlemimden sanal
âleme kaçıyorum’’ demektedir. Sıradan bir hayat yaşadığı için bari
filmlerde, romanlarda göreyim der; ülkesini terk etmiş, maceraya atılmış
dünyayı değiştirmeyi başarmış insanları. Ben yaşamda farklı hiçbir şey
yapamadım, farklı bir şey hissetmedim, bari o farklılıkları yaşayabilenlere
ekran karşısında, kâğıt üzerinde şahit olayım, demektedir bu hâliyle. Bu, var
olmayı başarmışları seyrederek yok olmaya râzı olmak demektir. Yokluktan memnun
oluşun ilânıdır bu.
Değişikliklerden
ürker insan. Oysa insan hareketle, faaliyetle, değişimlerle, musibetlerle
varlığa erer. Yaşadığı şehirden taşınınca acı çeker. İş hayatı değişince acı
çeker. Yatağından çıktığında bile acı çeker. Ancak nefsinin çektiği acıya
karşılık, rûhu bu değişikliklerden varlığa ermenin hazzını alır.
Maaş odaklı
çalışır insan. İşin kıymetini maaşın yüksekliğinde arar. Oysa işin kıymetini
yükselten, maaşının yüksekliği değil, çalışmanın gelişimine yaptığı katkının
büyüklüğüdür. İnsan bir maaş elde edemediğinde değil, faaliyetle dönüşüp
başkalaşamadığında işsizdir. Maaşlı işsizlerde çoktur, maaşsız iş sahipleri
de. Başkalaşmak, değişmek ve dönüşmek
insana korkutucu gelir. Aslında bu korku var olmaktan korkmaktır. Yeniden
yapılanmaktan ve yeniden doğmaktan korkmaktır. Direnmekten, yaşamaktan
korkmaktır. Oscar Wilde der ki, ‘’Yaşamak
çok nadir rastlanan bir şeydir. Çoğu insan sadece var olur.’’
Sabit bir
hayat aramaktadır insan; korkuların, acıların olmadığı ve risklerin
bulunmadığı. Heyecanlı geçişleri engelleyerek tehlikeleri aklınca yok etmek
ister. Oysa yok ettiği şey kendi varlığıdır, kendisidir. İnsan her şeyi sabitleyerek
rûhunu felç etmektedir. Hâlden hâle geçemediği, zahiren sorunsuz ama gerçekte
durağan bir hayat yaşayarak terakkisini durdurmakta ve yokluğa karışıp
gitmektedir ne yazık ki….
Mecit Ömür
Öztürk/Dervişin Teselli Koleksiyonu kitabından bir alıntı.