8 Mayıs 2020 Cuma

SILA-İ RAHİM /AKRABA ZİYARETİ:

Sıla kavuşmak, ulaşmak ve vûslat iken, rahim ana rahmi, döl yatağı anlamındadır. Sıla-i rahim Kur’ân’ı Kerim’de pek çok ayette zâhiri açıdan akrabaya yardım ve iyilik anlamında olan ‘’erhâm’’ kelimesiyle geçmektedir (Nahl- 90, İsrâ- 26, Rum- 38).

(Bâtınî açıdan; Sıla vûslat, aslî vatanına kavuşma iken rahim, varlığın ondan doğması nedeniyle Hakîkati Muhammedi’nin en yetkin göründüğü varlık olan Hz. Peygamber’dir. Allah Peygamberi kendi nûrundan, bizleri de Hz. Peygamber’in nûrundan yaratmıştır.

Tüm saçılar Allah’tan Hz. Peygamber’e, Hz. Peygamber’den bizedir. Kavuşma da önce Hz. Peygamber’e, oradan Allah’adır. Namazdaki iki secdenin bir anlamı da budur. Burada kastedilen sıla-i Rahim Yaratana ve dolayısıyla O’nun yarattıklarına duyulan sevgi ve muhabbettir. Dönüş O’nadır. Ayrıca tek bir nefisten ve rahimden yaratılmamız nedeniyle de hepimiz akraba sayılırız.)

‘’Muhakkak ki müminler kardeştir’’ (Hucûrat, 10) Müminler, aralarında kardeşlik bağının kurulduğu ezelde âlemlerin Rabbi tarafından esirgenmiş olanlardır. Bu hiçbir zaman kopmayacak bir kardeşlik, hiçbir zaman kesilmeyecek bir yakınlık ve ilelebet sürecek bir neseptir (soy). Burada kastedilen nesep, toprak ve suyun değil din ve takvânın nesebidir.

Ey civanmert! Bil ki bütün müminler îmân ve takvâ bakımından kardeşin ve akrabandır, öyleyse kardeşliğinin hakkını ver ve akrabalığın gereğini yerine getir. Onlarla iyi geçin, îsâr (kendinden çok başkasını düşün) ve fütüvvet (cömertlik) yolunu tut, karşılık beklemeksizin hizmette bulun. Hata yaparlarsa onlar için mâzeret gözet, hasta olduklarında ziyaretlerine git, kendi hisseni bir kenara koy, onların paylarını çoğaltmaya bak. Kardeşliğin hakkı budur. Buna gücün yetiyorsa ne âlâ, aksi takdirde hicret et.

Zünnûn el-Mısrî’ye sordular: Kiminle sohbet edip yoldaşlık yapalım, kimlerin yanına gidip gelelim? ‘’Hiçbir şeye sahip olmayanlarla, hiçbir hâlini kınamayanla ve sen değişsen de değişmeyenle’’ diye cevap verdi.

’Hiçbir şeye sahip olmayanlarla’’ yani sahip olduğu hiçbir şeyi kendi hakkı olarak görmeyenlerle, kardeşlerinin hakkını kendi hakkından üstün görenlerle yoldaşlık et. Bu dünyada nerede bir husûmet doğarsa, senlikten ve benlikten doğar. Yoldan senliği ve benliği kaldırırsan muvâfakat ve uzlaşma gelir, husûmet gider.

‘’hiçbir hâlini kınamayanla’’ seni hiç kınamayan ve sende bir kusur görünce senden uzaklaşmayan kişiyle yoldaş ol. Yâni Âdemoğlunun hatâ ve kusurdan berî olmadığını, kusursuzluğun ancak Kuddûs isminin yegâne sahibi olan Rabbe âit olduğunu bilenle yoldaş ol.

‘’sen değişsen de değişmeyenle’’ yoldaş olacaksan yaratılmışlarla değil Hak ile yoldaş ol, çünkü sen değişince yaratılmışlar da değişir. Fakat Hakk’ın ahadiyetinin celâli ve samediyetinin kemâli yaratılmışlar ne kadar değişseler de aslâ değişmez.

Bâzı hadisler, kan bağı ve soy tarafından kurulan sevgi ve merhamet bağlarını koparmak anlamına gelen rahmi (akrabalık bağını) kesmenin çirkinliğine işaret eder. Bu sözler, yaratıcı rahmetin insanî mahalli olarak rahmin, rahman olan Allah ile sıkıca irtibatlı olduğunu anlatmaktadır. Hz. Peygamber bir kudsî hadiste Allah’ın şöyle buyurduğunu aktarır: ’’Ben Allah’ım, ben Rahmân’ım. Rahmi ben yarattım ve ona kendi ismimden bir isim verdim.

Her kim rahmi (akrabalığı) keserse ben de ona rahmetimi keseceğim ve her kim rahmi gözetirse ben de onu gözeteceğim.’’ Bir hadis te de şöyle denilir ‘’Rahmi kesen kimse cennete giremez.’’ Ensârî, eğer insan ilişkileri Allah nezdinde böylesine önemli ise Allah ile ilişkimizin bundan daha önemli olduğuna işaret eder.’’ (Wıllıam C. Chıttıck/ İlâhi aşk Syf. 396-397)

İbnü’l Arabî Hz. bu konuya bâtınî bir açıklama getirir:

Yaradılmışlar her nerede bulunurlarsa, Hak er-Rahman ismiyle onlara eşlik eder, çünkü rahim O’nun bir dalıdır ve bütün insanlar rahimdir (ve akraba). Çünkü onlar bir babanın ve annenin oğullarıdır. Allah bizi bir nefisten yaratmıştır ki o da Âdem’dir. Sonra Âdem’den ve Havva’dan pek çok erkek ve kadın meydana getirmiştir. Öyleyse biz, rahim Rahman’ın bir dalı olduğu için, rahimiz (akraba). Bu sayede akrabalık mümkün olabilmiş, yine bu nedenle Allah akraba ziyaretini emrederek, ‘’Akrabalar birbirlerine Allah’ın kitabından daha yakındır’’ (el-Enfal, 75) buyurmuştur. Allah akraba ziyaretini/sıla-i rahmi emretmiştir. Biz rahim itibariyle yakın akrabayız. Mertebe ve rütbemiz ise kulluktur. Dolayısıyla sadece O’na bağlıyız ve O’ndan başkasına dayanmayız.

Hz. Peygamber ‘’Rahim; Rahman’dan bir daldır, onu birleştireni Allah da birleştirir’’ demiştir. Kastedilen sıla-i rahimdir. İnsanlar, bu ifâdeyi malla yakınlarına iyilik anlamında yorumlamıştır. Bu grup ise kastedileni, yakınlığı Allah’a bağlamak şeklinde anlarlar.  Allah rızık veren, metânetli, kuvvetli ve her durumda; ister itaat edelim, ister günah işleyelim, yoluna uyalım veya uymayalım, nimet verendir. Allah hiçbir durumda kendi yönünden sıla-i rahmi kesmez (Rahmetini kesmez).

Allah akrabalarla sıla-i rahmi sadece mutlu olsunlar diye emretmiştir. Her şahsın sadece selâm vermekle bile yerine getirebileceği bir sıla-i rahmi vardır. Hz. Peygamber şöyle demiştir; ‘’Sadece selâm vermekle bile sıla-i rahim yapınız’’ sıla-i rahim (iyilik) yaptığımızda, yani rahme kavuştuğumuzda, gerçekte Allah’a ulaşmış ve O’nunla sıla yapmış oluruz. Çünkü iyilik ve sadaka önce Allah’ın eline düşer.

Allah, genel rahmetiyle rahman iken, özel rahmetiyle rahimdir. Allah ile âlem arasındaki bağlar, rahim isminden meydana gelir. Bu nedenle, Allah rahmi onun bir parçası ve dalı saymış, böylece rahim O’na nispet edilmiştir. Öyleyse âlemde herhangi bir şeye yönelik rahmeti olan herkesin bu isme dayanması gerekir. Bütün yaratılmışların da Allah’ın rahmetine ulaşması kaçınılmazdır. Çünkü herkes sıla-i rahim yapar, kendi rahmetine ulaşır ve Allah da o yönden kişiye (rahmetiyle) kavuşur.

Her insanın bir dostu olmalıdır ve hangi dinde olursa olsun dostunun haklarını gözetlemelidir. Dostu nesep/soy itibariyle onun rahmi, yani akrabasıdır, çünkü anne ve baba (aynı özden) bir kardeştirler. Bir insandan başka birine yönelik ortaya çıkan her iyilik, bir sıla-ı rahimdir (akraba ziyareti) ve Allah bir ihsan nimeti olarak onu herkesten kabul eder.

Akrabalık iki kısımdır. Birincisi din akrabalığı, ikincisi kan akrabalığıdır. İki akrabalığı kendisinde toplayan kimse, sıla-ı rahimde önceliklidir.

Din akrabalığı, kan akrabalığının önündedir. Nitekim Allah Teâla mirasta böyle yapmış, din kardeşliği (mânevî) miras sebebi olmuşken, dinde farklı olduklarından kan akrabalığı (mânevî) miras sebebi olmamıştır. Başka bir ifâdeyle birisi Allah’ın birliğine îman eden diğeri inkâr eden iki kardeşten biri öldüğünde, ötekinin mirasta payı olmaz. Hz. Peygamber şöyle demiştir; ‘’İki din mensubu birbirine vâris olamaz’’ Bir şahısla akrabalığını ve ilişkisini kesen kimse, hiç kuşkusuz, başka biriyle akrabalığını yerine getiriyor demektir. Allah’ın burada dikkate aldığı vûslat yönüdür, kesme yönü değil. Örn: Zeyd ile akrabalık bağı kurmak (sıla-i rahim) Ömer ile akrabalığı kesmek günahını siler, hâlbuki her ikisi de kardeşidir. Allah ilişkiyi korur ve kesmez. Allah sıla-i rahmi koruyanı desteklerken kim akrabalık bağını ve sıla-i rahmi (sevgi ve muhabbetini) keserse, onunla ilişkiyi keser, çünkü Hak, kişinin kestiği ‘’rahmin’’ kendisidir. Kul Allah ile sıla ve vûslat ettiğinde, hiç kuşkusuz en yakın olanla vûslat etmiş, akrabalar arasında en öncelikli olan (Allah’a) sıla-i rahmi yerine getirmiş demektir.

Allah’tan daha yakın akraba yoktur. Allah tenzihin olmaksızın kendisinden uzaklaşılmayan yakındır. Rahim’ler ve akrabalıklar ölümle birlikte sona ererken, Allah’a nispet edilen akrabalık (bağı) sona ermez. Çünkü Allah, her nerede olursak olalım bizimle beraberdir. Biz ise kendi aramızda bazen sıla-ı rahim yaparken bazen ölümle veya kaybolmayla veya yer değiştirmeyle (beşerî) ilişkiyi keseriz. (Fütûhât-ı Mekkîyye Cilt-7 Syf. 84/ Cilt-14 Syf. 236- 237)

Konuyu özetlersek: Sıla vuslat, aslına kavuşma iken rahim varlığın ondan doğması nedeniyle Hakikati Muhammedi’nin en yetkin göründüğü varlık olan Hz. Peygamber’dir. Allah Peygamberi kendi nûrundan, bizleri de Hz. Peygamber’in nûrundan yaratmıştır. Peygamber varlığın başıdır ve dönüş Hz. Muhammed’den Allah’adır.

Rahmi kesmek ise sevgi ve merhamet bağlarını koparmak, böylece de O’nun Rahmet’inden uzaklaşmak anlamındadır. Allah’tan daha yakın akraba olmadığına göre bütün yaratılmışlar da O’nun ‘’Rahman’dan bir dal olan rahim ismine’’ izâfe edilmiştir. O zaman sıla-i rahim  Allah’a ve dolayısıyla O’nun yarattıklarına duyulan sevgi ve merhamettir. Her ‘’şey’’ O’ndan O’nadır. Sadakallâhül Azim.



5 Mayıs 2020 Salı


AŞK :

Aşk üç türlüdür: Sebeplere dayalı olan aşk, yaratılmışlara dayalı olan aşk (halkî) ve hakîki aşk. Sebebinki hevâ (saptırılmış sevgi), yaratılmışlarınki kader (kazâ), hakîkatinki ise bağıştır (atâ).

Sebeplerden doğan aşk nefsi alçaltıp düşürür. Yaratılmışlara dayanan aşk o tarafa yöneltir. Hakîki aşk ise varlık verir.

Yaratılmış olmaktan (hilkat) doğan aşk kalbe girer ve onu yok eder. Hakîkatten doğan aşk ise onu yok edip kendisinden varlık verecek şekilde rûha yerleşir.

Hevâ bedenin, muhabbet kalbin, aşk da rûhun sıfatıdır. Hevâ nefisle, muhabbet kalple, aşk rûhla kâimdir.

Bil ki her şeyin nihâî (son) bir hedefi vardır ve bir şey o nihâî hedefe ulaşınca daha önce sahip olmadığı bir isim kazanır, kendi kemâlinin ötesine geçemez ve kemâlden noksana doğru geri döner.

Meselâ insan tabiatı bebekliği vaktinde gelişmeye ve yükselmeye yöneliktir, ömür döngüsünde zirveye ulaşıp da kemâle erince bozulmaya ve yaşlanmaya başlar. Aynı şekilde bir bitki de önce gelişip kemâle ermeyi ister ve onun kemâli meyve vermesidir. Bu noktaya ulaşınca gelişmesi durmaya, zayıflamaya başlar ve sonunda kurur.

Yine bunun gibi akıl sahibi nefs de (nefs-i nâtıka) fayda bulmak için bir kişiye yakınlaşır ve kendi saâdetini kemâle ulaştırmayı talep eder, Hakk’ı arayıp öğrenerek ilmin ve mârifetin kemâline erer. Bundan sonra yakın olduğu o kişiye yüzünü döner ve kendi nihâî hedefinden uzaklaşır. Nefs, nihâyetinde en evvel yaptıklarını görecektir.

Dostluk hâli de böyledir, önce mâşukun cemâline ilişen ilk bakıştan daha fazlasını talep ederek ve dostluğun kemâlini arzulayarak artar. Rûh, daha fazla artışın mümkün olmadığı en üst noktaya ulaşınca şehvetin kirlerinden kurtulur ve her türlü nefsani alâkalardan soyutlanır. Nihâyet dostluğun gâyesi ve kemâliyle ayrılıktan da kavuşmaktan da, ızdıraptan da rahattan da, yakınlıktan da uzaklıktan da el çekmiş olur. Buradan itibaren bozulmaya ve nasibini terk etmeğe başlar. Dostluğun bu nihâî noktasına ve kemâline AŞK denilmiştir. Nefs ebedi saâdetin bilgisine ulaşınca bu kemâlin sonucu ölüm (Fenâ) olur. İnsan ömür döngüsünün nihâî (son) sınırına ulaşınca atâlet, yaşlılık ve kırgınlıklar baş gösterir. Hayvanlarda da kemâl aynı şekilde zayıflık ve âcizlik olarak ortaya çıkar.

Dostluğun nihâî hedefi ve varacağı son kendi kemâli itibâriyla AŞK olup, bunun sonucu âşıkın sıfatlarının bozulup yıpranmasıdır. Artık âşıkın kendi arzuları tamâmen hükümsüz kalmıştır, öyle ki aşkın isteklerini bile yerine getiremez hâle gelmiştir. Tıpkı sarmaşık (aşaka) denen bitkinin meyve veren bir ağacı sımsıkı sarıp onu kurutması gibi AŞK hâli de insan nefsine ulaşınca oradaki şehvet ve ihtiras dallarını, insanda olup her biri mâşukun varlığından kendisine pay kapmak isteyen vahşi canavarlara, yırtıcı hayvanlara ve kuşlara ait niteliklerin sığındığı o dalları kurutur, hevesleri ortadan kaldırır, dünyevî alâkaları keser ve böylece kişi dostluğun en nihâî noktasında talep ettiğinden yüz çevirerek tercihe dayalı bir aydınlığa yönelir. Ardından bu hâlin sâfası içinde aşkın elemiyle çâresiz ve dermânsız kalarak fâni olur.

Şerîat sahibi olan Hz. Peygamber (sav.) işte bu yüzden aşka düşmüş kişileri şehit hükmünde saymıştır. ‘’Âşık olan ve bunu gizleyen, iffetli yaşayan ve öylece ölen, şehit olarak ölmüştür’’   
Madenlerin taleplerinin de bir nihâî (son) noktası vardır. Zümrüt ve laciverttaşı (lâjûr) gibileri bu nihâyete ulaşınca bitkilere karışır  (bitkilere karışmak madenlerin kemâlidir). Bunun gibi üzüm, hurma ve genel olarak diğer bitkiler de fil, kurt, koyun ve genel olarak büyük uzuvlara sahip diğer hayvanlara karışırlar. Hayvanların mertebesi ise konuşmayı ve benlik kazanmayı öğrenip insan tabîatı kazanmasıyla tamamlanır. 

Âdemoğlunun nihâî (son) sınırı, ilk akıl ve külli cevherle benzerlik kazanabilecekleri risâlet ve nübüvvettir (peygamberlik). O noktaya ulaşınca cismâni şeylerin civarından bütünüyle uzaklaşırlar ve üzerlerinde rûhanî cevher özelliklerinden başka bir şey kalmaz. Bu herkes için böyledir.

Aşama aşama geliştiği için konuşmada da aynı durum söz konusudur. Bu durum, bir zaman nazım, bir zaman mesel (atasözü), bir zaman hikmet ve bir zaman da nasihat olarak tezahür eder. En son nokta olan vahye (vahiy/ilham) geldiğinde ise yaratılmışlık sınırlarının ötesine geçer ve kadîm olma örtüsüne bürünür çünkü artık Allah’ın sözü duyulmaktadır.

Fiiller de böyledir. Âdetler ve alışkanlıklar tabiat olur, daha sonra ibâre ve ifâdeye dönüşürler. Ardından sıdk (doğruluk) ile ihlâs (samimiyet) ortaya çıkar. En sonunda fiillerin hükmettiği alandan çıkarak din adını alır ve artık Mâbud’a (Allah'a) izâfe edilir. ‘’Halis din Allah’a ait değil midir’’ (Zümer, 3)

Yine aynı şekilde insan mârifet denilen âşinâlık hâline ve ardından da dostluk hâline ulaşır. Mûhabbete ve hûlletten (dostluktan) mükemmelliğe yöneldiği zaman kişi bütün arazların ötesine geçer ve ÂŞIK olur. Aşk ismini kabul hâle gelince hayâlin ve vehmin dışına çıkar, ilâhi nûrlar gibi isimler almaya başlar. Yâni yolcunun dostluk yolunda ulaştığı son noktaya aşk ismi verilmiştir. Artık: O;   ibâdet ettiği için abîd,  O’nu bildiği için akıl sahibi ve tanıdığı için ârif olarak adlandırılır. O’ndan başka her şeyden uzaklaştığı için zâhid, sâdık bir niyetle O’nu talep ettiği için muhlis (halis) adını alır. O’nun dostluğuna adım attığı için kendisine müştâk (arzulu) denilir. Bütün yaratılmış şeyleri kendi rızasıyla bir kenara ittiği için Halîl (dost) denilir. O’nu müşâhede de kendi varlığından geçtiği için habib (sevgili) denilir. Kendi fenâsını ve bekâsını dostun varlığında yok ettiği ve dostluğuna hiçbir bahâne ve gerekçe aramayıp tam tersine sırf mâşukun zâtına benzemeye odaklandığı için ona ÂŞIK denilir. 

Aşk, rûhun bedenden ayrılma sebebidir, böylece rûh süflî şeylerden uzaklaşıp bütünüyle ulvî şeylerin âlemine yükselir. Aşkın böylesi dostu müşâhedenin nûrundan doğar. O ansızın çakan bir şimşek gibi gelip, gözleri aydınlatır, kulaklara ses getirir, hareketi hızlandırır, yaratılmışlığa ait niteliklerden insanı uzaklaştırır. Artık kişi bir iş yapacak olsa bunu kendi amacı ve çabasıyla yahut başka bir kimse için değil sırf o iş dostun aşkına mâtuf olduğu için yapar. Onun iyiliği de kötülüğü de başkalarına irâdesi dışında ulaşır. Yine o aşkından ötürü başka hiçbir şeyle ilgilenmez ve buna vakti de yoktur.

Aynı şey gökyüzü ve oranın sakinleri için de geçerlidir. Onların Mâbud’a karşı aşkları öylesine güçlüdür ki sürekli talep hâlinde olup dâima hareket ederler. Hareketlerinden kendi kasıtları ve tercihleri (irâdeleri) olmaksızın dünyaya (iyi ve kötü, tâlih ve talihsizlik gibi) nice nice eserler ve türlü türlü nûrlar yayılır. Çünkü gökyüzünün sâkinlerinin Mâbud’a karşı olan aşklarından dolayı ne kendilerine, ne başkalarına ayıracak vakitleri vardır. Tersine onları meşgûl eden yegâne şey aşklarının şiddetidir ve bu meşgûliyetin emâreleri âlemde kendisini gösterir. Sonra gayelerine ulaştıklarında hareketlerinin kökeni olan aşkları sükûnetlerinin kaynağı hâline döner. Âniden sükûnet ve hareketsizliğe bürünürler, ardından kıyamet kopar ve yeniden diriliş başlar (yağmur, rüzgâr, fırtına gibi). Yeryüzündeki aşk da âşıkın rûhunda gökyüzünde yaptığının aynısını yapar.

Aşk yolu, mertebelerden geçerek arınma yoludur. Âşık olan ne isimde ne mânâda hiçbir iddiada bulunmaz. Aşk ne sonradan yaratılmışlarla ilgili ne de kadîmliğin âlemine ait olup gayb perdesinden kalbin penceresine düşen ışınlardır. Vakıanın (kıyamet gününün) sayhasını (haykırışını) dört bir yana yayar, âşıkı her şeyden ve her mekândan çekip alarak mâşukun has odasında onu kurban eder. Çünkü âşıkın evveli vesvese ve endişe, âhiri ise mahrûmiyettir (iflâs). 

‘’Aşk birleşmek için duyulan yoğun arzudur.’’ Wıllıam C. Chıttıck/İlâhi aşk Syf. 384- 392

O halde aşk olsun diyelim. İnşallah.