AŞK :
Aşk üç
türlüdür: Sebeplere dayalı olan aşk, yaratılmışlara dayalı olan aşk (halkî) ve hakîki aşk. Sebebinki hevâ (saptırılmış sevgi), yaratılmışlarınki
kader (kazâ), hakîkatinki ise bağıştır (atâ).
Sebeplerden
doğan aşk nefsi alçaltıp düşürür. Yaratılmışlara dayanan aşk o tarafa yöneltir.
Hakîki aşk ise varlık verir.
Yaratılmış
olmaktan (hilkat) doğan aşk kalbe girer ve onu yok eder. Hakîkatten doğan aşk
ise onu yok edip kendisinden varlık verecek şekilde rûha yerleşir.
Hevâ
bedenin, muhabbet kalbin, aşk da rûhun sıfatıdır. Hevâ nefisle, muhabbet
kalple, aşk rûhla kâimdir.
Bil ki her şeyin nihâî (son) bir
hedefi vardır ve bir şey o nihâî hedefe ulaşınca daha önce sahip olmadığı bir
isim kazanır, kendi kemâlinin ötesine geçemez ve kemâlden noksana doğru geri
döner.
Meselâ insan
tabiatı bebekliği vaktinde gelişmeye ve yükselmeye yöneliktir, ömür döngüsünde
zirveye ulaşıp da kemâle erince bozulmaya ve yaşlanmaya başlar. Aynı şekilde
bir bitki de önce gelişip kemâle ermeyi ister ve onun kemâli meyve vermesidir.
Bu noktaya ulaşınca gelişmesi durmaya, zayıflamaya başlar ve sonunda kurur.
Yine bunun
gibi akıl sahibi nefs de (nefs-i nâtıka) fayda bulmak için bir kişiye
yakınlaşır ve kendi saâdetini kemâle ulaştırmayı talep eder, Hakk’ı arayıp
öğrenerek ilmin ve mârifetin kemâline erer. Bundan sonra yakın olduğu o kişiye
yüzünü döner ve kendi nihâî hedefinden uzaklaşır. Nefs, nihâyetinde en evvel
yaptıklarını görecektir.
Dostluk hâli
de böyledir, önce mâşukun cemâline ilişen ilk bakıştan daha fazlasını talep
ederek ve dostluğun kemâlini arzulayarak artar. Rûh, daha fazla artışın mümkün
olmadığı en üst noktaya ulaşınca
şehvetin kirlerinden kurtulur ve her türlü nefsani alâkalardan soyutlanır.
Nihâyet dostluğun gâyesi ve kemâliyle ayrılıktan da kavuşmaktan da, ızdıraptan
da rahattan da, yakınlıktan da uzaklıktan da el çekmiş olur. Buradan itibaren bozulmaya
ve nasibini terk etmeğe başlar. Dostluğun
bu nihâî noktasına ve kemâline AŞK denilmiştir. Nefs ebedi saâdetin
bilgisine ulaşınca bu kemâlin sonucu ölüm (Fenâ)
olur. İnsan ömür döngüsünün nihâî (son) sınırına ulaşınca atâlet, yaşlılık ve
kırgınlıklar baş gösterir. Hayvanlarda da kemâl aynı şekilde zayıflık ve
âcizlik olarak ortaya çıkar.
Dostluğun
nihâî hedefi ve varacağı son kendi kemâli itibâriyla AŞK olup, bunun sonucu âşıkın sıfatlarının bozulup yıpranmasıdır.
Artık âşıkın kendi arzuları tamâmen hükümsüz kalmıştır, öyle ki aşkın isteklerini
bile yerine getiremez hâle gelmiştir. Tıpkı sarmaşık (aşaka) denen bitkinin
meyve veren bir ağacı sımsıkı sarıp onu kurutması gibi AŞK hâli de insan nefsine ulaşınca oradaki şehvet ve ihtiras
dallarını, insanda olup her biri mâşukun varlığından kendisine pay kapmak
isteyen vahşi canavarlara, yırtıcı hayvanlara ve kuşlara ait niteliklerin
sığındığı o dalları kurutur, hevesleri ortadan kaldırır, dünyevî alâkaları
keser ve böylece kişi dostluğun en nihâî noktasında talep ettiğinden yüz
çevirerek tercihe dayalı bir aydınlığa yönelir. Ardından bu hâlin sâfası içinde
aşkın elemiyle çâresiz ve dermânsız kalarak fâni olur.
Şerîat
sahibi olan Hz. Peygamber (sav.) işte bu yüzden aşka düşmüş kişileri şehit hükmünde saymıştır. ‘’Âşık olan ve bunu gizleyen, iffetli
yaşayan ve öylece ölen, şehit olarak ölmüştür’’
Madenlerin taleplerinin de bir nihâî (son) noktası vardır.
Zümrüt ve laciverttaşı (lâjûr)
gibileri bu nihâyete ulaşınca bitkilere karışır
(bitkilere karışmak madenlerin kemâlidir). Bunun gibi üzüm, hurma ve
genel olarak diğer bitkiler de fil, kurt, koyun ve genel olarak büyük uzuvlara
sahip diğer hayvanlara karışırlar. Hayvanların mertebesi ise konuşmayı ve
benlik kazanmayı öğrenip insan tabîatı kazanmasıyla tamamlanır.
Âdemoğlunun nihâî (son) sınırı, ilk akıl ve külli cevherle
benzerlik kazanabilecekleri risâlet ve nübüvvettir (peygamberlik). O noktaya ulaşınca cismâni
şeylerin civarından bütünüyle uzaklaşırlar ve üzerlerinde rûhanî cevher
özelliklerinden başka bir şey kalmaz. Bu herkes için böyledir.
Aşama aşama geliştiği için konuşmada da aynı durum söz
konusudur. Bu durum, bir zaman nazım, bir zaman mesel (atasözü), bir zaman
hikmet ve bir zaman da nasihat olarak tezahür eder. En son nokta olan vahye (vahiy/ilham) geldiğinde ise
yaratılmışlık sınırlarının ötesine geçer ve kadîm olma örtüsüne bürünür çünkü artık Allah’ın sözü duyulmaktadır.
Fiiller de böyledir. Âdetler ve alışkanlıklar tabiat olur,
daha sonra ibâre ve ifâdeye dönüşürler. Ardından sıdk (doğruluk) ile ihlâs (samimiyet) ortaya çıkar.
En sonunda fiillerin hükmettiği alandan çıkarak din adını alır ve artık Mâbud’a (Allah'a) izâfe edilir. ‘’Halis din Allah’a ait değil midir’’ (Zümer, 3)
Yine aynı şekilde insan mârifet denilen âşinâlık hâline ve
ardından da dostluk hâline ulaşır. Mûhabbete ve hûlletten (dostluktan) mükemmelliğe
yöneldiği zaman kişi bütün arazların ötesine geçer ve ÂŞIK olur. Aşk ismini kabul hâle gelince hayâlin ve vehmin dışına
çıkar, ilâhi nûrlar gibi isimler almaya başlar. Yâni yolcunun dostluk yolunda ulaştığı son noktaya aşk ismi
verilmiştir. Artık: O; ibâdet
ettiği için abîd, O’nu bildiği için akıl sahibi ve tanıdığı için ârif
olarak adlandırılır. O’ndan başka her şeyden uzaklaştığı için zâhid, sâdık bir niyetle O’nu talep
ettiği için muhlis (halis) adını
alır. O’nun dostluğuna adım attığı için kendisine müştâk (arzulu) denilir. Bütün yaratılmış şeyleri kendi rızasıyla
bir kenara ittiği için Halîl (dost) denilir.
O’nu müşâhede de kendi varlığından geçtiği için habib (sevgili) denilir. Kendi fenâsını ve bekâsını dostun
varlığında yok ettiği ve dostluğuna hiçbir bahâne ve gerekçe aramayıp tam
tersine sırf mâşukun zâtına benzemeye odaklandığı için ona ÂŞIK denilir.
Aşk, rûhun bedenden ayrılma sebebidir, böylece rûh süflî
şeylerden uzaklaşıp bütünüyle ulvî şeylerin âlemine yükselir. Aşkın böylesi
dostu müşâhedenin nûrundan doğar. O ansızın çakan bir şimşek gibi gelip,
gözleri aydınlatır, kulaklara ses getirir, hareketi hızlandırır, yaratılmışlığa
ait niteliklerden insanı uzaklaştırır. Artık kişi bir iş yapacak olsa bunu
kendi amacı ve çabasıyla yahut başka bir kimse için değil sırf o iş dostun
aşkına mâtuf olduğu için yapar. Onun
iyiliği de kötülüğü de başkalarına irâdesi dışında ulaşır. Yine o aşkından
ötürü başka hiçbir şeyle ilgilenmez ve buna vakti de yoktur.
Aynı şey gökyüzü ve oranın sakinleri için de geçerlidir. Onların
Mâbud’a karşı aşkları öylesine güçlüdür ki sürekli talep hâlinde olup dâima
hareket ederler. Hareketlerinden kendi kasıtları ve tercihleri (irâdeleri)
olmaksızın dünyaya (iyi ve kötü, tâlih ve talihsizlik gibi) nice nice eserler
ve türlü türlü nûrlar yayılır. Çünkü gökyüzünün sâkinlerinin Mâbud’a karşı olan
aşklarından dolayı ne kendilerine, ne başkalarına ayıracak vakitleri vardır.
Tersine onları meşgûl eden yegâne şey aşklarının şiddetidir ve bu meşgûliyetin
emâreleri âlemde kendisini gösterir. Sonra gayelerine ulaştıklarında
hareketlerinin kökeni olan aşkları sükûnetlerinin kaynağı hâline döner. Âniden
sükûnet ve hareketsizliğe bürünürler, ardından kıyamet kopar ve yeniden diriliş
başlar (yağmur, rüzgâr, fırtına gibi). Yeryüzündeki
aşk da âşıkın rûhunda gökyüzünde yaptığının aynısını yapar.
Aşk yolu, mertebelerden geçerek arınma yoludur. Âşık olan ne
isimde ne mânâda hiçbir iddiada bulunmaz. Aşk ne sonradan yaratılmışlarla
ilgili ne de kadîmliğin âlemine ait olup gayb perdesinden kalbin penceresine düşen
ışınlardır. Vakıanın (kıyamet gününün) sayhasını (haykırışını) dört bir yana yayar, âşıkı her
şeyden ve her mekândan çekip alarak mâşukun has odasında onu kurban eder. Çünkü
âşıkın evveli vesvese ve endişe, âhiri ise mahrûmiyettir (iflâs).
‘’Aşk birleşmek için duyulan yoğun
arzudur.’’ Wıllıam C. Chıttıck/İlâhi aşk Syf. 384- 392
O halde aşk olsun diyelim. İnşallah.