5 Mayıs 2020 Salı


AŞK :

Aşk üç türlüdür: Sebeplere dayalı olan aşk, yaratılmışlara dayalı olan aşk (halkî) ve hakîki aşk. Sebebinki hevâ (saptırılmış sevgi), yaratılmışlarınki kader (kazâ), hakîkatinki ise bağıştır (atâ).

Sebeplerden doğan aşk nefsi alçaltıp düşürür. Yaratılmışlara dayanan aşk o tarafa yöneltir. Hakîki aşk ise varlık verir.

Yaratılmış olmaktan (hilkat) doğan aşk kalbe girer ve onu yok eder. Hakîkatten doğan aşk ise onu yok edip kendisinden varlık verecek şekilde rûha yerleşir.

Hevâ bedenin, muhabbet kalbin, aşk da rûhun sıfatıdır. Hevâ nefisle, muhabbet kalple, aşk rûhla kâimdir.

Bil ki her şeyin nihâî (son) bir hedefi vardır ve bir şey o nihâî hedefe ulaşınca daha önce sahip olmadığı bir isim kazanır, kendi kemâlinin ötesine geçemez ve kemâlden noksana doğru geri döner.

Meselâ insan tabiatı bebekliği vaktinde gelişmeye ve yükselmeye yöneliktir, ömür döngüsünde zirveye ulaşıp da kemâle erince bozulmaya ve yaşlanmaya başlar. Aynı şekilde bir bitki de önce gelişip kemâle ermeyi ister ve onun kemâli meyve vermesidir. Bu noktaya ulaşınca gelişmesi durmaya, zayıflamaya başlar ve sonunda kurur.

Yine bunun gibi akıl sahibi nefs de (nefs-i nâtıka) fayda bulmak için bir kişiye yakınlaşır ve kendi saâdetini kemâle ulaştırmayı talep eder, Hakk’ı arayıp öğrenerek ilmin ve mârifetin kemâline erer. Bundan sonra yakın olduğu o kişiye yüzünü döner ve kendi nihâî hedefinden uzaklaşır. Nefs, nihâyetinde en evvel yaptıklarını görecektir.

Dostluk hâli de böyledir, önce mâşukun cemâline ilişen ilk bakıştan daha fazlasını talep ederek ve dostluğun kemâlini arzulayarak artar. Rûh, daha fazla artışın mümkün olmadığı en üst noktaya ulaşınca şehvetin kirlerinden kurtulur ve her türlü nefsani alâkalardan soyutlanır. Nihâyet dostluğun gâyesi ve kemâliyle ayrılıktan da kavuşmaktan da, ızdıraptan da rahattan da, yakınlıktan da uzaklıktan da el çekmiş olur. Buradan itibaren bozulmaya ve nasibini terk etmeğe başlar. Dostluğun bu nihâî noktasına ve kemâline AŞK denilmiştir. Nefs ebedi saâdetin bilgisine ulaşınca bu kemâlin sonucu ölüm (Fenâ) olur. İnsan ömür döngüsünün nihâî (son) sınırına ulaşınca atâlet, yaşlılık ve kırgınlıklar baş gösterir. Hayvanlarda da kemâl aynı şekilde zayıflık ve âcizlik olarak ortaya çıkar.

Dostluğun nihâî hedefi ve varacağı son kendi kemâli itibâriyla AŞK olup, bunun sonucu âşıkın sıfatlarının bozulup yıpranmasıdır. Artık âşıkın kendi arzuları tamâmen hükümsüz kalmıştır, öyle ki aşkın isteklerini bile yerine getiremez hâle gelmiştir. Tıpkı sarmaşık (aşaka) denen bitkinin meyve veren bir ağacı sımsıkı sarıp onu kurutması gibi AŞK hâli de insan nefsine ulaşınca oradaki şehvet ve ihtiras dallarını, insanda olup her biri mâşukun varlığından kendisine pay kapmak isteyen vahşi canavarlara, yırtıcı hayvanlara ve kuşlara ait niteliklerin sığındığı o dalları kurutur, hevesleri ortadan kaldırır, dünyevî alâkaları keser ve böylece kişi dostluğun en nihâî noktasında talep ettiğinden yüz çevirerek tercihe dayalı bir aydınlığa yönelir. Ardından bu hâlin sâfası içinde aşkın elemiyle çâresiz ve dermânsız kalarak fâni olur.

Şerîat sahibi olan Hz. Peygamber (sav.) işte bu yüzden aşka düşmüş kişileri şehit hükmünde saymıştır. ‘’Âşık olan ve bunu gizleyen, iffetli yaşayan ve öylece ölen, şehit olarak ölmüştür’’   
Madenlerin taleplerinin de bir nihâî (son) noktası vardır. Zümrüt ve laciverttaşı (lâjûr) gibileri bu nihâyete ulaşınca bitkilere karışır  (bitkilere karışmak madenlerin kemâlidir). Bunun gibi üzüm, hurma ve genel olarak diğer bitkiler de fil, kurt, koyun ve genel olarak büyük uzuvlara sahip diğer hayvanlara karışırlar. Hayvanların mertebesi ise konuşmayı ve benlik kazanmayı öğrenip insan tabîatı kazanmasıyla tamamlanır. 

Âdemoğlunun nihâî (son) sınırı, ilk akıl ve külli cevherle benzerlik kazanabilecekleri risâlet ve nübüvvettir (peygamberlik). O noktaya ulaşınca cismâni şeylerin civarından bütünüyle uzaklaşırlar ve üzerlerinde rûhanî cevher özelliklerinden başka bir şey kalmaz. Bu herkes için böyledir.

Aşama aşama geliştiği için konuşmada da aynı durum söz konusudur. Bu durum, bir zaman nazım, bir zaman mesel (atasözü), bir zaman hikmet ve bir zaman da nasihat olarak tezahür eder. En son nokta olan vahye (vahiy/ilham) geldiğinde ise yaratılmışlık sınırlarının ötesine geçer ve kadîm olma örtüsüne bürünür çünkü artık Allah’ın sözü duyulmaktadır.

Fiiller de böyledir. Âdetler ve alışkanlıklar tabiat olur, daha sonra ibâre ve ifâdeye dönüşürler. Ardından sıdk (doğruluk) ile ihlâs (samimiyet) ortaya çıkar. En sonunda fiillerin hükmettiği alandan çıkarak din adını alır ve artık Mâbud’a (Allah'a) izâfe edilir. ‘’Halis din Allah’a ait değil midir’’ (Zümer, 3)

Yine aynı şekilde insan mârifet denilen âşinâlık hâline ve ardından da dostluk hâline ulaşır. Mûhabbete ve hûlletten (dostluktan) mükemmelliğe yöneldiği zaman kişi bütün arazların ötesine geçer ve ÂŞIK olur. Aşk ismini kabul hâle gelince hayâlin ve vehmin dışına çıkar, ilâhi nûrlar gibi isimler almaya başlar. Yâni yolcunun dostluk yolunda ulaştığı son noktaya aşk ismi verilmiştir. Artık: O;   ibâdet ettiği için abîd,  O’nu bildiği için akıl sahibi ve tanıdığı için ârif olarak adlandırılır. O’ndan başka her şeyden uzaklaştığı için zâhid, sâdık bir niyetle O’nu talep ettiği için muhlis (halis) adını alır. O’nun dostluğuna adım attığı için kendisine müştâk (arzulu) denilir. Bütün yaratılmış şeyleri kendi rızasıyla bir kenara ittiği için Halîl (dost) denilir. O’nu müşâhede de kendi varlığından geçtiği için habib (sevgili) denilir. Kendi fenâsını ve bekâsını dostun varlığında yok ettiği ve dostluğuna hiçbir bahâne ve gerekçe aramayıp tam tersine sırf mâşukun zâtına benzemeye odaklandığı için ona ÂŞIK denilir. 

Aşk, rûhun bedenden ayrılma sebebidir, böylece rûh süflî şeylerden uzaklaşıp bütünüyle ulvî şeylerin âlemine yükselir. Aşkın böylesi dostu müşâhedenin nûrundan doğar. O ansızın çakan bir şimşek gibi gelip, gözleri aydınlatır, kulaklara ses getirir, hareketi hızlandırır, yaratılmışlığa ait niteliklerden insanı uzaklaştırır. Artık kişi bir iş yapacak olsa bunu kendi amacı ve çabasıyla yahut başka bir kimse için değil sırf o iş dostun aşkına mâtuf olduğu için yapar. Onun iyiliği de kötülüğü de başkalarına irâdesi dışında ulaşır. Yine o aşkından ötürü başka hiçbir şeyle ilgilenmez ve buna vakti de yoktur.

Aynı şey gökyüzü ve oranın sakinleri için de geçerlidir. Onların Mâbud’a karşı aşkları öylesine güçlüdür ki sürekli talep hâlinde olup dâima hareket ederler. Hareketlerinden kendi kasıtları ve tercihleri (irâdeleri) olmaksızın dünyaya (iyi ve kötü, tâlih ve talihsizlik gibi) nice nice eserler ve türlü türlü nûrlar yayılır. Çünkü gökyüzünün sâkinlerinin Mâbud’a karşı olan aşklarından dolayı ne kendilerine, ne başkalarına ayıracak vakitleri vardır. Tersine onları meşgûl eden yegâne şey aşklarının şiddetidir ve bu meşgûliyetin emâreleri âlemde kendisini gösterir. Sonra gayelerine ulaştıklarında hareketlerinin kökeni olan aşkları sükûnetlerinin kaynağı hâline döner. Âniden sükûnet ve hareketsizliğe bürünürler, ardından kıyamet kopar ve yeniden diriliş başlar (yağmur, rüzgâr, fırtına gibi). Yeryüzündeki aşk da âşıkın rûhunda gökyüzünde yaptığının aynısını yapar.

Aşk yolu, mertebelerden geçerek arınma yoludur. Âşık olan ne isimde ne mânâda hiçbir iddiada bulunmaz. Aşk ne sonradan yaratılmışlarla ilgili ne de kadîmliğin âlemine ait olup gayb perdesinden kalbin penceresine düşen ışınlardır. Vakıanın (kıyamet gününün) sayhasını (haykırışını) dört bir yana yayar, âşıkı her şeyden ve her mekândan çekip alarak mâşukun has odasında onu kurban eder. Çünkü âşıkın evveli vesvese ve endişe, âhiri ise mahrûmiyettir (iflâs). 

‘’Aşk birleşmek için duyulan yoğun arzudur.’’ Wıllıam C. Chıttıck/İlâhi aşk Syf. 384- 392

O halde aşk olsun diyelim. İnşallah.