VARLIK, BİLGİ VE İNSAN:
VARLIK: Öncelikle bütün ilimlerin konusu
varlıktır. Her bilim bir varlık konusunu inceler. Varlık/Vücûd kavramı çok
anlamlı bir terim olup, hem ortaya çıkmak, hem de ‘’mertebelerde görünmek’’
mânâsında kullanılır. Ancak ‘‘Vücûd’’ un ‘’var olmak’’ anlamı
sadece Hakk’a aittir ve bu anlamın mevcûda yüklenmesi mümkün değildir. Vücûd kelimesinin
asıl mânâsı her şeyin kendisiyle var olduğu, çoğalması mümkün olmayan tek bir hakîkattir.
Dışta görülen her şey ‘’hakîkatü’l-vücûd’’ un farklı
mertebelerde görülmesinden ibârettir. Yine vücûd, ilâhi ilimde sâbit bulunan,
daha sonra da rûhlar âleminde tahakkuk eden ‘’şey’’ in dış dünyada zuhûrudur. Dış
dünyada varlık kazanmamış, ancak ilimde var olan hakîkatlere ‘’a’yân-ı
sâbite’’ denir. A’yân-ı sâbite (sabit hakîkatler) yok iken var
edilmemiş, ‘’sübut’’ denilen (zihindeki) bir varlık çeşidinden ‘’vücûd’’
denilen başka bir varlık çeşidine geçmiştir. Öyleyse yaratmak sübut halinde
bulunan ‘’şey’’ lere vücûd vermekten ibârettir. Öte yandan vücûddan
sübuta dönüş de bir yok oluş değildir.
Bu anlamda vücûd ve adem (varlık ve yokluk)
denildiğinde, varlık; ilim, rahmet
ve nûr, yokluk; zûlmet (karanlık)
ile sembolize edilir. Zûlmet, adem (yokluk/karanlık) olup nûrun aksine hem
zâhir değildir, hem de açık olanı gizler. Bu sebeple vücûd tümüyle hayır,
adem ise tümüyle şerden ibârettir. Bununla birlikte, karanlık nûrun, adem
ise varlığın idrâkine vâsıta olduğu için değerlidir. Adem varlık için bir ayna
işlevi görür, çünkü her şey zıddıyla açığa çıkar.
Sûfiler, bir
taraftan âlemin hayalden ibâret olduğunu söylerken diğer taraftan reddi mümkün
olmayan kesretin izâhı için çeşitli usuller tâkip etmişlerdir. Bir ile çok arasındaki ilişki nedir?
Hak, zâti birliği bakımından el-Ahad, sıfâti birliği/bütünlüğü bakımından el-Vâhid’dir.
Sıfatlar zâtın ne aynıdır ne gayrıdır. Çokluk vahdâniyet mertebesindeki
birliğinden zuhûr eder. Zuhûr, tekrar ile temsil edilmiştir. Mesela ‘’iki’’,
tek sûrette birleşen ’’bir’’ ile ‘’bir’’ in toplamından meydana gelir. Yine nasıl
ki, ‘’bir’’ sayı mertebelerinde zuhûr ediyor fakat ‘’bir’’ olma özelliğini
kaybetmiyorsa Mutlak vücûd da mazharlarında zuhûr etmekle beraber hakîki
birliğinden çıkmaz. Anlatılmak istenen, âlemdeki tüm mazharların aslında
Hakk’ın dışında bir şey olmadığını ispat etmektir. Mevcut Hakk’ı açığa çıkarır.
Her sayı nasıl ‘’bir’’ in mertebeleri ise, a’yân-ı sâbiteden açığa çıkan ilâhi
isim ve rabbani sıfatlar da, Hakk’ın hakîkatinin mevcutların sûretlerinde
ayrışarak zuhûr etmesidir. İlâhi isimler, zâta işaret ettikleri yönden müsemmanın
(isimlendirenin) ta kendisi iken, özel anlamları yani Rab isimleri yönünden
müsemmadan başkadır.
Yaradılışın
en temel unsurlarından biri ‘’a’yân-ı sâbite’’ dir. A’yân-ı sâbite zâtın ayn’ıdır.
İlâhi zâttan taşan ilk sûretler ‘’feyzi akdes’’ ve ‘’ilk tecellî’’ olarak adlandırılır. Taşmanın iki sebebi
vardır. Birincisi zâttan taşan sevgi, ikincisi Hak’tan başka kimsenin bilmediği
gayb anahtarlarının zuhûr ve kemâl talepleri. Öyleyse âlem zâtın değil,
isimlerle sıfatların gereği olarak zuhûr etmiştir. İsimlere ve ‘’ayn’’lara feyz-i
akdes’ten sürekli olarak gelen feyz, feyz-i mukaddes ile isimlere ve hariçteki
varlıklara aktarılır. Feyiz mevcutlara hem vâsıtalı, hem de vâsıtasız olarak
ulaşır.
İlki vech-i
hass yoluyla, ikincisi ise her bir ‘’ayn’’ ın, kendi altındaki ‘’ayn’’a bu
feyzi ulaştırmasıyla gerçekleşir. Bu zincir şahıslara kadar devam eder. Feyz
kesintisizdir ve ‘’ayn’’lara gelen feyz kesilirse bunların mevcûdiyeti ortadan
kalkar.
Âlem sürekli
olarak ilâhi hazinelerden yardım alır ve bu kaynaktan gelen feyz, yine kendi
kaynağına döner. Tecellîde tekrar olmayıp mazharlara gelen tecellî sürekli
yenilenir. Bu yenilenmeye bağlı olarak tecellîyi alan her mazharda her an fenâ ve bekâ gerçekleşir. Her tecellî
yeni bir yaratma, yani ‘’bekâ’’ demektir. Her bekânın hemen ardından
yine ‘’fenâ’’
gelir. Ancak bunun farkına varılmaz.
‘’Birden ancak bir
çıkar’’ anlayışına göre ikinci ‘’bir’’ Rahmani nefestir (feyz-i
akdes’in nefes ile tecellisi). Felsefecilerin dediği gibi ‘’ilk akıl’’ değildir.
Öyleyse, Tanrı’dan
zuhûr eden ilk şey varlık tecellisi olan Rahmani nefes çokluğun hem zuhûrunu,
hem de kalıcılığını sağlayan en önemli unsurdur. Rahmani nefes vücûdun, el
Vehhâb (karşılıksız veren) ve el-Cevvâd (sınırsız cömertlik sahibi)
mertebesinden a’yân-ı sâbite üzerine yayılmasıdır. Hayatın sırrı ve eşyanın sûreti
bu ilâhi nefestedir. Kur’ân-ı Kerîm’de ‘’arşın
su üzerinde olduğu’’ bildirilmiştir (Hûd, 7) Burada sudan kastedilen
Rahmani nefes, arştan kastedilen ise mülktür. Her şeyin aslı ‘’su’’
dur. Su’da Rahmani nefestir. Rahmani
nefes ile ‘’Külli tabiat’’ aynı şeydir. Külli tabiata ‘’hebâ’’
da denir.
İlâhi
tecellînin ‘’nefes’’ e benzetilmesinin sebebi, sonuçları bakımından
insanın nefesiyle yakından ilgili olmasındandır. Nefes alıp vermek sıcak havayı
içinden çıkarıp oraya soğuk hava göndermektir. Bu durum kişiyi sıkıntıdan
kurtarır. Sıkıntıdan kasıt, zuhûr etme isteğinin şiddetidir. Nitekim insanın
nefesi bâtından zâhire çıkan bir hava olup, bu hava boğaza çarparak sesi
meydana getirir. Sonra da boğazın çeşitli yerleri, dişler ve dudaklar
vâsıtasıyla ses, harfe dönüşür. Harflerin terkibinden ise kelimeler meydana
gelir. Rabbanî nefes de var olduğunda ona âit bir taayyün ortaya çıkar. Tüm
rûhani ve cismanî sûretler ‘’cevher’’ adı verilen bu taayyünde
bulunur. Daha sonra nefes bu cevherde çeşitli mertebe ve makamlarda zuhûr eder.
Böylelikle ilâhi taayyün, harfler ve
kelimeler meydana gelir. Çünkü ‘’ayn’’ ların sûretleri, Rahmani nefeste
ortaya çıkmaktadır ve bu yüzden nefes, aynlar/özler için cismani sûretlerin
maddesi gibidir.
Hak
mahlûkatı yaratmadan önce varlığın yayılmadığı, yâni Rahmani nefesin zuhûr
etmediği ve hiçbir taayyün, isim ve sıfatların bulunmadığı mertebededir (Amâ’da). Mevcut ‘’ayn’’lar ise Rahmani
nefeste bulunan taayyünlerden ibârettir.
İlâhi isim
ve sıfatlarla onların sûreti olan sabit hakîkatler dış dünyada görünmek
istemiş, Cenâb-ı Hak da bâtında bulunan bu isim ve ‘’ayn’’ ların hariçteki zuhûru
için tecellî etmiştir. İlâhi nefes sayesinde her bir ismin kendisinin Rabbi
olduğu ‘’ayn’’lar zuhûr etmiş, ilâhlık hükmü ortaya çıkmıştır. İlk nefes
sahibi, yâni ilk zuhûr eden isim, Allah ismidir. Dolayısıyla ilk taayyün eden de İnsan-ı Kâmil’in ayn’ıdır. Çünkü o
Allah isminin mazharıdır.
‘’Bilgi’’ varlıkla, ‘’bilmek’’ de var olmakla
aynı anlamdadır. Bu durumda bir bilgi mertebesini ifâde eden ‘’ilk
akıl’’, aynı zamanda ‘’ilk var olan’’ mânâsına
gelmelidir. Tanrı’dan çıkan ‘’bir’’ her şey üzerine eşit yayılan
genel varlık tecellîsi ise, ilk akıl da Rahmani nefes ten gelen bu varlık
tecellîsini kabul eden ilk mevcuttur.
İlk akıl; insanî hakîkatin ceberût âleminde ortaya çıkan ilk mazharı olup, küllî rûh, rûh-i Muhammedî ve hakîkati Muhammedî diye de adlandırılır. İlk Akıl hem tenezzülün hem de zuhûrun başlangıç noktasıdır. Hak âlemlere varlık vermeyi irâde ettiğinde Rahmani nefes vâsıtasıyla önce akıl âleminin sûretine varlık vermiştir. Bu sebeple er-Rahman ismi ilk akıl vâsıtasıyla bilinir ve her şeyi kapsayan ilk akıl Rahman ismin mazharıdır. Allah isminin mazharı olan İnsan-ı Kâmil, ilk akıldan üstündür. Ancak ikisinin ayrı şeyler olduğu düşünülmemelidir. Bu üstünlüğün sırrı, bilkuvve olanın bilfiile dönüşmesinde gizlidir. Nitekim İbnü’l Arabi Hz. şöyle der; ‘’Akıl, amâ (Rahmani nefes) cevherinde İnsan-ı Kâmil’i görmüştür. İnsan-ı Kâmil’deki kemâl bilfiil iken, ilk akıl da bilkuvvedir. Kuvve halindeki bilginin fiile dönüşmesi bakımından etken olan İnsan-ı Kâmil’dir.
Vücûd-ı
hâricideki ilk âlem, ceberût âlemidir. Ceberût, melekût ve mülk âlemleri
a’yân-ı sâbite’nin sûretleridir. A’yân-ı sâbite ise mutlak gayb mertebesidir.
İnsana gelince o zâhir bakımından mülk, bâtını bakımından melekût âleminden
olmakla birlikte, toplayıcılığı ve dış âlemdeki her şeyi içermesi bakımından
kendi başına ayrı bir âlemdir. İnsan (İnsan-ı Kâmil) beşinci âlemdir. Buna
bağlı olarak da varlık dairesi insanla tamamlanır. İnsan-ı Kâmil vücûdun son
tenezzülüne kadar, tabiatın tüm mertebeleri dâhil olmak üzere bütün ilâhi ve kevnî/varlık
mertebelerini kendinde toplar. Burası ‘’Amâ’’ mertebesi diye adlandırılır.
İnsan-ı Kâmil ‘’ism-i Câmi’’ ve Allah isminin mazharıdır. O yüzden Allah’ın halîfesi olmuştur.
İbnü’l Arabî
Hz. der ki; ‘’Allah isminin müsemması zâtı
itibariyle mutlak bir (Ahad), sıfatları bakımından ise bütündür. Her varlığın
Allah’tan payı kendi özel rabbidir. Bütünün ona ait olması imkânsızdır’’. Her isim kendi Rabliğini ‘’bir’’ den değil, ‘’bütün’’ den almıştır. Dolayısıyla Ahâdiyet’te tecellî
imkânsızdır ve bu mertebede zât ile çokluk arasında hiçbir irtibat yoktur. Ulûhiyet;
zât, sıfat ve fiil isimlerinden her birinin bulunduğu mertebedir. Oysa Rubûbiyet
mertebesinde zât isimleri bulunmaz, sadece sıfat ve fiil isimleri bulunur.
Vücûd bilginin çeşitli mertebelerine,
‘’hakîkatü’l vücûd’’ ise bilginin
ayrışmadığı ilk mertebeye işâret eder. ‘’Kim
ilim öğrenmek isterse varlığın terkibine baksın’’ sözü, varlık ve bilgi
arasındaki zorunlu ilişkiye işâret eder.
BİLGİ: Bilgi ‘’Ma’lumu, bulunduğu hâl üzere bilmek, idrâk
etmek, apaçık bir şekilde kavramak, şeyin olduğu gibi bilindiğine dair güven
duymak, şeyin sûretinin akılda hâsıl olması, bir şeye bulunduğu hâl üzere
inanmak, idrâk edilen şeyin idrâk edenin nefsinde şekillenmesi, anlamların
birbirinden ayırd edilmesi ve anlamın başka türlü olmayacağına dair kesin
kanaat getirecek şekilde hâsıl olması’’ olarak açıklanabilir.
Hakîkatleri
bulundukları hâl üzere idrâk etmek ‘’Ma’rifet’’, hem hakîkatleri hem de
hakîkatlerin levâzımını idrâk etmek ‘’ilim’’,
şeylerin hakîkatlerini bulundukları hâl üzere bilmek ve bu bilgi gereğince amel
etmek ‘’Hikmet’’ tir.
Hikmet, ilim ve ma’rifetten üstündür. ‘’Hikmet
müminin kaybıdır’’ bu kaybı ancak ‘’kalp’’
bulabilir.
Bilgi eşyaya
ait hakîkatlerin idrâkiyle mümkündür. Hakîkatleri olduğu gibi idrâk etmek,
aklın çok üstünde bir mertebedir. Çünkü böyle bir idrâk, kalbin üzerindeki
perdeleri kaldıracak Rabbâni bir nûra ihtiyaç duyar. Bir şeyin hakîkatinin
bilgisi, ancak Vücûd-ı Mahz ile arasındaki perde kaldırılmış ve Hakk’ın nûruyla
aydınlanarak arınmış bir kalbe tecellî eder. Bu ilâhi tecellî sâyesinde, baş ve
gönül gözlerinden perdeler kalkar, basar ve basîret nûru birleşir.
Böylelikle
birinin algılayamadığı şeyi, diğeri idrâk edebilir. Bu durum tam keşfin
özelliğidir. Keşfî bilginin mertebesi, hem fikirden hem de tüm bilim
mertebelerinden üstündür. Keşfî bilgi tatlı su, aklî bilgi acı sudur. Tatlı
suyun susuzluğu giderdiği gibi, keşfî bilgi de sahibine sükûnet ve rahatlık
verir. Aklî bilgi ise susuzluğu gidermeyip aksine arttıran tuzlu ve acı su
gibidir.
Kendi
tabiatının karanlığında yola çıkan ve rûhani kuvvetlerinden, kalbini aydınlatacak
bir ışığı sadakatle talep ederek Rabbine yönelen kimseye, sonunda Hak tecellî
eder ve kişi matlûbuna dair yakînî bilgiye sahip olur. Çünkü Hak, talebinde
sadık olan kimsenin talep ettiği şeyden yüzünü çevirmez ve o şeyde tecellî
eder. Tahkik; Hakk’ın, ilâhi isimlerin
çeşitli sûretlerinde tecellî etmesi, Muhakkik
ise; kendisinde ilâhi isimlerin
zuhûr ettiği tüm sûretlerin Hak’tan ibâret olduğunu müşâhede ederek hakîki
vahdet bilgisine kavuşan kişidir. Hak bütün sûretlerde tecellî eder. Hakk’ın
pek çok ismi vardır ve bu isimlerin bir kısmı diğerine zıt niteliktedir.
Mânevî terakkî, ilâhi tecellîyi sınırlayan
akılla değil, farklı sûretleri kabul eden kalple gerçekleşmektedir. Hakk’ın
âhirette tecellî ederken farklı sûretlere gireceği bildirilmiştir. Âhirette
Hakk’ın inanılandan farklı sûrette tecellî etmesi sayesinde, ölümünden sonra da
Allah hakkındaki bilginin artacağı müjdelenir. İnsan bu konuda sürekli yükseliş
halindedir. Arifler gibi, perdeli kimseler, hatta müşrik ve münâfıklar da
âhirette terakkî edecektir. Çünkü perdenin açılması, amellerin hükümlerinin
zuhûr etmesi, hakîkati bilinmese bile çeşitli tecellîlerin görülmesi, herkesin kendi kemâline ulaşması için
gerekli olan berzah âlemindeki hayat, azâbın kaldırılması ve şefâat
gibi olayların her biri, âhiretteki terakkinin mertebelerindendir.
Sûretlerin
bilgisine ulaşan kimse, tüm sûretlerin Tanrı’dan başka bir şey olmadığını
anlar. Peki, insan Tanrı’yı da bilebilir
mi? Hak gizli bir hazine (kenz-i mahfi) iken ‘’bilinmek’’ istemiş ve âlemi
yaratmıştır. Öyleyse Tanrı bilinebilmelidir. İdrâk sahibi, idrâk ettiği şeyi o
şeyden kendisinde bulunan pay kadar bilebilir. İdrâk ise irtibat şartına
bağlıdır. Yâni kişi, herhangi bir şeyi ancak onunla arasındaki irtibât kadar
bilebilir. Öyleyse insanın Tanrı hakkındaki bilgisiyle, Tanrı hakkındaki
irtibâtı doğru orantılıdır. Ancak zât âlemlerden ganîdir, çünkü âlem olsa da
olmasa da zâtta herhangi bir değişiklik meydana gelmez. O, sûretlerin çokluğu sebebiyle
farklı şekillerde zuhûr etse de gerçekte kendi hakîki birliği üzeredir. Hz.
Peygamber’e ‘’Allah’ı ne ile bildin’’ diye sorulduğunda, ‘’Eşyayı
Allah ile bildim’’ diye cevap vermiştir. Soru zât hakkındadır. Cevap
ise zâtın bilinemeyeceğini, bilinenin ancak eşya olduğunu, bu bilginin ise yine
Hak’la ve O’nun verdiği nûrla elde edilebileceğini ortaya koyar. Allah’ı
mazharların dışında arayan yoldan sapar.
Hem halkı
Hakk’ın aynasında hem de Hakk’ı halkın aynasında görerek, her ikisinden de
perdelenmeksizin bu iki mertebeyi bir araya getirmek Muhammedî kemâlin özelliğidir.
‘’Rabbinizi,
dolunay gecesinde Ay’ı gördüğünüz gibi göreceksiniz’’ hadisinde ‘’mutlâk
Rab’’ değil, ‘’Rabbiniz’’ denilmiştir. Rü’yet, sadece her birimize tecellî
eden isim, yâni Rabb-i hass cihetiyle mümkündür. Neticede hakîkatte gören yine
kendisinden başkası olmayacaktır.
Bu sistemde
her mevcut, Tanrı ile irtibat kurabileceği özel bir yöne sahiptir ve bu
bağların sayısı sınırsızdır. ‘’Rakika’’ diye adlandırılan bu bağ, ödünç bir
varlığa sahip olan, bu sebeple de varlığını tek başına devam ettiremeyen
mevcûdun var olabilmesini sağlayan bir canlılık vâsıtasıdır. Çünkü mahlûkatın
hakîkati ademdir (yokluk) ve her şey var olup, dışta görülebilmek için Vücûd-ı
Hakîkiye muhtaçtır. Bu sebeple o,
kendisine gelen varlık feyzini bir kere alıp da onunla var olmaya devam edemez.
Sürekli yokluğa geri dönen mevcûda, her defasında varlık feyzinin yeniden
verilmesine ‘’halk-ı cedid’’ denir. Her tecellî, yeni bir yaratmadır. Her
tecellîde var olanın vücud-ı hakîki de tekrar yok olmasıyla, ardından bir yenisi
yaratılır. Öyleyse her mevcûd sürekli yaratılır. Tekrar belirtelim ki bu
yaratım varlık feyzi aracılığıyla oluşur. Varlık feyzi de genel feyz ilk akıl
aracılığıyla vâsıtalı ve ‘’sır yolu’’ denilen vâsıtasız ‘’vech-i
hass/özel yön’’ olarak iki kısımdır. İster vâsıtalı ister vâsıtasız
olsun, her iki yolun verdiği bilgi, Tanrı’nın isimlerine dayanır. Nitekim tüm
mevcûdata yayılan genel tecellî, ilâhiyyet mertebesinden zuhûr ettiği gibi,
mevcûtların her birine has olan özel vecihler de bu mertebeden doğar. Bu iki
feyzin de mevcûda ulaşması için gerekli olan bağın iki temel özelliği vardır ‘’uzamak
ya da yayılmak ve sürekli olmak’’ Mevcut ilâhi hazinelerden sürekli
yardım ister. Bu yardım gelir ve geldiği yere geri döner. Rahmani nefes, tüm
yardımların kaynağıdır ve bu nefes çekildiğinde, âlem dağılır.
İnsan-ı
Kâmilin rakîkası ise her birinin rakîkasını kendinde toplar, bu yüzden kâmil
insanın rûhuyla, mevcûdun rûhlarını birbirine bağlayan rakîkalar/bağlar vardır.
Âlemdeki her
mevcut bir sabit hakîkatin, her sâbit hakîkat de bir ilâhi ismin mazharıdır.
Buna bağlı olarak da her ilâhi isim bir sâbit hakîkatin, her sâbit hakîkat de
dıştaki bir mevcûdun Rabbidir. Her isim, belli bir hüküm süresine sahiptir.
Şerîatlerin bağlı olduğu ilâhi isimler sâdece dünya hayatında hüküm sürer. Bir
kısmı ise hükümleri hiç kesilmeyen, izleri hiç son bulmayan isimlerdir. Âhiret
hayatına hükmeden isimler bunlardandır. Dünya hayatında hüküm süren isimler, ya
mutlak gayb da kendisinin üstünde bulunan ismin hükmü altına girerler ya da
kendisinden daha kuşatıcı olan başka bir ismimde gizlenirler.
Hayatın
kaynağı bilginin ta kendisidir. O nedenle, Ledünnî ilme ‘’hayat suyu’’ denilir ve bilgiyle hayat arasında
paralel bir ilişki kurulur. Gerçek hayat suyu, beşere ait bulanıklıklardan arınıp,
zûlmani ve nûrani perdelerini kaldıran kutsal nefislere ulaşan ledünnî ilimden
başkası değildir. Hızır da varlığının karanlıklarında sülûkunu tamamlamış,
kudsî bir nefistir. Böylelikle o, gerçek hayat suyunu, yani ledün ilmini elde
etmiş, beşeri kirlerden arınarak son derece lâtif bir bedene dönüşmüş, şehâdet
âlemi de dâhil olmak üzere tüm âlemlerde zuhûr etme ya da gizlenme kâbiliyetini
kazanmıştır. O zaman da beşeri sûretlere bürünmüş ve farklı sûretlerinde zûhur
etmiştir. Nitekim Cebrâil de Dıhye sûretinde zûhur etmiştir.
Her mevcut
ab-ı hayatı kendi karanlığı içinde gizler. ‘’Hz. Eyyüb’ün hastayken ayağını yere
vurarak su çıkarması ve bu suyla yıkanarak iyileşmesi’’, nefis adlı
yeryüzünde yola koyulup, meşakkatlere sabrederek riyâzet ve mücâdelelerde
bulunmasıdır. Bu sayede gerçek ab-ı hayat ortaya çıkar ve kalpteki rûhani
hastalıklar iyileşir, ilâhi feyzi de kabul edecek hâle gelir.
Aranan ilâhi
bir bilgidir. Nefsin Tanrı hakkındaki bilgisi ise kendi Rabbinin bilgisidir.
Peki, bu yolculuk nasıl gerçekleşir? Bu yolculuğu gerçekleştirmek isteyen
kişinin, mevcûdata ait rûhanî ve mânevi karanlıklardan geçerek hakîkati,
Rahmanî nefese dayanan hayat suyunu bulması gerekir. Bir şeyin hakîkatini öğrenmek
isteyen nefsin niteliksiz olması şarttır. Ancak o zaman gerçek bilgiye
yaklaşabilir. O zaman her şey başa döner. Sâlike bâki ve hakkanî vücut ile
ikinci kez varlık verilir ve sâlikin haşrı ve neşri ortaya çıkar. Sâlik böylece
iki dünyada da canlı kalır. Artık ona ölüm gelip çatmaz, istediklerinin
gerçekleşmesi konusunda emniyette olup, tek bir anda rûhani, misâli ve cismâni
âlemlerin hepsinde görünme özelliğine sâhip olur. Muhakkik, varlık mertebelerinde sadece O’nun sereyan
ettiğini bilen, eşyayı hakîkati üzere müşâhede eden, yani bu bilgiyi bulan
kimsedir.
Ancak
İskender’in hayat suyunu elde etmek istediği gibi yola çıkan, fakat istidâdı
hakîki vûslata izin vermeyen, bu sebeple de sevgiliye kavuşamayanın durumu
vardır. Çünkü her isteyen bulamayacak, her bulan bulduğu şeyi anlayamayacak
ve onu her anlayan da kadrini idrâk edemeyecektir. Rahmet, hem bu üç
dereceyi elde eden hem de haddini aşmaktan uzak kalabilen kullar içindir.
İlâhi ilmin amacı; isim, sıfat ve mazharları bakımından Allah’ı,
mabde’ ve maâda (başlangıç ve sona) dair ahvâli (hâlleri), âlemin hakîkatlerini
ve bu hakîkatlerin biricik hakîkate, yâni Zât-ı Ahadiyye’ye nasıl geri
döneceğini bilmek, nefsi cüz’î kayıtlardan kurtarmak ve onun, hem küllîlik hem
de mutlaklık özellikleriyle vasıflanabilmesi için seyr-i sülük ve mücâdele
yolunu öğrenmektir. Öyleyse ilim tahsilindeki tek amaç, Allah’a yaklaşmak ve
kavuşmaktır. En üst ilim ‘’Allah’ı bilmektir.’’
Sâlik
nefsinden nefsine ve Rabbi olan a’yân-ı sabitesine doğru yolculuk eder. Yani
ubudiyetten (kulluktan) rubûbiyete (Rabbine). Geri dönüş tüm tenezzül
mertebelerini aşıp yükselmesi ile mümkündür. Öyleyse nefsin bu yolculuğunda
karşılaştığı şey, kendisinden başka bir şey değildir.
İNSAN: İnsanı anlatmadan önce KELİME/LOGOS doktrinini anlamak
gerekmektedir. Felsefede ‘’logos’’un, bâzen Tanrı Hermes’i temsil ettiği
söylenirken, Hristiyanlar Hz. Îsâ’nın ‘’bedenlenmiş logos’’ olduğunu kabul
etmişlerdir. Kelime/logos tarih boyunca çeşitli din ve mezheplerin temel
meselelerinden biri olmuştur.
Çünkü ‘’kelime’’ hakkında konuşmak aynı zamanda ‘’insanın ezeliliği ve varış noktası, Tanrı
katındaki yeri, Tanrı ile irtibat kurma şekli ve imkânı, ilâhi bilgiye
ulaşmanın yolları, peygamberlerle irtibâtı, diğer varlıklarla ilişkisi,
ayrıcalık ve birleştiricilik özelliği, hakîkatü’l hakâik, hakîkatlerin yaratılmamışlığı,
fiil ve sudûr meselesi, nedensellik, nübüvvet, velâyet ve hilâfet’’ gibi
birçok konu hakkında da konuşmak demektir.
Yine ‘’logos/kelime’’
ilk akıl, âlemin düzenini sağlayan prensip, zât ile âlem arasındaki
vâsıta olarak da kabul edilir. İbnü’l Arabî Hz. ekolünde ‘’kelime’’ Tanrı ile
irtibatta bir vâsıta değil, bir sebeptir. Kelime, Îsevî değil ‘’muhammedî’’ bir hakîkattir.
Çünkü Hz. Îsâ’nın hakîkati, Hz. Muhammed’in kuşatıcılığı altındadır.
Bâtınîlere
göre ise kelime doktirini ‘’nûr-ı Muhammedî’’ merkezlidir.
Muhammedî nûr, zaman içinde nesilden nesile aktarılarak sırasıyla tüm
peygamberlerin sûretlerinde ve son olarak da Hz. Muhammed’in sûretinde zuhûr
etmiştir.
Yine genel
anlamıyla kelime ‘’kelm’’ kökünden türemiştir ve ‘’etkisi açık olan yaralama’’ ve ‘’duyma ya da görme hislerinden biriyle idrâk olunan etki’’ diye
tanımlanmıştır.
Yaratma
’’kelâm’’ sıfatının tecellî etmesine bağlıdır. Çünkü var olan her şey Allah’ın
kelimesidir ve yaratma da ‘’KÜN/OL’’ emrinin dıştaki zuhûrundan
ibârettir.
Tüm
mevcutlar gibi ’’kelime’’ de başlangıç itibariyle sabit bir asla dayanır. Bizim
kelâmımızın dayandığı asıl ise Rahmani nefesten ortaya çıkan ve ezelden beri
Hakk’a âit bulunan ‘’Kelâm’’ dır. Nefes, varlık ve kelimeler arasındaki bağlantı ‘’üfleme’’
fiiliyle ilişkilidir. Çünkü üfleme ile çıkan nefes içinde küçük su
parçacıklarının bulunduğu bir buhardır. Nefesin, yaratmanın ve tüm mevcutların
aslı da ‘’su’’ dur. Eşyanın ‘’üfleme ya da nefes verme’’ ile
hayat bulması da nefeste bulunan ve hayatın kaynağı olan suya dayanır.
Muhakkiklerce ‘’su’’, ‘’ilim’’
kavramının karşılığı olarak da kullanılmıştır. Aynı şekilde bazen suyla ‘’külli
heyûla’’ da kastedilir. Külli heyula ’’Nefes-i Rahmanî’’ dir.
Kelime
peygamberlerin hakîkatlerini kastederken, âlemdeki her mevcut da kendi başına
bir kelimedir. Her isim diğer isimlerle ve her kelime de diğer kelimelerle
ilişki halindedir. Fakat yine de ‘’rabb-i hass ile merbub’’u arasındaki irtibat biriciktir. Bir
kelime ‘’harf’’ denilen hakîkatlerden ne kadar fazlasına sahipse o
kadar yüksek bir mertebededir
İnsan tüm
varlık mertebelerinden geçer ve hepsini kendinde toplayarak onların
özelliklerine sahip olur. Bu sebeple âlemlerin halîfesi insandır. İnsan sûret
bakımından küçük, mertebesi bakımından büyük âlemdir. Varlık dairesi onunla
tamamlanır. Dairenin her iki kavsi ona aittir. Bunlar ‘’Kâbe kavseyn ve ev ednâ’’
başka bir deyişle ‘’cem’ ve cem’u’l cem’’ makamlarıdır. ‘’Kitabı câmi’’ terimi de
çeşitli varlık mertebelerinden geçmek sûretiyle kuvve hâlindeki bilgisini fiili
hâle getiren İnsan-ı Kâmil için kullanılır. İnsan-ı Kâmil ‘’külli rûh’’ ile
ilişkilendirilmiştir.
El-Kelime’nin
etken ve kuşatıcı yönünü temsil eden isimlerden biri de ‘’halîfe’’ dir.
Dolayısıyla ona bîat eden Allah’a bîat etmiş olur. Hz. Peygamber ağaç altında
yapılan bîat sırasında sağ elini göstererek ’’Bu, Allah’ın elidir’’ buyurmuştur.
Onun için halîfe hem âlemde hem de beşeriyeti yönüyle kendi nefsinde tasarrufta
bulunur. Halîfe’ nin iki temel özelliği vardır. İlâhi isim ve sıfatlarla nitelendirilmesi
ve mevcutlara ait sûretlerin yaratıldıkları hâl üzere kalmalarını yani
korunmalarını sağlamasıdır. Hakk’ın tecellî mahalli halîfenin kalbinin aynasıdır.
Hak bu
aynaya tecellî eder ve bu tecellî ile onun kalbine gelen nûrlar bütün âleme
yayılır. Halîfe ‘’ism-i azam’’ ın mazharıdır ve bu isim sayesinde bütün âlemi
terbiye eder. Bir başka deyişle o iki denizi birbirinden ayıran ‘’berzah’’ ve iki âlem arasında ‘’perde’’ dir.
İnsan-ı
Kâmil terimi kendi kemâlini tamamlamış bütün insanlar için kullanılsa da işâret
ettiği asıl kişi Hz. Peygamber’dir. Gerçek insanlık mertebesi hakîkat-i
Muhammediyye, gerçek insan ise unsurlardan oluşmuş cisim değil ‘’mânevî, hakîki ve kâmil insan’’ dır.
İnsan-ı Kâmil hem dünya hem de âhiret hazinelerinin mührüdür ve bu sebeple her
iki âlemde de ilâhi tecellîler onun vâsıtasıyla muhatabına aktarılır.
İnsan
kelimesi ‘’üns’’ veya ‘’nisyan’’ köküne dayanır. ‘’Üns’’
kelimesine göre insan, ‘’ihtiva ettiği
bütün hakikatlerle ve varlığın tüm mertebeleriyle ünsiyet halinde bulunan
mevcut’’ demektir. ‘’Nisyan’’ ise kişinin bir şeye
yöneldiğinde başka bir şeyden gafil olması anlamına gelir. Bu iki kelime
insanın toplayıcılığına işaret eder. Zira insan, mertebe ve hakîkatlerin
çokluğu sebebiyle diğer mevcutlar gibi sürekli tek bir mertebede bulunmaz.
İnsan ‘’O, her gün bir şe’n üzeredir’’ âyetinin
mazharıdır (Rahman-29). Hak bir şey ile ilgilenirken diğerinden gâfil olmaz.
İşte Kâmil İnsan’ın Hak’tan ayrıldığı yönlerden biri onun bu konudaki
acziyetidir. ‘’Çocuk babanın sırrıdır’’. Âdem, dolayısıyla insan da Hakk’ın
sırrıdır. Ancak çocuk ile baba birbirinden farklı olduğu gibi, Tanrı ve insan
da bir ve aynı değildir.
İnsan-ı
Kâmil ‘’gözbebeğidir’’. Allah’ın âleme nazar etme vesilesidir. Hak
ile âlem arasında vâsıtadır. O hem âlemin bir parçası, hem de tek başına bir
âlem olması nedeniyle ‘’fass’’ denilen yüzük taşına
benzetilir. Yüzük taşı yüzüğün hem bir parçası hem de tektir. Yüzük taşı nasıl
ki yüzüğe en son eklenirse, insan da âleme en son gelmiştir. O gayb yönüyle
bâtını, şehâdet yönüyle zâhiri idrâk eder. İnsanı hakkıyla bile Hakk’ı da
bilir. İnsanın Hakk’ın sûretine göre yaratılmasıyla kastedilen, sabit hakîkatinin
ilahi isim ve sıfatlarla nitelenmiş olmasındandır. Yani mecâzen ‘’sûret’’
denilmiştir.
İnsan-ı
Kâmil’in bâtını velâyet zâhiri nübüvvettir. Nebi; ‘’Halkı irşad
edip hidâyetlerine ulaştırmak için Allah tarafından gönderilerek ilâhi zât,
zâti sıfatlar, gaybî manalar, şer’i hükümler ve ahiret ile ilgili hususlar
hakkında haber getiren kimsedir.’’ Velî ise; ‘’kendisi sayesinde Hakk’a yakınlığın ve ilâhi ahlakla ahlaklanmanın
hâsıl olduğu mertebedir.’’ Nübüvvet şartsız bir ihsan iken, velâyet bazı
şartlara bağlıdır. Bu mertebeyi elde etmenin temel şartı ‘’fenâ’’ makamlarından
geçmektir. Fenâ ile kastedilen, kulun mevcûdiyetinin ortadan kalkması değil,
beşeri yönünün rabbanî yönünde kaybolmasıdır. Çünkü Hak, sâdece ismi de resmi
de ortadan kalkan kişiye tecellî eder. Hiçbir zâhir bâtınsız
düşünülemeyeceğinden, velâyet nübüvvetin bâtınıdır. Zâhiri olan nübüvvet
tamamlanmış, bâtını olan velâyet ise devam etmektedir. Genel nübüvvet
velâyettir. Hüküm koymaz, son peygamberin getirdiği hükümlere göre hareket
eder.
Özel
nübüvvet ise peygamberlerin nübüvvetidir. Arifler genel nübüvvetten pay
alırlar. Genel nübüvvet dünya ve ahirette de devam eder. Özel nübüvvet zamanı
gelince sona erer. Nitekim bu makam Hz. Peygamber ile tamamlanmış ve sona
ermiştir. Nübüvvet sadece dünyada zuhûr eden bir ismin mazharıdır. Nübüvvet
sonlu bir mertebe olduğuna göre, nebilerin getirdikleri şeriat de sonludur.
Muhammedi şeriatın süresi kıyamete kadardır. Nitekim Allah’ın ‘’el-Velî’’
ismi vardır ama ‘’el-Nebî’’ ismi yoktur.
Son
peygamber vefat edince ümmetinden kırk sıddık ortaya çıkar ve yeryüzü onlarla
ayakta durur. Bu zâtlardan biri vefat edince de diğeri onun yerini alır.
Sayıları tükenip dünyanın sonu geldiğinde Allah son veli olan ‘’hatemü’l
evliyâ’’yı gönderir. Hz. Peygamber diğer peygamberlerin efendisi oluğu gibi,
son velî de diğer velîlerin efendisidir.
Küllî ya da
cüz’î, bütün velâyet şekilleri dış dünyada görünmek ister. Ve bunun için bir
mazhar arar. Çünkü nebîler velâyet yönleriyle değil, nübüvvet yönleriyle zuhûr
etmişlerdir. İşte bunun için Muhammed ümmeti arasında, bu nebîlerden her
birinin velâyet yönleriyle kendisinden zuhûr edeceği vârisler bulunmaktadır.
Falan kimsenin Hz. Mûsâ’nın, filan kimsenin Hz. Îsâ’nın kalbi üzerine olduğunu
söylemesi de bu anlamdadır. Yâni o velînin nebîliğine ait özellikler bu kimsede
ortaya çıkmıştır. Hz. Muhammed ise küllî nübüvvet dairesinin sahibi olması
sebebiyle, küllî velâyet dairesinin de sahibidir. Bu ümmetin içinde bütün
nebilerin velîlik yönünü ikâme edecek bir mazhar bulunduğuna göre, Hz.
Muhammed’e ait velâyeti de izhar edecek bir mazharın bulunması gerekir. Hz.
Peygamberin velâyeti ruhûnun küllîliği bakımından küllî ve bedeni yöneten cüz’î
rûhu bakımından cüz’î iki velâyeti bulunmaktadır. Küllî velâyetiyle zuhûr edecek olan veli Hz. Îsâ iken, cüz’î
velâyetiyle zuhûr eden velî, İbn’ül Arabî Hazretleridir. Amaçlanan
kemâl gerçekleştiği için Hz. Îsâ’nın nüzulüne kadar diğer peygamberlerin kalbi
üzere bulunan velîler gelecek fakat Muhammedî velâyet mühürlendiği için, onun kalbi
üzere bulunan başka bir velî zuhûr etmeyecektir.
Asıl olan
velâyettir, nübüvvet ve risâlet ise velâyetin derecelerinden biridir. İşte bu
sebeple nebîlik son bulmuşsa da velîlik devam etmektedir. Bütün nebîler Hakk’ı
ve O’nun çeşitli mertebelerini, son peygamberin kandilinden görebilirler. Yine
tüm velîler de elde ettikleri ilâhi bilgiyi son velînin kandilinden
alabilirler. Hz. Peygamber hâtemü’l-evliyânın (son velînin) mertebesinin gerçek
sahibi olması nedeniyle, gerçek ve tam velâyet de ona aittir.
Gerçek
velâyetin sırrı, itidâle yaklaşmaktır. Her ismin, hakîkatin ve küllî isimlerin
bir itidâl noktası vardır. Bu isim ya da hakîkatin, kendi altındaki isim ve
hakîkatleri toplayabilmesini sağlayan şey, işte bu noktadır. Öyle ki isim bu
itidâl noktasından sapacak olsa sahip olduğu birleştirici sûret de ortadan
kalkar ve o isim ile isimlendirilemez. İşte bu itidâl noktası ahâdiyet-i gayba
yakın olması sebebiyle yakınlık yani velâyet noktasıdır. Her insanında da hakîkati
bakımından ait olduğu bir ilâhi ismi ve hakîkatinin bulunması sebebiyle
başlangıç ve varış noktası burası olacaktır. Dolayısıyla insanın dönüşü de
ancak bu isim ve hakîkatedir. Seyr-i süluk ya da ilâhi bir cezbeyle, varlıktan
kaynaklanan çeşitli bağlardan kurtulabilen insan bu asla dönerek velâyet
denilen bu itidâl noktasına ulaşırsa Hakk’a yakınlaşmış bir velî olur. Bu
itidâlin, ifrat ve tefrit arasındaki mutedil (orta) çizgiyi korumak sûretiyle
güçlendirilmesi gerekir. Burada bahsedilen itidâl ‘’öfke ve yumuşaklık, cimrilik ve savurganlık ya da cesurluk ve
korkaklık’’ arasında denge kurmaktan çok daha üstün bir vasıftır.
Velînin ‘’vücûb
ve imkân hükümleri‘’ de denilen ilâhi
yönü ile beşeri yönünün itidâl de bulunması gerekir. Gerçek ilâhi
itidâl bütün küllî vücûb ve imkân hükümlerini birleştiren, berzahların
berzahına mahsustur. Bu berzah ‘’a’râf’’ denilen, orta makamdır.
Orada bulunan, her iki ucun da bilgisine sahip olacaktır. Vücûb ve imkân
hükümleri, nûr ve zûlmet/karanlık kavramlarıyla ifâde edilir.
Ricâlü’l-Gayb (Gayb erenleri): Bu mertebenin ilki, ‘’kutupluk’’
mertebesidir. Gavs/yardımcı diye de adlandırılır. Kutbun mertebesini ‘’iki
imam’’ da denilen, sağında ve solunda bulunan iki velî mertebesi takip
eder. Sağdaki velî gayb ve melekût âleminde, soldaki velî ise şehâdet âleminde
tasarrufta bulunur. Kutbun vefât etmesi hâlinde onun yerine solundaki velî
geçer. Soldaki velînin kutupluk mertebesine geçmesiyle sağdaki imam da mülk
âlemine iner ve burada tasarrufta bulunur.
İki imamdan
sonra ‘’dört kişiden oluşan ve dört büyük sahabeyi temsil eden’’ grup
gelir. Onu ‘’yedi bedel’’ denilen, yedi iklimin koruyucusu ve sorumlusu
olan mertebe takip eder. Arkasından müjdelenmiş ‘’on veli’’ nin mertebesi
ve ‘’on
iki burca’’ karşılık gelen, her
türlü kevnî hadiseye hükmeden ‘’on iki’’ lerin makamı vardır.
Sonrasında ‘’yirmiler’’ ‘’kırklar’’ ve Allah’ın isimlerini temsil eden ‘’doksan
dokuz’’ lar ve ‘’üç yüz altmışlar’’ a kadar gider.
Âlem hiçbir
zaman bu velîlerden boş kalmaz. Bu makamlardan biri boşaldığında, hemen yerini
doldururlar. Dolayısıyla sayıları ne artar ne de eksilir. Ricâl-i Gayb’ dan olmayan
velîler ise ilâhi tecellînin zuhûru ve gizlenmesine bağlı olarak artar ve
eksilirler. Bunları zâhitler, âbidler ve sâlih müminlerin mertebesi takip eder.
Zikredilen mertebelerin hepsi ‘’kutupluk’’ mertebesindeki kişinin
hükmü altındadır. Fakat bunun bir istinâsı vardır. Oda ‘’efrad’’ (Tek/Ferd) denilen
ve ‘’halîfelik’’
haricinde kutbun mertebesiyle eşit olan velîlerdir. Efrad kutbun
hükmüne girmez. Onlar ilâhi mânâ ve sırları diğerleri gibi kutbun aracılığıyla
elde etmez, vâsıtasız olarak Allah’tan alırlar.
Sonuç olarak;
Bütün bu bilgiler ışığında ‘’vücûd ve var olmak’’ anlamı sadece
Hakk’a aittir ve bu anlamın mevcûda yüklenmesi mümkün değildir. Bu anlayış görünen
çokluğun izâfiliğini vurgulamasına
rağmen, çokluğu reddeden ve göz yanılgısı ya da aklın oyunu gibi gören
temelsiz düşüncelerden uzaktır. Aksine âlemdeki mevcûdların hepsi Hakk’ın
ilâhi bilgisinde sâbit bir hakîkat olarak bulunmaktadır. Her biri ilâhi bir
isme bağlı olan bu hakîkatlerin, çeşitli varlık mertebelerinde farklı görüntüleri
vardır. Öyleyse bir mevcûdun dünyada zuhûr etmesi, ilâhi ilimdeki aslının
şehadet âleminde görünmesi demektir. Bu durumda ‘’var olma’’ özelliğinin
mevcûda ait olmaması, onun mutlak bir yokluk olduğu değil, kendi başına bir
varlığa sahip olmadığı anlamına gelir. Özetle dıştaki her şeyin bir aslı vardır
fakat bu asıl Mutlak Varlığın dışında değil, O’nun ilâhi bilgisinde
bulunmaktadır. İlâhi bilgideki bütün hakîkatler de esmâü’l- hüsnâdan birine
dayanmaktadır. Bu bakış açısı, günümüzdeki cüz’î bakış açılarından kaynaklanan
çıkmazların çözümlenmesine yardımcı olacaktır.
Kaynak: Dr. Öğretim üyesi Sema Özdemir/ Dâvûd
Kayserî de Varlık, Bilgi ve İnsan.
Dâvûd Kayserî Hz: 1260 – 1350 yılları arasında
yaşamış, Kayseri de doğmuş ve İznik’te vefât etmiştir. Mürşidi Abdürrezzak el-Kâşânî
Hazretleridir. Dâvûd Kayserî Hz; Osmanlı devletinin ilk müderrisi, Ekberî
ekolün önemli temsilcilerinden, dini ve aklî ilimlerin önemli kilometre
taşlarından olup sade Osmanlı’da değil, pek çok kültürde derin etkiye sahip bir
zâttır. Ayrıca, İbnü’l Arabî Hazretlerini anlamak için başvurulacak en önemli
şahsiyetlerdendir.