14 Şubat 2021 Pazar

VARLIK, BİLGİ VE İNSAN:

VARLIK: Öncelikle bütün ilimlerin konusu varlıktır. Her bilim bir varlık konusunu inceler. Varlık/Vücûd kavramı çok anlamlı bir terim olup, hem ortaya çıkmak, hem de ‘’mertebelerde görünmek’’ mânâsında kullanılır. Ancak ‘‘Vücûd’’ un ‘’var olmak’’ anlamı sadece Hakk’a aittir ve bu anlamın mevcûda yüklenmesi mümkün değildir. Vücûd kelimesinin asıl mânâsı her şeyin kendisiyle var olduğu, çoğalması mümkün olmayan tek bir hakîkattir. Dışta görülen her şey ‘’hakîkatü’l-vücûd’’ un farklı mertebelerde görülmesinden ibârettir. Yine vücûd, ilâhi ilimde sâbit bulunan, daha sonra da rûhlar âleminde tahakkuk eden ‘’şey’’ in dış dünyada zuhûrudur. Dış dünyada varlık kazanmamış, ancak ilimde var olan hakîkatlere ‘’a’yân-ı sâbite’’ denir. A’yân-ı sâbite (sabit hakîkatler) yok iken var edilmemiş, ‘’sübut’’ denilen (zihindeki) bir varlık çeşidinden ‘’vücûd’’ denilen başka bir varlık çeşidine geçmiştir. Öyleyse yaratmak sübut halinde bulunan ‘’şey’’ lere vücûd vermekten ibârettir. Öte yandan vücûddan sübuta dönüş de bir yok oluş değildir.

Bu anlamda vücûd ve adem (varlık ve yokluk) denildiğinde, varlık; ilim, rahmet ve nûr, yokluk; zûlmet (karanlık) ile sembolize edilir. Zûlmet, adem (yokluk/karanlık) olup nûrun aksine hem zâhir değildir, hem de açık olanı gizler. Bu sebeple vücûd tümüyle hayır, adem ise tümüyle şerden ibârettir. Bununla birlikte, karanlık nûrun, adem ise varlığın idrâkine vâsıta olduğu için değerlidir. Adem varlık için bir ayna işlevi görür, çünkü her şey zıddıyla açığa çıkar. 

Sûfiler, bir taraftan âlemin hayalden ibâret olduğunu söylerken diğer taraftan reddi mümkün olmayan kesretin izâhı için çeşitli usuller tâkip etmişlerdir. Bir ile çok arasındaki ilişki nedir? Hak, zâti birliği bakımından el-Ahad, sıfâti birliği/bütünlüğü bakımından el-Vâhid’dir. Sıfatlar zâtın ne aynıdır ne gayrıdır. Çokluk vahdâniyet mertebesindeki birliğinden zuhûr eder. Zuhûr, tekrar ile temsil edilmiştir. Mesela ‘’iki’’, tek sûrette birleşen ’’bir’’ ile ‘’bir’’ in toplamından meydana gelir. Yine nasıl ki, ‘’bir’’ sayı mertebelerinde zuhûr ediyor fakat ‘’bir’’ olma özelliğini kaybetmiyorsa Mutlak vücûd da mazharlarında zuhûr etmekle beraber hakîki birliğinden çıkmaz. Anlatılmak istenen, âlemdeki tüm mazharların aslında Hakk’ın dışında bir şey olmadığını ispat etmektir. Mevcut Hakk’ı açığa çıkarır. Her sayı nasıl ‘’bir’’ in mertebeleri ise, a’yân-ı sâbiteden açığa çıkan ilâhi isim ve rabbani sıfatlar da, Hakk’ın hakîkatinin mevcutların sûretlerinde ayrışarak zuhûr etmesidir. İlâhi isimler, zâta işaret ettikleri yönden müsemmanın (isimlendirenin) ta kendisi iken, özel anlamları yani Rab isimleri yönünden müsemmadan başkadır.

Yaradılışın en temel unsurlarından biri ‘’a’yân-ı sâbite’’ dir. A’yân-ı sâbite zâtın ayn’ıdır. İlâhi zâttan taşan ilk sûretler ‘’feyzi akdes’’ ve ‘’ilk tecellî’’ olarak adlandırılır. Taşmanın iki sebebi vardır. Birincisi zâttan taşan sevgi, ikincisi Hak’tan başka kimsenin bilmediği gayb anahtarlarının zuhûr ve kemâl talepleri. Öyleyse âlem zâtın değil, isimlerle sıfatların gereği olarak zuhûr etmiştir. İsimlere ve ‘’ayn’’lara feyz-i akdes’ten sürekli olarak gelen feyz, feyz-i mukaddes ile isimlere ve hariçteki varlıklara aktarılır. Feyiz mevcutlara hem vâsıtalı, hem de vâsıtasız olarak ulaşır.

İlki vech-i hass yoluyla, ikincisi ise her bir ‘’ayn’’ ın, kendi altındaki ‘’ayn’’a bu feyzi ulaştırmasıyla gerçekleşir. Bu zincir şahıslara kadar devam eder. Feyz kesintisizdir ve ‘’ayn’’lara gelen feyz kesilirse bunların mevcûdiyeti ortadan kalkar.

Âlem sürekli olarak ilâhi hazinelerden yardım alır ve bu kaynaktan gelen feyz, yine kendi kaynağına döner. Tecellîde tekrar olmayıp mazharlara gelen tecellî sürekli yenilenir. Bu yenilenmeye bağlı olarak tecellîyi alan her mazharda her an fenâ ve bekâ gerçekleşir. Her tecellî yeni bir yaratma, yani  ‘’bekâ’’ demektir. Her bekânın hemen ardından yine ‘’fenâ’’ gelir. Ancak bunun farkına varılmaz.

‘’Birden ancak bir çıkar’’ anlayışına göre ikinci ‘’bir’’ Rahmani nefestir (feyz-i akdes’in nefes ile tecellisi). Felsefecilerin dediği gibi ‘’ilk akıl’’ değildir.

Öyleyse, Tanrı’dan zuhûr eden ilk şey varlık tecellisi olan Rahmani nefes çokluğun hem zuhûrunu, hem de kalıcılığını sağlayan en önemli unsurdur. Rahmani nefes vücûdun, el Vehhâb (karşılıksız veren) ve el-Cevvâd (sınırsız cömertlik sahibi) mertebesinden a’yân-ı sâbite üzerine yayılmasıdır. Hayatın sırrı ve eşyanın sûreti bu ilâhi nefestedir. Kur’ân-ı Kerîm’de ‘’arşın su üzerinde olduğu’’ bildirilmiştir (Hûd, 7) Burada sudan kastedilen Rahmani nefes, arştan kastedilen ise mülktür. Her şeyin aslı ‘’su’’ dur. Su’da Rahmani nefestir. Rahmani nefes ile ‘’Külli tabiat’’ aynı şeydir. Külli tabiata ‘’hebâ’’ da denir.

İlâhi tecellînin ‘’nefes’’ e benzetilmesinin sebebi, sonuçları bakımından insanın nefesiyle yakından ilgili olmasındandır. Nefes alıp vermek sıcak havayı içinden çıkarıp oraya soğuk hava göndermektir. Bu durum kişiyi sıkıntıdan kurtarır. Sıkıntıdan kasıt, zuhûr etme isteğinin şiddetidir. Nitekim insanın nefesi bâtından zâhire çıkan bir hava olup, bu hava boğaza çarparak sesi meydana getirir. Sonra da boğazın çeşitli yerleri, dişler ve dudaklar vâsıtasıyla ses, harfe dönüşür. Harflerin terkibinden ise kelimeler meydana gelir. Rabbanî nefes de var olduğunda ona âit bir taayyün ortaya çıkar. Tüm rûhani ve cismanî sûretler ‘’cevher’’ adı verilen bu taayyünde bulunur. Daha sonra nefes bu cevherde çeşitli mertebe ve makamlarda zuhûr eder. Böylelikle ilâhi taayyün, harfler ve kelimeler meydana gelir. Çünkü ‘’ayn’’ ların sûretleri, Rahmani nefeste ortaya çıkmaktadır ve bu yüzden nefes, aynlar/özler için cismani sûretlerin maddesi gibidir.

Hak mahlûkatı yaratmadan önce varlığın yayılmadığı, yâni Rahmani nefesin zuhûr etmediği ve hiçbir taayyün, isim ve sıfatların bulunmadığı mertebededir (Amâ’da). Mevcut ‘’ayn’’lar ise Rahmani nefeste bulunan taayyünlerden ibârettir.

İlâhi isim ve sıfatlarla onların sûreti olan sabit hakîkatler dış dünyada görünmek istemiş, Cenâb-ı Hak da bâtında bulunan bu isim ve ‘’ayn’’ ların hariçteki zuhûru için tecellî etmiştir. İlâhi nefes sayesinde her bir ismin kendisinin Rabbi olduğu ‘’ayn’’lar zuhûr etmiş, ilâhlık hükmü ortaya çıkmıştır. İlk nefes sahibi, yâni ilk zuhûr eden isim, Allah ismidir. Dolayısıyla ilk taayyün eden de İnsan-ı Kâmil’in ayn’ıdır. Çünkü o Allah isminin mazharıdır.

 ‘’Bilgi’’ varlıkla, ‘’bilmek’’ de var olmakla aynı anlamdadır. Bu durumda bir bilgi mertebesini ifâde eden ‘’ilk akıl’’, aynı zamanda ‘’ilk var olan’’ mânâsına gelmelidir. Tanrı’dan çıkan ‘’bir’’ her şey üzerine eşit yayılan genel varlık tecellîsi ise, ilk akıl da Rahmani nefes ten gelen bu varlık tecellîsini kabul eden ilk mevcuttur.

İlk akıl; insanî hakîkatin ceberût âleminde ortaya çıkan ilk mazharı olup, küllî rûh, rûh-i Muhammedî ve hakîkati Muhammedî diye de adlandırılır. İlk Akıl hem tenezzülün hem de zuhûrun başlangıç noktasıdır. Hak âlemlere varlık vermeyi irâde ettiğinde Rahmani nefes vâsıtasıyla önce akıl âleminin sûretine varlık vermiştir. Bu sebeple er-Rahman ismi ilk akıl vâsıtasıyla bilinir ve her şeyi kapsayan ilk akıl Rahman ismin mazharıdır. Allah isminin mazharı olan İnsan-ı Kâmil, ilk akıldan üstündür. Ancak ikisinin ayrı şeyler olduğu düşünülmemelidir. Bu üstünlüğün sırrı, bilkuvve olanın bilfiile dönüşmesinde gizlidir. Nitekim İbnü’l Arabi Hz. şöyle der; ‘’Akıl, amâ (Rahmani nefes) cevherinde İnsan-ı Kâmil’i görmüştür. İnsan-ı Kâmil’deki kemâl bilfiil iken, ilk akıl da bilkuvvedir. Kuvve halindeki bilginin fiile dönüşmesi bakımından etken olan İnsan-ı Kâmil’dir.  

Vücûd-ı hâricideki ilk âlem, ceberût âlemidir. Ceberût, melekût ve mülk âlemleri a’yân-ı sâbite’nin sûretleridir. A’yân-ı sâbite ise mutlak gayb mertebesidir. İnsana gelince o zâhir bakımından mülk, bâtını bakımından melekût âleminden olmakla birlikte, toplayıcılığı ve dış âlemdeki her şeyi içermesi bakımından kendi başına ayrı bir âlemdir. İnsan (İnsan-ı Kâmil) beşinci âlemdir. Buna bağlı olarak da varlık dairesi insanla tamamlanır. İnsan-ı Kâmil vücûdun son tenezzülüne kadar, tabiatın tüm mertebeleri dâhil olmak üzere bütün ilâhi ve kevnî/varlık mertebelerini kendinde toplar. Burası ‘’Amâ’’ mertebesi diye adlandırılır. İnsan-ı Kâmil ‘’ism-i Câmi’’ ve Allah isminin mazharıdır. O yüzden Allah’ın halîfesi olmuştur.

İbnü’l Arabî Hz. der ki; ‘’Allah isminin müsemması zâtı itibariyle mutlak bir (Ahad), sıfatları bakımından ise bütündür. Her varlığın Allah’tan payı kendi özel rabbidir. Bütünün ona ait olması imkânsızdır’’. Her isim kendi Rabliğini ‘’bir’’ den değil, ‘’bütün’’ den almıştır. Dolayısıyla Ahâdiyet’te tecellî imkânsızdır ve bu mertebede zât ile çokluk arasında hiçbir irtibat yoktur. Ulûhiyet; zât, sıfat ve fiil isimlerinden her birinin bulunduğu mertebedir. Oysa Rubûbiyet mertebesinde zât isimleri bulunmaz, sadece sıfat ve fiil isimleri bulunur.

Vücûd bilginin çeşitli mertebelerine, ‘’hakîkatü’l vücûd’’ ise bilginin ayrışmadığı ilk mertebeye işâret eder. ‘’Kim ilim öğrenmek isterse varlığın terkibine baksın’’ sözü, varlık ve bilgi arasındaki zorunlu ilişkiye işâret eder.

BİLGİ: Bilgi ‘’Ma’lumu, bulunduğu hâl üzere bilmek, idrâk etmek, apaçık bir şekilde kavramak, şeyin olduğu gibi bilindiğine dair güven duymak, şeyin sûretinin akılda hâsıl olması, bir şeye bulunduğu hâl üzere inanmak, idrâk edilen şeyin idrâk edenin nefsinde şekillenmesi, anlamların birbirinden ayırd edilmesi ve anlamın başka türlü olmayacağına dair kesin kanaat getirecek şekilde hâsıl olması’’ olarak açıklanabilir.

Hakîkatleri bulundukları hâl üzere idrâk etmek ‘’Ma’rifet’’, hem hakîkatleri hem de hakîkatlerin levâzımını idrâk etmek  ‘’ilim’’, şeylerin hakîkatlerini bulundukları hâl üzere bilmek ve bu bilgi gereğince amel etmek ‘’Hikmet’’ tir. Hikmet, ilim ve ma’rifetten üstündür. ‘’Hikmet müminin kaybıdır’’ bu kaybı ancak ‘’kalp’’ bulabilir.

Bilgi eşyaya ait hakîkatlerin idrâkiyle mümkündür. Hakîkatleri olduğu gibi idrâk etmek, aklın çok üstünde bir mertebedir. Çünkü böyle bir idrâk, kalbin üzerindeki perdeleri kaldıracak Rabbâni bir nûra ihtiyaç duyar. Bir şeyin hakîkatinin bilgisi, ancak Vücûd-ı Mahz ile arasındaki perde kaldırılmış ve Hakk’ın nûruyla aydınlanarak arınmış bir kalbe tecellî eder. Bu ilâhi tecellî sâyesinde, baş ve gönül gözlerinden perdeler kalkar, basar ve basîret nûru birleşir.

Böylelikle birinin algılayamadığı şeyi, diğeri idrâk edebilir. Bu durum tam keşfin özelliğidir. Keşfî bilginin mertebesi, hem fikirden hem de tüm bilim mertebelerinden üstündür. Keşfî bilgi tatlı su, aklî bilgi acı sudur. Tatlı suyun susuzluğu giderdiği gibi, keşfî bilgi de sahibine sükûnet ve rahatlık verir. Aklî bilgi ise susuzluğu gidermeyip aksine arttıran tuzlu ve acı su gibidir.

Kendi tabiatının karanlığında yola çıkan ve rûhani kuvvetlerinden, kalbini aydınlatacak bir ışığı sadakatle talep ederek Rabbine yönelen kimseye, sonunda Hak tecellî eder ve kişi matlûbuna dair yakînî bilgiye sahip olur. Çünkü Hak, talebinde sadık olan kimsenin talep ettiği şeyden yüzünü çevirmez ve o şeyde tecellî eder. Tahkik; Hakk’ın, ilâhi isimlerin çeşitli sûretlerinde tecellî etmesi, Muhakkik ise;  kendisinde ilâhi isimlerin zuhûr ettiği tüm sûretlerin Hak’tan ibâret olduğunu müşâhede ederek hakîki vahdet bilgisine kavuşan kişidir. Hak bütün sûretlerde tecellî eder. Hakk’ın pek çok ismi vardır ve bu isimlerin bir kısmı diğerine zıt niteliktedir.

Mânevî terakkî, ilâhi tecellîyi sınırlayan akılla değil, farklı sûretleri kabul eden kalple gerçekleşmektedir. Hakk’ın âhirette tecellî ederken farklı sûretlere gireceği bildirilmiştir. Âhirette Hakk’ın inanılandan farklı sûrette tecellî etmesi sayesinde, ölümünden sonra da Allah hakkındaki bilginin artacağı müjdelenir. İnsan bu konuda sürekli yükseliş halindedir. Arifler gibi, perdeli kimseler, hatta müşrik ve münâfıklar da âhirette terakkî edecektir. Çünkü perdenin açılması, amellerin hükümlerinin zuhûr etmesi, hakîkati bilinmese bile çeşitli tecellîlerin görülmesi, herkesin kendi kemâline ulaşması için gerekli olan berzah âlemindeki hayat, azâbın kaldırılması ve şefâat gibi olayların her biri, âhiretteki terakkinin mertebelerindendir.

Sûretlerin bilgisine ulaşan kimse, tüm sûretlerin Tanrı’dan başka bir şey olmadığını anlar. Peki, insan Tanrı’yı da bilebilir mi? Hak gizli bir hazine (kenz-i mahfi) iken ‘’bilinmek’’ istemiş ve âlemi yaratmıştır. Öyleyse Tanrı bilinebilmelidir. İdrâk sahibi, idrâk ettiği şeyi o şeyden kendisinde bulunan pay kadar bilebilir. İdrâk ise irtibat şartına bağlıdır. Yâni kişi, herhangi bir şeyi ancak onunla arasındaki irtibât kadar bilebilir. Öyleyse insanın Tanrı hakkındaki bilgisiyle, Tanrı hakkındaki irtibâtı doğru orantılıdır. Ancak zât âlemlerden ganîdir, çünkü âlem olsa da olmasa da zâtta herhangi bir değişiklik meydana gelmez. O, sûretlerin çokluğu sebebiyle farklı şekillerde zuhûr etse de gerçekte kendi hakîki birliği üzeredir. Hz. Peygamber’e ‘’Allah’ı ne ile bildin’’ diye sorulduğunda, ‘’Eşyayı Allah ile bildim’’ diye cevap vermiştir. Soru zât hakkındadır. Cevap ise zâtın bilinemeyeceğini, bilinenin ancak eşya olduğunu, bu bilginin ise yine Hak’la ve O’nun verdiği nûrla elde edilebileceğini ortaya koyar. Allah’ı mazharların dışında arayan yoldan sapar.

Hem halkı Hakk’ın aynasında hem de Hakk’ı halkın aynasında görerek, her ikisinden de perdelenmeksizin bu iki mertebeyi bir araya getirmek Muhammedî kemâlin özelliğidir. ‘’Rabbinizi, dolunay gecesinde Ay’ı gördüğünüz gibi göreceksiniz’’ hadisinde ‘’mutlâk Rab’’ değil, ‘’Rabbiniz’’ denilmiştir. Rü’yet, sadece her birimize tecellî eden isim, yâni Rabb-i hass cihetiyle mümkündür. Neticede hakîkatte gören yine kendisinden başkası olmayacaktır.

Bu sistemde her mevcut, Tanrı ile irtibat kurabileceği özel bir yöne sahiptir ve bu bağların sayısı sınırsızdır. ‘’Rakika’’ diye adlandırılan bu bağ, ödünç bir varlığa sahip olan, bu sebeple de varlığını tek başına devam ettiremeyen mevcûdun var olabilmesini sağlayan bir canlılık vâsıtasıdır. Çünkü mahlûkatın hakîkati ademdir (yokluk) ve her şey var olup, dışta görülebilmek için Vücûd-ı Hakîkiye muhtaçtır. Bu sebeple o, kendisine gelen varlık feyzini bir kere alıp da onunla var olmaya devam edemez. Sürekli yokluğa geri dönen mevcûda, her defasında varlık feyzinin yeniden verilmesine ‘’halk-ı cedid’’ denir. Her tecellî, yeni bir yaratmadır. Her tecellîde var olanın vücud-ı hakîki de tekrar yok olmasıyla, ardından bir yenisi yaratılır. Öyleyse her mevcûd sürekli yaratılır. Tekrar belirtelim ki bu yaratım varlık feyzi aracılığıyla oluşur. Varlık feyzi de genel feyz ilk akıl aracılığıyla vâsıtalı ve ‘’sır yolu’’ denilen vâsıtasız ‘’vech-i hass/özel yön’’ olarak iki kısımdır. İster vâsıtalı ister vâsıtasız olsun, her iki yolun verdiği bilgi, Tanrı’nın isimlerine dayanır. Nitekim tüm mevcûdata yayılan genel tecellî, ilâhiyyet mertebesinden zuhûr ettiği gibi, mevcûtların her birine has olan özel vecihler de bu mertebeden doğar. Bu iki feyzin de mevcûda ulaşması için gerekli olan bağın iki temel özelliği vardır ‘’uzamak ya da yayılmak ve sürekli olmak’’ Mevcut ilâhi hazinelerden sürekli yardım ister. Bu yardım gelir ve geldiği yere geri döner. Rahmani nefes, tüm yardımların kaynağıdır ve bu nefes çekildiğinde, âlem dağılır.

İnsan-ı Kâmilin rakîkası ise her birinin rakîkasını kendinde toplar, bu yüzden kâmil insanın rûhuyla, mevcûdun rûhlarını birbirine bağlayan rakîkalar/bağlar vardır.

Âlemdeki her mevcut bir sabit hakîkatin, her sâbit hakîkat de bir ilâhi ismin mazharıdır. Buna bağlı olarak da her ilâhi isim bir sâbit hakîkatin, her sâbit hakîkat de dıştaki bir mevcûdun Rabbidir. Her isim, belli bir hüküm süresine sahiptir. Şerîatlerin bağlı olduğu ilâhi isimler sâdece dünya hayatında hüküm sürer. Bir kısmı ise hükümleri hiç kesilmeyen, izleri hiç son bulmayan isimlerdir. Âhiret hayatına hükmeden isimler bunlardandır. Dünya hayatında hüküm süren isimler, ya mutlak gayb da kendisinin üstünde bulunan ismin hükmü altına girerler ya da kendisinden daha kuşatıcı olan başka bir ismimde gizlenirler.

Hayatın kaynağı bilginin ta kendisidir. O nedenle, Ledünnî ilme ‘’hayat suyu’’ denilir ve bilgiyle hayat arasında paralel bir ilişki kurulur. Gerçek hayat suyu, beşere ait bulanıklıklardan arınıp, zûlmani ve nûrani perdelerini kaldıran kutsal nefislere ulaşan ledünnî ilimden başkası değildir. Hızır da varlığının karanlıklarında sülûkunu tamamlamış, kudsî bir nefistir. Böylelikle o, gerçek hayat suyunu, yani ledün ilmini elde etmiş, beşeri kirlerden arınarak son derece lâtif bir bedene dönüşmüş, şehâdet âlemi de dâhil olmak üzere tüm âlemlerde zuhûr etme ya da gizlenme kâbiliyetini kazanmıştır. O zaman da beşeri sûretlere bürünmüş ve farklı sûretlerinde zûhur etmiştir. Nitekim Cebrâil de Dıhye sûretinde zûhur etmiştir.

Her mevcut ab-ı hayatı kendi karanlığı içinde gizler. ‘’Hz. Eyyüb’ün hastayken ayağını yere vurarak su çıkarması ve bu suyla yıkanarak iyileşmesi’’, nefis adlı yeryüzünde yola koyulup, meşakkatlere sabrederek riyâzet ve mücâdelelerde bulunmasıdır. Bu sayede gerçek ab-ı hayat ortaya çıkar ve kalpteki rûhani hastalıklar iyileşir, ilâhi feyzi de kabul edecek hâle gelir.

Aranan ilâhi bir bilgidir. Nefsin Tanrı hakkındaki bilgisi ise kendi Rabbinin bilgisidir. Peki, bu yolculuk nasıl gerçekleşir? Bu yolculuğu gerçekleştirmek isteyen kişinin, mevcûdata ait rûhanî ve mânevi karanlıklardan geçerek hakîkati, Rahmanî nefese dayanan hayat suyunu bulması gerekir. Bir şeyin hakîkatini öğrenmek isteyen nefsin niteliksiz olması şarttır. Ancak o zaman gerçek bilgiye yaklaşabilir. O zaman her şey başa döner. Sâlike bâki ve hakkanî vücut ile ikinci kez varlık verilir ve sâlikin haşrı ve neşri ortaya çıkar. Sâlik böylece iki dünyada da canlı kalır. Artık ona ölüm gelip çatmaz, istediklerinin gerçekleşmesi konusunda emniyette olup, tek bir anda rûhani, misâli ve cismâni âlemlerin hepsinde görünme özelliğine sâhip olur. Muhakkik, varlık mertebelerinde sadece O’nun sereyan ettiğini bilen, eşyayı hakîkati üzere müşâhede eden, yani bu bilgiyi bulan kimsedir.

Ancak İskender’in hayat suyunu elde etmek istediği gibi yola çıkan, fakat istidâdı hakîki vûslata izin vermeyen, bu sebeple de sevgiliye kavuşamayanın durumu vardır. Çünkü her isteyen bulamayacak, her bulan bulduğu şeyi anlayamayacak ve onu her anlayan da kadrini idrâk edemeyecektir. Rahmet, hem bu üç dereceyi elde eden hem de haddini aşmaktan uzak kalabilen kullar içindir.

İlâhi ilmin amacı;  isim, sıfat ve mazharları bakımından Allah’ı, mabde’ ve maâda (başlangıç ve sona) dair ahvâli (hâlleri), âlemin hakîkatlerini ve bu hakîkatlerin biricik hakîkate, yâni Zât-ı Ahadiyye’ye nasıl geri döneceğini bilmek, nefsi cüz’î kayıtlardan kurtarmak ve onun, hem küllîlik hem de mutlaklık özellikleriyle vasıflanabilmesi için seyr-i sülük ve mücâdele yolunu öğrenmektir. Öyleyse ilim tahsilindeki tek amaç, Allah’a yaklaşmak ve kavuşmaktır. En üst ilim ‘’Allah’ı bilmektir.’’

Sâlik nefsinden nefsine ve Rabbi olan a’yân-ı sabitesine doğru yolculuk eder. Yani ubudiyetten (kulluktan) rubûbiyete (Rabbine). Geri dönüş tüm tenezzül mertebelerini aşıp yükselmesi ile mümkündür. Öyleyse nefsin bu yolculuğunda karşılaştığı şey, kendisinden başka bir şey değildir.

İNSAN: İnsanı anlatmadan önce KELİME/LOGOS doktrinini anlamak gerekmektedir. Felsefede ‘’logos’’un, bâzen Tanrı Hermes’i temsil ettiği söylenirken, Hristiyanlar Hz. Îsâ’nın ‘’bedenlenmiş logos’’ olduğunu kabul etmişlerdir. Kelime/logos tarih boyunca çeşitli din ve mezheplerin temel meselelerinden biri olmuştur.

Çünkü ‘’kelime’’ hakkında konuşmak aynı zamanda ‘’insanın ezeliliği ve varış noktası, Tanrı katındaki yeri, Tanrı ile irtibat kurma şekli ve imkânı, ilâhi bilgiye ulaşmanın yolları, peygamberlerle irtibâtı, diğer varlıklarla ilişkisi, ayrıcalık ve birleştiricilik özelliği, hakîkatü’l hakâik, hakîkatlerin yaratılmamışlığı, fiil ve sudûr meselesi, nedensellik, nübüvvet, velâyet ve hilâfet’’ gibi birçok konu hakkında da konuşmak demektir.

Yine ‘’logos/kelime’’ ilk akıl, âlemin düzenini sağlayan prensip, zât ile âlem arasındaki vâsıta olarak da kabul edilir. İbnü’l Arabî Hz. ekolünde ‘’kelime’’ Tanrı ile irtibatta bir vâsıta değil, bir sebeptir. Kelime,  Îsevî değil ‘’muhammedî’’ bir hakîkattir. Çünkü Hz. Îsâ’nın hakîkati, Hz. Muhammed’in kuşatıcılığı altındadır.

Bâtınîlere göre ise kelime doktirini ‘’nûr-ı Muhammedî’’ merkezlidir. Muhammedî nûr, zaman içinde nesilden nesile aktarılarak sırasıyla tüm peygamberlerin sûretlerinde ve son olarak da Hz. Muhammed’in sûretinde zuhûr etmiştir.

Yine genel anlamıyla kelime ‘’kelm’’ kökünden türemiştir ve ‘’etkisi açık olan yaralama’’ ve ‘’duyma ya da görme hislerinden biriyle idrâk olunan etki’’ diye tanımlanmıştır.

Yaratma ’’kelâm’’ sıfatının tecellî etmesine bağlıdır. Çünkü var olan her şey Allah’ın kelimesidir ve yaratma da ‘’KÜN/OL’’ emrinin dıştaki zuhûrundan ibârettir.

Tüm mevcutlar gibi ’’kelime’’ de başlangıç itibariyle sabit bir asla dayanır. Bizim kelâmımızın dayandığı asıl ise Rahmani nefesten ortaya çıkan ve ezelden beri Hakk’a âit bulunan ‘’Kelâm’’ dır. Nefes, varlık ve kelimeler arasındaki bağlantı ‘’üfleme’’ fiiliyle ilişkilidir. Çünkü üfleme ile çıkan nefes içinde küçük su parçacıklarının bulunduğu bir buhardır. Nefesin, yaratmanın ve tüm mevcutların aslı da ‘’su’’ dur. Eşyanın ‘’üfleme ya da nefes verme’’ ile hayat bulması da nefeste bulunan ve hayatın kaynağı olan suya dayanır. Muhakkiklerce ‘’su’’,  ‘’ilim’’ kavramının karşılığı olarak da kullanılmıştır. Aynı şekilde bazen suyla ‘’külli heyûla’’ da kastedilir. Külli heyula ’’Nefes-i Rahmanî’’ dir.

Kelime peygamberlerin hakîkatlerini kastederken, âlemdeki her mevcut da kendi başına bir kelimedir. Her isim diğer isimlerle ve her kelime de diğer kelimelerle ilişki halindedir. Fakat yine de ‘’rabb-i hass ile merbub’’u arasındaki irtibat biriciktir. Bir kelime ‘’harf’’ denilen hakîkatlerden ne kadar fazlasına sahipse o kadar yüksek bir mertebededir

İnsan tüm varlık mertebelerinden geçer ve hepsini kendinde toplayarak onların özelliklerine sahip olur. Bu sebeple âlemlerin halîfesi insandır. İnsan sûret bakımından küçük, mertebesi bakımından büyük âlemdir. Varlık dairesi onunla tamamlanır. Dairenin her iki kavsi ona aittir. Bunlar ‘’Kâbe kavseyn ve ev ednâ’’ başka bir deyişle ‘’cem’ ve cem’u’l cem’’ makamlarıdır. ‘’Kitabı câmi’’ terimi de çeşitli varlık mertebelerinden geçmek sûretiyle kuvve hâlindeki bilgisini fiili hâle getiren İnsan-ı Kâmil için kullanılır. İnsan-ı Kâmil ‘’külli rûh’’ ile ilişkilendirilmiştir.

El-Kelime’nin etken ve kuşatıcı yönünü temsil eden isimlerden biri de ‘’halîfe’’ dir. Dolayısıyla ona bîat eden Allah’a bîat etmiş olur. Hz. Peygamber ağaç altında yapılan bîat sırasında sağ elini göstererek ’’Bu, Allah’ın elidir’’ buyurmuştur. Onun için halîfe hem âlemde hem de beşeriyeti yönüyle kendi nefsinde tasarrufta bulunur. Halîfe’ nin iki temel özelliği vardır. İlâhi isim ve sıfatlarla nitelendirilmesi ve mevcutlara ait sûretlerin yaratıldıkları hâl üzere kalmalarını yani korunmalarını sağlamasıdır. Hakk’ın tecellî mahalli halîfenin kalbinin aynasıdır.

Hak bu aynaya tecellî eder ve bu tecellî ile onun kalbine gelen nûrlar bütün âleme yayılır. Halîfe ‘’ism-i azam’’ ın mazharıdır ve bu isim sayesinde bütün âlemi terbiye eder. Bir başka deyişle o iki denizi birbirinden ayıran ‘’berzah’’  ve iki âlem arasında ‘’perde’’ dir.

İnsan-ı Kâmil terimi kendi kemâlini tamamlamış bütün insanlar için kullanılsa da işâret ettiği asıl kişi Hz. Peygamber’dir. Gerçek insanlık mertebesi hakîkat-i Muhammediyye, gerçek insan ise unsurlardan oluşmuş cisim değil ‘’mânevî, hakîki ve kâmil insan’’ dır. İnsan-ı Kâmil hem dünya hem de âhiret hazinelerinin mührüdür ve bu sebeple her iki âlemde de ilâhi tecellîler onun vâsıtasıyla muhatabına aktarılır.

İnsan kelimesi ‘’üns’’ veya ‘’nisyan’’ köküne dayanır. ‘’Üns’’ kelimesine göre insan, ‘’ihtiva ettiği bütün hakikatlerle ve varlığın tüm mertebeleriyle ünsiyet halinde bulunan mevcut’’ demektir. ‘’Nisyan’’ ise kişinin bir şeye yöneldiğinde başka bir şeyden gafil olması anlamına gelir. Bu iki kelime insanın toplayıcılığına işaret eder. Zira insan, mertebe ve hakîkatlerin çokluğu sebebiyle diğer mevcutlar gibi sürekli tek bir mertebede bulunmaz. İnsan ‘’O, her gün bir şe’n üzeredir’’ âyetinin mazharıdır (Rahman-29). Hak bir şey ile ilgilenirken diğerinden gâfil olmaz. İşte Kâmil İnsan’ın Hak’tan ayrıldığı yönlerden biri onun bu konudaki acziyetidir. ‘’Çocuk babanın sırrıdır’’. Âdem, dolayısıyla insan da Hakk’ın sırrıdır. Ancak çocuk ile baba birbirinden farklı olduğu gibi, Tanrı ve insan da bir ve aynı değildir.

İnsan-ı Kâmil ‘’gözbebeğidir’’. Allah’ın âleme nazar etme vesilesidir. Hak ile âlem arasında vâsıtadır. O hem âlemin bir parçası, hem de tek başına bir âlem olması nedeniyle ‘’fass’’ denilen yüzük taşına benzetilir. Yüzük taşı yüzüğün hem bir parçası hem de tektir. Yüzük taşı nasıl ki yüzüğe en son eklenirse, insan da âleme en son gelmiştir. O gayb yönüyle bâtını, şehâdet yönüyle zâhiri idrâk eder. İnsanı hakkıyla bile Hakk’ı da bilir. İnsanın Hakk’ın sûretine göre yaratılmasıyla kastedilen, sabit hakîkatinin ilahi isim ve sıfatlarla nitelenmiş olmasındandır. Yani mecâzen ‘’sûret’’ denilmiştir.

İnsan-ı Kâmil’in bâtını velâyet zâhiri nübüvvettir. Nebi; ‘’Halkı irşad edip hidâyetlerine ulaştırmak için Allah tarafından gönderilerek ilâhi zât, zâti sıfatlar, gaybî manalar, şer’i hükümler ve ahiret ile ilgili hususlar hakkında haber getiren kimsedir.’’  Velî ise; ‘’kendisi sayesinde Hakk’a yakınlığın ve ilâhi ahlakla ahlaklanmanın hâsıl olduğu mertebedir.’’ Nübüvvet şartsız bir ihsan iken, velâyet bazı şartlara bağlıdır. Bu mertebeyi elde etmenin temel şartı ‘’fenâ’’ makamlarından geçmektir. Fenâ ile kastedilen, kulun mevcûdiyetinin ortadan kalkması değil, beşeri yönünün rabbanî yönünde kaybolmasıdır. Çünkü Hak, sâdece ismi de resmi de ortadan kalkan kişiye tecellî eder. Hiçbir zâhir bâtınsız düşünülemeyeceğinden, velâyet nübüvvetin bâtınıdır. Zâhiri olan nübüvvet tamamlanmış, bâtını olan velâyet ise devam etmektedir. Genel nübüvvet velâyettir. Hüküm koymaz, son peygamberin getirdiği hükümlere göre hareket eder.

Özel nübüvvet ise peygamberlerin nübüvvetidir. Arifler genel nübüvvetten pay alırlar. Genel nübüvvet dünya ve ahirette de devam eder. Özel nübüvvet zamanı gelince sona erer. Nitekim bu makam Hz. Peygamber ile tamamlanmış ve sona ermiştir. Nübüvvet sadece dünyada zuhûr eden bir ismin mazharıdır. Nübüvvet sonlu bir mertebe olduğuna göre, nebilerin getirdikleri şeriat de sonludur. Muhammedi şeriatın süresi kıyamete kadardır. Nitekim Allah’ın ‘’el-Velî’’ ismi vardır ama ‘’el-Nebî’’ ismi yoktur.

Son peygamber vefat edince ümmetinden kırk sıddık ortaya çıkar ve yeryüzü onlarla ayakta durur. Bu zâtlardan biri vefat edince de diğeri onun yerini alır. Sayıları tükenip dünyanın sonu geldiğinde Allah son veli olan ‘’hatemü’l evliyâ’’yı gönderir. Hz. Peygamber diğer peygamberlerin efendisi oluğu gibi, son velî de diğer velîlerin efendisidir. 

Küllî ya da cüz’î, bütün velâyet şekilleri dış dünyada görünmek ister. Ve bunun için bir mazhar arar. Çünkü nebîler velâyet yönleriyle değil, nübüvvet yönleriyle zuhûr etmişlerdir. İşte bunun için Muhammed ümmeti arasında, bu nebîlerden her birinin velâyet yönleriyle kendisinden zuhûr edeceği vârisler bulunmaktadır. Falan kimsenin Hz. Mûsâ’nın, filan kimsenin Hz. Îsâ’nın kalbi üzerine olduğunu söylemesi de bu anlamdadır. Yâni o velînin nebîliğine ait özellikler bu kimsede ortaya çıkmıştır. Hz. Muhammed ise küllî nübüvvet dairesinin sahibi olması sebebiyle, küllî velâyet dairesinin de sahibidir. Bu ümmetin içinde bütün nebilerin velîlik yönünü ikâme edecek bir mazhar bulunduğuna göre, Hz. Muhammed’e ait velâyeti de izhar edecek bir mazharın bulunması gerekir. Hz. Peygamberin velâyeti ruhûnun küllîliği bakımından küllî ve bedeni yöneten cüz’î rûhu bakımından cüz’î iki velâyeti bulunmaktadır. Küllî velâyetiyle zuhûr edecek olan veli Hz. Îsâ iken, cüz’î velâyetiyle zuhûr eden velî, İbn’ül Arabî Hazretleridir. Amaçlanan kemâl gerçekleştiği için Hz. Îsâ’nın nüzulüne kadar diğer peygamberlerin kalbi üzere bulunan velîler gelecek fakat Muhammedî velâyet mühürlendiği için, onun kalbi üzere bulunan başka bir velî zuhûr etmeyecektir.

Asıl olan velâyettir, nübüvvet ve risâlet ise velâyetin derecelerinden biridir. İşte bu sebeple nebîlik son bulmuşsa da velîlik devam etmektedir. Bütün nebîler Hakk’ı ve O’nun çeşitli mertebelerini, son peygamberin kandilinden görebilirler. Yine tüm velîler de elde ettikleri ilâhi bilgiyi son velînin kandilinden alabilirler. Hz. Peygamber hâtemü’l-evliyânın (son velînin) mertebesinin gerçek sahibi olması nedeniyle, gerçek ve tam velâyet de ona aittir.

Gerçek velâyetin sırrı, itidâle yaklaşmaktır. Her ismin, hakîkatin ve küllî isimlerin bir itidâl noktası vardır. Bu isim ya da hakîkatin, kendi altındaki isim ve hakîkatleri toplayabilmesini sağlayan şey, işte bu noktadır. Öyle ki isim bu itidâl noktasından sapacak olsa sahip olduğu birleştirici sûret de ortadan kalkar ve o isim ile isimlendirilemez. İşte bu itidâl noktası ahâdiyet-i gayba yakın olması sebebiyle yakınlık yani velâyet noktasıdır. Her insanında da hakîkati bakımından ait olduğu bir ilâhi ismi ve hakîkatinin bulunması sebebiyle başlangıç ve varış noktası burası olacaktır. Dolayısıyla insanın dönüşü de ancak bu isim ve hakîkatedir. Seyr-i süluk ya da ilâhi bir cezbeyle, varlıktan kaynaklanan çeşitli bağlardan kurtulabilen insan bu asla dönerek velâyet denilen bu itidâl noktasına ulaşırsa Hakk’a yakınlaşmış bir velî olur. Bu itidâlin, ifrat ve tefrit arasındaki mutedil (orta) çizgiyi korumak sûretiyle güçlendirilmesi gerekir. Burada bahsedilen itidâl ‘’öfke ve yumuşaklık, cimrilik ve savurganlık ya da cesurluk ve korkaklık’’ arasında denge kurmaktan çok daha üstün bir vasıftır.

Velînin ‘’vücûb ve imkân hükümleri‘’ de denilen ilâhi yönü ile beşeri yönünün itidâl de bulunması gerekir. Gerçek ilâhi itidâl bütün küllî vücûb ve imkân hükümlerini birleştiren, berzahların berzahına mahsustur. Bu berzah ‘’a’râf’’ denilen, orta makamdır. Orada bulunan, her iki ucun da bilgisine sahip olacaktır. Vücûb ve imkân hükümleri, nûr ve zûlmet/karanlık kavramlarıyla ifâde edilir.

Ricâlü’l-Gayb (Gayb erenleri): Bu mertebenin ilki, ‘’kutupluk’’ mertebesidir. Gavs/yardımcı diye de adlandırılır. Kutbun mertebesini ‘’iki imam’’ da denilen, sağında ve solunda bulunan iki velî mertebesi takip eder. Sağdaki velî gayb ve melekût âleminde, soldaki velî ise şehâdet âleminde tasarrufta bulunur. Kutbun vefât etmesi hâlinde onun yerine solundaki velî geçer. Soldaki velînin kutupluk mertebesine geçmesiyle sağdaki imam da mülk âlemine iner ve burada tasarrufta bulunur.

İki imamdan sonra ‘’dört kişiden oluşan ve dört büyük sahabeyi temsil eden’’ grup gelir. Onu ‘’yedi bedel’’ denilen, yedi iklimin koruyucusu ve sorumlusu olan mertebe takip eder. Arkasından müjdelenmiş ‘’on veli’’ nin mertebesi ve ‘’on iki burca’’ karşılık gelen,  her türlü kevnî hadiseye hükmeden ‘’on iki’’ lerin makamı vardır. Sonrasında ‘’yirmiler’’ ‘’kırklar’’ ve Allah’ın isimlerini temsil eden ‘’doksan dokuz’’ lar ve ‘’üç yüz altmışlar’’ a kadar gider.

Âlem hiçbir zaman bu velîlerden boş kalmaz. Bu makamlardan biri boşaldığında, hemen yerini doldururlar. Dolayısıyla sayıları ne artar ne de eksilir. Ricâl-i Gayb’ dan olmayan velîler ise ilâhi tecellînin zuhûru ve gizlenmesine bağlı olarak artar ve eksilirler. Bunları zâhitler, âbidler ve sâlih müminlerin mertebesi takip eder. Zikredilen mertebelerin hepsi ‘’kutupluk’’ mertebesindeki kişinin hükmü altındadır. Fakat bunun bir istinâsı vardır. Oda ‘’efrad’’ (Tek/Ferd) denilen ve ‘’halîfelik’’ haricinde kutbun mertebesiyle eşit olan velîlerdir. Efrad kutbun hükmüne girmez. Onlar ilâhi mânâ ve sırları diğerleri gibi kutbun aracılığıyla elde etmez, vâsıtasız olarak Allah’tan alırlar.

Sonuç olarak;  Bütün bu bilgiler ışığında ‘’vücûd ve var olmak’’ anlamı sadece Hakk’a aittir ve bu anlamın mevcûda yüklenmesi mümkün değildir. Bu anlayış görünen çokluğun izâfiliğini vurgulamasına  rağmen, çokluğu reddeden ve göz yanılgısı ya da aklın oyunu gibi gören temelsiz düşüncelerden uzaktır. Aksine âlemdeki mevcûdların hepsi Hakk’ın ilâhi bilgisinde sâbit bir hakîkat olarak bulunmaktadır. Her biri ilâhi bir isme bağlı olan bu hakîkatlerin, çeşitli varlık mertebelerinde farklı görüntüleri vardır. Öyleyse bir mevcûdun dünyada zuhûr etmesi, ilâhi ilimdeki aslının şehadet âleminde görünmesi demektir. Bu durumda ‘’var olma’’ özelliğinin mevcûda ait olmaması, onun mutlak bir yokluk olduğu değil, kendi başına bir varlığa sahip olmadığı anlamına gelir. Özetle dıştaki her şeyin bir aslı vardır fakat bu asıl Mutlak Varlığın dışında değil, O’nun ilâhi bilgisinde bulunmaktadır. İlâhi bilgideki bütün hakîkatler de esmâü’l- hüsnâdan birine dayanmaktadır. Bu bakış açısı, günümüzdeki cüz’î bakış açılarından kaynaklanan çıkmazların çözümlenmesine yardımcı olacaktır.              

Kaynak: Dr. Öğretim üyesi Sema Özdemir/ Dâvûd Kayserî de Varlık, Bilgi ve İnsan.

Dâvûd Kayserî Hz: 1260 – 1350 yılları arasında yaşamış, Kayseri de doğmuş ve İznik’te vefât etmiştir. Mürşidi Abdürrezzak el-Kâşânî Hazretleridir. Dâvûd Kayserî Hz; Osmanlı devletinin ilk müderrisi, Ekberî ekolün önemli temsilcilerinden, dini ve aklî ilimlerin önemli kilometre taşlarından olup sade Osmanlı’da değil, pek çok kültürde derin etkiye sahip bir zâttır. Ayrıca, İbnü’l Arabî Hazretlerini anlamak için başvurulacak en önemli şahsiyetlerdendir.