LEYL SÛRESİ:
(Kısaca
özetlersek, sûre dikkatle incelendiğinde tamamen kalbi anlattığı anlaşılacaktır.
Kalp Allah’ın tecellî ettiği yerdir. Ancak kalp berzah olması nedeniyle hem rûhaniyeti,
hem de nefsaniyeti içinde barındırır. Sûrede rûhaniyet gündüz, nefsaniyet ise
Leyl/gece olarak ele alınmıştır. Kalp, nefsaniyetin yıkıcı sıfatlarından
temizlendiğinde perdeler kalkar ve Allah’ın nûru ile aydınlanır. Kalbe
nefsaniyet hâkim olduğunda ise kararır, vücuda gaflet hâkim olur. Bu anlamda
kalbin temizlenmesi çok önemlidir. Bunun için de fazlalıklardan
kurtulunmalıdır. Bu fazlalıklar zâhir olarak bakıldığında fazla malın ihtiyaç
sahiplerine dağıtılması, böylece de dünya hırslarının ortadan kalkması, bâtınî
açıdan bakıldığında ise nefsin istenmeyen huylarının dönüştürülerek dünya hırslarından arındırılmasıdır. O zaman da
erkek ve dişinin birlikteliğinden nasıl bir çocuk dünyaya gelirse, rûh ve
nefsin birleşmesinden ‘’kalp çocuğu’’
doğar. Kalp çocuğu beklenen Îsâ, Mesih
yani ‘’Veled-i Kalp’’ tir.)
Leyl gece
demektir. Sûrenin, Mekke döneminde Müslümanların köleleri satın alıp azat
etmek sûretiyle servetini Allah yolunda harcayan Hz. Ebû Bekir ile cimrilik
yaparak malını ihtiyaç sahiplerinden esirgeyen Ümeyye b. Halef hakkında nâzil
olduğu bildirilmektedir.
Mekke’de bu
sûrenin indiği dönemde varlıklı müşrik Araplar, yoksullar karşısında insanlıkla
bağdaşmayacak derecede bencil ve duyarsız davranıyor, hatta ‘’Allah’ın doyurmadıklarını biz mi
doyuracağız?’’ diyorlardı (Yâsin, 47). Bu sebeple Leyl sûresinde temel
hedef, Allah’ın birliği inancının yanında, sıkıntıların ve nimetlerin
paylaşılabildiği toplumsal bir rûh ve zihniyeti geliştirmek olmuştur. Sûrede,
Allah’ın kendilerine bildirdiği îman esasları ve davranış ilkelerini tasdik
edip insanlara iyilik ve cömertlikte bulunanlar övülmüş, bunların ilâhi
yardıma, dünya ve âhiret kurtuluşuna kavuşacakları müjdelenmiştir. Bunun
yanında Allah karşısında bile kendilerini ihtiyaçsız sayacak kadar küstahlaşıp
cimrilik yapanların Allah’ın hidâyet ve yardımından mahrum bırakılacakları,
böylece günah işlemelerinin daha da kolaylaşacağı, sonuçta ‘’alev alev yanan ateşi’’
boylayacakları bildirilmiştir.
Sûrenin
başındaki yemin ifâdeleri, üzerine yemin edilen varlıkların yaratılışındaki
olağanüstü durumu, onları yaratan gücün büyüklüğünü göstermekte, ayrıca gelecek
konunun önemine dikkat çekmektedir. Sûre yirmi bir âyettir.
Bismillahirrahmanirrahim.
‘’(Karanlığı ile) kaplayıp örttüğü
zaman geceye, açıldığı zaman gündüze, erkeği ve dişiyi yaratana and olsun ki’’ (Leyl sûresi 1, 2, 3)
Burada rûhun
nûrunu örttüğü zaman nefis gecesi karanlığına ve açılıp ağardığı zaman rûh nûru
gündüzüne yemin ediliyor. Bu ikisinin (rûh ve nefsin) bir araya gelmesinden de
Rahman’ın arşı olan kalbin varlığı zuhûr ediyor. Çünkü bu ikisinin bir araya
gelmesinden zuhûr eden kalbin iki yüzü vardır. Rûha bakan yüzüne ‘’fuad’’ (Allah’ın kalpte nazar ettiği
nokta, Nokta-ı Süveydâ) denir ki, hakîkatler bununla algılanır. Bir yüzüne
de ‘’sadr’’
denir ki, bununla da sırlar muhafaza edilir. Mânâlar burada somutlaşır.
Kudreti
büyük, kâdir, hikmeti göz kamaştıran hakîm; ‘’erkeği ve dişiyi’’ yani ‘’rûhu
ve nefsi’’ yarattı. İşte bunlardan da ‘’kalp’’
doğdu.
(Kalp; rûh ve nefs yani ulvî âlem
ile suflî âlem arasında berzahtır. Kalp
bu iki zıddı da barındırır. Nefsin karanlığı rûhu örttüğü zaman gece yani
gaflet, açılıp ağardığı zaman gündüz yani Muhammedi hakîkat vücûda hâkim olur.
Ayrıca erkek akıl, dişi nefs olarak sembolize edilir. Akıl ve nefsin, vücûd
içerisinden birbirlerini tekâmül ettirmesi ile yani zıtlıklarla birliğe (rûha)
varılır. Böylece de gece ve gündüzün, rûh
ve nefsin, erkek ve dişinin, kahır ve
lütfun, celâl ve cemâlin birleştirilmesi
ile hadiselerden etkilenilmez, her şey bir görülür. O zaman da bu birliktelikten
‘’kalp çocuğu’’ doğar (rûh vücûda
hâkim olur). Ayrıca erkek ve dişi korku ve ümit olarak da yorumlanır. Bu
ikisinin izdivacından îman hakîkatleri doğar.)
Gece/leyl
iki mânâya gelir. Bir anlamı gaflettir, hâdiseleri gaflet içinde görmektir.
İkincisi, geceye farklı bakanlar için gece tevhiddir. Her şeyin birlendiği
andır.
‘’Cenâbı-ı Hak her gecenin son üçte
birinde dünya semâsına nâzil olarak bir şey isteyen yok mu? ‘’ der. Cîlî Hazretlerinin göre;
varlıktan olan her şey üç kısımdır. Bir kısmı zâhirdir. Bu kısmına ‘’mülk’’
adı verilir. Bir kısmı bâtındır. Bu kısma ‘’melelût’’ adı verilir. Üçüncü
kısım ise ilâhi ‘’ceberût’’ a aittir. Son üçte birden maksat da kula tecellî
eden bu ilâhi sıfattır. (Mülk âleminde olayları nefsimizle görüyoruz. Melekûta
gelince ki burası akıl âlemi, dünyada yaşadıklarımızı akletmeye başlıyoruz.
Ceberût’a geçince ise rûhumuzla iki âlem olmadığını, her şeyin tek olduğunu ve
tekin farklı görünümleri olduğunu idrâkimiz ölçüsünde anlıyoruz.)
İbnü’l
Arabî Hazretlerinin yorumuna göre ise; insanın yapısı bütünüyle gecedir. Birinci üçte birlik
bölüm, topraktan olan heykel yani ceset, ikincisi hayvanî rûh olarak da
adlandırılan nefs, son üçte birlik bölüm ise üflenen rûhtur. İşte insanı insan
yapan bu son üçte birlik rûhtur, ilâhi tecellîdir. (Sen bedeninin rûhunun
bineği olduğunu idrak eder, nefsini de Allah yolunda tekâmül ettirir, rûhuna
tabî kılarsan rûhtan ibâret kalırsın ve duayı eden de, kabul eden de sen
olursun)
‘’Gerçekten sizin işiniz başka
başkadır. Bundan böyle her kim malını hayır için verir ve korursa ve en güzel
olanı doğrularsa, biz onu en kolay yola muvaffak kılacağız’’ (4, 5, 6, 7)
Çalışmalarınız,
amelleriniz ‘’muhakkak’’ yani ilâhi
sistemin gereğince türlü türlüdür. Bazılarınız rûh cihetine kapılıp,
nûr tarafı galip geldiği için hayra yönelir. Bazılarınız da nefis tarafına
meyleder, zûlmet tarafı ağır bastığı için kötülüğe dalar.
Kim terki,
tecridi tercih ederse, kendisini Hak’tan alıkoyan şeyleri reddederse, bunları
kolaylıkla bırakırsa, nefsin heyetlerinden sakınırsa, nefsi arındırırsa,
reddettiği şeylere meyletmekten, iltifat etmekten alıkoyarsa, fazileti, ilmi,
îmâna dayalı olarak kemâl derecesini
tasdik ederse, biz de onu hazır hâle getiririz, en kolay yolu izlemesini
sağlarız. Kemâl derecesinde bir kâmilin varlığına, yakîn derecesinde îman etmeyenin yükselmesine imkân
yoktur. Böylece de, maddi bağları kopardığı, güçlü bir yakîne sahip olduğu için
Allah’ta sülük etmesini mümkün kılarız.
Kim Allah
yolunda malını ve canını verir ve onu yüce Mevlâ’sından alıkoyan her şeyden
sakınırsa, biz kendisini, huzurumuza ulaştıran en kolay yola girmeye muvaffak
ederiz.
Hayır ve
sadaka kulu Allah’a yaklaştıran davranışlardır. Ancak, nefis malı sevmek ve
biriktirmek özelliğinde yaratılmıştır. Malda cömertlik yaratılıştan gelen bir
huy değil, ‘’ahlaklanma’’
sayılmıştır. Bu nedenle, zekât ‘’sadaka’’
(güç, çetin) diye isimlendirilir. Zekât verirken nefs doğasının dışına
çıktığı için, zekât vermek nefse ağır yükümlülük gelir. Cimrilik nefsin
ayrılmaz bir özelliğidir. Allah, zorunlu olan zekât dışında ‘’kendilerine verdiğimiz mallardan Allah
yolunda harcarlar/infâk ederler’’ âyeti ile kalpleri cömertlik ve eli
açıklık yoluyla ‘’ihtiyaç fazlası’’ malları terk etmeyi alışkanlık haline
getirilmesini buyurur. Böylece nefsin
cimriliğinden kurtulunur. İhtiyaç fazlası ile bir kısım malın infâkı
kastedilir. Bu da mal harcanırken
savurganlığın veya zarurî ihtiyaçlar için gerekli olan kısmın düşüncesizce
dağıtılması durumuna düşülmesini engellemek içindir. Böylece cömertliğin ölçüsüz
ve aşırı olanı haram kılınıyor ki, bu Allah’ın ahlâkıyla ahlaklânma kapsamına
giren bir uyarıdır.
Bilgin
kişiler, iki açıdan infâk ederler. Verdikleri şeyde veren ve alan olarak Hakk’ı
görürler. Kendi ellerini ise, verme ve almanın kendisinde göründüğü araçlar
olarak kabul ederler. Onlar sadece Hak sahibini görürler. Bir sadakayı alan
herkes hak ederek almıştır ve hak etmeseydi verileni kabul etmezdi.
Allah
kullarından birisi, senden yiyecek veya içecek bir şey istediğinde istediği
şeyi, gücünün yettiği bir şeyse ona yedir ve içir. Zîra senin hiçbir makamın
olmasa da, yemek ve içecek talep eden şahsın, senden yemek ve içecek
istemesiyle seni, kullarını yediren ve içiren Hakk’ın mertebesine çıkarması,
senin için büyük bir makam ve şereftir.
İnfak
edeceğin vakit, ihtiyaç sahibini güler yüzle karşıla. Zira sen de kıyamet
gününde Allah’ın huzuruna ihtiyaç sahibi olarak çıkacaksın ve ihtiyaç sahibine
yaptığın muameleyi misli ile Allah’tan göreceksin. Hz. Hasan, ihtiyaç sahibi
ondan bir şey istediğinde vermekte acele eder ve ‘’Benden önce azığımı âhirete
taşıyan, sefâ geldin, hoş geldin’’ derdi. Sadaka ve yardımı, hak
edene de etmeyene de vermek ise üstün bir vasıftır.
‘’Kim de cimrilik eder ve kendini
hiçbir şeye ihtiyacı kalmamış görür ve en güzeli yalanlarsa, onu da en zor yola
hazırlarız. Çukura yuvarlandığı zaman malı onu kurtaramayacak’’ (8, 9, 10, 11)
Kim malı
tercih ederek, malı biriktirip hak sahiplerine vermezse ve Hak’ta perdelendiği
için mala sahip olmaktan dolayı kendini ihtiyaçsız sayarsa, dünya hayatı
yüzünden nûr ve âhiret âleminden perdelendiği için kemâl ve fazilet
mertebesinin varlığını yalanlarsa, onu yardımsız yüz üstü bırakılmaya
hazırlarız. Bundan maksat da fıtrat mertebesinden tabiat çukuruna, esfel-i
sâfilin dercesine indirilmedir.
Her evin bir
ehli vardır ve âhirette iki yer olacaktır. Birinci yer cennettir ve onun bir
ehli vardır. Onlar hangi şekilde olursa olsun Allah’ı birleyen, nefislerini
tezkiye edenlerdir. İkinci yer cehennemdir ve onun da bir ehli vardır. Onlar,
Allah’ı birlemeyen ve nefislerini kirletmiş bedbahtlardır. Onların bu hâli
bulundukları yere kıyasla değil, cennete kıyasla böyledir. Dünya hayatında hiç
kimse adına takdir edilen derecesi ve ona mahsus yaratılışın verdiği özelliği
aşamadığı gibi, âhirette de kendisi adına takdir edilmiş olan mertebesinin belirlediği
yeri aşamaz. Bu itibarla nimet için yaratılmış kişi ‘’kolaylığa sevk edilecektir’’ (Leyl, 7) ‘’Cimrilik yapana gelirsek, onu güçlüğe sevk edeceğiz’’ (Leyl,
8-10) Burada kastedilen
cimrilik, nefsi hakkında rabbine karşı
cimrilik yapandır. Allah îman ve tevhidin bulunduğu bir ev olarak
kalbini talep ettiğinde cimrilik yapmıştır. Allah her nefsi yapabileceğiyle yükümlü
tutar.
Bunun
yanında aşırı ve yersiz cömertlik, müsriflik olur. Allah’ın nimetlerini yine
Hakk’ın emrettiği yerlere ve emredilen ölçüde harcayacaksın. Mademki her nimet
ve her servet Allah vergisidir ve Allah’ındır, onu sarf edeceğimiz yeri
bilmemiz gerekir. Lâyık olmayan kimselere ve yerlere yapılan masraf hebâdır. O
kadar ki, yalnız serveti ve nimeti değil, ilimle irfanı da lâyık olanlara
vereceksin.
’Doğru yolu göstermek muhakkak bize aittir. (12)
Akıl ve duyu
nûruyla, akli ve işitsel delilleri birleştirmekle, kanıtlama ve gözlem becerisi
kazandırmakla bize ulaşılmasını sağlamak da bize aittir.
‘’Onları hidayete ulaştırmak senin
işin değildir, fakat Allah hidayet eder’’ (Bakara, 272) âyetinde buyurulduğu gibi, Resûllerin
ve vârislerin vazifesi, sadece açıklayarak ve dile getirerek tebliğ etmekle
sınırlıdır. Başka bir görevleri yoktur. Hidayete/doğru yola erdiren sadece
Allah’tır.
Yine ‘’Allah dilediği kimseleri doğru yola
ulaştırır’’ (Nûr, 46) âyeti gereği Allah hidâyet yönünden herkese çağrıda
bulunmuş, bir cemaate (günahtan) masum
olma hâlini, diğer bir cemaate ise âfete meyletme hâlini vermiştir.
Allah, Hz. İbrâhim’e ‘’Oğlunu boğazla’’
diye ferman buyurmuş, fakat boğazlamasını irâde etmemiştir. İblis’e ‘’Âdem’e secde et’’ demiş, fakat bunu
yapmasını irâde etmemiş ve o da yapmamıştır. Âdem’e ‘’buğdayı yeme’’ demiş, lâkin yemesini irâde etmiştir. Bunun
benzerleri çoktur.
Ârifin
huzurunda Resûl’ün emirlerine uymayan ve dolayısıyla da Allah’ın emirlerine
uymamış olan bir kimsenin bulunduğunu farz edelim. Bu kimseye ârif niçin himmet
etmez? Bunun sebebi bütün âlemde, her şeyin ve her olayın âyan-ı sâbite sûretinde
ezelde belirlenmiş olandan farklı bir şekilde vuku bulmasının mümkün olmamasıdır. Ârif bunun asla
değişmeyeceğini bilen kimsedir. Varlığın yapısının derinliklerine nüfus etmiş
olan bir kimsenin gözünde her şey, Varlığın tabiatı gereği tespit edilip
belirlenmiş olan yolu izler, onu bu yoldan saptırabilecek hiçbir şey yoktur. Bu
bilginin ışığı altında Allah’a âsi bir kimse de gene Allah’ın belirlemiş olduğu
yolda yürür. Ve bir Resûl’ün böyle bir kimseyi doğru yola sevk etmesi mümkün
değildir. Çünkü o kimse zaten ‘’doğru yol’’ dadır. ‘’Hiçbir canlı yoktur ki, Rabbin onu
perçeminden tutmuş olmasın. Rabbim kuşkusuz ki sırat-ı mustakîm üzeredir’’ (Hûd,
56) Buna göre bütün yollar ve sıratlar, kendisinde yürüyen için dosdoğrudur ve
bütün yollar Allah’a ulaştırır. Bu nedenle de yollar yaratıkların sayısınca
artar. Sırâtullah dosdoğru yol anlamındaki sırât-ı müstakimdir. Bu yol Allah’a
ulaştırır ve saîdi de şakîyi de içerir.
Çünkü Allah,
çelişen ve çelişmeyen bütün isimleri kendinde toplar. Ancak her kimin ezeli
ismi ile şeriatın emrettiği yol uyuşursa, o kimse ‘’sırât-ı hass’’
üzeredir. Sırât-ı hass Peygamberler’in
yoludur. (Ezeli ismi ile şeriatın yolu uyuşana mümin, uyuşmayana kâfir
denir)
'’Kuşkusuz âhiret de dünya da
bizimdir’’ (13)
Hem âhirette
ve hem de dünyada dilediğimiz şekilde tam tasarruf Bizimdir. Âhiret ve dünyayı
da bize yönelene veririz. Maddeyi terk edip ondan uzaklaşan kimseyi âhiret
sevabından dolayı dünya sevabından mahrum bırakmayız.
‘’Ben sizi, köpürdükçe köpüren bir
ateşe karşı uyardım. Ona ancak en azgın olan girer. Öyle azgın ki, yalanlamış
ve sırtını dönmüştür. En çok korunan ise ondan uzaklaştırılacaktır. O ki, Allah
yolunda malını verir, temizlenir’’ (14, 15, 16, 17, 18)
Alevleri
bütün varlık mertebelerine ulaşan büyük bir ateşle sizi ikaz ettim. Bu ateş
perdelenmeyi, kahredilmeyi, gazaba uğramayı ve azap çekmeyi kapsamaktadır. Bu
yüzden ‘’ateşe ancak kötüler girer’’
denilmiştir. Yani istidadı olmayan, cevherleri pis, Allah’a ortak koşan, şirk koştuğu için Allah’ı yalanlayan ve
inatçılığı yüzünden dinden yüz çeviren şakî bedbahtlar atılır.
‘’İşte ben sizi telezzâ (şiddetli)
bir ateş ile uyardım’’ Telezzâ: Durdukça etkisi,
yakıcılığı artan şiddetli ateş demektir. Yani azâbın gittikçe artması bir
telezzâdır. Normalde ateş ve azaba zamanla alışılacağı düşünülse de, telezzâ
tam tersidir. Burada azab gittikçe artar. Buna örnek olarak ‘’vicdan azabını’’ verebiliriz. Cismani
ateş, rûhanî ateşin bir eseri olduğuna göre, rûhanî ateşin verdiği acının bu
ateşin verdiği acıdan daha şiddetli ve daha devamlı olması zorunludur. Herkes
cehenneme kendi odununu ve ateşini kendi götürür. ‘’Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının’’ (Bakara, 24)
Nar da nûr
da ateşten gelir. Hayvani ahlâk bir ateş, meleklerin ahlâkı ise nûrdur. Ateş
cehennemden, nûr ise cennetten bir parçadır. Parçalar, her şey aslına döner kaidesine uyarak, kendi bütünlerine
dönerler. Döneceğiniz yerin cennet olmasını isterseniz hayvani ahlâkı, meleki
ahlâk ile değiştiriniz. Böyle yaptığınız takdirde cehennemin değil, cennetin
bir parçası olursunuz.
Günahkâr ve
isyankârlar ise cehennemin gayya kuyusuna (belâlı yere) düşerler. İşin garibi
odur ki, o sonsuz ve dibi görünmeyen kuyu onların günahlarının eseridir. Ama
hilim (yumuşaklık) suyu ile gazap (öfke) ateşini söndüren kişilerde öfke ve
gazabın tesiri kalmadığından onun yerine Hakk’ın rahmet (merhamet) suyu dolar.
Ve bu rahmet suyu, o kimselerin vücudunu cennet bahçesine çevirir.
Bazı kullar
rahat ve sıhhatteyken Tanrı’yı unutur, azâba düşüncede O’nu hatırlarlar. ‘’Yâ
Râb, Yâ Rahman, Yâ Hak’’ diye ağlayıp sızlarlar. Mademki sen ızdırap
çektiğin zaman O’nu görüyorsun, Tanrı’yı daima zikretmen için sana her zaman azap
ve ızdırap verilir.
Gam ve keder
çoğunlukla insana cehennemi yaşatır.
Bazı kimselere bu kederler dünyadan çekilmeleri için gelir. Bazılarına
cezâ olarak gelir. Yalnız bu dünyada yaptıkları değil ezelde kazanmış oldukları
menfi hallerin (seçimlerinin) de onu dünyada cehenneme sokması vardır ki bu
cehennem ateşinde o hataları tasfiye olur. Çünkü ateş günahları temizleyicidir.
Kâfirin
kalbi taş gibi katı ve hissiz olur. İri bir taşı parçalamak için nasıl
etrafında ateş yakmak, üzerine sirke dökmek gerekirse, kâfirin kalbini imtihan
için de onu ateşe atmak uygun görüldü. Cenâb-ı Hak’ın taş gibi katı yürekleri
yumuşatmak, eritmek için seçtiği yol budur.
İyiler,
takva sahipleri ise bütün varlık mertebelerinde onlardan korunur ve uzak
tutulurlar. Bunlar muttakîlerdir (takvâ ehli). Nefsini gizli şirkten temizleyen
kimse bu ateşin alevinden muhafaza edilir.
Allah’ın
celâlini cemâle çevirmek, yani onun yakıcı ateşinden uzaklaşıp güzelliğini
görmek için çevrene onun dilediği bakışlarla bak. İyi insanlar meclisinde iyi
ahlâklı, kötülerin yanında da kötü huylu olursun. İyilerle sohbet eden Allah’ın
has kullarıyla yakın olur.
‘’Onun yanında, hiçbir kimsenin
karşılığı verilecek bir nimeti yoktur. O ancak yüce Rabbinin rızâsını aramak
için verir. Elbette yakında kendisi de hoşnut olacaktır’’ (19, 20, 21)
O verdiğini
mükâfat elde etmek ve karşılığını almak için vermez. Sadece ‘’ Rabbinin vechini ister’’ O’ndan başkasından uzak durarak,
takvânın en üst mertebesinde olarak O’nun rızâsını kazanmak için verir. Çünkü ‘’vech’’ ‘’Yüce ve A’lâ’’ olarak
tanımlanır. Yüce Allah’ın her ismi O’nun vechidir ve kendisine hâl diliyle bu
isimle dua eden ve istidadıyla kulluk eden kimseye bu isimle yönelir.
Vehb, karşılık
beklenmeyen vermedir. ‘’Biz sizleri Allah
rızâsı için yediriyoruz, karşılığında sizden teşekkür ve ödül beklemiyoruz.’’
(İnsan, 9) Kerem, isteyince
vermektir. Cömertlik, istenmeden kendiliğinden vermektir. Sehâ,
sadece muhtaç olana ihtiyacı ölçüsünde vermektir. Îsâr, muhtaç olduğun şeyi vermektir. İbrâhim’e denildiği gibi
dostluğun sağlıklı olması ikrama bağlıdır. Allah Cebrâil’i İbrâhim’e bir insan sûretinde
gönderdiğinde Cebrâil, ‘’İbrâhim! Hem
dostlara hem de düşmanlara ikram ettiğini görüyorum’’ demiş. İbrâhim de ‘’Cömertliği Rabbimden öğrendim. Gördüm ki
Rabbim onları da mahrum bırakmıyor, ben nasıl bırakırım’’ dediğinde, Allah
da kendisine ‘’İbrâhim! Sen benim gerçek
dostumsun’’ demiştir.
İ’tâ ise: Karşılıksız, gösterişten
uzak, sırf Allah için yapılan veriştir. İ’tâ ederken bir çıkar, hatta mânevi bir karşılık beklenmez. Bu yüzden i’tâ, zekât ve
sadaka kavramından tamamen ayrılır. Çünkü zekât zorunlu ibadettir. İ’tâ her
türlü imkânda, başkalarına da kendinde olanı aktarmaktır. Bu verişe en güzel
örnek Hz. Ebû Bekir’dir.
‘’Elbette kendisi de hoşnut olacaktır.’’ (Leyl, 21) Bu ifâde gizli bir
yeminin cevabıdır. Allah Teâla o kişiden hoşnut olur, o da âhirette Yüce
Allah’ın yaptıklarının bir karşılığı olarak kendisine nasip ettiği cennet,
kerâmet ve yakınlıktan dolayı hoşnut olur.
Bu vaad
sadece iki kişiye inmiştir. Birisi, ‘’pek
yakında Rabbin sana verecek de hoşnut olacaksın’’ (Duhâ, 5) âyeti kerimesi
gereğince Resûlullah (sav), bir diğeri de bu âyetin gereğince Hz. Ebû
Bekir’dir.
Eğer hayırlı kader istiyorsan her
eşyada, her mahlûkta, her insanda ilâhi güzellikleri gör, bir yandan da hüsnâyı
tasdik et, ver ve ittikâ dolu bir ahlâka ulaş.
Hüsnâ; En güzel,
îman, kelime-i tevhid, İslâm, ibâdetlerin en güzel karşılığı anlamlarındadır.
Hüsnâyı tasdik; ‘’Allah’ın
isimlerinin gerektirdiği neticeleri kabul etmektir.’’ Yani hüsnâyı tasdikten gaye; hiç kimseyi
kınamamak, hiç kimsede abes görmemek, herkesin kendi vazifesini yaptığını kabul
etmektir. Vazifesini yapan da haklıdır, çünkü herkes ezeli ismine göre hareket eder.
Bu durumda kınanacak hiçbir şey yoktur. O halde bize düşen herkesin ezeli
ismine göre hareket ettiğini kabul etmek, ancak hareketi yapma şeklinden dolayı
cezâ (karşılık) göreceğini bilmektir. Yani hareketi yaparken bir zarar verirse
karşılığında o da zarar görecektir, iyilik yaparsa o da iyilik görecektir. (Cemâlnur Sargut/Leyl sûresi)
‘’Dünyayı elinizde saklayınız. Kulların iyiliği için saklayınız ama onu kalbinize koymayınız. Şüphesiz böyle olan mal hayırlıdır. Zarar vermez. Dünya nimeti, sizi aldatmasın. Onun sözüne kanmayın. Yakında dünyadan taşınacaksınız, peşinizden de o nimetler…’’ (Geylanî Hz.) Sadakallâhül Azim.