7 Nisan 2021 Çarşamba

 İRFAN SOFRALARI – 2:

İrfan; Allah’ın gizli sırlarına ve eşyanın hakîkatine tefekkür, keşif ve ilham yoluyla vâkıf olma, tevhid ilmini zevk edinmek demektir. İrfan, nefsini ıslah ettikten sonra sabır ve şükretmek, Hakk’a teslim ve ondan gelene râzı olmaktır. O kimse ki, her mevcûdun Cenâb-ı Hakk’ın bir mazharı (görüldüğü yer) olduğunu görürse, ondan Hakk görünür. İşte ilim ve irfan budur. İrfan sahibi mârifet sahibidir. İrfan, vücûdu bir görmektir.

Burada büyük mutasavvıf Niyâzî-i Mısrî Hazretlerinin (1617-1693) yetmiş bir sofradan oluşan muazzam eseri İRFAN SOFRALARI’ nın dört sofrasından beslenmeye çalışacağız.

Aslında insan bütün ömrünce besleneceği bilgileri Kur’ân’dan alır. Kur’ân bir davet sofrasıdır ki, insanı ziyafete davet eder. Ziyafete davet, edeb kelimesinin mânâsıdır. Zîra edeb kelimesi yemekte toplanmak anlamındaki ‘’me’dabe’’ kelimesinden türetilmiştir. Aynı zamanda edeb, bütün hayırları toplamak demektir. Demek ki edebin hakîkatinde Kur’ân ziyafetinden beslenmek vardır. Her şeyin hakîkati Kur’ân’dır. Kur’ân’ın hakîkati de Peygamber’in mübârek vücudunda gizlenmiştir. (Kur’ân’a davet, irfâna ve edebe davettir)

10. SOFRA: ‘’Allah, yaptığından sorulmaz’’ (Embiyâ, 23). ‘’Azametinden, yetkisinin kuvvetinden, ulûhiyet ve zâti saltanatında tekliğinden dolayı yaptığından sorulmaz. Gizli olmadığı üzere bu mânâdan zulüm kokusu geliyor. Çünkü eğer sormaktan korkmak, azâmetinin ve büyüklüğünün kuvvetinden ileri geliyorsa, o halde sormanın mümkün olduğunu, ancak azametinden dolayı sorulmadığını yahut Allah sormayı yasak ettiği için sorulmadığını söylemek lâzım gelir. Fakat bu fakirin zevkine göre yaptığından sorulmaz. Çünkü O, her şeyi hikmetiyle yapar. Ama bu hikmeti keşif ehlinden başkalarının aklı anlamaz. Ne zaman ki Hak Tealâ’nın ‘’Yaptığından sorulmaz’’ hikmeti insanlara açılırsa ancak o zaman anlayabilirler, çünkü artık soru kalmaz. Zîra O’nun hikmeti, bütün mahlûkatına olan rahmetini, keremini ve lütfunu eksiltmez. Allah mahlûkatı yaratmış, her şeyi tam yerli yerince koymuştur. Bir kul, Allah’ın fiillerinden kendi ilmine, zevkine aykırı olan bir şeyi sormak isterse Allah onun basiret gözünü açar ve kul Allah’ın o şeydeki hikmetini görür. Bu sûretle kul, zaruri olarak kalbinden niçin, nasıl sorularını çıkarır ve artık ondan hayret etmez. Onu yerine lâyık görür. Artık hiçbir şeyin sinek kanadı kadar fazla yahut eksik tarafını dahi Rabbine sormayı kendine yakıştıramaz. Elbette bir hastalığın, bir kusurun, bir eksikliğin, bir fakirliğin, bir zararın, bir cehlin, bir küfrün kaldırılmasını doğru bulmaz. Allah’ın insanlara ezelde taksim ettiği rızkı, eceli, kudreti, aczi, taati ve masiyeti (isyanı) değiştirmeyi istemez. Eşyayı olduğu gibi görür. Bunların hepsini, içinde hiç zulüm olmayan sırf adalet ve eksiksiz sırf kemâl, hiç bozukluğu, eğriliği böğrülüğü olmayan tam doğru kabul eder. Her şer sandığının altında bir hayır vardır ve her zarar sandığı şeyin sonunda bir fayda vardır. Bir zaman zûlmetin kapladığı bir şeyi, başka bir zaman nûr kaplar. Allah cömert, kerim ve merhametlidir. Yaratıklarına asla cimrilik etmez. Onların yararına olan bir şeyi kendine alıkoymaz. İşte bu, ikinci bir soru daha meydana çıkarır ki, keşf erbâbı bunu sormaktan ve buna cevap vermekten men edilmişler, bilginler bunda hayrete düşmüşlerdir.’’ (Bilinmeyen hikmet, Yaratılıştaki hikmetin kullardan saklanması)

Mesnevî’de şöyle bir bölüm geçer: Mûsâ (a.s) dedi ki: ‘‘Ey soru-hesap günü olan kıyametin sahibi Rabb’im! Bir şeyi güzel bir şekilde yapıyorsun, yaratıyorsun, sonra tutup onları yıkıyorsun, bozuyorsun. Erkek olsun, dişi olsun, cana canlar katan güzeller yaratıyorsun, sonra da onları öldürüyorsun, yıkıyorsun; neden böyle yapıyorsun Rabb’im?’’

Cenâb-ı Hak buyurdu ki: ‘’Yâ Mûsâ! Biliyorum ki, sen bu soruyu inkârdan, gafletten yahut da hevâ ve hevesine uyduğun için sormuyorsun. Yoksa hoş görmez edebe sokardım, azap ederdim, bu soru yüzünden seni incitirdim (*). Fakat sen bizim işlerimizdeki hikmeti, sonsuzluk sırrını anlamak istiyorsun. Böylece de bunu halka duyurmak, her ham kişiyi pişirmek, oldurmak istiyorsun. Bu hikmeti sen de biliyorsun, biliyorsun ama işi halka anlatmak için soruyorsun. Çünkü bu soru ilmin yarısıdır.  Hiç bilmeyen, bu bilgiden dışarıda kalan herkeste, bu soruyu sorma gücü yoktur. Gül de diken de topraktan yetiştiği gibi soru da, cevap da bilgiden doğar. Tatlı bir meyve de, acı Ebû Cehil karpuzu da nemden, rutubetten hâsıl olduğu gibi, sapıklık da, doğru yolu buluş da bilgisizlikten meydana gelir. Nefret de, sevgi de tanıdık bir kimseye karşı duyulur. Hastalık da, sağlıklı ve güçlü olmak da, yediğimiz gıdalardan meydana gelir.’’ (Tohum topraktan çıktığı an ikiye ayrılır)

Cenâb-ı Hak buyurdu ki: ’’Ey akıllı Mûsâ, mademki sordun, gel de cevabını dinle. Ey Mûsâ! Sen yere bir tohum ek de, bunun sırrını anla ve insafa gel. Mûsâ ekin ekti. Ekin bitti, yeşerdi, başaklandı, güzel, düzgün bir hâle geldi. Orağını aldı, ekini biçti. O sırada gaybdan, gizli âlemden kulağına bir ses geldi.’’

Cenâb-ı Hak buyurdu ki: ‘’Yâ Mûsâ! Niçin ekin ekiyorsun? Yeşerince, olgunluğa ulaşınca, onu biçiyorsun. Mûsâ Yâ Rabbi, dedi. Burada buğday da var saman da. Onun için biçiyorum. Buğday saman ambarına lâyık değildir. Saman da buğday ambarında çürür, yok olur gider. Bu ikisini karıştırmak hükmüne uymaz, onları eleyip ayırmak gerek. ‘’

Cenâb-ı Hak buyurdu ki: ‘’Yâ Mûsâ! Sen nu bilgiyi kimden öğrendin de onunla harman meydana getirdin. Mûsâ dedi ki: Yâ Rabbi! Bu ayırt etmeyi bana sen verdin.’’ (Temyiz)

Cenâb-ı Hak buyurdu ki: ‘’O halde nasıl olur da bende ayırt etme bulunmaz? Allah’ın yarattığı kullar arasında tertemiz rûhlar da var. Balçığa batmış sedef durumunda olan bedenlerin de hepsi bir değildir, birinde inci var, birinde boncuk. Buğdayı nasıl samandan ayırmak gerekse, bu iyi ve kötü rûhları da birbirinden ayırt etmek gerek. Bu cihan halkı, bu insanlar hikmet hazineleri gizli kalmasın, meydana çıkarılsın diye yaratılmışlardır. ‘’Ben gizli bir hazine idim’’ Bunu duy da kendinde bulunanı gizleme, onu maddi varlığından ayırt et. Uğraş, meydana çıkar.’’

‘’O her şeyi hikmetiyle yapar’’ Allah’ın hikmeti nedir? ‘’el-Hakîm’’, her şeyi menziline indiren ve yerli yerine yerleştiren demektir. ‘’Hikmetu irsâli’l- belâyâ ve’l- mihan.’’ Belâ ve sıkıntıların gönderilme hikmeti nedir? Bunlar üç çeşittir. Birincisi: Bu belâ ve sıkıntılar, bazı velî ve nebîler için kalplerinin cilâsı ve istidatlarının tamamlayıcısı gibidir. Bu sıkıntılarla karşılaşmaları, eksik makamlarının zevkini tamamlamalarını ve bunun zirvesine yükselmelerini temin eder.

İkincisi: Bir makamın bir şahsa ait olacağını Hakk’ın ilminin tespit etmiş olmasıdır. Hak, kendisi için bu makamın takdir edildiği kimsenin belirli bir çaba göstermesinin ve çalışmasının bu kaderin gerçekleşmesinde katkısı olduğunu bilir. Allah bu makamın sahibine belâlar gönderir, bu belâlara râzı olmak, sabretmek ve nefsi Allah’tan başkasına şikâyet edip, bunları kaldırması için başkasından yardım talebinden engellemek sûretiyle bu kişiyi rızıklandırır. Bunun neticesinde ise, ilâhi ilim tarafından o kişi için takdir edilmiş makam gerçekleşir. Üçüncüsü: Büyüklerin ilâhi mertebenin benzeri olan hakîkat aynalarının genişliğidir. Hakîkat aynası en geniş olan kimse ulûhiyet (Allah) mertebesinden O’nun gönderdiği her şeyi (lütufları da, belâları da) kabul edebilen kimsedir. Allah bu kulu ile lütuf ve belâ arasında fark olmadığını gösterir. ‘’el-Hikmetu’l-mechûle.’’ Bilinmeyen hikmet ise, Yaratılıştaki hikmetin kullardan saklandığı şeydir.

Bütün bunların sonucunda anlaşılıyor ki, hikmet sahibi Allah, kuluna hikmet nasip ederse o kul soru sormaktan vazgeçer. Her şeyi yerli yerinde görür. Bir kusurun, bir eksiğin, fakirliğin, cehlin ve küfürün kaldırılmasını doğru bulmaz. Anlar ki zulüm diye bir şey yok, olanların hepsi Allah’ın adaletinin bir neticesidir. Her şer hayırla biter, her zararda fayda vardır. Sıkıntı huzura, rahatlık sıkıntıya kapı açar. Bütün bunları anlayan kul soru sormaya edep eder.

11. SOFRA: ‘’Bir gün kulların çokluğunu, fakat âbidlerin azlığını, zâhitlerin nadir olduğunu, âriflerin de yani âriflerden Allah’a yaklaştırılmış olanların azdan az olduğunu; çoğunluğunu fâsıkların, âsilerin ve kâfirlerin teşkil ettiğini ve bana göre bunların Allah’ın rahmetinden uzak olduğunu düşünüyor ve kendi kendime diyordum ki: ‘’Acaba bu çoğunluğun hâli ne olacak?’’ Biz iyi biliyoruz ki Yüce Allah errahmanürrahîm’dir. Bunun sırrının, Allah tarafından açılması için kalbimin burçlarında dolaşıyordum. Birden bire iki kanatlı büyük bir kapı açıldı. Kanatlarından birine şöyle yazılmıştı: ‘’Bu dünyanın sırrıdır.’’ Ötekinde de, ‘’Bu, âhiretin sırrıdır’’ yazılı idi. Kapının hemen ardında güler yüzlü, mütenasip endamlı, yüzünün nûrundan Güneş’in utandığı bir genç gördüm. Bana dedi ki: ‘’Sana dünyanın ve âhiretin sırrı açıldı. Üzerindeki beşeri elbiseyi ve izafî varlığını (vücudu) at, kapıdan içeri gir. Tuhaf bir şey göreceksin ve sana ledünnî ilimler açılacak. Yüce Allah’a yakın ve uzak olanı bilecek ve dertlerden kurtulacaksın.’’ Çıkardım ve kapıdan içeri girdim. Bana nûrani bir elbise giydirdi. Bir de baktım ki ilmim ve anlayışım, kulağım, gözüm bütün iç ve dış duyularım başka bir ilme, başka bir anlayışa, başka bir kulağa, göze ve yeteneklere değişti. Günüm, ‘’Arzın başka bir arza, göklerin başka göklere değişip herkesin tek kahredici Allah’ın huzurunda duracağı gün’’ oldu. Ve ‘’O’nun veçhinden başka her şey helâk olacaktır.’’ âyetinin mânâsı meydana çıktı. Bildim ki Rabbimin bana giydirdiği elbise, Hakkanî varlıktır.

Sonra o hâlimle yaratılmışlara baktım. Gördüm ki benim zannımda âbid, zâhit, velîyullah olanların çoğu Allah’tan O’nun rahmetinden uzaktır. Onunla Allah arasında gösterişten, işittirmeden, kendini beğendirmeden, nefsini temize çıkarmadan, böbürlenmeden, kendi nefsi hakkında yahut insanlar hakkında Allah’a kötü zan taşımaktan, ya da zâhiren kendinden aşağıda olana hakaret gözüyle bakmaktan meydana gelen bir perde vardır. Halbûki kendisi iyi yaptığını sanıyor.

Ve zannımda fâsık, asi, riyâkar, sapkın, zındık olanların çoğunu da Allah’a yakın, Allah’ın dostu, O’nun sevgilisi gördüm. Bunlar, kalplerinde bulunan üzüntü, zillet, hulûs, Allah’ı bilme, kendi nefsi ve diğer kullar hakkında Allah’a iyi zan besleme, herkese tevâzu gösterme gibi sebeplerden bir sebeple Allah’a yaklaşmışlardı. Ve gördüm ki uzaklaştırıcı sebeplerin en kuvvetlisi kibir ve şöhret; Allah’a yaklaştırıcı sebeplerin en kuvvetlisi de tevâzu ve mahviyettir. Aslında yakınlık ve uzaklık varlığı olmayan mevhum şeylerdir ya. Sonra bana, ‘’Benim velilerim benim kubbelerim altındadır, onları benden başka kimse bilmez’’ kudsi hadisinin sırrı açıldı. Allah Teâla’nın örtüsüyle ayıp kubbelerinin altında gizli olan velîleri kimse bilmez. Bunları, izafî varlığı atanlar bilirler. Peygamber Aleyhisselâm buyurmuştur; ‘’Varlığın öyle bir günahtır ki, onunla hiçbir günah mukayese edilmez.’’

Sonra Hakkanî vücudu giydim ve öylece ikinci defa halka baktım. Bu defa bütün mahlûkatı Yüce Allah’a yakın gördüm. Gözüm önceki bakışımda aldanmış olduğundan üzüntü içerisinde bana döndü. İmam Şatıbî bu görüş makamında bir beyit söylemiş: ‘’Bütün insanlar Mevlâ sayılır, çünkü onlar Allah’ın kazasına göre bir iş yapıyorlar.’’ Sonra bana daha başka sırlar ve bilgiler de açıldı ki, onları ifşâ etmek helâl değildir. İş o vakitten beri o görüş ve o varlık benden hiç gitmedi. Evvel ve ahir Allah’a hamdolsun.’’

Mısrî Niyâzî Hazretleri buyuruyor ki; ‘’Bu kalp gözünün açılması hâli zuhûr edince, ilk gördüğüm hâlin hakîkat olmadığını ve gördüğüm her şeyin ters olduğunu idrâk etmeye başladım. Âbid, zâhit ve velî zannettiklerimde gösteriş, kendini beğenme, böbürlenme, kötü zan taşıma gibi özellikleri gördüm. Küfür grubunda ise Allah’a yakınlık, hiçlik, yokluk, Allah’ın dostu olma kabiliyetini gördüm. Ve en büyük felâketin kibir ve şöhret olduğunu anlayıp, Allah’a yaklaştırıcı sebeplerin en kuvvetlisinin de tevâzu ve mahfiyet olduğunu idrâk ettim.

Allah’a yakın olanlar üç grupta incelenmiştir. Âbidler, zâhitler ve ârifler. Âbid, kulluk mertebesinde olup, zillet ve yumuşaklık anlamına gelir. Çünkü abd (kul) zelil (hor) demektir. Zühd, dünyadan uzaklaşmak ve nefsi boyunduruk altına almaktır. Zühd, mal hususunda elin, malı arama hususunda kalbin boş olmasıdır. Zühd, bir şeye sahip olmayan değil, hiçbir şeyin kendisine sahip olamadığı kimsedir. Zühtün özelliği rızâ, kanaat, kazaya teslim, belâya sabır, Allah’a tevekkül, O’na güven, dua, sözde doğruluk, kalben tasdik, nasihat, ahde vefâ, basiret sahibi ve Allah’a dost olmadır. Zâhid, her an O’nu düşünen, O’nun yanında bâkî kalan, nazarı O’ndan başka hiç kimseye dönmeyen kişidir. Ârif ise, nefsinden kalbine hicret eden kimsedir. Mümin hâl ehliyken, ârif makam ehlidir. Hâl değişir, makam ise sabittir. Ârif, uyku ve uyanıklık hâlinde Allah’tan başkasını görmeyen, Allah’tan başkasına muvafakat etmeyen, Allah’tan başkasını düşünmeyendir. Nebî ile âriflerin farkı, nebilerin irâdeden değil, hevâdan gelecek hatâlar konusunda mâsum olmalarıdır. Bunun dışındaki mükellef olanlar (insan ve cinler) irâde ve hevâdan gelecek hatâlar konusunda mâsum değildirler.

Allah’a uzak olanlar da kibir ve şöhret peşinde olanlar olarak ele alınmıştır. Kibir, Kurân’ı Kerîm’in pek çok âyetinde kınanmıştır. ’’Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları, âyetleri anlamaktan uzak tutacağım.’’ (A’raf, 146) ve ‘’Doğrusu Allah, kendilerini büyük görüp, Hakk’ı kabul etmeyenleri sevmez.’’ (Nahl, 23). Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur; ‘’Kalbinde hardal tanesi kadar kibir olan kişi cennete giremez.’’ Allah Teâla da şöyle buyurmuştur: ‘’Büyüklük benim ridamdır, azâmet ise izarımdır. Kim benimle bu ikisinden biri hususunda yarışırsa hiç düşünmeden onu cehenneme sokarım.’’ İnsanın kibirlenerek gerinek ve gururlanarak yürümesi kibrin alâmetlerindendir. Kibir nefste gizli bir ahlâktır. Kibir, insanın kendini her hususta veya bazı durumlarda başkalarından daha büyük, daha iyi, daha üstün görmesidir. Kibre sebep olan nimetlerden biri ilimdir. Âlimin nefsini terbiye ve tezkiye etmeden, kalbini arındırmadan ilim tahsil etmesi kibre sebep olabilir. İlimle kibirlinin kibri, mütevâzi olanın tevâzuu artar.  Kibre sebep diğer nimet ibadettir. Kendi ibâdetini herkesten üstün görmek. Üçüncü nimet ise, soy sop ile övünmektir.

Şöhret de istenmeyen bir huydur. Herkesin içinde bir şöhret aşkı vardır. Meselâ cömertlik, sevilen bir kemâl sıfatıdır ve toplumsal bir zarûrettir. Ancak pek çok insan cömert olarak yola çıkar, malından Allah rızâsı için infâk eder. Daha sonra insanların kendisini methetmesi, övmesi hoşuna gider ve meşhur olmayı umarak cömertliğini arttırır. Böylece saygı ve hürmete nail olur, şöhreti de artar. Bu durum ilim sahipleri için de geçerlidir. Pek çok ilim sahibi şöhret olma afetinden korunmak için geri planda kalmayı tercih etmiştir. Fakat bütün bunlara rağmen yine de ilim, iyilik ve takvâ ile meşhur olmuşlardır. Çünkü Allah Teâla dilediğini yükseltir, dilediğini aziz kılar. Şöhret bir rızıktır, bir roldür. Allah onu dilediği yere verir. Yine de şöhret bir yönüyle büyük bir tehlikedir ve şöhrette asıl tehlikeli olan, insanın şöhreti talep etmesidir. Kınama talep etmektedir.

Allah’a yaklaştırıcı sebeplerin başında tevâzu ve mahviyet gelir. Tevâzu, Hakk’a boyun eğip, O’na teslim olmaktır.  Tevâzunun en başı, dünya nimetleri konusunda senden aşağıda olan insanların yanında nefsini alçaltmandır. Başka bir ifâdeyle, dünya malı konusunda senden fakir olan kimseye karşı mütevâzi olmaktır. Böylece sen ona sahip olduğun dünya nimetleri ile bir üstünlüğün olmadığını öğretmiş olursun. Bir de dünya konusunda kendini, senden daha yüksek (daha zengin) olan kimselerden üstün tutmandır. Böylece sen ona, sahip olduğu dünya nimetleri ile bir üstünlüğü olmadığını öğretmiş olursun. En faziletli insan; ‘’Güçlü olduğunda mütevâzi olan, isteğinden vazgeçen ve kuvvetli iken zaferi terk eden kimsedir’’ ‘’Sana malı ile büyüklük taslayana büyüklenmen tevâzudur.’’ ‘’Her insan Rabbini ve nefsini bildiği kadar mütevâzi olur.’’

Hz. Peygamber’in (s.a.v.) tevâzu şöyle anlatılmıştır: ‘’O devesini bağlardı, koyun sağardı, ayakkabı dikerdi, elbise yamardı, hizmetçisi ile beraber yemek yerdi, hizmetçisi yorulduğunda onun yerine un öğütürdü. Çarşıdan alışveriş yapardı. Pazardan aldıklarını eline alarak getirmekten veya elbisesinin eteğine koyarak taşımaktan sıkılmazdı. Zengin, fakir, büyük, küçük herkesle musafahalaşırdı (el sıkışırdı). Zillete düşmeden mütevâzi olurdu. Bütün yakınlarına ve Müslümanlara karşı merhametliydi.’’

Mısrî Niyâzî Hazretleri der ki; eğer kulun kalbi aydınlanıp kalp gözü ile bakmaya başlarsa, yani üzerindeki beşerlik sıfatını atıp insanlığa yönelirse, kula ledünni ilimler açılacaktır.  Ledünni ilim Hz. Hızır’ın ilmidir. İçinde kaza sırlarını ve kader hakîkatini taşır. Bu ilim, kitaplarda bulunmaz. İnsanın bu ilmi kendi kalbi hazinesinden pek ince bir tefekkür ile çıkarması gerekir. Mektebi yoktur. Hak tarafından ihsan olunur. Hikmetin hakîkati, ilm-i ledünnîye nâil olmaktır. İnsan bu mertebeye ulaşmadıkça hikmet sahibi olamaz. Çünkü hikmet Allah’ın bağış ve ihsanıdır. ‘’Hikmeti dilediği kimseye verir; hikmet verdiği kimseye çok hayır verilmiştir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar’’ (Bakara, 269) İlm-i ledünni mertebesine ulaşanların, birçok şeyi tahsil etmeye, öğrenme zorluğuyla vakit geçirmeye ihtiyaçları yoktur. Onlar az öğrenirler, çok bilirler. Az yorulurlar, çok dinlenirler.

Mısrî Niyâzî Hazretleri; bu ilim kapısından girdiğini söyleyerek şu âyetin zuhûra geldiğini söyler: ‘’Arz başka bir arz, semâlar da (gökler) (başka semâ) hâline getirildiği, (insanlar) bir ve gücüne karşı durulmaz olan Allah’ın huzuruna çıktıkları gün.’’ (İbrâhim, 48) Yani kalp makamına ulaşıldığı gün sâlikin geçtiği bütün makamlar, alttakiler üsttekilerle yer değiştirilmek sûretiye dönüşür. Yer ve gök değiştirilir, onlardaki varlık zûlmeti giderilir. Hepsi Cenâb-ı Hakk’ın tecellî eden celâl nûruyla aydınlanır, halk için Allah’ın azâmet ve kahhâriyet sıfatlarını yansıtan bir ayna olur. ‘’Ve O’nun veçhinden başka her şey helâk olacaktır’’  (Kassas, 88) sonra tümü dürülüp kaldırılır (*).

Mısrî Niyâzî Hazretleri vücudu silinince, bütün mahlûkatın Allah’ın istediğinden başka bir şey yapmadığını idrâk etmeye başlar. Ve İmam Şâtıbî’nin söylediği beyit zuhûra gelir:  ‘’Bütün insanlar Mevlâ sayılır, çünkü onlar Allah’ın kazâsına göre bir iş yapıyorlar.’’ Zîra herkes kendi ismine mecburdur. Dolayısıyla onu var eden o isimdir. Onun dışında bir şey yapmaya muktedir değildir. İsim de Allah’a aittir.

Böylece üç bakış birbirinden ayrılır: Dünyadan bakış, âhiretten bakış, hakîkatten bakış.

‘’Velîler benim kubbelerim altındadırlar, onları başkaları bilmez’’ hadisi gereğince her asırda evliyâ ve tasarruf erbâbı bulunur. Lâkin içlerinden birkaç kişi şöhret bulup, geri kalanı esrar perdesi altında gizli kalır. ‘’Şöhret afettir’’ gereğince pek çok evliyâ, şöhretten kaçıp bilinmemeyi seçerler. Özellikle bâtın erbâbı hiçbir vakitte kendilerini halka göstermezler, bâtın esrarından ve ledün ilimlerinden halka bir kelime söylemezler. Onların her bir hareketi hikmet üzeredir. Bâtın ehlinin ilimleri zâhire çıkmaz, ama irâdeler ve istekler kabilinden olarak bazı velîlerden zuhûru mümkün olabilir. ‘’Velîler, Allah’ın gelinleridir, onları ancak yakın akrabalar görebilir.’’ Velâyet mertebesine erişen hiç kimse yoktur ki, Cenâb-ı Hak onun sırrını bir perde ile örtmesin ve mahlûkatın gözünden onu saklamasın.

Bu hâdis ile Melâmîlere de atıf vardır. ‘’Melâmîlerin kadr-ü kıymetini onları o makama getiren Hak Teâla’dan başka kimse bilmez. Melâmîler, Ebû Bekir Sıddık (r.a) kademi üzerindedir. Onlardan kerâmet görülmez. Onlar beş vakit namazı ve râbıtaları arttırmazlar. Halkın yaptıklarından başka amel ve farklı bir hâl ile tanınmazlar. Sokaklarda gezerler, insanlarla onlar gibi konuşurlar, kalpleri Allah’la, bedenleri kullukla meşguldür. Onlarda yemek, zevk ve baş olmak yoktur, zîra kalplerini rubûbiyet kaplamıştır. Bunlar velâyet derecelerinin en üstündedir ki, bunların üzerinde ancak nübüvvet derecesi vardır. ‘’Çadır içindeki hûriler’’ (Rahman, 72) âyeti cennet hanımları ve hûriler, ‘’seçkin evliyâ ve ricâlullaha işarettir. 

12. SOFRA: ‘’Ey insanlar, sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana getiren Rabbinize hürmetsizlikten sakının. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’ın ve akrabanın haklarına riâyet edin, şüphesiz Allah sizi gözetleyip durmaktadır.’’ (Nisâ,1)

Bil ki insanlar tamamen tek bir nefisten yaratıldıklarından dolayı, birbirlerine gidip gelme aralarındaki sevgiyi arttırır. Ama bu, Allah için buğz etmeye (sevmemeye) de mâni olmaz. Zirâ küfre, şirke, isyana, müşriklere ve âsilere Allah için buğz etmek gerekir. Burada Allah için sevmek, Allah için sevmemek vardır.

Bil ki sen, insanlara melâike gözüyle bakarsan, onları yeryüzünde fesat çıkaran, kan döken varlıklar görürsün. (‘’Orada fesat yaratacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? ‘’ Bakara, 30) O halde onların sohbetinden, arkadaşlığından sakınmalısın. Çünkü onlar hatayı kabul etmezler, kusurları affetmezler, bir ayıbı örtmezler, zerrenin, kıtmirin (köpeğin) hesabını sorarlar. Azı da çoğu da kıskanırlar. Acınmak isterler ama kendileri acımazlar. Hatâ ve unutmayı cezâlandırırlar, affetmezler. Koğuculuk (dedikodu) ve iftira ile ihvanı ihvandan kaçırırlar. Onlardan uzaklaşmak, insanın dinini muhafaza bakımından tercihe şayandır. Râzı olsalar yüzden gülerler. Kızsalar, içleri kan dolar. Zâhirleri elbise, bâtınları düşmanlıktır. Zanlarla keserler, arkanda seni gözleriyle, kaşlarıyla çekiştirirler. Dostlarına dahi hasetten, şüpheden geri durmazlar. Şöyle bir evde, bir yerde, bir müddet rastlayıp sohbet ederek iyice sınamadığın insanın dostluğuna güvenme. Senden uzak kaldığında ve dost olup yaklaştığında, zenginliğinde fakirliğinde iyice tecrübe et yahut onunla yolculuk et veya para ile alışveriş et veya dara, ihtiyaca düş; eğer bütün bu hâllerde ondan râzı isen onu büyükse baba, küçükse oğul, akran ise kardeş et.

İnsanlar birbirleriyle muamelelerinde dört hâl üzeredirler: Bir kısmı iyilik edene iyilik eder. Bu, eşek huyludur. Bir kısmı kötülük edene kötülük eder. Bu da köpeklerin ve yırtıcıların huyundandır. Bir kısmı iyilik edene kötülük eder. Bu da yılan huyludur. Bir kısmı da kötülük edene iyilik eder. Bu da peygamberlerin, velîlerin ve sâlihlerin ahlâkındandır.

Hz. Ali’ye göre; İnsanların en kötüsü, iyiliği kötülükle karşılayan ve insanların en iyisi, kötülüğe iyilikle karşılık verendir. İslâm anlayışına göre kötülüğe iyilik ile muâmele etmede üç adım vardır. Öfkeyi yenmek ‘’Allah öfkesini yenenleri sever’’, affetmek ‘’Allah affedenleri sever’’, iyilik ve ihsanda bulunmak ‘’Allah ihsan edenleri sever.’’(Âl-i Îmran, 134)

Şimdi bu söylenenleri duydunsa, artık kendine hangisi uygunsa onu seç. Eğer dördüncü kısımdan olamıyorsan, bari insanların ahvâlini araştırmamalısın ki, onlara iyi zan besleyesin ve onlarla iyi geçinebilesin.

Bu da olmazsa onları bırak, onlardan kaçın, tâ ki onları kötü sanıp onlara eziyet etmeyesin, akrabayı terk edenlerden, onların hukukunu çiğneyenlerden olmayasın. Ama insanlara Allah’ın nûruyla bakarsan; zûlmette nûr, zehirde panzehir, düşmanlarda dost, kahırda lütuf ve o kadar çok çeşitli aynalar içerisinde bir tek yüz ve bir cemâl görürsün.

Kendi kendine şu beyti tekrar et: ‘’Âlemin nakşını hep hayal gördüm. Ol hayal içre bir cemâl görürüm. Heme âlem çü mazhar-ı Hak’tır. Anın içün kamu kemâl gördüm.’’

O zaman sana insanların şerlileri ve hayırlıları bir olur. Her ikisiyle de karışıp konuşman eşittir. Hatta şerlileri arasına katılırsın ki sana eziyet etsinler de onların eziyetlerine tahammül edesin, bunun yanında onlara iyilik edesin. Çünkü Sevgili’nin âşıka celâl ile muamelesi, cemâl ile muamelesinden daha tatlıdır. İşte bu bakış sırasında melâikenin bakışı, utancından mahvolur.’’ (Nefsine yenilen hayvandan daha aşağı iken, nefsini mağlup eden meleklerden üstündür)

‘’O sizi bir tek nefisten yarattı’’ Küllî Nefs-i Nâtıka’dan yarattı. Küllî Nefs-i Nâtıka, âlemin kalbi ve gerçek Âdem’dir. ‘’Ondan da eşini yarattı’’ Ondan doğan hayvani nefsi yarattı (Havva). Rivâyete göre, hayvani nefis, varlık âleminin aşağısındaki cihet olan sol kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Çünkü bu cihet Hakk’ın altında bulunan cihetten daha zayıftır. Eğer eşi olmasaydı dünyaya indirilmeyecekti. Çünkü Havva (Hevâ, heves, Nefs) olmasaydı Âdem bu âlemde oyalanamazdı. ‘’İkisinden birçok erkekler…. yaydı.’’ Babalarına çeken kalp sahiplerini ve ‘’kadınlar ….yaydı’’ annelerine çeken nefis ve tabiat sahiplerini yaydı. ‘’Allah’tan.…sakının’’ O’nun zâtında kendi varlığınızı ispat etmekten sakının. Sizden varlık kalıntıları zuhûr ettiği sırada, tevhidde fenâ bulmak sûretiyle, O’nu kendiniz için bir koruma kılın. Tâ ki fenâyı görmekle perdelenmeyesiniz. ‘’Allah’ın ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının.’’ Yüksek ilkelerle bağı koparmaktan, nebîlerin ve velîlerin rûhlarıyla sevgi bağını kesmekten sakının. Çünkü sevgiyi yitirmek sûretiyle akrabalık bağlarını kesmek, insanı bütünleşme ve vahdetten çevirip ayrılık ve kesrete yöneltir. Allah, nefsi ile mücadele edenleri de birbirine mânevî akraba kıldı. Bu akrabalık bağının korunmasını önemsedi, fakat bunun korunması için maddi akrabalık bağının da korunmasını şart kıldı.

Birbirinize ilişkin haklarınızı korumanız için, sizi tek bir kökten yaratıp, sonra muhtelif dallara ayıran Rabbinizden korkun. Tek kökten meydana gelen dalları kesmeyin. Din ve soy ayrılığına meydan vermeyin. Bütün müminler îman ve takvâ bakımından kardeşin ve akrabandır. Dünyada en büyük, en yakın akrabalık bir ihvanın diğer bir ihvana olan muhabbetidir. İşte hasep ve nesep budur. Araplar arasında bir adet vardı. Birisi diğerinden bir şey isteyeceği zaman, ‘’Allah ve akrabalık hakkı için….. rica ederim.’’ derlermiş. Kulların görevi, haklara riâyet etmektir. ‘’Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözetleyicidir.’’ el- Rakîb: Senin bütün hareketlerini kontrol edip, seni koruyandır. Senin niyetlerini, söz ve hareketlerini, açık ve kapalı her şeyi bilendir.

Bu âyet-i kerîmeden anlaşılıyor ki, akraba birbirini Allah için seven kişilerdir. Ama bu küfre, şirke, isyana, müşrik ve âsilere kızmamızı engellememelidir.

Yani Allah için sevmek kadar kızmak da vâciptir (zorunludur). Mısrî Nîyâzî burada insanları kurbiyet derecesinde melâike gibi (akıl ile) görürsek onların vefâsız olduğunu ve senin ayıbını örtmeyeceğini, dost olmadıklarını, kıskandıklarını, hatâları ortaya çıkardıklarını, kendisine yapılmasını istemediklerini başkasına yaptıklarını göreceğimizi söylüyor ve onlara yakın olmanın (eğer hakka’l yakîn, yani cem makamında değilsek) günah olduğunu söylüyor. Bu insanlar yüze gülüp, arkadan kin tutan ve düşman olan insanlardır. Bu durumda en doğrusu, onları sınamak, özellikle alışveriş ve yolculukta ve sıkıntıya gark olduğunda onlardan râzı isen onlarla yakınlık kurmaktır.

(Burada Allah kuluna bir tercih sunuyor. ‘’Eğer henüz hakka’l yakîn mertebesinde değilsen, negatif insanlardan uzak durabilirsin’’ diyor. İlişkiler mertebelere göredir. Aslen mânevi bir varlık olan insanın, gelişim esnasında geçirdiği aşamalara mertebe  adı verilir. İnsan bir şeyden korkacaksa, mertebelerin hakkını vermemekten korkmalıdır. Kumanda eden de, edilen de Can’dır, ama arada mertebe farkı vardır. İnsanın başına ne gelirse bu farkı fark edememekten gelir. Allah, her mertebede hazır ve nâzırdır, ama mertebe değişince ismi de değişir.

Tasavvufi eğitimin amacı mertebeleri öğretmektir. Mertebeleri bilenler, herkese derecesine göre muamele ederler.  Bir insan iç âleminde her şeyi yapabilir ve buna kimse karışamaz. Lâkin dış âlemde her şeyi yerli yerince yapmazsa problem çıkar. İnsanın, ‘’hepsi sensin’’ demesi kolaydır, ama bu söz mertebeler bilinmeden ve yaşanmadan söylenmemelidir. Çünkü ‘’Dildeki davaya elde hüccet gerek ve dava kokusu saçan sözden en büyük günahtan kaçar gibi kaç’’ denilmiştir.

‘’Mış gibi yapmak’’ yani henüz yaşamadığı, başaramadığı, kalben kabullenemediği şeyi başarmış, o mertebedeymiş gibi davranmak. O zaman Allah bu kişiyi bu konularda sınamadan bırakmaz. Ona hangi makamda olduğunu bilmesi için sürekli olaylar gönderir.(*)

Ancak yüksek mertebelerde/makamlarda olanlar her yerde Hakk’ı gördüklerinden baktıkları hiçbir yerde yanlış ve abes bir şey görmezler. Onlar baş gözüyle değil, kalp gözüyle görenlerdir. Onlar Hak ile Hak olmuş, mânen yüce mertebelere ulaşmış irfân ehli kişilerdir. Bu büyük zâtlar da aralarında farklı anlayışa sahiptir. Bazısı Velî, bazısı Nebî (yanlış ile mücadele etme) makamındadır. Veli makamında olanlar, Ahmet er Rıfâî Hz. gibi her şeyi olduğu gibi kabul ederken, Harakâni Hz. kâfir ile savaşmış ve şehit olmuştur. Mısrî Niyâzî Hz. de son derece celâllidir. Dönemin padişahı ile sorunlar yaşar ve sürgüne gönderilir.) 

15. SOFRA: Abdullah İbn Mes’ud’un (r.a.) şöyle dediği rivâyet edilmiştir. ‘’Resûlullah bir çizgi çizdi ve bize, ‘Bu Allah’ın yoludur.’ dedi. Sonra sağında solunda birtakım çizgiler çizdi ve dedi ki: ‘Bunlar da yollardır. Bu yolların her birinde bir şeytan oturmuş kendisine davet eder.’ ve okudu: ‘İşte benim doğru yolum budur, ona tâbi olun. Muhakkak sizin ameliniz çeşitlidir.’ Kiminiz ilim ve amel ile cennete gider. Kiminiz cehâlet ve nefis arzusuyla zûlmete koşar da cehenneme gider. ‘Herkesin uyduğu bir ciheti vardır. Hayır işlerine koşunuz. Nerede olursanız Allah hepinizi toplu olarak bir araya getirecektir.’ (Bakara, 148).’’

Bil ki insanın amelinin çeşitli oluşu, insanların dört tavırda bulunuşlarından dolayıdır. Bu dört tavır ile hayvanlar âlemini, yırtıcılar âlemini, şeytanlar âlemini ve melekler âlemini ifade etmek istiyorum. Her âlemin mahiyeti, insanı öteki âlemin aksi yönüne iter. Doğumdan hemen sonra insanın ilk âlemi başlar ki hayvanlar âlemidir. Bu âlem onu yemeye, içmeye, helâl ya da haram birlikteliğe sevk eder. İnsan orada sebat eder, îmana ve amele dönmezse dünya sevgisi ona galip gelir, dünyadan her istediğini de pek tabiî elde edemez, neticede yırtıcılar âlemine girer. Kibir, kin, haset, intikam mukadderse katil ile vasıflanır ve o insanın sireti yırtıcı hayvanlara döner. Eğer bundan da îmana ve amele dönmezse, mevki hırsı galip gelirse, muradına ancak hilelerle erişir ve sonunda devler ve şeytanlar âlemine girer. Hile, yalan, gıybet ve iftira ile İblis gibi halk arasına fitneler düşürmek gibi huylarla vasıflanır. Orada kalırsa aşağıların aşağısında kalmış ve insanların en sapkını olmuş olur. Ama saadete ulaşıp da melekler âlemine dönerse ki bu âlem zikir, teşbih ve istiğfar âlemidir; bütün insanlar ile iyi geçinir ve güzel ahlâklı olur ki, güzel ahlâk insanın kemâlidir. Bununla meleklerden üstün olur. Çünkü böyle insanlar oraya hayvanlar, yırtıcılar, dev ve şeytan âleminden ilim ve amel ile yükselmişlerdir. Mücadele ederek oraya geçmişlerdir. ‘’Güzel söz O’na çıkar, sâlih amel O’na yükselir.’’ (Fâtır, 10). İnsanlardan bazıları birinci mertebede, bazıları ikincide, bazıları üçüncüde ve bazıları da dördüncüdedir. Bazıları da merhaleden merhaleye seferini tamamladıktan sonra daimî olarak bir hâlden diğer hâle geçmek üzere bulunurlar.

Şimdi bak gör, senin nefsin bu otlaklardan hangisinde otlamaktadır. Onu aşağılardan yukarılara döndürmek için mücadele et ki, ilimler suyundan (ki sâlih âmellerin neticeleridir) susuz kalmayasın. Eğer insan isen himmetini hayvanların, yırtıcıların ve İblis’in gittiği yönden çevir. Allah’a koşman, yolların en yükseğinde olsun. Çünkü Allah’a giden yollar, mahlûkatın nefesleri sayısınca çoktur. Nefsi bilmeye çalışmak, insanı Allah’ı ve gayelerin en yükseği olan tevhid mertebelerini bilmeye götürür.

Bil ki güzel ahlâk îmandır, ameldir, ihlâstır, zikirdir, ihsandır, tevâzudur, öğüttür, tasavvuftur, cömertliktir, rızâdır, sabırdır, Allah’ı sevmedir, Allah’tan korkmadır. Bu ancak Âdem (a.s.) ilmi kendisinde zuhûr eden insanlara vergidir. Bu ilim esma ilmidir. Yani ledünnî ilimdir ve sâlih âmelin neticesi olan verâset ilmidir. Peygamber’imiz şöyle buyurmuştur; ‘’Her kim bildiği ile amel ederse, Allah onu bilmediği şeylerin ilmine vâris kılar’’ Nasıl ki melekler de önce Âdem’e itaat etmediler. Ancak Allah Âdem’e esma ilmini ilham ettikten sonra ona secde ettiler ve hürmetle onu başlarının üstüne kaldırdılar. Güzel ahlâk da böyledir. Ancak Allah’ın verâset ilmini lütfettiği kimselerde bulunur. Bu ilim peygamberlerin ve velîlerin ilmidir. İşitmedin mi ki, bizim Peygamberimiz okuma ilmiyle değil, verâset ilmiyle bir velî idi. Ama İblis’e gelince; kimde cin, dev ve şeytanın sıfatları olan hile, yalan, hud’a ile insanları azdırma huyları zuhûr ederse bu sıfatların sahibi; ahlâk-ı hamîde (güzel ahlâk) meleklerinin itaat ettiği ikinci ilim erbabına icmâlen ve tafsilen düşman olmakta devam eder. Bu sıfatlar onu beşeri sıfatların hükmüne düşürmek sûretiyle mahvetmeye ramak kalır. Artık sen anla. Binâenaleyh Âdem hilâfetinde olan kimsenin, halk ile muamelesinde hâlin icabına göre ahlâk-ı hamîde meleklerini kullanması ve daima kötü ahlâk şeytanından kaçınması, ledünni ilim tâlibi bulunan melâikeyi (akıl ehlini) irşad edip onları bu ilimde otlatması, mülhitlerden ve münkirlerden daima kaçınması gerekir.

Allah Teâla buyurdu: ‘’Herkesin bir yönü vardır.’’ Ümmetlerden her birinin, fertlerden her ferdin, uzuvlardan her uzvun, nefis ve rûh kuvvetlerinden her birinin bir yönü, maksadı ve belirli bir kıblesi vardır. Bu kıble ve yön Allah’ın isimlerinden bir isimdir. O kişi ona yönelir. Müvellî, ismi fâildir. Yönelen manasına gelir. Görünüşte insan yönelmektedir ama hakîkatte yöneldiği maksadın cezbesi kendisini çekmektedir. Amel insanı Allah’a çeker. ’’Güzel kelime O’na çıkar ve sâlih amel O’na yükselir.’’ (Fâtır,10) artık anla. Bunu bildinse bilirsin ki insanlardan hiçbiri maksadından ve kıblesinden sapmaz. Ancak kendisini o cihete döndüren ve önce kendisine maksat olan isme, Allah’ın diğer bir ismi galip gelirse o zaman ilk maksadından döner. Allah’ın ismi onu, birinci maksadının elinden alırsa ona, ‘’Yüzünü Mescid-i Haram’a çevir.’’ (Bakara, 150) der. Bütün vecihleri döndüren isimlerle, insanların hoş görüp yöneldikleri maksatları kastediyorum. Yani bu maksatlar, onların yüzlerini mıknatıs gibi cezbe ile çeker, ona yönelirler. Bundan dolayı ‘’ilim mâluma tâbidir’’ demişlerdir. İnsan bir şeyi hoş görürse ona yönelir.

Cenâb-ı Hak, şu koskoca kâinatı sonsuz hikmetiyle en güzel şekilde sevk ve idâre etmektedir. O’nun her bir insan grubunu ayrı bir işe yöneltmesi, kullarının menfaati icabıdır. O, bazılarına vermediği şeyleri diğerlerine vermiştir. Allah Teâla, bir grup insanı muhabbetine tahsis etmiş ve onları huzuru için seçmiştir; bunlar âriflerdir. Bir grup insanı hizmetinde tutmuş ve ibâdetinde fâni etmiştir; bunlar âbid ve zâhidlerdir. Bir grup insanı, hükümlerini taşımak ve dinini yaymak için görevlendirmiştir; bunlar ilmi ile amel eden âlimlerdir. Bir grup insanı kitabının yazılması, okunması ve anlaşılmasında görevlendirmiş, onlarla Kur’ân’ı muhafaza etmiştir. Bunlar, kıraat imamları ve müfessirlerdir. ‘’Hiç şüphesiz Kurân’ı biz indirdik onu koruyacak da elbet biziz’’ (Hicr, 9) Bir grup insanı fitnenin söndürülmesi, zulüm ve sıkıntıların defedilmesi için görevlendirmiştir; bunlar hâkimler ve bu konuda onlara yardım eden kimselerdir. Bir grup insanı nizamındaki hikmeti korumak için görevlendirmiştir. Bunlar, bütün çeşit ve teferruatıyla İlâhi Hükümleri icrâ eden ve geçim sebeplerini ayakta tutan müminledir.

Yüce Mevlâ, bazılarını, hilminin tecellî etmesi ve affedici sıfatının görülmesi için hazırlamıştır; bunlar günah ve isyana dalan kimselerdir. Bazılarını da intikam ve Kahhar isminin tecellî etmesi için hazırlamıştır; bunlar da bütün gruplarıyla kâfirlerdirBu grupların her biri, İlâhi kudretin önlerine koyduğu, kazâ ve kaderin kendilerine hükmettiği işe yönelmişlerdir. Ancak son iki grubun yaptıklarını din kabul etmemektedir. Eğer hepsinin maksadı güzel olsaydı, hepsi Allah için amel eden kimseler olurdu. Onlara şöyle denir: Siz nerede olursanız olun, Allah sizi hesap için toplar. Geçmişte yapmış olduğunuz amellerin karşılığını sevap ve azap olarak görürsünüz.

‘’Herkesin yöneldiği bir yön vardır’’ (Bakara, 148) âyetinde Kur’ân insanların darmadağın olmuş bağlanma biçimlerine ve onların Bir’i bulmadaki başarısızlıklarına işaret etmektedir. Daha genel anlamda ise bu âyet (bilsin yahut bilmesin) herkesin ona ibâdet ettiği Allah’tan başka bir nesne vardır anlamına gelir. Tevhidi amele dökmenin can alıcı noktası tam anlamıyla başkalarına bağlanmaktan kurtulmak, tüm yönlerden yüz çevirmek ve yönsüz olana odaklanmaktır. Bu işin hakikati odur ki bütün yaratılmışlar Hak ile dostluk iddiasında bulundu ama O’nun divânında olmak istemeyen tek bir kişi bile yok. Herkes Hak ile dostluk iddiasında olduğundan Hak, onlara kendilerini O’nsuz olarak göstermek için onları imtihan ve belânın mihenk taşına vurur. Onlara bir şey verip bunu onların kıblesi yaptı, onlar da yüzlerini o tarafa çevirdiler. Birine zenginlik, birine mevki, birine eş, birine güzel yüz, birine kibir, birine ilim, birine zühd, birine ibâdet, birine zan ve vehim. Bunların tümünü insanlara verdi ki, bunlarla uğraşsınlar. Dolayısıyla kimse O’ndan bahsetmedi, hepsi O’nun talep yolunun dışında kaldılar. Bâyezid (k.s) şöyle dedi: ‘’O’nun kapısından geçtim, hiç kalabalık görmedim. Çünkü dünyadakiler dünya ile perdelenmişti, ahirettekiler âhiretle. Sûfilerden iddia sahibi olanlar yeme, içme ve dilenmekle perdelenmişti. Onlar arasında daha yüksek mertebedekiler de müzik dinleme ve güzel yüzlüleri seyretme ile perdelenmişti. Büyük sûfi imamlar ise bunların hiçbirisiyle perdelenmiş değildi. Tersine onları hayret ve sarhoşluk hâlinde gördüm.’’ Pir-i târikat Abdullah Ensari şöyle dedi. ‘’Pınar beni kandırmaz, çünkü ben deryayı arıyorum. Deryayı bulabilme ümidiyle yüzlerce pınar ve akarsudan geçtim. Hiç ateşte boğulan gördün mü? Ben onun gibiyim. Hiç deryada susuzluk çeken gördün mü? İşte ben öyleyim.’’

‘’Allah’ın yolu.’’ Sırât-ı müstakîm (dosdoğru yol); mizan (ölçü, denge), adâletin şahsımızda yerleşmesinden, sırat (yol) ise; ahlâk ve sıfatlarımızı arındırmaya yönelmekten ibârettir. Sırât-ı mustakîm peygamberlerin hidâyet yoludur. Bu kolay bir yol olmayıp, Peygamber’in bile sakalına ak düşürmüştür. Sırat, kulun Allah’ın tecellî ettiği isme mecbur olması ve o yolda yürümesi demektir. Kulun bu yoldan sapmaması ve o yolun sabitlenmesiyle alakalıdır. Görülüyor ki, herkes kendindeki ismin Allah’a nispet edilmesiyle hidâyete veya dalâlete koşar. Kendi ismine köle olur.

Sırât-ı mustakîm yeme içmede, giyimde, evlenmede, dînî ve dünyevî bütün işlerde adâlet ve orta yoldan ayrılmamaktır. İşte dünyadaki sırât-ı mustakîm, âhiretteki sırât-ı mustakîm gibidir. Kişinin, dünyada sırât-ı mustakîmi tanıma konusunda irşâda mazhar olması, onun âhirette de sırâtın üzerinden geçerken kurtulmasına vesile olur. Sırât-ı mustakîmi tanıma konusunda hidâyete erdirilmek, Allah’ın kuluna vermiş olduğu en büyük nimettir. Sadakallâhül Azim. 

(Niyâzî-i Mısrî Hz./İrfan Sofraları – 2)