2 Haziran 2021 Çarşamba

 ŞİKÂYET ve SABIR, ŞÜKÜR ve HAMD: 

Şikâyet; Rızâ’nın zıddı olup, halinden memnun olmamaktır. Şikâyet itirazı getirir, itiraz rahmeti götürür. Rahmet’in yokluğu da uzaklık, yani cehennemdir. Cehennem; Cehâme kelimesinden türemiş bir kelime olup, yağmurunu bırakmış bulut anlamındadır. Şikâyet; şekâvet kelimesinden gelir. Şaki şekâvet ehlidir, yani mutsuzdur. Said ise mutlu yani rızâ sahibidir. Rızâ nefsin makamlarından ‘’Râdiye’’ makamı olup, varılacak son noktadır.

Şikâyet zamana itirazdır. Hz. Peygamber şöyle der; ’’Dehr’e küfretmeyiniz, Dehr/zaman Allah’tır’’ Zaman An’dır, o da şimdidir (geçmiş hayal, gelecek meçhuldür). Zamana küfür, Allah’ın An’da ortaya çıkan ilâhi ismine küfürdür (evrene her an bir ilâhi isim hükmeder).

Lâ fâili illâllah, Lâ mevcûde illâllah, Lâ ilâhe illâllah. Yani Allah’tan başka fâil, mevcût ve ilâh yoktur. Bu anlayış ile:

Şikâyet etmek üç türlüdür. 1. Yapan, yaptıran yani fâil Allah’tır anlayışına göre bir kimseyi bir başkasına şikâyet, ‘’Allah’ı kula’’ şikâyet etmek olup, Allah’tan yüz çevirmektir.

2. Lâ mevcûde illâllah yani Allah’tan başka mevcût yoktur anlayışına göre ‘’kulu Allah’a’’ şikâyet ‘’şirk’’ yani Allah’tan başkasında bir güç ve varlık görmektir.

3. Lâ ilâhe illâllah yani Allah’tan başka ilâh yoktur inancıyla her türlü sıkıntı ve zorlukta Allah’a sığınmak, O’ndan yardım istemek ise Tevhid’dir. Bunun zâhiri şikâyet gibi olsa da bâtını şükür ve minneti gösterir. Hz. Eyüp (a.s.) ‘’Rabbim bana dert dokundu’’ dedi. (Enbiyâ-28) Şikâyet etmedi, ancak kuvvet sahibine acziyetini gösterdi. Allah da ‘’Doğrusu biz onu sabırlı bulduk, ne güzel kuldu, o’’ dedi. (Sâd-44)

Şikâyeti terk susmayı (samt) gerektirir. Bir insanın hem dili, hem de kalbi konuşuyorsa o kişi Şeytan’ın oyuncağı olmuştur. Dili susmasına rağmen kalbi konuşuyorsa yükü azalır. Eğer hem kalbi hem dili sustuysa o kişinin hakîkati açığa çıkmış demektir (susan kurtulur). Eğer kalbi sustuktan sonra dili konuşuyorsa artık ondan Hakk konuşuyor demektir. (Veled-i Kalp/Hz. Îsâ’nın zuhûru).

Bir kimse dert ve sıkıntı sırasında cehennemi yaşar. Ancak Allah kuluna dert ve sıkıntı verince, buna tahammül edeceği sabır ve gücü de beraberinde verir. Sıkıntı gidince sabır gitmez. Çünkü sabır hibe ve ödüldür, geri alınmaz. Her sıkıntı ve dertte güç ve sabır kalır, sıkıntı ve keder gider. Sonunda kul kazandığı güç ve sabır karşısında sıkıntılara karşı çok güçlü olur ve artık etkilenmez. Sabır dört kısımdır. Hakk’a lâzım gelen kulluk hususunda karşına çıkacak güçlüklere karşı sabır. Dünya zevklerine kapılmamak konusunda sabır. Dünya fazlalıklarını elde etmeye çalışmamak hususunda sabır. Belâlara ve musibetlere sabır. (Aktif sabır?)

Belâ, Allah’ın seçkin kullarına gönderdiği sıkıntılardır. Belâ, Allah’ın kırbaçlarından biridir ki, onunla kullarını kendine doğru sevk eder. Belâ Veli ve Peygamberlere gelir. Onların her belâda ahlâkı parlar. Musibet ise isabet almaktan gelir. Kişi nefsinin isteklerine uyarsa, yasak ve isabet alan bölgeye girer ve ya altından ya da üstünden isabet alır. Bu ceza yani karşılıktır.

İnsanların büyük bir çoğunluğu sıkıntı ve kederden kaçar. Mutluluk ve rızâya kolay varılmaz. Ancak Allah’ın seçkin kulları, elem ve kederlerin kişiyi Allah’a yaklaştırıcı haller olduğunu bilirler.

Yaşadığımız bütün sıkıntı ve zorluklar, vücut madenimizdeki hakîkat cevherini ortaya çıkarmak içindir. Her kim mücadele ile riyâzat potasında aslî cevherini ortaya çıkarırsa, yani insanlığını bulursa ve kendi Îman gözü ile görürse hakîkatini bulmuş demektir. Bu kişi Tanrı’sını da bulmuş demektir. Kişi ancak kendisini tamamen tanıdıktan sonra Tanrı’ya erişir. Çünkü nefsini bilen, Rabbini bilir.

Cenâb-ı Hakk, Hz. Eyüp’ün bedenindeki yaraları kaldırması için ettiği dualarla birlikte gösterdiği sabır ve dayanma gücünü yüceltti. Allah, bir kulunun başına gelen belânın kaldırılması yolundaki yakarışından ötürü onu sabırsızlıkla suçlamaz. Hz. Eyüp hakkında ‘’O kuşkusuz sabırlıdır ve iyi kuldur, araçlara/sebeplere değil Allah’a dönmüştür’’ buyurdu. Oysa kul, işlerinde sebeplere başvurur ve ona göre davranır. Herhangi bir şeyi yok etmek için çeşitli sebepler ve araçlar vardır.

Sebepleri yaratan ise tek ve eşsiz olan Allah’tır.

Kul, ‘’Hak yakarışımı kabul etmedi’’ der. Oysa gerçekte tek ve eşsiz olan Yüce Allah’a dua etmemiş, sebeplere başvurmuştur. İnsanlar sebeplere dayandıkları sürece Allah onlara azap eder. Çünkü sebepler her zaman yitip gidecek olgulardır. Ortak koşmadıkları an rahat ederler, sebeplerin yitip gitmesiyle acı duymazlar.

Toplumun kanaatine göre sabır,  şikâyetten nefsini tutuklamaktır. Oysa bize göre bu sabır ve tahammülün açıklaması olamaz. Sabrın asıl tanımı Allah’a değil, Allah’tan başkasına şikâyetten nefsini engellemektir.

Hz. Eyüp sonunda anladı ki, başına gelen sıkıntıların giderilmesi konusunda Allah’a şikâyetten kendini korumasında onun kahrına karşı bir direnç vardır. Bu direnç ise, kulun benliğine acı ve ızdırap veren belânın gitmesi için Allah’a yakarmaması, bu konuda bilgisiz olmasıdır. Oysa O’na yakışan yalvarmak ve başına gelen sıkıntının kaldırılmasını Cenâb-ı Hak’tan dilemesidir.

Buna göre sabır, nefsi Allah’tan başkasına şikâyetten alıkoymaktır. İrfan sahibi, belâyı gidermesi için sebeplere değil, mutlak kimlik sahibi olan Allah’a yakarır.

Hz. Peygamber’in bir duası şöyledir: ‘’Allah’ım! Öfkenden rızana, cezalandırmandan affına, senden sana sığınırım’’ Yoldaki ilk makam korku ve ümittir. Cezayı görmek korkuya, affı görmek ise ümide sebep olur. Korku ve ümit iki fiildir, sonuçları cennet (ümit) ve cehennemdir (ceza). Eğer ateşin kendisi yakıcı olsaydı Hz. İbrâhim’i (a.s.) yakardı. Eğer cennetin kendisi lütfedici olsaydı, Âdem’e lütufta bulunurdu. Yakıcı olan ateş değil Allah’ın azabı, lütuf olan cennet değil, Allah’ın rızâsıdır. Belâ başkasından gelseydi Allah’ın yardımına sığınılırdı. Ancak Allah’tan gelen için nasıl başkasından yardım dilenilir?

Mutluluk ve huzur; RIZÂ, SABIR ve ŞÜKÜR’dedir.

eş-Şükür ve el-Hamid Allah’ın isimlerindendir.

eş-Şükür; ‘’O’’ şükreden kullarına karşılığını verendir ve kullarından kendisini övendir. Bu ismin sıfatı ‘’şükür’’ dür.

Şükür övgüdür ve üç kısımdır:

Dil ile şükür, kulun tevâzu ile kendine verilen nimeti zikretmesidir.

Beden ile şükür, namaz ve ibâdettir. (Sağlığın şükrü)

Kalp ile şükür, Nimeti değil, nimeti vereni görmektir.

Şükür nimeti arttırır. ‘’Eğer şükrederseniz muhakkak size nimetimi arttırırım’’ (İbrâhim-7)

 Şükür üç derecedir:

Avam’ın şükrü, Nefsine hoş gelen şeylere şükretmektir. Örn. Evlat, mal, mülk, mevki.

Havas’ın (seçkinlerin) şükrü, Sevdiği ve sevmediği şeyleri bir tutarak, Hak’tan ne gelirse ona râzı olmaktır. Ama bu her kişinin kârı değildir (er kişinin kârıdır/Merdiye makamı).

Havas’ül Havas’ın (seçkinlerin seçkininin) şükrü, Nimeti veren Allah Zü’l Celâl’de (Celâl sahibi Allah’da) o kadar fâni (yok) olmak ki, nimeti görmeye dahi vakti olmamaktır. Şükrün asıl mânâsı da budur. Teşekkür de şükür kelimesinden gelir.

 el-Hamîd ise; kendinde, kendi zâtını övendir. Bu ismin sıfatı da ‘’hamd’’ dır.

Hamd; Allah’tan gelen her şeye memnun olma hâlidir. Hamd, bizim nefsimizle başarabileceğimiz bir hâl değildir. İnsanın acı ve sıkıntıyı gönlü ile hoş görmesi, hatta bunu sıkıntı ve acı olarak hissetmemesi, ancak Allah’ın o insanda tecellî etmesiyle mümkündür. Hamd, şükrün daha da üstünde bir makam olup acı, sıkıntı, belâ ne olursa,  Allah’tan her gelenden memnun olma hâlidir.

Şükür nefse, hamd Allah’a aittir. Çünkü ‘’Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur’’ (Fâtiha-2) ‘’Hiçbir canlı yoktur ki, O’nu hamd ile tesbih etmesin’’ (İsrâ-44)

Hamd, baştan savılan belâlar için, şükür de yapılan ilâhi ihsanlar için olur.

Şükür: Elde edilmiş olana yapılan övgüdür.

Hamd: Henüz elde edilmemiş, ancak Allah’ın daha önce verdikleri gibi yine vereceğine inanılarak yapılan övgüdür.

İmam Gazâli Hz. ‘’Kula yakışan nimetlere şükür, sıkıntı ve zorluklara sabretmektir’’ demiştir. Anlaşılacağı gibi Hamd Peygamber’e aittir (Muhammed/Mahmud/hamd eden). Çünkü hamd bayrağı/Livaü’l Hamd ona verilmiştir. Hamd’in hakîkatini de sadece Peygamber yapabilir. Kulların yaptığı hamd dildedir. Ancak ‘’Dildeki davaya, elde hüccet (delil) gerek’’ denilir.

Kalben taşımadığın hâlin iddiasında bulunursan, Allah kuluna henüz o makamda bulunmadığını göstermek için onu bu iddiası ile sınar. (Okullarda yapılan sınav gibi)

Hamd sıkıntının son üçte birlik bölümünde yapılabilir. Baştan yapılamaz, çünkü kul sıkıntının sonuna kadar râzı olup olamayacağını bilemez. Üç bölüm ise beden, nefs ve rûhtur.

İnsan bedeninin rûhunun taşıyıcısı olduğunu anlar, nefsini rûhuna tabî kılar yani tekâmül ettirirse o sadece rûhtan ibâret olur ki, son üçte birlik bölüm budur. O zaman Allah, kendini kendinde hamd eder.  Ken’an Rıfâî, İbn’ül Arabî, Kuşeyrî, Abdülkerim Cîlî Hz. nin eserleri kaynak alınmıştır.

(Kulun olaylar ve yaşadıkları karşısında kalbinde oluşan duygu ve verdiği fiili tepki, tamamen o olaylara hangi makamdan baktığı ile ilgilidir.  Örn: Yolda gördükleri bir leşe Hz. Peygamber ne güzel dişleri var derken, yanındaki kişi çok pis kokuyor demiştir. Yine Şeriât, Tarîkat, Hakîkat ve Mârifet tanımında dört ayrı kişiye tokat atan bir adamın dört farklı karşılık alması bunun örneğidir. İşte bu farklı karşılıklar, farklı makamların da varlığını ortaya koyar.)

Hz. Ali (r.a.); şöyle demiştir.

’EL FARK-I BİLÂ CEM MÜŞRİKÛN’’ /Cem’siz fark Şirk’tir.

’EL CEM-İ BİLÂ FARK ZINDIKÛN’’ /Fark’ın yok olduğu Cem meczupluktur (zındıklık).

’EL CEM Ü VEL FARK TEVHİDÛN’’ /Cem ve Fark’ın birleşmesi Tevhid’dir.

FARK/FURKAN; kelimesi ayrılık, kulluğu müşâhede etmek, HALK’ı görmek, iyiyi kötüden ayırmak, Şerri kurallar/Şeriat gibi anlamlar taşır. FARK’ı daha iyi anlayabilmek için önce CEM’in ne olduğunu anlamak gerekir.

CEM; toplanmak anlamında olup, Allah ve KUL’un BİR olduğu, farklılıkların/zıtlıkların ortadan kalktığı makamdır. Burada KUL bütün sıfatlarından kurtulmuş, Allah’ın ahlâkı ile ahlaklanmıştır. Cem; Enfüs ile Afak’ın (iç ve dışın) birleşme yeridir. Daha açık bir ifade ile saatin 12 halidir. Bu makamda akrep ve yelkovan, kul ve Hakk birdir. Gölge kaybolmuştur. Gölgenin kaybolmasıyla abes hiçbir şey kalmaz. Bu mertebede kişi yürüyen ölüdür (Fâni). Bu mertebede kalan Meczup’tur.

ŞİRK; Allah’a ortak koşmak, Allah’tan başkasında güç ve kudret görmektir.

ZINDIK ise; Devamlı CEM mertebesinde kalmaktır. CEM’de kul yaşayan ölü olduğundan ölülerin fitre, zekât, namaz gibi zorunlulukları ortadan kalkar (Güneş tam tepedeyken yani saat 12’de namaz kılınmaz). Bu Hallac-ı Mansur’un ‘’Enel Hakk’’ dediği mertebedir. Hakk olduğunu söyleyeni de, şirk koşuyor diyerek yok ederler. Bu nedenle FARK’a inmek zorunludur. (Lütfi Filiz Hz.)

’Ey ‘Îman edenler, eğer TAKVÂ üzere olursanız Allah size bir FURKAN verir’’ (Enfâl, 29)

Takvâ sahibi, sadece Takvâ’sı ile Furkan’a ulaşır. Çünkü FARK etmeseydi Takvâ gerçekleşmiş olmazdı. Furkan’dan dâlalet ve hidâyet öğrenilir. Furkan, kapalı ve mühim işlerde Hak (Varlık) ile Bâtılı (Yokluk) ayırt etmeye yarayan bilgidir.

Zâtullah Kur’ân, sıfatullah Furkan’dır. Allah’ın en güzel isimleri, bütün tafsilat ve türleriyle birlikte tecellî eder ki, Fark/Furkan budur. Örn. Mümin ismi Muntakim isminden, Rızâ sıfatı gazap sıfatından farklıdır. Allah ismi Rahman isminden, Rahman ismi Rab isminden, Rab ismi de Melik isminden eftâldir (üstün). (Abdülkerim Cili Hz. İnsan-ı Kâmil)

‘’Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna (Muhammed’e) bu FURKAN’ı indiren.......’’ (Furkan, 1)

Furkan’ın indirilmesi; furkanî aklın kendine mahsus, bütün âlemler içinde kâmil ve başka hiç kimsede benzeri bulunmayan istidadıyla tek kıldığı kuluna izhâr etmesi anlamındadır. Dolayısıyla onun furkanî aklı, külli akıl olarak isimlendirilen kuşatıcı akıldır. Bu da ancak yüce Allah’ın bütün sıfatlarıyla Muhammedi mazharda zuhûr etmesi ve onun da farklı istidatlarıyla birlikte bütün mahlûkata yansıması ile gerçekleşir. (İbn’ül Arabî hz. Tefsir-i Kebîr Te’vilât)

Fark âlemleri, Fark-ı Evvel ve Fark-ı Sâni (Cemden önce fark ve cemden sonra fark) diye iki kısımdır.

Fark-ı Evvel’de akıl, dünya işleriyle meşgul ve dünya ile doludur. Bu aynı içi su dolu testinin durumu gibidir. Testideki su boşalmadıkça, sudan daha lâtif olan hava içeriye dolmaz. Lâ’dan İllâ’ya (yokluktan varlığa) geçilmez. Fark-ı Evvel, kişinin bir mürşide bağlanmadan önceki halidir.’’ El Fark-ı Bilâ Cem’’  (Cem’den önceki, Cem’siz fark) yani Şeriat mertebesidir. Bu mertebedekiler Hakk’ı göremediklerinden şirkten kurtulamazlar. İnsan dünya yaşantısında sadece ilimle kalır ve tahkike (hakîkate) geçemezse, Fark-ı Evvel’de kalmış olur. İşte ‘’cehennemin kapısını bilginler açacak’’ denilen durum budur. Bu mertebedekiler benlikten kurtulamamıştır.

Fark-ı Sâni, Cem mertebesine gelindikten sonraki âlemdir. Lâ’dan İllâ’ya geçiştir. Cem hâliyle kaybolmuş olan gölge, tekrar uzayacak ve kişi tekrar dünya yaşamına dönecektir, ama bu dönüşündeki gölge, onun kişisel benliğine değil, ilâhi benliğe ait bir gölge olacaktır. Kusur görmek, Fark-ı Evvel’de olanlara aittir. Fark-ı Sâni’de olanlar, herkesi Hakk gördükleri için kimsede kusur aramaz ve bulmazlar. Yaşantıları cennet yaşantısıdır. Her taraf sevgi kaynar, her taraf nûr görünür. Her şey kendisidir ve kendisinden gayrı yoktur. Bu âleme intikâl eden kişiden, onun esmasına göre konuşan kendisi değil, onda görünen, onda tecellî edendir. Bu Bekâ’dır(Nefsinden fâni, Hakk ile Bâki olmak).

Tevhid, ‘’El Cem ü Vel Fark Tevhidûn’’ (Cem ve Fark’ın birleşmesi) noktasıdır. Tevhid’in içinde her şey vardır. Önemli olan iyisini ayıklayabilmektir.

 ‘’Ölmeden önce ölmek’’ Fark-ı Evvel’dekiler içindir. Fark-ı Sâni’de olanlar zaten ölü/fâni’dirler.  Onlarda sadece Hakk kalmıştır. Fark-ı Evvel ve Cem mertebelerini aşmadan Fark-ı Sâni’ye geçiş yoktur. Fark-ı Evvel’de  Allah ve kul ayrıdır. Fark-ı Sâni’de sadece Hakk vardır. Çünkü kul tüm fiil ve sıfatlarını Hakk’a vermiş, Hakk’la Hakk olmuştur.

Aslen mânevi bir varlık olan insanın, gelişim esnasında geçirdiği aşamalara mertebe  adı verilir. Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ birer gelişim mertebesidir.

İnsan bir şeyden korkacaksa, mertebelerin hakkını vermemekten korkmalıdır. Kumanda eden de, edilen de Can’dır, ama arada mertebe farkı vardır.

İnsanın başına ne gelirse bu Fark’ı Fark edememekten gelir. Allah, her mertebede hazır ve nâzırdır, ama mertebe değişince ismi de değişir. Şeytan Allah’tan gayrı mıdır? Değildir, ama Şeytana’ da Allah’tır denemez. Çünkü gayrı olmamasına rağmen, o mertebede adı Şeytan olmuştur.

Tasavvufi eğitimin amacı mertebeleri öğretmektir. Mertebeleri bilenler, herkese derecesine göre muamele ederler.  Çünkü kuyumcuya verilecek inci, semerciye verilirse, boncuk niyetine semere takılı verir. (Biz kimiz ve niçin buradayız?)

Taş vardır üstüne basıp geçilir, taş vardır yakılıp badana yapmakta kullanılır, taş vardır yüzük, kolye, hatta taç yapılıp elde, boyunda ya da baş üzerinde taşınır. Dane içinden sap ve saman ayrılır, dane insan, saman hayvan yiyeceği olur.

Nasıl ki pirincin içindeki taşlar ayıklanırsa, insanlar arasında da insan sûretinde yaratılmış hayvanların (insanlığını bulamamış) olduğunu düşünmek gerekir.

Kul ve Allah ilişkisi de böyledir. Kul da Allah’tandır ama buza su veya suya buhar denilemezse, Allah da Allah’lığını kimseye vermeyeceği için kula ‘’kul’’, Allah’a  ‘’Allah’’ demek gerekir. Kul da Allah’dan olmuştur ama kul kesif, Allah ise lâtif’tir. Asıl ile gölge aslen aynı olmasına rağmen, ikisi birbirine karıştırılmamalıdır (asıl ile fotokopi).

Bir insan iç âleminde her şeyi yapabilir ve buna kimse karışamaz. Lâkin dış âlemde her şeyi yerli yerince yapmazsa problem çıkar.

İnsanın, ‘’hepsi sensin’’ demesi kolaydır, ama bu söz mertebeler bilinmeden ve yaşanmadan söylenmemelidir.

Aksi halde insanın her şeyi birbirine karıştırıp Şeytan’a hak demesi mümkündür. İkisinin arasında ayırım yapabilmek için irfâniyet gerekir ki, buna da marifet diyoruz. (Lütfi Filiz Hz. Noktanın sonsuzluğu-3)

Yolun amacı farkın üstesinden gelmek ve Cem’e ermektir. Fark telvin (hâlden hâle geçme) ehlinin, Cem ise temkin (makam) ehlinin sıfatıdır. Kişinin Cem hali tam ise fark ona zarar vermez. (Wıllıam C. Chıttıck)  Sadakallâhül Azîm.