ŞİKÂYET ve SABIR, ŞÜKÜR ve HAMD:
Şikâyet;
Rızâ’nın zıddı olup, halinden memnun olmamaktır. Şikâyet itirazı getirir,
itiraz rahmeti götürür. Rahmet’in yokluğu da uzaklık, yani cehennemdir.
Cehennem; Cehâme kelimesinden türemiş bir kelime olup, yağmurunu bırakmış bulut
anlamındadır. Şikâyet; şekâvet kelimesinden gelir. Şaki şekâvet ehlidir, yani
mutsuzdur. Said ise mutlu yani rızâ sahibidir. Rızâ nefsin makamlarından ‘’Râdiye’’ makamı olup, varılacak son
noktadır.
Şikâyet
zamana itirazdır. Hz. Peygamber şöyle der; ’’Dehr’e
küfretmeyiniz, Dehr/zaman Allah’tır’’ Zaman An’dır, o da şimdidir (geçmiş
hayal, gelecek meçhuldür). Zamana küfür, Allah’ın An’da ortaya çıkan ilâhi
ismine küfürdür (evrene her an bir ilâhi isim hükmeder).
Lâ fâili illâllah, Lâ mevcûde
illâllah, Lâ ilâhe illâllah. Yani Allah’tan başka fâil, mevcût ve ilâh yoktur. Bu
anlayış ile:
Şikâyet
etmek üç türlüdür. 1. Yapan, yaptıran yani fâil Allah’tır anlayışına
göre bir kimseyi bir başkasına şikâyet, ‘’Allah’ı
kula’’ şikâyet etmek olup, Allah’tan yüz çevirmektir.
2. Lâ mevcûde illâllah yani Allah’tan başka mevcût
yoktur anlayışına göre ‘’kulu Allah’a’’
şikâyet ‘’şirk’’ yani Allah’tan
başkasında bir güç ve varlık görmektir.
3. Lâ ilâhe illâllah yani Allah’tan başka ilâh yoktur
inancıyla her türlü sıkıntı ve zorlukta Allah’a sığınmak, O’ndan yardım istemek
ise Tevhid’dir. Bunun zâhiri şikâyet gibi olsa da bâtını şükür ve minneti gösterir. Hz. Eyüp (a.s.) ‘’Rabbim bana dert dokundu’’ dedi.
(Enbiyâ-28) Şikâyet etmedi, ancak kuvvet sahibine acziyetini gösterdi. Allah da
‘’Doğrusu biz onu sabırlı bulduk, ne
güzel kuldu, o’’ dedi. (Sâd-44)
Şikâyeti
terk susmayı (samt) gerektirir. Bir insanın hem dili, hem de kalbi konuşuyorsa
o kişi Şeytan’ın oyuncağı olmuştur. Dili susmasına rağmen kalbi konuşuyorsa
yükü azalır. Eğer hem kalbi hem dili sustuysa o kişinin hakîkati açığa çıkmış
demektir (susan kurtulur). Eğer kalbi sustuktan sonra dili konuşuyorsa artık
ondan Hakk konuşuyor demektir. (Veled-i Kalp/Hz. Îsâ’nın zuhûru).
Bir kimse
dert ve sıkıntı sırasında cehennemi yaşar. Ancak Allah kuluna dert ve sıkıntı
verince, buna tahammül edeceği sabır ve gücü de beraberinde verir. Sıkıntı
gidince sabır gitmez. Çünkü sabır hibe ve ödüldür, geri alınmaz. Her
sıkıntı ve dertte güç ve sabır kalır, sıkıntı ve keder gider. Sonunda kul
kazandığı güç ve sabır karşısında sıkıntılara karşı çok güçlü olur ve artık
etkilenmez. Sabır dört kısımdır. Hakk’a lâzım gelen kulluk hususunda
karşına çıkacak güçlüklere karşı sabır. Dünya zevklerine kapılmamak konusunda
sabır. Dünya fazlalıklarını elde etmeye çalışmamak hususunda sabır. Belâlara ve
musibetlere sabır. (Aktif sabır?)
Belâ,
Allah’ın seçkin kullarına gönderdiği sıkıntılardır. Belâ, Allah’ın
kırbaçlarından biridir ki, onunla kullarını kendine doğru sevk eder. Belâ Veli
ve Peygamberlere gelir. Onların her belâda ahlâkı parlar. Musibet ise isabet
almaktan gelir. Kişi nefsinin isteklerine uyarsa, yasak ve isabet alan bölgeye
girer ve ya altından ya da üstünden isabet alır. Bu ceza yani karşılıktır.
İnsanların
büyük bir çoğunluğu sıkıntı ve kederden kaçar. Mutluluk ve rızâya kolay
varılmaz. Ancak Allah’ın seçkin kulları, elem ve kederlerin kişiyi Allah’a
yaklaştırıcı haller olduğunu bilirler.
Yaşadığımız
bütün sıkıntı ve zorluklar, vücut madenimizdeki hakîkat cevherini ortaya
çıkarmak içindir. Her kim mücadele ile riyâzat potasında aslî cevherini ortaya
çıkarırsa, yani insanlığını bulursa ve kendi Îman gözü ile görürse hakîkatini bulmuş
demektir. Bu kişi Tanrı’sını da bulmuş demektir. Kişi ancak kendisini tamamen
tanıdıktan sonra Tanrı’ya erişir. Çünkü nefsini bilen, Rabbini bilir.
Cenâb-ı Hakk,
Hz. Eyüp’ün bedenindeki yaraları kaldırması için ettiği dualarla birlikte
gösterdiği sabır ve dayanma gücünü yüceltti. Allah, bir kulunun başına
gelen belânın kaldırılması yolundaki yakarışından ötürü onu sabırsızlıkla
suçlamaz. Hz. Eyüp hakkında ‘’O kuşkusuz
sabırlıdır ve iyi kuldur, araçlara/sebeplere değil Allah’a dönmüştür’’ buyurdu.
Oysa kul, işlerinde sebeplere başvurur ve ona göre davranır. Herhangi bir şeyi
yok etmek için çeşitli sebepler ve araçlar vardır.
Sebepleri yaratan ise tek ve eşsiz
olan Allah’tır.
Kul, ‘’Hak
yakarışımı kabul etmedi’’ der. Oysa gerçekte tek ve eşsiz olan Yüce Allah’a dua
etmemiş, sebeplere başvurmuştur. İnsanlar sebeplere dayandıkları sürece Allah
onlara azap eder. Çünkü sebepler her zaman yitip gidecek olgulardır. Ortak
koşmadıkları an rahat ederler, sebeplerin yitip gitmesiyle acı duymazlar.
Toplumun kanaatine göre sabır, şikâyetten nefsini tutuklamaktır. Oysa bize
göre bu sabır ve tahammülün açıklaması olamaz. Sabrın asıl tanımı Allah’a
değil, Allah’tan başkasına şikâyetten nefsini engellemektir.
Hz. Eyüp
sonunda anladı ki, başına gelen sıkıntıların giderilmesi konusunda Allah’a
şikâyetten kendini korumasında onun kahrına karşı bir direnç vardır. Bu direnç
ise, kulun benliğine acı ve ızdırap veren belânın gitmesi için Allah’a
yakarmaması, bu konuda bilgisiz olmasıdır. Oysa O’na yakışan yalvarmak ve
başına gelen sıkıntının kaldırılmasını Cenâb-ı Hak’tan dilemesidir.
Buna göre sabır, nefsi Allah’tan başkasına
şikâyetten alıkoymaktır. İrfan sahibi, belâyı gidermesi için sebeplere değil,
mutlak kimlik sahibi olan Allah’a yakarır.
Hz.
Peygamber’in bir duası şöyledir: ‘’Allah’ım!
Öfkenden rızana, cezalandırmandan affına, senden sana sığınırım’’ Yoldaki
ilk makam korku ve ümittir. Cezayı görmek korkuya, affı görmek ise ümide sebep
olur. Korku ve ümit iki fiildir, sonuçları cennet (ümit) ve cehennemdir (ceza).
Eğer ateşin kendisi yakıcı olsaydı Hz. İbrâhim’i (a.s.) yakardı. Eğer cennetin
kendisi lütfedici olsaydı, Âdem’e lütufta bulunurdu. Yakıcı olan ateş değil
Allah’ın azabı, lütuf olan cennet değil, Allah’ın rızâsıdır. Belâ başkasından
gelseydi Allah’ın yardımına sığınılırdı. Ancak Allah’tan gelen için nasıl
başkasından yardım dilenilir?
Mutluluk ve
huzur; RIZÂ, SABIR ve ŞÜKÜR’dedir.
eş-Şükür ve el-Hamid Allah’ın
isimlerindendir.
eş-Şükür; ‘’O’’ şükreden kullarına
karşılığını verendir ve kullarından kendisini övendir. Bu ismin sıfatı
‘’şükür’’ dür.
Şükür
övgüdür ve üç kısımdır:
Dil ile şükür, kulun tevâzu ile kendine verilen nimeti
zikretmesidir.
Beden ile şükür, namaz ve ibâdettir. (Sağlığın şükrü)
Kalp ile şükür, Nimeti değil, nimeti vereni görmektir.
Şükür nimeti arttırır. ‘’Eğer şükrederseniz muhakkak size nimetimi
arttırırım’’ (İbrâhim-7)
Avam’ın şükrü, Nefsine hoş gelen şeylere şükretmektir. Örn. Evlat,
mal, mülk, mevki.
Havas’ın (seçkinlerin)
şükrü, Sevdiği ve sevmediği şeyleri
bir tutarak, Hak’tan ne gelirse ona râzı olmaktır. Ama bu her kişinin kârı
değildir (er kişinin kârıdır/Merdiye
makamı).
Havas’ül Havas’ın
(seçkinlerin seçkininin) şükrü,
Nimeti veren Allah Zü’l Celâl’de (Celâl sahibi Allah’da) o kadar fâni (yok)
olmak ki, nimeti görmeye dahi vakti olmamaktır. Şükrün asıl mânâsı da budur. Teşekkür de şükür kelimesinden
gelir.
Hamd;
Allah’tan gelen her şeye memnun olma hâlidir. Hamd, bizim nefsimizle
başarabileceğimiz bir hâl değildir. İnsanın acı ve sıkıntıyı gönlü ile hoş
görmesi, hatta bunu sıkıntı ve acı olarak hissetmemesi, ancak Allah’ın o
insanda tecellî etmesiyle mümkündür. Hamd, şükrün daha da üstünde bir makam
olup acı, sıkıntı, belâ ne olursa,
Allah’tan her gelenden memnun olma hâlidir.
Şükür nefse, hamd Allah’a aittir. Çünkü ‘’Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur’’ (Fâtiha-2) ‘’Hiçbir canlı yoktur ki, O’nu hamd ile
tesbih etmesin’’ (İsrâ-44)
Hamd, baştan savılan belâlar için, şükür de yapılan
ilâhi ihsanlar için olur.
Şükür: Elde
edilmiş olana yapılan övgüdür.
Hamd: Henüz
elde edilmemiş, ancak Allah’ın daha önce verdikleri gibi yine vereceğine
inanılarak yapılan övgüdür.
İmam Gazâli Hz. ‘’Kula yakışan nimetlere şükür, sıkıntı ve zorluklara sabretmektir’’ demiştir. Anlaşılacağı gibi Hamd Peygamber’e aittir (Muhammed/Mahmud/hamd eden). Çünkü hamd bayrağı/Livaü’l Hamd ona verilmiştir. Hamd’in hakîkatini de sadece Peygamber yapabilir. Kulların yaptığı hamd dildedir. Ancak ‘’Dildeki davaya, elde hüccet (delil) gerek’’ denilir.
Kalben taşımadığın hâlin iddiasında
bulunursan, Allah kuluna henüz o makamda bulunmadığını göstermek için onu bu
iddiası ile sınar.
(Okullarda yapılan sınav gibi)
Hamd sıkıntının son üçte birlik bölümünde yapılabilir. Baştan yapılamaz, çünkü kul sıkıntının sonuna kadar
râzı olup olamayacağını bilemez. Üç bölüm ise beden, nefs ve rûhtur.
İnsan bedeninin rûhunun taşıyıcısı olduğunu anlar,
nefsini rûhuna tabî kılar yani tekâmül ettirirse o sadece rûhtan ibâret olur
ki, son üçte birlik bölüm budur. O zaman Allah, kendini kendinde hamd eder.
Ken’an Rıfâî, İbn’ül Arabî, Kuşeyrî, Abdülkerim Cîlî Hz. nin eserleri
kaynak alınmıştır.
(Kulun olaylar ve
yaşadıkları karşısında kalbinde oluşan duygu ve verdiği fiili tepki, tamamen o olaylara
hangi makamdan baktığı ile ilgilidir. Örn:
Yolda gördükleri bir leşe Hz. Peygamber ne güzel dişleri var derken, yanındaki
kişi çok pis kokuyor demiştir. Yine Şeriât, Tarîkat, Hakîkat ve Mârifet
tanımında dört ayrı kişiye tokat atan bir adamın dört farklı karşılık
alması bunun örneğidir. İşte bu farklı karşılıklar, farklı makamların da
varlığını ortaya koyar.)
Hz. Ali (r.a.); şöyle
demiştir.
‘’EL FARK-I BİLÂ
CEM MÜŞRİKÛN’’ /Cem’siz fark Şirk’tir.
‘’EL CEM-İ BİLÂ
FARK ZINDIKÛN’’ /Fark’ın yok olduğu Cem meczupluktur (zındıklık).
‘’EL CEM Ü VEL FARK
TEVHİDÛN’’ /Cem ve Fark’ın birleşmesi Tevhid’dir.
FARK/FURKAN; kelimesi ayrılık,
kulluğu müşâhede etmek, HALK’ı görmek, iyiyi kötüden ayırmak, Şerri kurallar/Şeriat
gibi anlamlar taşır. FARK’ı daha iyi anlayabilmek için önce CEM’in ne olduğunu
anlamak gerekir.
CEM; toplanmak anlamında olup, Allah ve KUL’un BİR
olduğu, farklılıkların/zıtlıkların ortadan kalktığı makamdır. Burada KUL
bütün sıfatlarından kurtulmuş, Allah’ın ahlâkı ile ahlaklanmıştır. Cem; Enfüs
ile Afak’ın (iç ve dışın) birleşme yeridir. Daha açık bir ifade ile saatin 12
halidir. Bu makamda akrep ve yelkovan, kul ve Hakk birdir. Gölge kaybolmuştur.
Gölgenin kaybolmasıyla abes hiçbir şey kalmaz. Bu mertebede kişi yürüyen ölüdür
(Fâni). Bu mertebede kalan Meczup’tur.
ŞİRK; Allah’a ortak koşmak, Allah’tan başkasında güç ve
kudret görmektir.
ZINDIK ise; Devamlı CEM mertebesinde
kalmaktır. CEM’de kul yaşayan ölü olduğundan ölülerin fitre, zekât, namaz gibi zorunlulukları
ortadan kalkar (Güneş tam tepedeyken yani saat 12’de namaz kılınmaz). Bu
Hallac-ı Mansur’un ‘’Enel Hakk’’ dediği mertebedir. Hakk olduğunu söyleyeni de,
şirk koşuyor diyerek yok ederler. Bu nedenle FARK’a inmek zorunludur. (Lütfi
Filiz Hz.)
‘’Ey ‘Îman edenler, eğer TAKVÂ üzere olursanız Allah size bir FURKAN
verir’’ (Enfâl, 29)
Takvâ sahibi, sadece
Takvâ’sı ile Furkan’a ulaşır. Çünkü FARK etmeseydi Takvâ gerçekleşmiş olmazdı.
Furkan’dan dâlalet ve hidâyet öğrenilir. Furkan, kapalı ve mühim işlerde Hak (Varlık)
ile Bâtılı (Yokluk) ayırt etmeye yarayan bilgidir.
Zâtullah Kur’ân,
sıfatullah Furkan’dır. Allah’ın en güzel isimleri, bütün tafsilat ve türleriyle
birlikte tecellî eder ki, Fark/Furkan budur. Örn. Mümin ismi Muntakim isminden,
Rızâ sıfatı gazap sıfatından farklıdır. Allah ismi Rahman isminden, Rahman ismi
Rab isminden, Rab ismi de Melik isminden eftâldir (üstün). (Abdülkerim Cili Hz.
İnsan-ı Kâmil)
‘’Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna (Muhammed’e) bu FURKAN’ı indiren.......’’
(Furkan, 1)
Furkan’ın indirilmesi;
furkanî aklın kendine mahsus, bütün âlemler içinde kâmil ve başka hiç kimsede
benzeri bulunmayan istidadıyla tek kıldığı kuluna izhâr etmesi anlamındadır.
Dolayısıyla onun furkanî aklı, külli akıl olarak isimlendirilen kuşatıcı
akıldır. Bu da ancak yüce Allah’ın bütün sıfatlarıyla Muhammedi mazharda zuhûr
etmesi ve onun da farklı istidatlarıyla birlikte bütün mahlûkata yansıması ile
gerçekleşir. (İbn’ül Arabî hz. Tefsir-i Kebîr Te’vilât)
Fark âlemleri, Fark-ı
Evvel ve Fark-ı Sâni (Cemden önce fark ve cemden sonra
fark) diye iki kısımdır.
Fark-ı Evvel’de akıl, dünya işleriyle
meşgul ve dünya ile doludur. Bu aynı içi su dolu testinin durumu gibidir.
Testideki su boşalmadıkça, sudan daha lâtif olan hava içeriye dolmaz. Lâ’dan
İllâ’ya (yokluktan varlığa) geçilmez. Fark-ı Evvel, kişinin bir mürşide
bağlanmadan önceki halidir.’’ El Fark-ı Bilâ Cem’’ (Cem’den önceki,
Cem’siz fark) yani Şeriat mertebesidir. Bu mertebedekiler Hakk’ı
göremediklerinden şirkten kurtulamazlar. İnsan dünya yaşantısında sadece ilimle
kalır ve tahkike (hakîkate) geçemezse, Fark-ı Evvel’de kalmış olur. İşte ‘’cehennemin kapısını bilginler açacak’’
denilen durum budur. Bu mertebedekiler benlikten kurtulamamıştır.
Fark-ı Sâni, Cem mertebesine
gelindikten sonraki âlemdir. Lâ’dan İllâ’ya geçiştir. Cem hâliyle kaybolmuş
olan gölge, tekrar uzayacak ve kişi tekrar dünya yaşamına dönecektir, ama bu
dönüşündeki gölge, onun kişisel benliğine değil, ilâhi benliğe ait bir gölge
olacaktır. Kusur görmek, Fark-ı Evvel’de olanlara aittir. Fark-ı Sâni’de
olanlar, herkesi Hakk gördükleri için kimsede kusur aramaz ve bulmazlar.
Yaşantıları cennet yaşantısıdır. Her taraf sevgi kaynar, her taraf nûr
görünür. Her şey kendisidir ve kendisinden gayrı yoktur. Bu âleme intikâl eden
kişiden, onun esmasına göre konuşan kendisi değil, onda görünen, onda tecellî
edendir. Bu Bekâ’dır(Nefsinden fâni, Hakk ile Bâki olmak).
Tevhid, ‘’El Cem ü Vel Fark Tevhidûn’’
(Cem ve Fark’ın birleşmesi) noktasıdır. Tevhid’in içinde her şey vardır. Önemli
olan iyisini ayıklayabilmektir.
Aslen mânevi bir
varlık olan insanın, gelişim esnasında geçirdiği aşamalara mertebe adı verilir. Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ,
Îsâ birer gelişim mertebesidir.
İnsan bir şeyden
korkacaksa, mertebelerin hakkını vermemekten korkmalıdır. Kumanda eden de,
edilen de Can’dır, ama arada mertebe farkı vardır.
İnsanın
başına ne gelirse bu Fark’ı Fark edememekten gelir. Allah,
her mertebede hazır ve nâzırdır, ama mertebe değişince ismi de değişir. Şeytan Allah’tan gayrı mıdır? Değildir, ama
Şeytana’ da Allah’tır denemez. Çünkü gayrı olmamasına rağmen, o mertebede adı Şeytan
olmuştur.
Tasavvufi eğitimin amacı
mertebeleri öğretmektir. Mertebeleri bilenler, herkese derecesine göre
muamele ederler. Çünkü kuyumcuya verilecek inci, semerciye verilirse,
boncuk niyetine semere takılı verir. (Biz kimiz ve niçin buradayız?)
Taş vardır üstüne
basıp geçilir, taş vardır yakılıp badana yapmakta kullanılır, taş vardır yüzük,
kolye, hatta taç yapılıp elde, boyunda ya da baş üzerinde taşınır. Dane
içinden sap ve saman ayrılır, dane insan, saman hayvan yiyeceği olur.
Nasıl ki pirincin
içindeki taşlar ayıklanırsa, insanlar arasında da insan sûretinde yaratılmış
hayvanların (insanlığını bulamamış) olduğunu düşünmek gerekir.
Kul ve Allah ilişkisi
de böyledir. Kul da Allah’tandır ama buza su veya suya buhar denilemezse, Allah
da Allah’lığını kimseye vermeyeceği için kula ‘’kul’’, Allah’a
‘’Allah’’ demek gerekir. Kul da Allah’dan olmuştur ama kul kesif, Allah
ise lâtif’tir. Asıl ile gölge aslen aynı olmasına rağmen,
ikisi birbirine karıştırılmamalıdır (asıl ile fotokopi).
Bir insan iç âleminde
her şeyi yapabilir ve buna kimse karışamaz. Lâkin dış âlemde her şeyi yerli
yerince yapmazsa problem çıkar.
İnsanın, ‘’hepsi sensin’’ demesi kolaydır, ama
bu söz mertebeler bilinmeden ve yaşanmadan söylenmemelidir.
Aksi halde insanın her
şeyi birbirine karıştırıp Şeytan’a hak demesi mümkündür. İkisinin arasında
ayırım yapabilmek için irfâniyet gerekir ki, buna da marifet
diyoruz. (Lütfi Filiz Hz. Noktanın sonsuzluğu-3)
Yolun amacı farkın
üstesinden gelmek ve Cem’e ermektir. Fark telvin (hâlden hâle geçme) ehlinin,
Cem ise temkin (makam) ehlinin sıfatıdır. Kişinin Cem hali tam ise fark ona
zarar vermez. (Wıllıam C. Chıttıck) Sadakallâhül
Azîm.