24 Mart 2021 Çarşamba

 LEYL SÛRESİ:

(Kısaca özetlersek, sûre dikkatle incelendiğinde tamamen kalbi anlattığı anlaşılacaktır. Kalp Allah’ın tecellî ettiği yerdir. Ancak kalp berzah olması nedeniyle hem rûhaniyeti, hem de nefsaniyeti içinde barındırır. Sûrede rûhaniyet gündüz, nefsaniyet ise Leyl/gece olarak ele alınmıştır. Kalp, nefsaniyetin yıkıcı sıfatlarından temizlendiğinde perdeler kalkar ve Allah’ın nûru ile aydınlanır. Kalbe nefsaniyet hâkim olduğunda ise kararır, vücuda gaflet hâkim olur. Bu anlamda kalbin temizlenmesi çok önemlidir. Bunun için de fazlalıklardan kurtulunmalıdır. Bu fazlalıklar zâhir olarak bakıldığında fazla malın ihtiyaç sahiplerine dağıtılması, böylece de dünya hırslarının ortadan kalkması, bâtınî açıdan bakıldığında ise nefsin istenmeyen huylarının dönüştürülerek dünya hırslarından arındırılmasıdır. O zaman da erkek ve dişinin birlikteliğinden nasıl bir çocuk dünyaya gelirse, rûh ve nefsin birleşmesinden ‘’kalp çocuğu’’  doğar. Kalp çocuğu beklenen Îsâ, Mesih yani ‘’Veled-i Kalp’’ tir.)

Leyl gece demektir. Sûrenin, Mekke döneminde Müslümanların köleleri satın alıp azat etmek sûretiyle servetini Allah yolunda harcayan Hz. Ebû Bekir ile cimrilik yaparak malını ihtiyaç sahiplerinden esirgeyen Ümeyye b. Halef hakkında nâzil olduğu bildirilmektedir.

Mekke’de bu sûrenin indiği dönemde varlıklı müşrik Araplar, yoksullar karşısında insanlıkla bağdaşmayacak derecede bencil ve duyarsız davranıyor, hatta ‘’Allah’ın doyurmadıklarını biz mi doyuracağız?’’ diyorlardı (Yâsin, 47). Bu sebeple Leyl sûresinde temel hedef, Allah’ın birliği inancının yanında, sıkıntıların ve nimetlerin paylaşılabildiği toplumsal bir rûh ve zihniyeti geliştirmek olmuştur. Sûrede, Allah’ın kendilerine bildirdiği îman esasları ve davranış ilkelerini tasdik edip insanlara iyilik ve cömertlikte bulunanlar övülmüş, bunların ilâhi yardıma, dünya ve âhiret kurtuluşuna kavuşacakları müjdelenmiştir. Bunun yanında Allah karşısında bile kendilerini ihtiyaçsız sayacak kadar küstahlaşıp cimrilik yapanların Allah’ın hidâyet ve yardımından mahrum bırakılacakları, böylece günah işlemelerinin daha da kolaylaşacağı, sonuçta ‘’alev alev yanan ateşi’’ boylayacakları bildirilmiştir.

Sûrenin başındaki yemin ifâdeleri, üzerine yemin edilen varlıkların yaratılışındaki olağanüstü durumu, onları yaratan gücün büyüklüğünü göstermekte, ayrıca gelecek konunun önemine dikkat çekmektedir. Sûre yirmi bir âyettir.

Bismillahirrahmanirrahim.

‘’(Karanlığı ile) kaplayıp örttüğü zaman geceye, açıldığı zaman gündüze, erkeği ve dişiyi yaratana and olsun ki’’ (Leyl sûresi 1, 2, 3)

Burada rûhun nûrunu örttüğü zaman nefis gecesi karanlığına ve açılıp ağardığı zaman rûh nûru gündüzüne yemin ediliyor. Bu ikisinin (rûh ve nefsin) bir araya gelmesinden de Rahman’ın arşı olan kalbin varlığı zuhûr ediyor. Çünkü bu ikisinin bir araya gelmesinden zuhûr eden kalbin iki yüzü vardır. Rûha bakan yüzüne ‘’fuad’’ (Allah’ın kalpte nazar ettiği nokta, Nokta-ı Süveydâ) denir ki, hakîkatler bununla algılanır. Bir yüzüne de ‘’sadr’’ denir ki, bununla da sırlar muhafaza edilir. Mânâlar burada somutlaşır.

Kudreti büyük, kâdir, hikmeti göz kamaştıran hakîm; ‘’erkeği ve dişiyi’’ yani ‘’rûhu ve nefsi’’ yarattı. İşte bunlardan da ‘’kalp’’ doğdu.

(Kalp; rûh ve nefs yani ulvî âlem ile suflî âlem arasında berzahtır.  Kalp bu iki zıddı da barındırır. Nefsin karanlığı rûhu örttüğü zaman gece yani gaflet, açılıp ağardığı zaman gündüz yani Muhammedi hakîkat vücûda hâkim olur. Ayrıca erkek akıl, dişi nefs olarak sembolize edilir. Akıl ve nefsin, vücûd içerisinden birbirlerini tekâmül ettirmesi ile yani zıtlıklarla birliğe (rûha) varılır.  Böylece de gece ve gündüzün, rûh ve nefsin, erkek ve dişinin, kahır ve lütfun, celâl ve cemâlin birleştirilmesi ile hadiselerden etkilenilmez, her şey bir görülür. O zaman da bu birliktelikten ‘’kalp çocuğu’’ doğar (rûh vücûda hâkim olur). Ayrıca erkek ve dişi korku ve ümit olarak da yorumlanır. Bu ikisinin izdivacından îman hakîkatleri doğar.)

Gece/leyl iki mânâya gelir. Bir anlamı gaflettir, hâdiseleri gaflet içinde görmektir. İkincisi, geceye farklı bakanlar için gece tevhiddir. Her şeyin birlendiği andır.

‘’Cenâbı-ı Hak her gecenin son üçte birinde dünya semâsına nâzil olarak bir şey isteyen yok mu? ‘’ der. Cîlî Hazretlerinin göre; varlıktan olan her şey üç kısımdır. Bir kısmı zâhirdir. Bu kısmına ‘’mülk’’ adı verilir. Bir kısmı bâtındır. Bu kısma ‘’melelût’’ adı verilir. Üçüncü kısım ise ilâhi ‘’ceberût’’ a aittir. Son üçte birden maksat da kula tecellî eden bu ilâhi sıfattır. (Mülk âleminde olayları nefsimizle görüyoruz. Melekûta gelince ki burası akıl âlemi, dünyada yaşadıklarımızı akletmeye başlıyoruz. Ceberût’a geçince ise rûhumuzla iki âlem olmadığını, her şeyin tek olduğunu ve tekin farklı görünümleri olduğunu idrâkimiz ölçüsünde anlıyoruz.)

İbnü’l Arabî Hazretlerinin yorumuna göre ise; insanın yapısı bütünüyle gecedir. Birinci üçte birlik bölüm, topraktan olan heykel yani ceset, ikincisi hayvanî rûh olarak da adlandırılan nefs, son üçte birlik bölüm ise üflenen rûhtur. İşte insanı insan yapan bu son üçte birlik rûhtur, ilâhi tecellîdir. (Sen bedeninin rûhunun bineği olduğunu idrak eder, nefsini de Allah yolunda tekâmül ettirir, rûhuna tabî kılarsan rûhtan ibâret kalırsın ve duayı eden de, kabul eden de sen olursun)

‘’Gerçekten sizin işiniz başka başkadır. Bundan böyle her kim malını hayır için verir ve korursa ve en güzel olanı doğrularsa, biz onu en kolay yola muvaffak kılacağız’’ (4, 5, 6, 7)

Çalışmalarınız, amelleriniz ‘’muhakkak’’ yani ilâhi sistemin gereğince türlü türlüdür. Bazılarınız rûh cihetine kapılıp, nûr tarafı galip geldiği için hayra yönelir. Bazılarınız da nefis tarafına meyleder, zûlmet tarafı ağır bastığı için kötülüğe dalar.

Kim terki, tecridi tercih ederse, kendisini Hak’tan alıkoyan şeyleri reddederse, bunları kolaylıkla bırakırsa, nefsin heyetlerinden sakınırsa, nefsi arındırırsa, reddettiği şeylere meyletmekten, iltifat etmekten alıkoyarsa, fazileti, ilmi, îmâna dayalı olarak kemâl derecesini tasdik ederse, biz de onu hazır hâle getiririz, en kolay yolu izlemesini sağlarız. Kemâl derecesinde bir kâmilin varlığına, yakîn derecesinde îman etmeyenin yükselmesine imkân yoktur. Böylece de, maddi bağları kopardığı, güçlü bir yakîne sahip olduğu için Allah’ta sülük etmesini mümkün kılarız.

Kim Allah yolunda malını ve canını verir ve onu yüce Mevlâ’sından alıkoyan her şeyden sakınırsa, biz kendisini, huzurumuza ulaştıran en kolay yola girmeye muvaffak ederiz.

Hayır ve sadaka kulu Allah’a yaklaştıran davranışlardır. Ancak, nefis malı sevmek ve biriktirmek özelliğinde yaratılmıştır. Malda cömertlik yaratılıştan gelen bir huy değil, ‘’ahlaklanma’’ sayılmıştır. Bu nedenle, zekât ‘’sadaka’’ (güç, çetin) diye isimlendirilir. Zekât verirken nefs doğasının dışına çıktığı için, zekât vermek nefse ağır yükümlülük gelir. Cimrilik nefsin ayrılmaz bir özelliğidir. Allah, zorunlu olan zekât dışında ‘’kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar/infâk ederler’’ âyeti ile kalpleri cömertlik ve eli açıklık yoluyla ‘’ihtiyaç fazlası’’ malları terk etmeyi alışkanlık haline getirilmesini buyurur. Böylece nefsin cimriliğinden kurtulunur. İhtiyaç fazlası ile bir kısım malın infâkı kastedilir. Bu da mal harcanırken savurganlığın veya zarurî ihtiyaçlar için gerekli olan kısmın düşüncesizce dağıtılması durumuna düşülmesini engellemek içindir. Böylece cömertliğin ölçüsüz ve aşırı olanı haram kılınıyor ki, bu Allah’ın ahlâkıyla ahlaklânma kapsamına giren bir uyarıdır. 

Bilgin kişiler, iki açıdan infâk ederler. Verdikleri şeyde veren ve alan olarak Hakk’ı görürler. Kendi ellerini ise, verme ve almanın kendisinde göründüğü araçlar olarak kabul ederler. Onlar sadece Hak sahibini görürler. Bir sadakayı alan herkes hak ederek almıştır ve hak etmeseydi verileni kabul etmezdi.

Allah kullarından birisi, senden yiyecek veya içecek bir şey istediğinde istediği şeyi, gücünün yettiği bir şeyse ona yedir ve içir. Zîra senin hiçbir makamın olmasa da, yemek ve içecek talep eden şahsın, senden yemek ve içecek istemesiyle seni, kullarını yediren ve içiren Hakk’ın mertebesine çıkarması, senin için büyük bir makam ve şereftir.

İnfak edeceğin vakit, ihtiyaç sahibini güler yüzle karşıla. Zira sen de kıyamet gününde Allah’ın huzuruna ihtiyaç sahibi olarak çıkacaksın ve ihtiyaç sahibine yaptığın muameleyi misli ile Allah’tan göreceksin. Hz. Hasan, ihtiyaç sahibi ondan bir şey istediğinde vermekte acele eder ve ‘’Benden önce azığımı âhirete taşıyan, sefâ geldin, hoş geldin’’ derdi. Sadaka ve yardımı, hak edene de etmeyene de vermek ise üstün bir vasıftır.

‘’Kim de cimrilik eder ve kendini hiçbir şeye ihtiyacı kalmamış görür ve en güzeli yalanlarsa, onu da en zor yola hazırlarız. Çukura yuvarlandığı zaman malı onu kurtaramayacak’’ (8, 9, 10, 11)

Kim malı tercih ederek, malı biriktirip hak sahiplerine vermezse ve Hak’ta perdelendiği için mala sahip olmaktan dolayı kendini ihtiyaçsız sayarsa, dünya hayatı yüzünden nûr ve âhiret âleminden perdelendiği için kemâl ve fazilet mertebesinin varlığını yalanlarsa, onu yardımsız yüz üstü bırakılmaya hazırlarız. Bundan maksat da fıtrat mertebesinden tabiat çukuruna, esfel-i sâfilin dercesine indirilmedir.

Her evin bir ehli vardır ve âhirette iki yer olacaktır. Birinci yer cennettir ve onun bir ehli vardır. Onlar hangi şekilde olursa olsun Allah’ı birleyen, nefislerini tezkiye edenlerdir. İkinci yer cehennemdir ve onun da bir ehli vardır. Onlar, Allah’ı birlemeyen ve nefislerini kirletmiş bedbahtlardır. Onların bu hâli bulundukları yere kıyasla değil, cennete kıyasla böyledir. Dünya hayatında hiç kimse adına takdir edilen derecesi ve ona mahsus yaratılışın verdiği özelliği aşamadığı gibi, âhirette de kendisi adına takdir edilmiş olan mertebesinin belirlediği yeri aşamaz. Bu itibarla nimet için yaratılmış kişi ‘’kolaylığa sevk edilecektir’’ (Leyl, 7) ‘’Cimrilik yapana gelirsek, onu güçlüğe sevk edeceğiz’’ (Leyl, 8-10) Burada kastedilen cimrilik,  nefsi hakkında rabbine karşı cimrilik yapandır. Allah îman ve tevhidin bulunduğu bir ev olarak kalbini talep ettiğinde cimrilik yapmıştır. Allah her nefsi yapabileceğiyle yükümlü tutar.

Bunun yanında aşırı ve yersiz cömertlik, müsriflik olur. Allah’ın nimetlerini yine Hakk’ın emrettiği yerlere ve emredilen ölçüde harcayacaksın. Mademki her nimet ve her servet Allah vergisidir ve Allah’ındır, onu sarf edeceğimiz yeri bilmemiz gerekir. Lâyık olmayan kimselere ve yerlere yapılan masraf hebâdır. O kadar ki, yalnız serveti ve nimeti değil, ilimle irfanı da lâyık olanlara vereceksin.

 ’Doğru yolu göstermek muhakkak bize aittir. (12)

Akıl ve duyu nûruyla, akli ve işitsel delilleri birleştirmekle, kanıtlama ve gözlem becerisi kazandırmakla bize ulaşılmasını sağlamak da bize aittir.

‘’Onları hidayete ulaştırmak senin işin değildir, fakat Allah hidayet eder’’ (Bakara, 272) âyetinde buyurulduğu gibi, Resûllerin ve vârislerin vazifesi, sadece açıklayarak ve dile getirerek tebliğ etmekle sınırlıdır. Başka bir görevleri yoktur. Hidayete/doğru yola erdiren sadece Allah’tır.

Yine ‘’Allah dilediği kimseleri doğru yola ulaştırır’’ (Nûr, 46) âyeti gereği Allah hidâyet yönünden herkese çağrıda bulunmuş, bir cemaate (günahtan) masum olma hâlini, diğer bir cemaate ise âfete meyletme hâlini vermiştir. Allah, Hz. İbrâhim’e ‘’Oğlunu boğazla’’ diye ferman buyurmuş, fakat boğazlamasını irâde etmemiştir. İblis’e ‘’Âdem’e secde et’’ demiş, fakat bunu yapmasını irâde etmemiş ve o da yapmamıştır. Âdem’e ‘’buğdayı yeme’’ demiş, lâkin yemesini irâde etmiştir. Bunun benzerleri çoktur.

Ârifin huzurunda Resûl’ün emirlerine uymayan ve dolayısıyla da Allah’ın emirlerine uymamış olan bir kimsenin bulunduğunu farz edelim. Bu kimseye ârif niçin himmet etmez? Bunun sebebi bütün âlemde, her şeyin ve her olayın âyan-ı sâbite sûretinde ezelde belirlenmiş olandan farklı bir şekilde vuku bulmasının mümkün olmamasıdır. Ârif bunun asla değişmeyeceğini bilen kimsedir. Varlığın yapısının derinliklerine nüfus etmiş olan bir kimsenin gözünde her şey, Varlığın tabiatı gereği tespit edilip belirlenmiş olan yolu izler, onu bu yoldan saptırabilecek hiçbir şey yoktur. Bu bilginin ışığı altında Allah’a âsi bir kimse de gene Allah’ın belirlemiş olduğu yolda yürür. Ve bir Resûl’ün böyle bir kimseyi doğru yola sevk etmesi mümkün değildir. Çünkü o kimse zaten ‘’doğru yol’’ dadır. ‘’Hiçbir canlı yoktur ki, Rabbin onu perçeminden tutmuş olmasın. Rabbim kuşkusuz ki sırat-ı mustakîm üzeredir’’ (Hûd, 56) Buna göre bütün yollar ve sıratlar, kendisinde yürüyen için dosdoğrudur ve bütün yollar Allah’a ulaştırır. Bu nedenle de yollar yaratıkların sayısınca artar. Sırâtullah dosdoğru yol anlamındaki sırât-ı müstakimdir. Bu yol Allah’a ulaştırır ve saîdi de şakîyi de içerir.

Çünkü Allah, çelişen ve çelişmeyen bütün isimleri kendinde toplar. Ancak her kimin ezeli ismi ile şeriatın emrettiği yol uyuşursa, o kimse ‘’sırât-ı hass’’ üzeredir. Sırât-ı hass Peygamberler’in yoludur. (Ezeli ismi ile şeriatın yolu uyuşana mümin, uyuşmayana kâfir denir)

'’Kuşkusuz âhiret de dünya da bizimdir’’ (13)

Hem âhirette ve hem de dünyada dilediğimiz şekilde tam tasarruf Bizimdir. Âhiret ve dünyayı da bize yönelene veririz. Maddeyi terk edip ondan uzaklaşan kimseyi âhiret sevabından dolayı dünya sevabından mahrum bırakmayız.

‘’Ben sizi, köpürdükçe köpüren bir ateşe karşı uyardım. Ona ancak en azgın olan girer. Öyle azgın ki, yalanlamış ve sırtını dönmüştür. En çok korunan ise ondan uzaklaştırılacaktır. O ki, Allah yolunda malını verir, temizlenir’’ (14, 15, 16, 17, 18)

Alevleri bütün varlık mertebelerine ulaşan büyük bir ateşle sizi ikaz ettim. Bu ateş perdelenmeyi, kahredilmeyi, gazaba uğramayı ve azap çekmeyi kapsamaktadır. Bu yüzden ‘’ateşe ancak kötüler girer’’ denilmiştir. Yani istidadı olmayan, cevherleri pis, Allah’a ortak koşan,  şirk koştuğu için Allah’ı yalanlayan ve inatçılığı yüzünden dinden yüz çeviren şakî bedbahtlar atılır.

‘’İşte ben sizi telezzâ (şiddetli) bir ateş ile uyardım’’ Telezzâ: Durdukça etkisi, yakıcılığı artan şiddetli ateş demektir. Yani azâbın gittikçe artması bir telezzâdır. Normalde ateş ve azaba zamanla alışılacağı düşünülse de, telezzâ tam tersidir. Burada azab gittikçe artar. Buna örnek olarak ‘’vicdan azabını’’ verebiliriz. Cismani ateş, rûhanî ateşin bir eseri olduğuna göre, rûhanî ateşin verdiği acının bu ateşin verdiği acıdan daha şiddetli ve daha devamlı olması zorunludur. Herkes cehenneme kendi odununu ve ateşini kendi götürür. ‘’Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının’’ (Bakara, 24)

Nar da nûr da ateşten gelir. Hayvani ahlâk bir ateş, meleklerin ahlâkı ise nûrdur. Ateş cehennemden, nûr ise cennetten bir parçadır. Parçalar, her şey aslına döner kaidesine uyarak, kendi bütünlerine dönerler. Döneceğiniz yerin cennet olmasını isterseniz hayvani ahlâkı, meleki ahlâk ile değiştiriniz. Böyle yaptığınız takdirde cehennemin değil, cennetin bir parçası olursunuz.

Günahkâr ve isyankârlar ise cehennemin gayya kuyusuna (belâlı yere) düşerler. İşin garibi odur ki, o sonsuz ve dibi görünmeyen kuyu onların günahlarının eseridir. Ama hilim (yumuşaklık) suyu ile gazap (öfke) ateşini söndüren kişilerde öfke ve gazabın tesiri kalmadığından onun yerine Hakk’ın rahmet (merhamet) suyu dolar. Ve bu rahmet suyu, o kimselerin vücudunu cennet bahçesine çevirir.

Bazı kullar rahat ve sıhhatteyken Tanrı’yı unutur, azâba düşüncede O’nu hatırlarlar. ‘’Yâ Râb, Yâ Rahman, Yâ Hak’’ diye ağlayıp sızlarlar. Mademki sen ızdırap çektiğin zaman O’nu görüyorsun, Tanrı’yı daima zikretmen için sana her zaman azap ve ızdırap verilir.

Gam ve keder çoğunlukla insana cehennemi yaşatır.  Bazı kimselere bu kederler dünyadan çekilmeleri için gelir. Bazılarına cezâ olarak gelir. Yalnız bu dünyada yaptıkları değil ezelde kazanmış oldukları menfi hallerin (seçimlerinin) de onu dünyada cehenneme sokması vardır ki bu cehennem ateşinde o hataları tasfiye olur. Çünkü ateş günahları temizleyicidir.

Kâfirin kalbi taş gibi katı ve hissiz olur. İri bir taşı parçalamak için nasıl etrafında ateş yakmak, üzerine sirke dökmek gerekirse, kâfirin kalbini imtihan için de onu ateşe atmak uygun görüldü. Cenâb-ı Hak’ın taş gibi katı yürekleri yumuşatmak, eritmek için seçtiği yol budur.

İyiler, takva sahipleri ise bütün varlık mertebelerinde onlardan korunur ve uzak tutulurlar. Bunlar muttakîlerdir (takvâ ehli). Nefsini gizli şirkten temizleyen kimse bu ateşin alevinden muhafaza edilir.

Allah’ın celâlini cemâle çevirmek, yani onun yakıcı ateşinden uzaklaşıp güzelliğini görmek için çevrene onun dilediği bakışlarla bak. İyi insanlar meclisinde iyi ahlâklı, kötülerin yanında da kötü huylu olursun. İyilerle sohbet eden Allah’ın has kullarıyla yakın olur.

‘’Onun yanında, hiçbir kimsenin karşılığı verilecek bir nimeti yoktur. O ancak yüce Rabbinin rızâsını aramak için verir. Elbette yakında kendisi de hoşnut olacaktır’’  (19, 20, 21)

O verdiğini mükâfat elde etmek ve karşılığını almak için vermez. Sadece ‘’ Rabbinin vechini ister’’ O’ndan başkasından uzak durarak, takvânın en üst mertebesinde olarak O’nun rızâsını kazanmak için verir. Çünkü ‘’vech’’ ‘’Yüce ve A’lâ’’ olarak tanımlanır. Yüce Allah’ın her ismi O’nun vechidir ve kendisine hâl diliyle bu isimle dua eden ve istidadıyla kulluk eden kimseye bu isimle yönelir.

Vehb, karşılık beklenmeyen vermedir. ‘’Biz sizleri Allah rızâsı için yediriyoruz, karşılığında sizden teşekkür ve ödül beklemiyoruz.’’ (İnsan, 9) Kerem, isteyince vermektir. Cömertlik, istenmeden kendiliğinden vermektir. Sehâ, sadece muhtaç olana ihtiyacı ölçüsünde vermektir. Îsâr, muhtaç olduğun şeyi vermektir. İbrâhim’e denildiği gibi dostluğun sağlıklı olması ikrama bağlıdır. Allah Cebrâil’i İbrâhim’e bir insan sûretinde gönderdiğinde Cebrâil, ‘’İbrâhim! Hem dostlara hem de düşmanlara ikram ettiğini görüyorum’’ demiş. İbrâhim de ‘’Cömertliği Rabbimden öğrendim. Gördüm ki Rabbim onları da mahrum bırakmıyor, ben nasıl bırakırım’’ dediğinde, Allah da kendisine ‘’İbrâhim! Sen benim gerçek dostumsun’’ demiştir.

İ’tâ ise: Karşılıksız, gösterişten uzak, sırf Allah için yapılan veriştir. İ’tâ ederken bir çıkar, hatta mânevi bir karşılık beklenmez. Bu yüzden i’tâ, zekât ve sadaka kavramından tamamen ayrılır. Çünkü zekât zorunlu ibadettir. İ’tâ her türlü imkânda, başkalarına da kendinde olanı aktarmaktır. Bu verişe en güzel örnek Hz. Ebû Bekir’dir.

‘’Elbette kendisi de hoşnut olacaktır.’’ (Leyl, 21) Bu ifâde gizli bir yeminin cevabıdır. Allah Teâla o kişiden hoşnut olur, o da âhirette Yüce Allah’ın yaptıklarının bir karşılığı olarak kendisine nasip ettiği cennet, kerâmet ve yakınlıktan dolayı hoşnut olur.

Bu vaad sadece iki kişiye inmiştir. Birisi, ‘’pek yakında Rabbin sana verecek de hoşnut olacaksın’’ (Duhâ, 5) âyeti kerimesi gereğince Resûlullah (sav), bir diğeri de bu âyetin gereğince Hz. Ebû Bekir’dir.

Eğer hayırlı kader istiyorsan her eşyada, her mahlûkta, her insanda ilâhi güzellikleri gör, bir yandan da hüsnâyı tasdik et, ver ve ittikâ dolu bir ahlâka ulaş.

Hüsnâ; En güzel, îman, kelime-i tevhid, İslâm, ibâdetlerin en güzel karşılığı anlamlarındadır.

Hüsnâyı tasdik; ‘’Allah’ın isimlerinin gerektirdiği neticeleri kabul etmektir.’’  Yani hüsnâyı tasdikten gaye; hiç kimseyi kınamamak, hiç kimsede abes görmemek, herkesin kendi vazifesini yaptığını kabul etmektir. Vazifesini yapan da haklıdır, çünkü herkes ezeli ismine göre hareket eder. Bu durumda kınanacak hiçbir şey yoktur. O halde bize düşen herkesin ezeli ismine göre hareket ettiğini kabul etmek, ancak hareketi yapma şeklinden dolayı cezâ (karşılık) göreceğini bilmektir. Yani hareketi yaparken bir zarar verirse karşılığında o da zarar görecektir, iyilik yaparsa o da iyilik görecektir. (Cemâlnur Sargut/Leyl sûresi)

‘’Dünyayı elinizde saklayınız. Kulların iyiliği için saklayınız ama onu kalbinize koymayınız. Şüphesiz böyle olan mal hayırlıdır. Zarar vermez. Dünya nimeti, sizi aldatmasın. Onun sözüne kanmayın. Yakında dünyadan taşınacaksınız, peşinizden de o nimetler…’’ (Geylanî Hz.) Sadakallâhül Azim.