İRFAN SOFRALARI – 2:
İrfan; Allah’ın gizli sırlarına ve eşyanın
hakîkatine tefekkür, keşif ve ilham yoluyla vâkıf olma, tevhid ilmini zevk
edinmek demektir. İrfan, nefsini ıslah ettikten sonra sabır ve şükretmek,
Hakk’a teslim ve ondan gelene râzı olmaktır. O kimse ki, her mevcûdun Cenâb-ı
Hakk’ın bir mazharı (görüldüğü yer) olduğunu görürse, ondan Hakk görünür. İşte
ilim ve irfan budur. İrfan sahibi mârifet
sahibidir. İrfan, vücûdu bir görmektir.
Burada büyük mutasavvıf Niyâzî-i
Mısrî Hazretlerinin (1617-1693) yetmiş bir sofradan oluşan muazzam eseri İRFAN
SOFRALARI’ nın dört sofrasından beslenmeye çalışacağız.
Aslında insan
bütün ömrünce besleneceği bilgileri Kur’ân’dan alır. Kur’ân bir davet
sofrasıdır ki, insanı ziyafete davet eder. Ziyafete davet, edeb kelimesinin mânâsıdır. Zîra edeb kelimesi yemekte toplanmak anlamındaki ‘’me’dabe’’ kelimesinden türetilmiştir.
Aynı zamanda edeb, bütün hayırları toplamak demektir. Demek ki edebin
hakîkatinde Kur’ân ziyafetinden beslenmek vardır. Her şeyin hakîkati
Kur’ân’dır. Kur’ân’ın hakîkati de Peygamber’in mübârek vücudunda gizlenmiştir. (Kur’ân’a
davet, irfâna ve edebe davettir)
10. SOFRA: ‘’Allah,
yaptığından sorulmaz’’ (Embiyâ, 23). ‘’Azametinden, yetkisinin kuvvetinden,
ulûhiyet ve zâti saltanatında tekliğinden dolayı yaptığından sorulmaz. Gizli
olmadığı üzere bu mânâdan zulüm kokusu geliyor. Çünkü eğer sormaktan
korkmak, azâmetinin ve büyüklüğünün kuvvetinden ileri geliyorsa, o halde
sormanın mümkün olduğunu, ancak azametinden dolayı sorulmadığını yahut Allah
sormayı yasak ettiği için sorulmadığını söylemek lâzım gelir. Fakat bu fakirin
zevkine göre yaptığından sorulmaz. Çünkü
O, her şeyi hikmetiyle yapar. Ama bu hikmeti keşif ehlinden başkalarının aklı anlamaz. Ne zaman ki Hak
Tealâ’nın ‘’Yaptığından sorulmaz’’ hikmeti
insanlara açılırsa ancak o zaman anlayabilirler, çünkü artık soru kalmaz. Zîra
O’nun hikmeti, bütün mahlûkatına olan rahmetini, keremini ve lütfunu eksiltmez.
Allah mahlûkatı yaratmış, her şeyi tam yerli yerince koymuştur. Bir kul,
Allah’ın fiillerinden kendi ilmine, zevkine aykırı olan bir şeyi sormak isterse
Allah onun basiret gözünü açar ve kul Allah’ın o şeydeki hikmetini görür. Bu sûretle
kul, zaruri olarak kalbinden niçin, nasıl sorularını çıkarır ve artık ondan
hayret etmez. Onu yerine lâyık görür. Artık hiçbir şeyin sinek kanadı kadar
fazla yahut eksik tarafını dahi Rabbine sormayı kendine yakıştıramaz. Elbette
bir hastalığın, bir kusurun, bir eksikliğin, bir fakirliğin, bir zararın, bir
cehlin, bir küfrün kaldırılmasını doğru bulmaz. Allah’ın insanlara ezelde
taksim ettiği rızkı, eceli, kudreti, aczi, taati ve masiyeti (isyanı)
değiştirmeyi istemez. Eşyayı olduğu gibi görür. Bunların hepsini, içinde hiç
zulüm olmayan sırf adalet ve eksiksiz sırf kemâl, hiç bozukluğu, eğriliği
böğrülüğü olmayan tam doğru kabul eder. Her şer sandığının altında bir hayır vardır ve her zarar sandığı şeyin sonunda bir fayda
vardır. Bir zaman zûlmetin kapladığı bir şeyi, başka bir zaman nûr kaplar.
Allah cömert, kerim ve merhametlidir. Yaratıklarına asla cimrilik etmez.
Onların yararına olan bir şeyi kendine alıkoymaz. İşte bu, ikinci bir soru daha meydana çıkarır ki, keşf erbâbı bunu
sormaktan ve buna cevap vermekten men edilmişler, bilginler bunda hayrete
düşmüşlerdir.’’ (Bilinmeyen hikmet, Yaratılıştaki hikmetin kullardan
saklanması)
Mesnevî’de şöyle bir bölüm geçer: Mûsâ (a.s) dedi ki: ‘‘Ey soru-hesap
günü olan kıyametin sahibi Rabb’im! Bir şeyi güzel bir şekilde yapıyorsun,
yaratıyorsun, sonra tutup onları yıkıyorsun, bozuyorsun. Erkek olsun, dişi
olsun, cana canlar katan güzeller yaratıyorsun, sonra da onları öldürüyorsun,
yıkıyorsun; neden böyle yapıyorsun Rabb’im?’’
Cenâb-ı Hak buyurdu ki: ‘’Yâ Mûsâ! Biliyorum ki, sen bu
soruyu inkârdan, gafletten yahut da hevâ ve hevesine uyduğun için sormuyorsun.
Yoksa hoş görmez edebe sokardım, azap ederdim, bu soru yüzünden seni incitirdim
(*). Fakat sen bizim işlerimizdeki
hikmeti, sonsuzluk sırrını anlamak istiyorsun. Böylece de bunu halka duyurmak,
her ham kişiyi pişirmek, oldurmak istiyorsun. Bu hikmeti sen de biliyorsun,
biliyorsun ama işi halka anlatmak için soruyorsun. Çünkü bu soru ilmin
yarısıdır. Hiç bilmeyen, bu bilgiden
dışarıda kalan herkeste, bu soruyu sorma gücü yoktur. Gül de diken de
topraktan yetiştiği gibi soru da, cevap da bilgiden doğar. Tatlı bir meyve de,
acı Ebû Cehil karpuzu da nemden, rutubetten hâsıl olduğu gibi, sapıklık da,
doğru yolu buluş da bilgisizlikten meydana gelir. Nefret de, sevgi de tanıdık
bir kimseye karşı duyulur. Hastalık da, sağlıklı ve güçlü olmak da, yediğimiz
gıdalardan meydana gelir.’’ (Tohum topraktan çıktığı an ikiye ayrılır)
Cenâb-ı Hak buyurdu ki: ’’Ey akıllı Mûsâ, mademki sordun,
gel de cevabını dinle. Ey Mûsâ! Sen yere bir tohum ek de, bunun sırrını anla ve
insafa gel. Mûsâ ekin ekti. Ekin bitti, yeşerdi, başaklandı, güzel, düzgün bir
hâle geldi. Orağını aldı, ekini biçti. O sırada gaybdan, gizli âlemden kulağına
bir ses geldi.’’
Cenâb-ı Hak buyurdu ki: ‘’Yâ Mûsâ! Niçin ekin ekiyorsun?
Yeşerince, olgunluğa ulaşınca, onu biçiyorsun. Mûsâ Yâ Rabbi, dedi. Burada
buğday da var saman da. Onun için biçiyorum. Buğday saman ambarına lâyık
değildir. Saman da buğday ambarında çürür, yok olur gider. Bu ikisini
karıştırmak hükmüne uymaz, onları eleyip ayırmak gerek. ‘’
Cenâb-ı Hak buyurdu ki: ‘’Yâ Mûsâ! Sen nu bilgiyi kimden
öğrendin de onunla harman meydana getirdin. Mûsâ dedi ki: Yâ Rabbi! Bu ayırt
etmeyi bana sen verdin.’’ (Temyiz)
Cenâb-ı Hak buyurdu ki: ‘’O halde nasıl olur da bende ayırt
etme bulunmaz? Allah’ın yarattığı kullar arasında tertemiz rûhlar da var.
Balçığa batmış sedef durumunda olan bedenlerin de hepsi bir değildir, birinde
inci var, birinde boncuk. Buğdayı nasıl samandan ayırmak gerekse, bu iyi ve
kötü rûhları da birbirinden ayırt etmek gerek. Bu cihan halkı, bu insanlar
hikmet hazineleri gizli kalmasın, meydana çıkarılsın diye yaratılmışlardır. ‘’Ben
gizli bir hazine idim’’ Bunu duy da kendinde bulunanı gizleme, onu
maddi varlığından ayırt et. Uğraş, meydana çıkar.’’
‘’O her şeyi hikmetiyle yapar’’ Allah’ın hikmeti nedir? ‘’el-Hakîm’’, her şeyi menziline
indiren ve yerli yerine yerleştiren demektir. ‘’Hikmetu irsâli’l- belâyâ ve’l-
mihan.’’ Belâ ve sıkıntıların gönderilme hikmeti nedir? Bunlar üç
çeşittir. Birincisi: Bu belâ
ve sıkıntılar, bazı velî ve nebîler için kalplerinin cilâsı ve istidatlarının
tamamlayıcısı gibidir. Bu sıkıntılarla karşılaşmaları, eksik makamlarının zevkini
tamamlamalarını ve bunun zirvesine yükselmelerini temin eder.
İkincisi: Bir makamın bir şahsa ait olacağını
Hakk’ın ilminin tespit etmiş olmasıdır. Hak, kendisi için bu makamın takdir edildiği
kimsenin belirli bir çaba göstermesinin ve çalışmasının bu kaderin
gerçekleşmesinde katkısı olduğunu bilir. Allah bu makamın sahibine belâlar
gönderir, bu belâlara râzı olmak, sabretmek ve nefsi Allah’tan başkasına
şikâyet edip, bunları kaldırması için başkasından yardım talebinden engellemek sûretiyle
bu kişiyi rızıklandırır. Bunun neticesinde ise, ilâhi ilim tarafından o kişi
için takdir edilmiş makam gerçekleşir. Üçüncüsü:
Büyüklerin ilâhi mertebenin benzeri olan hakîkat aynalarının genişliğidir. Hakîkat
aynası en geniş olan kimse ulûhiyet (Allah) mertebesinden O’nun gönderdiği her
şeyi (lütufları da, belâları da) kabul edebilen kimsedir. Allah bu kulu ile
lütuf ve belâ arasında fark olmadığını gösterir. ‘’el-Hikmetu’l-mechûle.’’ Bilinmeyen
hikmet ise, Yaratılıştaki hikmetin kullardan saklandığı şeydir.
Bütün
bunların sonucunda anlaşılıyor ki, hikmet sahibi Allah, kuluna hikmet nasip
ederse o kul soru sormaktan vazgeçer. Her şeyi yerli yerinde görür. Bir
kusurun, bir eksiğin, fakirliğin, cehlin ve küfürün kaldırılmasını doğru
bulmaz. Anlar ki zulüm diye bir şey yok, olanların hepsi Allah’ın adaletinin
bir neticesidir. Her şer hayırla biter,
her zararda fayda vardır. Sıkıntı huzura, rahatlık sıkıntıya kapı açar.
Bütün bunları anlayan kul soru sormaya edep eder.
11. SOFRA: ‘’Bir gün kulların
çokluğunu, fakat âbidlerin azlığını,
zâhitlerin nadir olduğunu, âriflerin de yani âriflerden Allah’a
yaklaştırılmış olanların azdan az olduğunu; çoğunluğunu fâsıkların, âsilerin ve kâfirlerin teşkil ettiğini ve bana göre
bunların Allah’ın rahmetinden uzak olduğunu düşünüyor ve kendi kendime diyordum
ki: ‘’Acaba bu çoğunluğun hâli ne olacak?’’ Biz iyi biliyoruz ki Yüce Allah
errahmanürrahîm’dir. Bunun sırrının, Allah tarafından açılması için kalbimin
burçlarında dolaşıyordum. Birden bire iki kanatlı büyük bir kapı açıldı.
Kanatlarından birine şöyle yazılmıştı: ‘’Bu
dünyanın sırrıdır.’’ Ötekinde de, ‘’Bu,
âhiretin sırrıdır’’ yazılı idi. Kapının hemen ardında güler yüzlü,
mütenasip endamlı, yüzünün nûrundan Güneş’in utandığı bir genç gördüm. Bana
dedi ki: ‘’Sana dünyanın ve âhiretin sırrı açıldı. Üzerindeki beşeri elbiseyi ve
izafî varlığını (vücudu) at, kapıdan içeri gir. Tuhaf bir şey göreceksin ve
sana ledünnî ilimler açılacak. Yüce
Allah’a yakın ve uzak olanı bilecek ve dertlerden kurtulacaksın.’’ Çıkardım ve kapıdan içeri
girdim. Bana nûrani bir elbise giydirdi. Bir de baktım ki ilmim ve anlayışım,
kulağım, gözüm bütün iç ve dış duyularım başka bir ilme, başka bir anlayışa,
başka bir kulağa, göze ve yeteneklere değişti. Günüm, ‘’Arzın başka bir arza, göklerin başka göklere değişip herkesin tek
kahredici Allah’ın huzurunda duracağı gün’’ oldu. Ve ‘’O’nun veçhinden başka her şey helâk olacaktır.’’ âyetinin mânâsı
meydana çıktı. Bildim ki Rabbimin bana giydirdiği elbise, Hakkanî varlıktır.
Sonra o hâlimle
yaratılmışlara baktım. Gördüm ki benim
zannımda âbid, zâhit, velîyullah olanların çoğu Allah’tan O’nun
rahmetinden uzaktır. Onunla Allah arasında gösterişten, işittirmeden, kendini
beğendirmeden, nefsini temize çıkarmadan, böbürlenmeden, kendi nefsi hakkında
yahut insanlar hakkında Allah’a kötü zan taşımaktan, ya da zâhiren kendinden
aşağıda olana hakaret gözüyle bakmaktan meydana gelen bir perde vardır. Halbûki
kendisi iyi yaptığını sanıyor.
Ve zannımda fâsık, asi, riyâkar,
sapkın, zındık olanların çoğunu da Allah’a yakın, Allah’ın dostu, O’nun
sevgilisi gördüm. Bunlar, kalplerinde bulunan üzüntü, zillet, hulûs, Allah’ı
bilme, kendi nefsi ve diğer kullar hakkında Allah’a iyi zan besleme, herkese
tevâzu gösterme gibi sebeplerden bir sebeple Allah’a yaklaşmışlardı. Ve gördüm
ki uzaklaştırıcı sebeplerin en kuvvetlisi kibir
ve şöhret; Allah’a yaklaştırıcı sebeplerin en kuvvetlisi de tevâzu ve mahviyettir. Aslında yakınlık
ve uzaklık varlığı olmayan mevhum şeylerdir ya. Sonra bana, ‘’Benim velilerim benim kubbelerim
altındadır, onları benden başka kimse bilmez’’ kudsi hadisinin sırrı
açıldı. Allah Teâla’nın örtüsüyle ayıp kubbelerinin altında gizli olan velîleri
kimse bilmez. Bunları, izafî varlığı atanlar bilirler. Peygamber Aleyhisselâm
buyurmuştur; ‘’Varlığın öyle bir günahtır
ki, onunla hiçbir günah mukayese edilmez.’’
Sonra
Hakkanî vücudu giydim ve öylece ikinci defa halka baktım. Bu defa bütün mahlûkatı
Yüce Allah’a yakın gördüm. Gözüm önceki bakışımda aldanmış olduğundan üzüntü
içerisinde bana döndü. İmam Şatıbî bu görüş makamında bir beyit söylemiş: ‘’Bütün insanlar Mevlâ sayılır, çünkü onlar
Allah’ın kazasına göre bir iş yapıyorlar.’’ Sonra bana daha başka sırlar ve
bilgiler de açıldı ki, onları ifşâ etmek helâl değildir. İş o vakitten beri o
görüş ve o varlık benden hiç gitmedi. Evvel ve ahir Allah’a hamdolsun.’’
Mısrî Niyâzî
Hazretleri buyuruyor ki; ‘’Bu kalp gözünün açılması hâli zuhûr edince, ilk
gördüğüm hâlin hakîkat olmadığını ve gördüğüm her şeyin ters olduğunu
idrâk etmeye başladım. Âbid, zâhit ve velî zannettiklerimde
gösteriş, kendini beğenme, böbürlenme, kötü zan taşıma gibi özellikleri gördüm.
Küfür grubunda ise Allah’a yakınlık, hiçlik, yokluk, Allah’ın dostu olma
kabiliyetini gördüm. Ve en büyük felâketin kibir
ve şöhret olduğunu anlayıp, Allah’a yaklaştırıcı sebeplerin en
kuvvetlisinin de tevâzu ve mahfiyet
olduğunu idrâk ettim.
Allah’a yakın olanlar üç grupta incelenmiştir. Âbidler, zâhitler ve ârifler. Âbid,
kulluk mertebesinde olup, zillet ve yumuşaklık anlamına gelir. Çünkü abd (kul)
zelil (hor) demektir. Zühd,
dünyadan uzaklaşmak ve nefsi boyunduruk altına almaktır. Zühd, mal hususunda
elin, malı arama hususunda kalbin boş olmasıdır. Zühd, bir şeye sahip olmayan
değil, hiçbir şeyin kendisine sahip olamadığı kimsedir. Zühtün özelliği rızâ,
kanaat, kazaya teslim, belâya sabır, Allah’a tevekkül, O’na güven, dua, sözde
doğruluk, kalben tasdik, nasihat, ahde vefâ, basiret sahibi ve Allah’a dost
olmadır. Zâhid, her an O’nu
düşünen, O’nun yanında bâkî kalan, nazarı O’ndan başka hiç kimseye dönmeyen
kişidir. Ârif ise, nefsinden
kalbine hicret eden kimsedir. Mümin hâl ehliyken, ârif makam ehlidir. Hâl
değişir, makam ise sabittir. Ârif, uyku ve uyanıklık hâlinde Allah’tan
başkasını görmeyen, Allah’tan başkasına muvafakat etmeyen, Allah’tan başkasını
düşünmeyendir. Nebî ile âriflerin farkı, nebilerin irâdeden değil, hevâdan gelecek
hatâlar konusunda mâsum olmalarıdır. Bunun dışındaki mükellef olanlar (insan ve
cinler) irâde ve hevâdan gelecek hatâlar konusunda mâsum değildirler.
Allah’a uzak olanlar da kibir ve şöhret peşinde olanlar olarak ele alınmıştır. Kibir, Kurân’ı Kerîm’in pek çok
âyetinde kınanmıştır. ’’Yeryüzünde haksız
yere büyüklük taslayanları, âyetleri anlamaktan uzak tutacağım.’’ (A’raf,
146) ve ‘’Doğrusu Allah, kendilerini
büyük görüp, Hakk’ı kabul etmeyenleri sevmez.’’ (Nahl, 23). Hz. Peygamber
şöyle buyurmuştur; ‘’Kalbinde hardal
tanesi kadar kibir olan kişi cennete giremez.’’ Allah Teâla da şöyle
buyurmuştur: ‘’Büyüklük benim ridamdır,
azâmet ise izarımdır. Kim benimle bu ikisinden biri hususunda yarışırsa hiç
düşünmeden onu cehenneme sokarım.’’ İnsanın kibirlenerek gerinek ve
gururlanarak yürümesi kibrin alâmetlerindendir. Kibir nefste gizli bir ahlâktır. Kibir, insanın kendini her hususta veya
bazı durumlarda başkalarından daha büyük, daha iyi, daha üstün görmesidir.
Kibre sebep olan nimetlerden biri
ilimdir. Âlimin nefsini terbiye ve tezkiye etmeden, kalbini arındırmadan
ilim tahsil etmesi kibre sebep olabilir. İlimle kibirlinin kibri, mütevâzi
olanın tevâzuu artar. Kibre sebep diğer nimet ibadettir. Kendi ibâdetini
herkesten üstün görmek. Üçüncü nimet
ise, soy sop ile övünmektir.
Şöhret de istenmeyen bir huydur. Herkesin
içinde bir şöhret aşkı vardır. Meselâ cömertlik, sevilen bir kemâl sıfatıdır ve
toplumsal bir zarûrettir. Ancak pek çok insan cömert olarak yola çıkar,
malından Allah rızâsı için infâk eder. Daha sonra insanların kendisini
methetmesi, övmesi hoşuna gider ve meşhur olmayı umarak cömertliğini arttırır.
Böylece saygı ve hürmete nail olur, şöhreti de artar. Bu durum ilim sahipleri
için de geçerlidir. Pek çok ilim sahibi şöhret olma afetinden korunmak için
geri planda kalmayı tercih etmiştir. Fakat bütün bunlara rağmen yine de ilim,
iyilik ve takvâ ile meşhur olmuşlardır. Çünkü Allah Teâla dilediğini yükseltir,
dilediğini aziz kılar. Şöhret bir rızıktır, bir roldür. Allah onu dilediği yere
verir. Yine de şöhret bir yönüyle büyük bir tehlikedir ve şöhrette asıl tehlikeli
olan, insanın şöhreti talep etmesidir. Kınama talep etmektedir.
Allah’a
yaklaştırıcı sebeplerin başında tevâzu
ve mahviyet gelir. Tevâzu,
Hakk’a boyun eğip, O’na teslim olmaktır.
Tevâzunun en başı, dünya nimetleri konusunda senden aşağıda olan
insanların yanında nefsini alçaltmandır. Başka bir ifâdeyle, dünya malı
konusunda senden fakir olan kimseye karşı mütevâzi olmaktır. Böylece sen ona
sahip olduğun dünya nimetleri ile bir üstünlüğün olmadığını öğretmiş olursun.
Bir de dünya konusunda kendini, senden daha yüksek (daha zengin) olan
kimselerden üstün tutmandır. Böylece sen ona, sahip olduğu dünya nimetleri ile bir
üstünlüğü olmadığını öğretmiş olursun. En
faziletli insan; ‘’Güçlü olduğunda mütevâzi olan, isteğinden
vazgeçen ve kuvvetli iken zaferi terk eden kimsedir’’ ‘’Sana malı ile büyüklük
taslayana büyüklenmen tevâzudur.’’ ‘’Her insan Rabbini ve nefsini bildiği kadar
mütevâzi olur.’’
Hz.
Peygamber’in (s.a.v.) tevâzu şöyle anlatılmıştır: ‘’O devesini bağlardı, koyun
sağardı, ayakkabı dikerdi, elbise yamardı, hizmetçisi ile beraber yemek yerdi,
hizmetçisi yorulduğunda onun yerine un öğütürdü. Çarşıdan alışveriş yapardı.
Pazardan aldıklarını eline alarak getirmekten veya elbisesinin eteğine koyarak
taşımaktan sıkılmazdı. Zengin, fakir, büyük, küçük herkesle musafahalaşırdı (el
sıkışırdı). Zillete düşmeden mütevâzi olurdu. Bütün yakınlarına ve
Müslümanlara karşı merhametliydi.’’
Mısrî Niyâzî
Hazretleri der ki; eğer kulun kalbi aydınlanıp kalp gözü ile bakmaya başlarsa,
yani üzerindeki beşerlik sıfatını atıp insanlığa yönelirse, kula ledünni
ilimler açılacaktır. Ledünni ilim Hz.
Hızır’ın ilmidir. İçinde kaza sırlarını ve kader hakîkatini taşır. Bu ilim,
kitaplarda bulunmaz. İnsanın bu ilmi kendi kalbi hazinesinden pek ince bir
tefekkür ile çıkarması gerekir. Mektebi yoktur. Hak tarafından ihsan olunur. Hikmetin
hakîkati, ilm-i ledünnîye nâil olmaktır. İnsan bu mertebeye ulaşmadıkça hikmet
sahibi olamaz. Çünkü hikmet Allah’ın bağış ve ihsanıdır. ‘’Hikmeti dilediği kimseye verir; hikmet verdiği kimseye çok hayır
verilmiştir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar’’ (Bakara, 269)
İlm-i ledünni mertebesine ulaşanların, birçok şeyi tahsil etmeye, öğrenme
zorluğuyla vakit geçirmeye ihtiyaçları yoktur. Onlar az öğrenirler, çok
bilirler. Az yorulurlar, çok dinlenirler.
Mısrî Niyâzî
Hazretleri; bu ilim kapısından girdiğini söyleyerek şu âyetin zuhûra geldiğini
söyler: ‘’Arz başka bir arz, semâlar da
(gökler) (başka semâ) hâline getirildiği, (insanlar) bir ve gücüne karşı
durulmaz olan Allah’ın huzuruna çıktıkları gün.’’ (İbrâhim, 48) Yani kalp
makamına ulaşıldığı gün sâlikin geçtiği bütün makamlar, alttakiler üsttekilerle
yer değiştirilmek sûretiye dönüşür. Yer ve gök değiştirilir, onlardaki varlık
zûlmeti giderilir. Hepsi Cenâb-ı Hakk’ın tecellî eden celâl nûruyla aydınlanır,
halk için Allah’ın azâmet ve kahhâriyet sıfatlarını yansıtan bir ayna olur. ‘’Ve O’nun veçhinden başka her şey helâk olacaktır’’ (Kassas, 88) sonra tümü dürülüp kaldırılır
(*).
Mısrî Niyâzî
Hazretleri vücudu silinince, bütün mahlûkatın Allah’ın istediğinden başka bir
şey yapmadığını idrâk etmeye başlar. Ve İmam Şâtıbî’nin söylediği beyit zuhûra
gelir: ‘’Bütün insanlar Mevlâ sayılır,
çünkü onlar Allah’ın kazâsına göre bir iş yapıyorlar.’’ Zîra herkes
kendi ismine mecburdur. Dolayısıyla onu var eden o isimdir. Onun dışında bir
şey yapmaya muktedir değildir. İsim de Allah’a aittir.
Böylece üç
bakış birbirinden ayrılır: Dünyadan
bakış, âhiretten bakış, hakîkatten bakış.
‘’Velîler benim
kubbelerim altındadırlar, onları başkaları bilmez’’ hadisi gereğince her asırda evliyâ
ve tasarruf erbâbı bulunur. Lâkin içlerinden birkaç kişi şöhret bulup, geri
kalanı esrar perdesi altında gizli kalır. ‘’Şöhret afettir’’ gereğince pek çok
evliyâ, şöhretten kaçıp bilinmemeyi seçerler. Özellikle bâtın erbâbı hiçbir
vakitte kendilerini halka göstermezler, bâtın esrarından ve ledün ilimlerinden
halka bir kelime söylemezler. Onların her bir hareketi hikmet üzeredir. Bâtın
ehlinin ilimleri zâhire çıkmaz, ama irâdeler ve istekler kabilinden olarak bazı
velîlerden zuhûru mümkün olabilir. ‘’Velîler, Allah’ın gelinleridir, onları
ancak yakın akrabalar görebilir.’’ Velâyet mertebesine erişen hiç kimse
yoktur ki, Cenâb-ı Hak onun sırrını bir perde ile örtmesin ve mahlûkatın
gözünden onu saklamasın.
Bu hâdis ile Melâmîlere de atıf vardır. ‘’Melâmîlerin kadr-ü kıymetini onları o makama getiren Hak Teâla’dan başka kimse bilmez. Melâmîler, Ebû Bekir Sıddık (r.a) kademi üzerindedir. Onlardan kerâmet görülmez. Onlar beş vakit namazı ve râbıtaları arttırmazlar. Halkın yaptıklarından başka amel ve farklı bir hâl ile tanınmazlar. Sokaklarda gezerler, insanlarla onlar gibi konuşurlar, kalpleri Allah’la, bedenleri kullukla meşguldür. Onlarda yemek, zevk ve baş olmak yoktur, zîra kalplerini rubûbiyet kaplamıştır. Bunlar velâyet derecelerinin en üstündedir ki, bunların üzerinde ancak nübüvvet derecesi vardır. ‘’Çadır içindeki hûriler’’ (Rahman, 72) âyeti cennet hanımları ve hûriler, ‘’seçkin evliyâ ve ricâlullaha işarettir.
12. SOFRA: ‘’Ey insanlar, sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana getiren Rabbinize hürmetsizlikten sakının. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’ın ve akrabanın haklarına riâyet edin, şüphesiz Allah sizi gözetleyip durmaktadır.’’ (Nisâ,1)
Bil ki
insanlar tamamen tek bir nefisten yaratıldıklarından dolayı, birbirlerine gidip
gelme aralarındaki sevgiyi arttırır. Ama bu, Allah için buğz etmeye (sevmemeye)
de mâni olmaz. Zirâ küfre, şirke, isyana, müşriklere ve âsilere Allah için buğz
etmek gerekir. Burada Allah için sevmek, Allah için sevmemek vardır.
Bil ki sen,
insanlara melâike gözüyle bakarsan, onları yeryüzünde fesat çıkaran, kan döken
varlıklar görürsün. (‘’Orada fesat
yaratacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? ‘’ Bakara, 30) O halde
onların sohbetinden, arkadaşlığından sakınmalısın. Çünkü onlar hatayı kabul
etmezler, kusurları affetmezler, bir ayıbı örtmezler, zerrenin, kıtmirin
(köpeğin) hesabını sorarlar. Azı da çoğu da kıskanırlar. Acınmak isterler ama
kendileri acımazlar. Hatâ ve unutmayı cezâlandırırlar, affetmezler. Koğuculuk
(dedikodu) ve iftira ile ihvanı ihvandan kaçırırlar. Onlardan uzaklaşmak,
insanın dinini muhafaza bakımından tercihe şayandır. Râzı olsalar yüzden
gülerler. Kızsalar, içleri kan dolar. Zâhirleri elbise, bâtınları düşmanlıktır.
Zanlarla keserler, arkanda seni gözleriyle, kaşlarıyla çekiştirirler.
Dostlarına dahi hasetten, şüpheden geri durmazlar. Şöyle bir evde, bir yerde,
bir müddet rastlayıp sohbet ederek iyice sınamadığın insanın dostluğuna
güvenme. Senden uzak kaldığında ve dost olup yaklaştığında, zenginliğinde
fakirliğinde iyice tecrübe et yahut onunla yolculuk et veya para ile alışveriş
et veya dara, ihtiyaca düş; eğer bütün bu hâllerde ondan râzı isen onu büyükse baba, küçükse oğul, akran ise kardeş
et.
İnsanlar
birbirleriyle muamelelerinde dört hâl üzeredirler: Bir kısmı iyilik edene
iyilik eder. Bu, eşek huyludur. Bir kısmı kötülük edene kötülük eder. Bu da
köpeklerin ve yırtıcıların huyundandır. Bir kısmı iyilik edene kötülük eder. Bu
da yılan huyludur. Bir kısmı da kötülük edene iyilik eder. Bu da
peygamberlerin, velîlerin ve sâlihlerin ahlâkındandır.
Hz. Ali’ye
göre; İnsanların en kötüsü, iyiliği kötülükle karşılayan ve insanların
en iyisi, kötülüğe iyilikle karşılık verendir. İslâm anlayışına göre
kötülüğe iyilik ile muâmele etmede üç adım vardır. Öfkeyi yenmek ‘’Allah
öfkesini yenenleri sever’’, affetmek
‘’Allah affedenleri sever’’, iyilik ve ihsanda bulunmak ‘’Allah ihsan edenleri sever.’’(Âl-i
Îmran, 134)
Şimdi bu
söylenenleri duydunsa, artık kendine hangisi uygunsa onu seç. Eğer dördüncü
kısımdan olamıyorsan, bari insanların ahvâlini araştırmamalısın ki, onlara iyi
zan besleyesin ve onlarla iyi geçinebilesin.
Bu da olmazsa
onları bırak, onlardan kaçın, tâ ki onları kötü sanıp onlara eziyet etmeyesin, akrabayı terk edenlerden,
onların hukukunu çiğneyenlerden olmayasın. Ama insanlara Allah’ın nûruyla
bakarsan; zûlmette nûr, zehirde panzehir, düşmanlarda dost, kahırda lütuf ve o
kadar çok çeşitli aynalar içerisinde bir tek yüz ve bir cemâl görürsün.
Kendi
kendine şu beyti tekrar et: ‘’Âlemin
nakşını hep hayal gördüm. Ol hayal içre bir cemâl görürüm. Heme âlem çü
mazhar-ı Hak’tır. Anın içün kamu kemâl gördüm.’’
O zaman sana
insanların şerlileri ve hayırlıları bir olur. Her ikisiyle de karışıp konuşman
eşittir. Hatta şerlileri arasına katılırsın ki sana eziyet etsinler de onların
eziyetlerine tahammül edesin, bunun yanında onlara iyilik edesin. Çünkü
Sevgili’nin âşıka celâl ile muamelesi, cemâl ile muamelesinden daha tatlıdır.
İşte bu bakış sırasında melâikenin bakışı, utancından mahvolur.’’ (Nefsine
yenilen hayvandan daha aşağı iken, nefsini mağlup eden meleklerden üstündür)
‘’O sizi bir tek nefisten yarattı’’ Küllî Nefs-i Nâtıka’dan yarattı. Küllî Nefs-i Nâtıka, âlemin kalbi ve gerçek
Âdem’dir. ‘’Ondan da eşini
yarattı’’ Ondan doğan hayvani nefsi yarattı (Havva). Rivâyete göre, hayvani
nefis, varlık âleminin aşağısındaki cihet olan sol kaburga kemiğinden
yaratılmıştır. Çünkü bu cihet Hakk’ın altında bulunan cihetten daha zayıftır.
Eğer eşi olmasaydı dünyaya indirilmeyecekti. Çünkü Havva (Hevâ, heves, Nefs)
olmasaydı Âdem bu âlemde oyalanamazdı. ‘’İkisinden
birçok erkekler…. yaydı.’’ Babalarına çeken kalp sahiplerini ve ‘’kadınlar ….yaydı’’ annelerine çeken
nefis ve tabiat sahiplerini yaydı. ‘’Allah’tan.…sakının’’
O’nun zâtında kendi varlığınızı ispat etmekten sakının. Sizden varlık
kalıntıları zuhûr ettiği sırada, tevhidde fenâ bulmak sûretiyle, O’nu kendiniz
için bir koruma kılın. Tâ ki fenâyı görmekle perdelenmeyesiniz. ‘’Allah’ın
ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının.’’ Yüksek ilkelerle bağı koparmaktan,
nebîlerin ve velîlerin rûhlarıyla sevgi bağını kesmekten sakının. Çünkü sevgiyi
yitirmek sûretiyle akrabalık bağlarını kesmek, insanı bütünleşme ve vahdetten
çevirip ayrılık ve kesrete yöneltir. Allah, nefsi ile mücadele edenleri de
birbirine mânevî akraba kıldı. Bu akrabalık bağının korunmasını
önemsedi, fakat bunun korunması için maddi akrabalık bağının da
korunmasını şart kıldı.
Birbirinize
ilişkin haklarınızı korumanız için, sizi tek bir kökten yaratıp, sonra muhtelif
dallara ayıran Rabbinizden korkun. Tek kökten meydana gelen dalları kesmeyin.
Din ve soy ayrılığına meydan vermeyin. Bütün müminler îman ve takvâ bakımından
kardeşin ve akrabandır. Dünyada en büyük, en yakın akrabalık bir ihvanın diğer
bir ihvana olan muhabbetidir. İşte hasep ve nesep budur. Araplar arasında bir
adet vardı. Birisi diğerinden bir şey isteyeceği zaman, ‘’Allah ve akrabalık hakkı için….. rica ederim.’’ derlermiş.
Kulların görevi, haklara riâyet etmektir. ‘’Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözetleyicidir.’’
el- Rakîb: Senin bütün
hareketlerini kontrol edip, seni koruyandır. Senin niyetlerini, söz ve
hareketlerini, açık ve kapalı her şeyi bilendir.
Bu âyet-i
kerîmeden anlaşılıyor ki, akraba
birbirini Allah için seven kişilerdir. Ama bu küfre, şirke, isyana,
müşrik ve âsilere kızmamızı engellememelidir.
Yani Allah
için sevmek kadar kızmak da vâciptir (zorunludur). Mısrî Nîyâzî burada
insanları kurbiyet derecesinde melâike gibi (akıl ile) görürsek onların vefâsız
olduğunu ve senin ayıbını örtmeyeceğini, dost olmadıklarını, kıskandıklarını,
hatâları ortaya çıkardıklarını, kendisine yapılmasını istemediklerini başkasına
yaptıklarını göreceğimizi söylüyor ve onlara yakın olmanın (eğer hakka’l yakîn, yani cem makamında değilsek) günah
olduğunu söylüyor. Bu insanlar yüze gülüp, arkadan kin tutan ve düşman olan
insanlardır. Bu durumda en doğrusu, onları sınamak, özellikle alışveriş ve
yolculukta ve sıkıntıya gark olduğunda onlardan
râzı isen onlarla yakınlık kurmaktır.
(Burada Allah kuluna bir tercih sunuyor. ‘’Eğer henüz hakka’l yakîn mertebesinde
değilsen, negatif insanlardan uzak durabilirsin’’ diyor. İlişkiler
mertebelere göredir. Aslen mânevi bir varlık olan insanın, gelişim
esnasında geçirdiği aşamalara mertebe adı verilir. İnsan bir şeyden korkacaksa, mertebelerin hakkını
vermemekten korkmalıdır. Kumanda eden de, edilen de Can’dır, ama arada mertebe
farkı vardır. İnsanın başına ne
gelirse bu farkı fark edememekten gelir. Allah, her mertebede hazır ve nâzırdır, ama mertebe değişince ismi de
değişir.
Tasavvufi eğitimin amacı
mertebeleri öğretmektir. Mertebeleri bilenler, herkese derecesine göre muamele
ederler. Bir insan iç âleminde her şeyi yapabilir ve buna kimse
karışamaz. Lâkin dış âlemde her şeyi yerli yerince yapmazsa problem çıkar. İnsanın,
‘’hepsi sensin’’ demesi kolaydır, ama bu söz mertebeler bilinmeden ve yaşanmadan
söylenmemelidir. Çünkü ‘’Dildeki davaya elde hüccet gerek ve dava
kokusu saçan sözden en büyük günahtan kaçar gibi kaç’’ denilmiştir.
‘’Mış gibi yapmak’’ yani henüz yaşamadığı, başaramadığı,
kalben kabullenemediği şeyi başarmış, o mertebedeymiş gibi davranmak. O zaman
Allah bu kişiyi bu konularda sınamadan bırakmaz. Ona hangi makamda olduğunu
bilmesi için sürekli olaylar gönderir.(*)
Ancak yüksek mertebelerde/makamlarda olanlar her yerde Hakk’ı gördüklerinden baktıkları hiçbir yerde yanlış ve abes bir şey görmezler. Onlar baş gözüyle değil, kalp gözüyle görenlerdir. Onlar Hak ile Hak olmuş, mânen yüce mertebelere ulaşmış irfân ehli kişilerdir. Bu büyük zâtlar da aralarında farklı anlayışa sahiptir. Bazısı Velî, bazısı Nebî (yanlış ile mücadele etme) makamındadır. Veli makamında olanlar, Ahmet er Rıfâî Hz. gibi her şeyi olduğu gibi kabul ederken, Harakâni Hz. kâfir ile savaşmış ve şehit olmuştur. Mısrî Niyâzî Hz. de son derece celâllidir. Dönemin padişahı ile sorunlar yaşar ve sürgüne gönderilir.)
15. SOFRA: Abdullah İbn Mes’ud’un (r.a.) şöyle
dediği rivâyet edilmiştir. ‘’Resûlullah bir çizgi çizdi ve bize, ‘Bu Allah’ın
yoludur.’ dedi. Sonra sağında solunda birtakım çizgiler çizdi ve dedi ki:
‘Bunlar da yollardır. Bu yolların her birinde bir şeytan oturmuş kendisine
davet eder.’ ve okudu: ‘İşte benim doğru yolum budur, ona tâbi olun. Muhakkak
sizin ameliniz çeşitlidir.’ Kiminiz ilim ve amel ile cennete gider. Kiminiz
cehâlet ve nefis arzusuyla zûlmete koşar da cehenneme gider. ‘Herkesin uyduğu bir ciheti vardır. Hayır
işlerine koşunuz. Nerede olursanız Allah hepinizi toplu olarak bir araya
getirecektir.’ (Bakara, 148).’’
Bil ki
insanın amelinin çeşitli oluşu, insanların dört tavırda bulunuşlarından
dolayıdır. Bu dört tavır ile hayvanlar âlemini, yırtıcılar âlemini, şeytanlar
âlemini ve melekler âlemini ifade etmek istiyorum. Her âlemin mahiyeti, insanı
öteki âlemin aksi yönüne iter. Doğumdan hemen sonra insanın ilk âlemi başlar ki
hayvanlar âlemidir. Bu âlem onu yemeye, içmeye, helâl ya da haram birlikteliğe
sevk eder. İnsan orada sebat eder, îmana ve amele dönmezse dünya sevgisi ona galip
gelir, dünyadan her istediğini de pek tabiî elde edemez, neticede yırtıcılar
âlemine girer. Kibir, kin, haset, intikam mukadderse katil ile vasıflanır ve o
insanın sireti yırtıcı hayvanlara döner. Eğer bundan da îmana ve amele
dönmezse, mevki hırsı galip gelirse, muradına ancak hilelerle erişir ve sonunda
devler ve şeytanlar âlemine girer. Hile, yalan, gıybet ve iftira ile İblis gibi
halk arasına fitneler düşürmek gibi huylarla vasıflanır. Orada kalırsa
aşağıların aşağısında kalmış ve insanların en sapkını olmuş olur. Ama saadete
ulaşıp da melekler âlemine dönerse ki bu âlem zikir, teşbih ve istiğfar
âlemidir; bütün insanlar ile iyi geçinir ve güzel ahlâklı olur ki, güzel ahlâk
insanın kemâlidir. Bununla meleklerden üstün olur. Çünkü böyle insanlar oraya
hayvanlar, yırtıcılar, dev ve şeytan âleminden ilim ve amel ile
yükselmişlerdir. Mücadele ederek oraya geçmişlerdir. ‘’Güzel söz O’na çıkar, sâlih amel O’na yükselir.’’ (Fâtır, 10).
İnsanlardan bazıları birinci mertebede, bazıları ikincide, bazıları üçüncüde ve
bazıları da dördüncüdedir. Bazıları da merhaleden merhaleye seferini
tamamladıktan sonra daimî olarak bir hâlden diğer hâle geçmek üzere bulunurlar.
Şimdi bak
gör, senin nefsin bu otlaklardan hangisinde otlamaktadır. Onu aşağılardan
yukarılara döndürmek için mücadele et ki, ilimler suyundan (ki sâlih âmellerin
neticeleridir) susuz kalmayasın. Eğer insan isen himmetini hayvanların,
yırtıcıların ve İblis’in gittiği yönden çevir. Allah’a koşman, yolların en
yükseğinde olsun. Çünkü Allah’a giden yollar, mahlûkatın nefesleri sayısınca
çoktur. Nefsi bilmeye çalışmak, insanı Allah’ı ve gayelerin en yükseği olan
tevhid mertebelerini bilmeye götürür.
Bil ki güzel ahlâk îmandır, ameldir, ihlâstır, zikirdir, ihsandır, tevâzudur, öğüttür, tasavvuftur, cömertliktir, rızâdır, sabırdır, Allah’ı sevmedir, Allah’tan korkmadır. Bu ancak Âdem (a.s.) ilmi kendisinde zuhûr eden insanlara vergidir. Bu ilim esma ilmidir. Yani ledünnî ilimdir ve sâlih âmelin neticesi olan verâset ilmidir. Peygamber’imiz şöyle buyurmuştur; ‘’Her kim bildiği ile amel ederse, Allah onu bilmediği şeylerin ilmine vâris kılar’’ Nasıl ki melekler de önce Âdem’e itaat etmediler. Ancak Allah Âdem’e esma ilmini ilham ettikten sonra ona secde ettiler ve hürmetle onu başlarının üstüne kaldırdılar. Güzel ahlâk da böyledir. Ancak Allah’ın verâset ilmini lütfettiği kimselerde bulunur. Bu ilim peygamberlerin ve velîlerin ilmidir. İşitmedin mi ki, bizim Peygamberimiz okuma ilmiyle değil, verâset ilmiyle bir velî idi. Ama İblis’e gelince; kimde cin, dev ve şeytanın sıfatları olan hile, yalan, hud’a ile insanları azdırma huyları zuhûr ederse bu sıfatların sahibi; ahlâk-ı hamîde (güzel ahlâk) meleklerinin itaat ettiği ikinci ilim erbabına icmâlen ve tafsilen düşman olmakta devam eder. Bu sıfatlar onu beşeri sıfatların hükmüne düşürmek sûretiyle mahvetmeye ramak kalır. Artık sen anla. Binâenaleyh Âdem hilâfetinde olan kimsenin, halk ile muamelesinde hâlin icabına göre ahlâk-ı hamîde meleklerini kullanması ve daima kötü ahlâk şeytanından kaçınması, ledünni ilim tâlibi bulunan melâikeyi (akıl ehlini) irşad edip onları bu ilimde otlatması, mülhitlerden ve münkirlerden daima kaçınması gerekir.
Allah Teâla
buyurdu: ‘’Herkesin bir yönü vardır.’’ Ümmetlerden her birinin,
fertlerden her ferdin, uzuvlardan her uzvun, nefis ve rûh kuvvetlerinden her
birinin bir yönü, maksadı ve belirli bir kıblesi vardır. Bu kıble ve yön Allah’ın
isimlerinden bir isimdir. O kişi ona yönelir. Müvellî, ismi fâildir. Yönelen
manasına gelir. Görünüşte insan yönelmektedir ama hakîkatte yöneldiği maksadın
cezbesi kendisini çekmektedir. Amel insanı Allah’a çeker. ’’Güzel kelime O’na çıkar ve sâlih amel O’na yükselir.’’ (Fâtır,10)
artık anla. Bunu bildinse bilirsin ki insanlardan hiçbiri maksadından ve
kıblesinden sapmaz. Ancak kendisini o cihete döndüren ve önce kendisine
maksat olan isme, Allah’ın diğer bir ismi galip gelirse o zaman ilk maksadından
döner. Allah’ın ismi onu, birinci maksadının elinden alırsa ona, ‘’Yüzünü Mescid-i Haram’a çevir.’’ (Bakara,
150) der. Bütün vecihleri döndüren isimlerle, insanların hoş görüp yöneldikleri
maksatları kastediyorum. Yani bu maksatlar, onların yüzlerini mıknatıs gibi
cezbe ile çeker, ona yönelirler. Bundan dolayı ‘’ilim mâluma tâbidir’’
demişlerdir. İnsan bir şeyi hoş görürse ona yönelir.
Cenâb-ı Hak,
şu koskoca kâinatı sonsuz hikmetiyle en güzel şekilde sevk ve idâre etmektedir.
O’nun her bir insan grubunu ayrı bir işe yöneltmesi, kullarının menfaati
icabıdır. O, bazılarına vermediği şeyleri diğerlerine vermiştir. Allah Teâla,
bir grup insanı muhabbetine tahsis etmiş ve onları huzuru için seçmiştir;
bunlar âriflerdir. Bir grup
insanı hizmetinde tutmuş ve ibâdetinde fâni etmiştir; bunlar âbid ve zâhidlerdir. Bir grup
insanı, hükümlerini taşımak ve dinini yaymak için görevlendirmiştir; bunlar
ilmi ile amel eden âlimlerdir.
Bir grup insanı kitabının yazılması, okunması ve anlaşılmasında görevlendirmiş,
onlarla Kur’ân’ı muhafaza etmiştir. Bunlar, kıraat imamları ve müfessirlerdir. ‘’Hiç şüphesiz Kurân’ı biz indirdik onu koruyacak da elbet biziz’’ (Hicr,
9) Bir grup insanı fitnenin söndürülmesi, zulüm ve sıkıntıların defedilmesi
için görevlendirmiştir; bunlar
hâkimler ve bu konuda onlara yardım eden kimselerdir. Bir grup insanı
nizamındaki hikmeti korumak için görevlendirmiştir. Bunlar, bütün çeşit ve
teferruatıyla İlâhi Hükümleri icrâ eden ve geçim sebeplerini ayakta tutan müminledir.
Yüce Mevlâ, bazılarını, hilminin tecellî etmesi ve affedici sıfatının görülmesi için hazırlamıştır; bunlar günah ve isyana dalan kimselerdir. Bazılarını da intikam ve Kahhar isminin tecellî etmesi için hazırlamıştır; bunlar da bütün gruplarıyla kâfirlerdir. Bu grupların her biri, İlâhi kudretin önlerine koyduğu, kazâ ve kaderin kendilerine hükmettiği işe yönelmişlerdir. Ancak son iki grubun yaptıklarını din kabul etmemektedir. Eğer hepsinin maksadı güzel olsaydı, hepsi Allah için amel eden kimseler olurdu. Onlara şöyle denir: Siz nerede olursanız olun, Allah sizi hesap için toplar. Geçmişte yapmış olduğunuz amellerin karşılığını sevap ve azap olarak görürsünüz.
‘’Herkesin yöneldiği
bir yön vardır’’
(Bakara, 148) âyetinde Kur’ân insanların darmadağın olmuş bağlanma biçimlerine
ve onların Bir’i bulmadaki başarısızlıklarına işaret etmektedir. Daha genel
anlamda ise bu âyet (bilsin yahut bilmesin) herkesin ona ibâdet ettiği
Allah’tan başka bir nesne vardır anlamına gelir. Tevhidi amele dökmenin can
alıcı noktası tam anlamıyla başkalarına bağlanmaktan kurtulmak, tüm yönlerden
yüz çevirmek ve yönsüz olana odaklanmaktır. Bu işin hakikati odur ki bütün
yaratılmışlar Hak ile dostluk iddiasında bulundu ama O’nun divânında olmak
istemeyen tek bir kişi bile yok. Herkes Hak ile dostluk iddiasında olduğundan
Hak, onlara kendilerini O’nsuz olarak göstermek için onları imtihan ve belânın
mihenk taşına vurur. Onlara bir şey verip bunu onların kıblesi yaptı, onlar da
yüzlerini o tarafa çevirdiler. Birine zenginlik, birine mevki, birine eş, birine
güzel yüz, birine kibir, birine ilim, birine zühd, birine ibâdet, birine zan ve
vehim. Bunların tümünü insanlara verdi ki, bunlarla uğraşsınlar. Dolayısıyla kimse
O’ndan bahsetmedi, hepsi O’nun talep yolunun dışında kaldılar. Bâyezid (k.s)
şöyle dedi: ‘’O’nun kapısından geçtim, hiç kalabalık görmedim. Çünkü
dünyadakiler dünya ile perdelenmişti, ahirettekiler âhiretle. Sûfilerden iddia
sahibi olanlar yeme, içme ve dilenmekle perdelenmişti. Onlar arasında daha
yüksek mertebedekiler de müzik dinleme ve güzel yüzlüleri seyretme ile
perdelenmişti. Büyük sûfi imamlar ise bunların hiçbirisiyle perdelenmiş
değildi. Tersine onları hayret ve sarhoşluk hâlinde gördüm.’’ Pir-i târikat
Abdullah Ensari şöyle dedi. ‘’Pınar beni kandırmaz, çünkü ben deryayı arıyorum.
Deryayı bulabilme ümidiyle yüzlerce pınar ve akarsudan geçtim. Hiç ateşte
boğulan gördün mü? Ben onun gibiyim. Hiç deryada susuzluk çeken gördün mü? İşte
ben öyleyim.’’
‘’Allah’ın
yolu.’’ Sırât-ı müstakîm (dosdoğru yol); mizan (ölçü, denge), adâletin
şahsımızda yerleşmesinden, sırat (yol) ise; ahlâk ve sıfatlarımızı arındırmaya
yönelmekten ibârettir. Sırât-ı mustakîm peygamberlerin hidâyet yoludur. Bu
kolay bir yol olmayıp, Peygamber’in bile sakalına ak düşürmüştür. Sırat, kulun
Allah’ın tecellî ettiği isme mecbur olması ve o yolda yürümesi demektir. Kulun
bu yoldan sapmaması ve o yolun sabitlenmesiyle alakalıdır. Görülüyor ki, herkes
kendindeki ismin Allah’a nispet edilmesiyle hidâyete veya dalâlete koşar. Kendi
ismine köle olur.
Sırât-ı mustakîm yeme içmede, giyimde, evlenmede, dînî ve dünyevî bütün işlerde adâlet ve orta yoldan ayrılmamaktır. İşte dünyadaki sırât-ı mustakîm, âhiretteki sırât-ı mustakîm gibidir. Kişinin, dünyada sırât-ı mustakîmi tanıma konusunda irşâda mazhar olması, onun âhirette de sırâtın üzerinden geçerken kurtulmasına vesile olur. Sırât-ı mustakîmi tanıma konusunda hidâyete erdirilmek, Allah’ın kuluna vermiş olduğu en büyük nimettir. Sadakallâhül Azim.
(Niyâzî-i Mısrî Hz./İrfan Sofraları – 2)