21 Haziran 2021 Pazartesi

HALLAC-I MANSUR – ENE’L HAKK:

Yazı, 900’lü yıllarda Hallac-ı Mansur tarafından söylenen, ancak anlaşılamayan, anlaşılamadığı için de farklı yorumlanan, dünyanın birçok yerine yayılmış ve ünlenmiş ‘’Ene’l Hakk/Ben Hakk’ım’’ sözünün açıklamasıdır. Tüm zamanlara vurulmuş, mühür niteliğini taşıyan bu sözün üzerine bir söz söylenememiştir. ‘’Ben Hakk’ım’’

‘’Ene’l Hakk’’ Kuantum Felsefesi ve Düşünce Tarihi’nin neredeyse temelini oluşturan, Kuantum Fiziği ile birbirini tamamlayan bir kelimedir. Bu yüzden ‘’Ene’l Hakk’’ sözü hem dini, hem tasavvufi, hem de bilimsel bir ifâdedir.

Hallac-ı Mansur’un asıl adı, Ebu’l Mugiz Hüseyin bin Mansur el- Beyzâyî’dir. Mansur soyadı babasından gelmektedir. Hallac lakâbı ise bir arkadaşı ile yaşadığı sırlı bir olaydan dolayı kendisine lâkap olarak verilmiştir. Mansur; Tanrı’ya kavuşma yolunda nihayete erenler için kullanılır. Hallac-ı Mansur için, gönüllerin sesini duyup açıkladığından dolayı ‘’sırları pamuk gibi atan’’ manasında Hallâcü’l Esrar da denilmektedir.

Hallac-ı Mansur Beyza yakınlarında, al-Tur’da doğdu. Büyük babası Mahamma adında bir Zerdüştî’dir. Ona, ana tarafından Hazreti ebû Eyyûb’un neslinden geldiği söylenerek ‘’Ensâri’’ de denilmiştir (yardım eden). Nesilden nesile aktarılanlara göre, daha küçükken babasıyla Dicle kıyısındaki Vasıt kasabasına geldiği ve Mansur’un burada 12 yaşında Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlediği bilinmektedir. Ancak nerede ve nasıl bir tahsil gördüğü konusunda fazla bilgi ve yazılı bir kaynak yoktur. 20 yaşlarında değerli hocalardan tasavvufun inceliklerini öğrendiği, Mekke’ye gittiği, Hac dönüşü, Bağdat’ta Cüneyd-i Bağdadî, Amr b. Osman Mekri’i ile görüşüp onlardan feyz aldığı söylenir.

Bazı kaynaklara göre kendisine yöneltilen üstü kapalı eleştiriler üzerine Sufîlik kıyafetini değiştirerek halk kisvesine bürünür. Talebeleri ile beraber tekrar hacca gider. Dönüşünde asker kıyafeti giyer.  ‘’Putperest diyarı olan halkı Hakk’a davet için şirk beldelerine gidiyorum’’ diyerek Hind’e, oradan Horosan’a, Türkmenistan’a ve Çin sınırına kadar gider, oralarda yaşayan halka İslâmiyet’i anlatır. Onları Allah yoluna davet eder. Üçüncü defa hacca gider ve orada halktan kendisine işkence yapılmasını ister. Bağdat’a geri dönünce, Müslümanlar uğruna, halk tarafından öldürülmeyi talep eder ve meşhur ‘’Ene’l Hakk’’ sözünü söyler. Bu söz kısa zamanda bütün İslâm diyarına yayılır. Bir süre hapsedilir. Suçsuz olduğu anlaşılınca serbest bırakılır. Ancak bazı siyasi hadiselere karışır ve ağır suçlamalarla tekrar hapsedilir. Sekiz yıl kadar hapis yatar. Sonunda idâma mahkûm edilir. İdam hükmü, devrin islâm halifesi tarafından da tasdik edilen Hallac-ı Mansur, önce kırbaçlanır, sonra elleri ve ayakları kesilir, ardından asılır ve cesedi yakılarak külleri minareden Dicle Nehri’ne atılır.

Hallac-ı Mansur, yaşamının ilk döneminde feyz aldığı sufî üstadları olan Cüneyd-i Bağdadî ve Emr el-Mekri tarafından önce kabul edilir, ancak sonradan reddedilir.

Cüneyd-i Bağdadî, tasavvufun esrarını sadece yakın çevresiyle konuşmakta, başkaları duymasın diye de evinin kapılarını örtmektedir.  

Mansur’un da dâhil olduğu Bağdat Tasavvuf Okulu, tevhid konusundaki öğretilerinde ileri bir seviyeye ulaşmıştır. Fakat halk tarafından yanlış yorumlanacağı endişesiyle öğretilerini gizlerler. Cüneyd-i Bağdadî, Hallac-ı Mansur’a susmayı, insanlarla konuşmamayı, sırları açmamayı telkin eder. Ancak sözü dinlenmeyince ‘’Galiba bir ağaç parçasının ucunu kırmızıya bulaman yakındır’’ diyerek, şehit edileceği kehânetinde bulunduğu rivâyet edilir.

Hallac-ı Mansur’u en çok etkilemiş âriflerden biri olan Beyazid-i Bestâmî, 800’lü yıllarda Fenâ halinin öncülerindendir. ‘’Bana şükürler olsun’’ sözü de bunu gösterir. Hz. Mevlâna’ya göre bu hal ’O Ben, Ben O’’ düşüncesinin göstergesidir. Yunus Emre’de şiirlerinde bu hâli devamlı yansıtır. Tevhidin başlangıcı olan Fenâ hâli, kendini kaybetme, yok olma, hiçleşmedir. Kadim bilgelikte, ‘’O, bir kulunu severse, onun gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı, tutan eli olur. Kul benimle görür, benimle duyar, benimle tutar, benimle yürür’’ hâli ile aynıdır. Yukarının eli ayağı olan ‘’Kâmil İnsan’’ meselesi de bunu anlatmaktadır.

Cüneyd-i Bağdadî sahv yani bekâ hâli öncülerindendir. Bekâ fenâ hâlinin tam zıddıdır. Kendinde ve uyanık olma hâlidir. Allah’ta bakî olma, Allah’ta sonsuz yaşama ulaşmadır. Hallac-ı Mansur’un düşüncelerinde her iki hâl de görülmektedir. O hem fenâ, hem de bekâ hâlindeyken ‘’Ene’l Hakk’’  sözünü yinelemiştir. Mansur’un yakın dostu Şiblî ‘’ben ve Mansur aynı idik. Ancak beni deli olma hâlim kurtardı. Hallac-ı Mansur’u Dar’a götüren aklıdır’’ demiştir.

‘’Beni gören, Tanrı’yı görür; Tanrı’yı gören, ikimizi birden görür’’ (Hallac-ı Mansur) Ene’l Hakk sözü, bir insanın Hakk olarak göründüğünün ifâdesidir. Bu sözden beri, daha üstüne söylenmiş bir söz bulunmamıştır.

‘’Ben Hakk’ım’’ ya da ‘’Hakk, Ben olarak göründü’’ demiştir Hallac- ı Mansur. Ancak ‘’ben’’ kelimesi çok derin bir kavramdır. ‘’Ene’’ kelimesi ben anlamında kullanılmış olsa da aslında ben ötesi bir kelimedir. Çünkü ego ve ben sözcükleri, fiziksel bedeni ifâde eder. Mansur’un kullandığı ‘’ene’’ kelimesi tasavvufi mânâda beden dışında olduğunun anlamını taşır. Yani ‘’rûhum emânet rûhtan üflendi ve ona ulaşmayı diledim; kalben çağrıyı duydum ve ölmeden ona ulaştım’’ mânâsını içeren derin bir anlamdır. Dünyasal sıfatlardan arınan, Hakk isminin yüceliğine ulaşan ve idrak eden bir anlayıştır. Bu sözü, ancak rûhu ve bedeni ile idrak eden kişi söyleyebilir.

İnsan gönlü öyle büyüktür ki, içine bütün evren sığar. Sonsuz Kâinat, insanın yüreğindedir. Hallac-ı Mansur bunu ‘’nokta felsefesi’’ olarak belirtir. Bu ‘’nokta’’ bir incidir (Nûr sûresi, 35) Arapça ‘’durre’’ olarak bilinen bu inci, tüm kâinatın özüdür. İşte inciyi bulabilen, görebilen, egoyu terk eder, maddenin esaretinden kurtulur, özgürleşir. Bu kişi artık tanrısal boyutta düşünen bir insandır ve ancak böyle bir hâl içinde olan insan ‘’Ene’l Hakk’’ diyebilir. Bu sözü dile getirebilen tek kişi de Hallac-ı Mansur olmuştur.

Nokta konusu, Hallac-ı Mansur Felsefesi ‘nin ve Ene’l Hakk anlayışının en temel kavramıdır. Nokta Felsefesi anlaşılmadan, Hallac-ı Mansur’u anlamak neredeyse imkânsızdır. Mansur’a göre Tanrı, ‘’Öncesiz Nokta’’dır.

Öncesiz Nokta’nın Mutlak olduğunu ve Kaynak olduğunu önemle belirtir. Nokta: Ne büyür, ne küçülür, ne yok olur, ne var olur. Her yerdedir ve hiçbir yerdedir. Bütündür. Gerçekliğin Gerçekliğidir. Tüm görünenlerdedir ve görünmeyenlerdedir. Nokta’nın her şeyden bilgisi vardır, sonsuz kere sonsuz saniyede her şeyi bilir. Tüm düzen ve maddelerin tek sahibidir.

‘’Öncesiz Nokta’’ olan Tanrı;  doğmamış ve doğurulmamıştır. Eşsiz, Tek ve Mükemmeldir. Merkezdeki ‘’Öncesiz Nokta’’ ya ulaşmak imkânsızdır. İlâhi sistem daireseldir. Ölerek ya da dairelerden geçerek oraya ulaşmak mümkün değildir. Tüm ulaşma çabaları sonucunda ulaşılan yer, ancak Öncesiz Nokta’nın etrafındaki ‘’daire’’ olur. Öz, ilk nokta ve ilk dairedir. Açılım ve yayılım oradan başlar. O ilk daire Mutlak’tır. Mutlak sonsuz güçtür. (Gayb âlemi)

Daha sonra gelen daire, ‘’Doğruluk dairesi’’ dir (Ceberût âlemi). Doğruluk Dairesi Levh-i Mahfuz, Korunmuş Levha, Kayıtlar Levha’sı, Biçimler Levhası (Kâinatın biçimlerinin kayıtlı olduğu levha), Âdem Kâinatı olarak da tanımlanır. Doğruluk dairesi görünen ve görünmeyen her şeyi kapsar. Bu daireden çıkış (nüzul/iniş), Âdem ve eşinin cennetten kovulması sembolü olarak anlatılır.  Kovulma ve ‘’yasak meyve’’nin yenilmesi Âdem ve eşinin doğruluk dairesinden çıkması için sadece bir ‘’neden’’dir. Çünkü mükemmel bilgilere sahip olan varlık, özündeki bilgileri tatbik etmelidir.  Bu bilgi asla Tanrının tüm bilgisi değildir. Ancak, Tanrı’nın gerçek kaynağından bir damla olabilir. Sonrasında varlığın tüm çabası, kovulduğu Doğruluk Dairesine, ait olduğu Tanrısal boyuta tekrar geri dönmektir. Bu içsel bir yolculuktur. Varlığın kendinden kendine yaptığı bir yolculuktur.

İnsan öyle bir noktadır ki, bütün kâinatı içinde barındırırken, aynı zamanda kâinatın içerisinde yer almaktadır. Maddenin içindeyken, aynı anda maddenin varlık içinde olması anlaşılması zor bir kavramdır. Hallac-ı Mansur, konuyu anlayabilmek için biçimler levhasının (biçimlerin) dışına çıkmak gerektiğini belirtir. Doğruluk dairesinin Merkezine ulaşan ve gerçeklik bilgisini alabilen varlık o bilgi ile donanır. Bu da Daire’ye bir süreliğine dışarıdan bakmak anlamına gelir. Kur’ân’da ‘’Mirac/uruç’’ olarak bahsedilen konu budur. Bir tek Hz. Muhammed bu daireden çıkabilmiştir. Hallac-ı Mansur’a göre gerçeklik bilgisi, Doğru’nun bilgisidir. Doğru Hakk’tır. Doğruluk Dairesi O’nun tam kendisi değildir; ancak bulunduğu yerdir. Tevhidin sembolüdür. ‘’Yaşam ağacı’’ olarak da sembolize edilir.

Bir sonraki daire Nicelikler Dairesi’dir (Misâl âlemi). Maddeler ve varlıklar, çokluk, sıfat ve sûret olarak görünürler. Her bir görünen de Tanrı’nın yansımasıdır. Bir sonraki en geniş daire, Sezgi Dairesi’dir (Dünya, His âlemi).Tüm varlıkların sezgisinin hissedildiği yerdir.

Tüm varlıklar ve Tanrı’nın kendisi de dâhil, bu daireleri temsil eder. ‘’Şeytan’’ kavramı tüm bu dairelerin dışında kalma durumudur. Şeytan, tüm bu mevcudiyetten mahrum kalma hâlini temsil eder. Eğer Şeytanî düşünüyorsan, daire dışındasındır. Şeytan bir düşünce tarzıdır. Bu düşünce tarzı, Kâinatın içindeki o birliği idrak edemeyen, kavrayamayan ve göremeyen bir yapıyı içerir. Bu düşünce tarzına sahip olan her insan ‘’Tanrısal Daire’’ nin dışına çıkmıştır. Hallac-ı Mansur, Tanrı ile arasındaki birliğin varlığını inkâr eden kişinin, en dış daire olan Sezgi Dairesi’nin çeperinde dolaştığını belirtir.

Hallac-ı Mansur Felsefesinde, daireler iç içedir. Varlık, anlayışı doğrultusunda, kapısı ve anahtarı olmayan bu dairelerden geçer. Varlık maddenin esaretinden kurtuldukça bir daireden diğerine geçer ve aydınlanma gerçekleşebilir. Doğruluk Dairesine ulaşan varlık rûhunun sesini duymaya başlar. Bu dairelerden geçişler, tamamen insanın içsel yolculuğudur.

Yine Hallac-ı Mansur Felsefesinin bir diğer kavramı ‘’yörüngeler’’ konusudur. Kâinattaki her makro varlık, kendi etrafında ve çekim alanında olduğu kütlesel varlık etrafında ve en büyük çekim alanına bağlı olduğu makro kitlesel varlık etrafında döner. Kâinattaki her mikro varlık (atom ve atomaltı partikülleri) kendi etrafında ve çekirdek etrafında döner. Bunlar değişmeyen fizik yasalarıdır. Her mikro ve makro varlığın bir yörüngesi/feleği vardır. Bu yörünge, kendi etrafında ve çekim alanına bağlı olduğu kütlesel varlık etrafında dönerken aldığı yoldur. Bu yörüngeler görülebilir, tespit edilebilir ve ölçülebilir nitelik taşır.

Bir de varlıkların soyut yörüngeleri vardır. Bu yörüngeler, varlığın mânevi dünyalarında aldıkları yollardır. Tasavvufta varlıkların bu soyut yörüngelerine ‘’Tekâmül’’ adı verilir. Her insanın, yay genişliğinde bir yörüngesi vardır. Mânevi gelişiminde tam bir tur döner; döngüyü tamamladığında yine başa gelir. Ve bu, sonsuza kadar devam eder. İnsan, her bir döngüde bir tur attığında, yeniden başa gelir. Bu yüzden soyut evrenlerde baş ve son aslında aynıdır. Fakat tek bir farkla! Her bir tur döngüsünde sona gelen insan, tekrar başa geldiğinde, anlayışı değişmiş ve aydınlanmıştır. Her dönüş bir farkındalık sıçraması yaratır. Baş ve son aynı gibi görünse de aslında aydınlanan insan, bir sonraki döngüde farkındalığı yüksek bir anlayış ile döngüsüne devam eder. (İbn. Arabi Hz. göre, Felekler varlık mertebelerini anlatır)

İnsan Fizik Yörüngesinde bir tur atarken neyin çekim alanında döner? Fizik kanunlarına göre her insan, dünya gezegeninin çekim alanına dâhildir. Bu yüzden dünya, kendi etrafında döndüğü için insan da dünya ile birlikte döner. Dünya, Güneş etrafında döner. Güneş de en güçlü çekim alanı olan Samanyolu galaksisi etrafında döner. Samanyolu galaksisi de kendi etrafında döner. İnsan da dolayısıyla, Samanyolu galaksisi ile birlikte tüm dönüşlere tabidir. İnsan Fizik yörüngesinde bir tur atarken, Samanyolu galaksisinin çekim alanındadır.

Peki, insan Soyut Yörüngesinde bir tur atarken neyin çekim alanındadır? Soyut yörüngeler görülemez, ölçülemez, tespit edilemez olmasına rağmen mânevi hissediş ile tespit edilebilir. İnsanın da Soyut yörüngesinde çekim alanına girdiği ‘’şey’’ler vardır. Ve bu ‘’şey’’ler, tıpkı fizik kanunlarında geçerli olan çekim alanları gibi, çok güçlü çekim alanları yaratır. O şeylerden en önemlisi ‘’merkez benim’’ diyen Benliktir. Ben merkez tam bir çekim alanıdır. Hapishanedeki bir mahkûm, Ben merkez çekim alanına girmiş kişiden daha özgürdür. Maddenin yarattığı cazibeyle sarhoştur. Mânevi gözleri körleşmiştir. Bencil, zalim, hoşnutsuz, huzursuz bir yapıdadır. İnsanın Soyut yörüngesinin merkezine yerleştirdiği farklı çekim alanları da vardır. Para, iktidar, şöhret, kumar, şehvet gibi güçlü çekim alanları etrafında tur atan insanlarda çoğunluktadır. İnsan hayatı, merkeze yerleştirdiği güçlü çekim alanına odaklıdır. O güçlü çekin alanı odaklanmasından özgürleşmeli ve dengelenmelidir. İşte o zaman, insan hakîkati anlamaya başlayacaktır. İşte bu ‘’tekâmül sıçraması’’dır. Tekâmül, halkalar şeklinde değil helezonlar (sarmal, spiral) şeklindedir.

Tekâmül sıçraması yaparak aydınlanan ve helezonlar çizerek ilerleyen insan, bu ilerleyişte çeşitli duraklarda konaklar. Bu duraklarda konaklamasına Tasavvufta ‘’nefes’’ adı verilir. İnsan her nefeste soluklanır, dinlenir ve yaşadığı tüm olayları gözden geçirir. Durak, bir nefes almadır; bilgilerin yerli yerine oturması, gözden geçirilmesi, hazım edilmesi, eksiklerin fark edilmesi, geçmişin telafisi ve bir sonraki aşamanın hazırlıklarının yapılmasıdır. Duraklar, insanın Tekâmülünde çok önemli yer tutar. Her hâlden hâle geçiş, her kat edilen merhale, aşama, tabaka birer durağı temsil eder. Her biri için ayrı ayrı zamanlar vardır ve bu zamanlar, bir oluş ve biçimlenme safhasıdır. Bu varlığın yoğunluğu, titreşimi ve Rezonansı ile alakalıdır; bilgi ile değil. Çok şey bilmenin faydası yoktur. Önemli olan bilinen şeylerin hazım edilmesi, idrak edilmesidir. Sırların açığa çıkması hayatlar boyu sürer. Her hayatta idrak edilen bir ya da birkaç idrak, diğer hayatların hazırlığıdır. Belki birkaç hayat öncesi ve sonrası için hazırlık aşamalarıdır. İşte bu aşamalar hâlden hâle geçişlerdir.

Hallac-ı Mansur, 40 duraktan bahseder: Bunlar; Yöntem (edep ve adap), Korku (sakınma), Yorulma (tekrar başlama), Arama (talep), Şaşırma (hayret), Yıkılma, Coşku (aşk hali), Tutku, Doğruluk, İçtenlik, Özgürleşme, Gösterme, Dinginlik, Anlama, Tanık olma, Oluş, Memba, Çabalama, Eski duruma dönme, Yayılma, Hazırlanma, Kendini yalıtma, Bağlanma, Çekim, Görüntü, Uygulama, Dikkat, Yitirilen şeyler için üzülme, Direnme, Dikkate alma, Hayret, Düşünme, Sabır, Yorumlama, Onaylamama, Güçlü eleştiri, Uyma, İşaret alma ve Başlangıç’tır.

Hallac-ı Mansur’a göre her durağın iki anlamı vardır. Biri anlaşılır, diğeri anlaşılmaz. Anlaşılan durumu, bedenliyken ilham vâsıtasıyla hissedilenlerdir. Anlaşılmayan durumu ise bedenliyken bu hissedilenlerin amacının ne olduğu konusunda kesin bir bilginin olmamasıdır. İnsan mânevi yolculuğunda yani Tekâmül sıçramalarında birçok hissiyata kavuşur. Bunlar, anlaşılan durumlardır. Fakat bu hissiyatın amacının ne olduğuna dair kesin bir bilgi yoktur. İşte bu da anlaşılamayan bir durumdur. Örn: Mûsâ ile yolculuğunda Hızır, bedenli bir insanın değil, Tanrısal bir düşünce yapısının temsilidir ve bunun dünyada mümkün olacağının bir göstergesidir. Mûsâ ise, insanın beşeri düşünce yapısını temsil eder. İnsanoğlu, bir Nebî, bir Peygamber bile olsa gerçeği ve amacı bilemez. Amaç sadece Dünya’nın Rabbine aittir. Bedenlilerden hiç kimse, dünyada yapılanların amacına dair kesin bir bilgiye sahip değildir.

Hallac-ı Mansur’un önemle bahsettiği Kırk Durak iç içedir, bir sıralaması yoktur. Varlık her an gelişir ve durakları bir bir geçerek başlangıcına ulaşabilir. Ve artık dünyaya doğmasına gerek kalmayabilir. Belki de görevli olarak istekli ve iradeli bir şekilde tekrar gelebilir. Besleyen, aynı zamanda beslenen durumundadır.

Hallac-ı Mansur Felsefesi kavramları arasında ‘’Mirac’’ önemli bir yer tutar. ‘’Âdem ile Rabb arasındaki iki yay boyu uzaklık vardır.’’ Bu tanım Kur’ân’da bahsedilen ‘’Kâbe Kavseyni’’dir. Kâbe; mesafe, Kavseyni; iki yay arası, iki gözün görüş mesafesine giren bir kısım alan anlamındadır. Hallac-ı Mansur, bu tanımları tek bir kelime ile aktarır:  ‘’Ayn’’ Ayn Arapça bir kelimedir göz, kaynak, pınar, aslı, aynı, kendi gibi veya eşi gibi demektir. Bu tanımlamalara neden ‘’ayn’’ kullanılmıştır denilirse, ‘’ayn’’ şekil itibariyle alt alta oluşmuş dikey iki yaydan oluşur (ع). Hallac-ı Mansur ‘’iki yay boyu uzaklık vardır’’ anlamını ‘’ayn’’ ile tanımlar.

‘’Ayn’’ kelimesi ile mesafenin varlığı vurgulanırken, o mesafeden Tanrı’nın görünmesi ‘’bayn’’ kelimesi ile anlatılır. Varlık her yaklaşmak istediğinde, Tanrı ile arasında iki yay mesafesi olacaktır. İnsan ne kadar gelişirse gelişsin, en yüce mertebelere dahi ulaşsa, Tanrı’yı gözleri ile göremez.

Hallac-ı Mansur’un günümüze kadar gelen tek eseri, anlaşılması çok güç kavramlarla dolu olan ‘’TAVASİN’’ adlı eseridir.

‘’Ta’’ îman etmiş, gerçekten Allah’a yaşarken ulaşmış insanın simgesidir. ‘’Sin’’ ise her varlığın yay uzunluğudur ( ‎ ). Yay uzunluğu Allah ile kul arasında bir sırdır. Kul, Allah’ı gözleri ile göremez; yay uzunluğu buna engeldir. Ancak yörüngesinden tanır. Hiçbir enerji, diğerinin enerjisine erişemez, ulaşamaz, temas edemez. Gecenin gündüze, ayın dünyaya, dünyanın güneşe erişemediği gibi. Atomlar arasındaki boşluk da Partiküllerin birbirine dokunmasına engel olur. Her atomun bir yörüngesi vardır ve her biri kendi yörüngesinde seyahat eder.

Kısaca, her varlığın yörüngesi (feleği, kaderi) onun ‘’Sin’’ idir. Kendisi ‘’Ta’’ dır. TavaSin kelimesindeki ‘’va’’ ise çokluğu ifade eder. ‘’Sin’’ kayıtlar evreninin yansımasıdır. Âlemlerin Rabbi ile bağlantısıdır. Evrendeki ‘’Vahyi’’ alır ve ‘’Ta’’ ya, bedene iletir.

‘’TaSin’’ İnsan-ı Kâmil’i simgeler. ‘’TavaSin’’ de, ‘’TaSin’’ kavramının çokluğunu ifade eder.

‘’TavaSin’’ Hakk’ın yeryüzü ordularıdır. Hakk’ın yeryüzü orduları olan Seçilmişler olduğu kadar, üstü kapalı ve sembolik bir aktarım ile Göklerin ordularından da bahsedilir. Kur’ân’ı Kerîm’de ‘’Uzak yoldan gelen’’, ‘’Aç ve yorgun olmayan’’, ‘’İnsan zaafları bulunmayan’’, ‘’Müjde ile gelen’’ diye tanımlar yapılır. İsimleri yoktur, fakat sıfatları boldur. Göklerin orduları, ‘’Devamlılığı sağlayanlar’’ dır. Onlar bir devri kapatıp bir devri açanlara Müjde getirenlerdir. Vahiy meleği ‘’Cebrâil’’, ‘’Mustafa Kemâl Atatürk’’ devamlılığı sağlayanlardır. Yunus Emre’nin ‘’Bize Dervişler geldi’’ sözü ile, Hz. İbrâhim’in ziyâretçilerine ‘’Selâm yabancı topluluk’’ diye seslendiği âyet vardır. Yine Tevrat kitabında ‘’Ve Rabb buluttan indi ve ona söyledi’’ ifadesi devamlılığı sağlayanlara işaret eder. Yine Tevrat’ta sıkça rastlanılan ‘’Göksel araba’’ tanımları ve tabletlere kazınan dünya dışı insan motifleri buna örnektir.

Göklerin orduları, farklı boyutlardan, farklı gezegenlerden gelen, dünya canlılarının korunması görevinde bulunan, türün ve soyun devamlılığını sağlayan Rabbin seçilmişleridir. Devamlılığı sağlayanların ortak bir özelliği vardır: ‘’Değişim.’’

Onların ziyaretlerinden sonra mutlaka bir değişim yaşanır. Onların ziyaretleri bir dönüm noktasıdır. Bu ziyaretler, fiziksel temas ile gerçekleşir.

Yine Bulutlar, Okyanuslar, Çöl kumları, Polenler eko sistemde devamlılığı sağlayan tabiat olaylarıdır. Onlar esip, tozutup, savurarak bir yerden bir yere nakil yaparlar. Buradan anlaşılıyor ki, Kâinatta hiçbir şey düzensiz ve başıboş değildir. Her şey belli bir düzen ve kaidelerle varlığını sürdürmektedir.

Bir yerde herhangi bir düzensizlik olsa bile, derhal başka bir noktada onu düzenleyecek başka bir sistem devreye girecektir.

Bilimde canlı varlıkların organize durumu düzenli bir yapı oluşturur. Yani yaşam içinde bir ahenk, bir düzen vardır. Bilim insanları buna Entropi’nin azalması demiştir. Entropi; Düzensizliğin ölçüsü demektir. Entropi düşük ise düzenli bir yapının varlığını gösterir. Entropi kanunu (düzensizlik kanunu), evrendeki düzeni ortaya koyan en büyük delillerden biridir. Yaklaşık on beş milyar yıldan beri varlığını sürdüren evrenin şu anki Entropi’si hesaplara göre şaşırtıcı derecede düşüktür. Bu bize evrende bir düzenin olduğunu gösterir ki, evrenin ilk başlangıcının çok düzenli olarak başladığını ortaya koyar. İlginç olan başka bir durum ise evrendeki sistemin herhangi bir kısmında bir Entropi artışı olursa (düzensizlik artarsa) başka bir kısmında Entropi azalır (düzen artar). Bu artış ve azalmalar geçicidir ve ne kadar büyük olursa düzelme de o kadar hızlı gerçekleşir. Dünya kendi düzenini sağlamak amacı ile fiziki bir takım oluşumlar içerisine girer. Kendini yeniler ve düzenler. Depremler, sel baskınları, buzların erimesi, fırtına gibi fiziki yenilenmeler gibi.  Dünyanın bu fiziki değişimi, tabiat kanunlarının bir gereğidir.

Işık hızından daha hızlı, birbiri ile haberleşen atomlardan oluşuyoruz. Atom evrenindeyiz. Buna Kuantum Evreni deniliyor. Görünen her şey, Kuantum Evreni’ni oluşturuyor. Kısaca, ‘’Görünen her şey Hakikatte Tek ve Eşsizdir’’ gerçeğini kabul ediyor. Henüz Kuantum Kuramı ortaya çıkmamışken Hallac-ı Mansur, Ene’l Hakk sözü ile ‘’Görünen her şey Benim’’ demiştir. İşte o Ben kelimesi, Kâinatın Özü’dür. Kâinatın Özü de Tek ve Eşsizdir.

Kâinatta her şey özde biçimsiz ve şekilsizdir. Biçimi ve şekli yoktur. Enerjidir ve ilâhidir. İlâhi nûrun yansımasıdır. Biçim, sadece bilinçlerde olan bir kodlamadır. Şekil kodlardan meydana gelir. Doğulacak dünyaların kanunlarına göre biçim kodları vardır. Bizim görebildiğimiz kâinatın biçimleri, Levh-i Mahfuz denilen levhada kayıtlıdır. Ve her rûh, doğmadan önce, o levha kodlarının bilgisinden beslenir ve dünyaya ya da herhangi bir gezegene doğar. Hangi gezegende doğacak ise o gezegene ait olan kanunları, o levhadan çeker alır. Çekip aldığı bilgiye göre şekillenir ve biçimlenir.

Biz beynimizin bize gösterdiği evreni görmekteyiz. Ayrı, farklı, güzel, çirkin, büyük, küçük, beyaz, siyah, aydınlık ve karanlık gibi sıfatlar taktığımız bir evren görmekteyiz. Aslında beynimizin titreşim frekansları daha farklı titreşseydi, daha farklı şeyleri görüyor olurduk.

Hallac-ı Mansur kitabında, formlardan ayrılma, biçimlerden kopma, biçimsizlik kavramını da ele alır. Sembolik olarak iç içe geçmiş üç daireden bahseder.

En dış daire, mânâlar ve biçimler dairesidir. Kur’ân’ı Kerim’de bu kavram ‘’zâhir’’ olarak belirtilir. Elle tutulan, gözle görülen, beş duyu ile algılanan cisimlerin temsilidir. İkinci daire hislerin, ilhamların, hissediş ve kavrayışın olduğu yerdir. İç anlamdır. Kur’ân’ı kerim de bu kavram ‘’bâtın’’ olarak belirtilir. Üçüncü daire ise kâinatın kodlanmış bilgisidir. Kur’ân’ı Kerim’de ‘’Levh-i Mahfuz’’ olarak belirtilir.

Nokta, Levh-i Mahfuz’daki bilgidir ve her sisteme göre açılımı vardır. Öz ve Cevher olan Tek’lik, ne kadar çoğalsa da Tanrısal özelliğini kaybetmez. Nokta’dan yansıyan bilgiler, Tanrısal nûr ile aydınlanır ve hologram dünyasını oluşturur. Hologram’da parçalar bütünün bilgisini taşır.

Kuantum’un keşfi, bir atomun diğer atomlardan kopmadığını, çok güçlü enerji boyutu ile birbirine bağlı olduğunu ortaya koymuştur. Kuantum evreninde kopuş ve ayrılış yoktur; Kopuş, genişleme ve yayılmadır. Genişleme ve yayılma, unutma kavramını ortaya koyar. Ancak yolculuk vardır. Uzaklık ve mesafe algısı sadece düşünce biçimimizdedir. Oysa bir galakside olan her şey o anda bütün kâinatın her zerresinde hissedilir ve değişime uğrar. Değişkenlik her atoma nüfus eder. Bilimde, ‘’atom ne ise madde de odur’’ ifadesi vardır. Tasavvufta ‘’zerre ne ise bütün de odur’’ ifadesi ile benzer anlama gelir.

Tüm nedenlerin tek bir nedeni vardır. ‘’Tanrı’yı anlamak.’’ Tanrısal bilgiler, zaman içerisinde insan üzerinde bir yıkım meydana getirir ve onu yeniden inşâ eder. Yıkılma anı kıyam etmedir. Tutulan dalların ellerde kalması, görünen her şeyin ardındaki enerjinin farkına varılması, yalnız ve terk edilmiş görünen insanın aslında yalnız olmadığı, kâinatta birçok yaşam formlarının da varlığının ortaya çıkması, insanın gerçekte bedenden ibâret olmadığının anlaşılması, dinlerin birer yol olduğunun farkına varılması, bir nefeslik dünya hayatının rüya olmadığının anlaşılması, yaşamın amaçlı bir yolculuk olduğunun idrak edilmesi sonucu; insan ölümsüz olduğunu anlayacak ve kendini yeniden inşâ edecektir.

Kuantum Felsefesi’nde hiçbir şey kaybolmaz, sadece dönüşür. Çünkü her şeyin aslı enerjidir. Enerji kaybolmaz, çoğalmaz, vardır ve alanını her daim korur. Ürettiğimiz tüm düşünceler evrende enerji ortamında etkileşir ve kaybolmaz. Biz yaşadığımız her hâli DNA’ya aktarırız ve DNA’da bilgi kayıtlı kalır. Ve öldükten sonra toprağa karışan bedendeki DNA, yaşanmışlığın izlerini toprağa kayıt eder. Ve o topraktan besleniriz aynı zamanda. Ve tekrar yaşayanlara geri döner kayıtlı bilgiler.

Ölüm yoktur, dönüşüm vardır. Ben, öldüğümde dönüşürüm. Bedenim toprağa karışır, börtü böceğe yem olur. Börtü böceği hayvanlar yer, ya da bitkilere gübre olur. O hayvanları ve bitkileri insanlar yer ve ben yine her insanda beden olur tekrar dirilirim. Beden ölmez, toprak olur. İnsan da topraktan beslenir. Hiçbir şey ölmez, hiçbir şey yok olmaz. Her şey dönüşür. Her daim diri olan ölür mü? O yüzden benim ölümümde yaşam, yaşamımda ölüm vardır. Yaşarken öldüm, öldüm ve dirildim. Dönüşümle tekrar hayat buldum. Bir bedenden yüz beden, yüz bedenden bir beden olur. Bin can bir cana, bir can bin cana dönüşür. Tek bir can, tek bir rûh vardır. Her şey O’dur. O’ndan yansır ve tekrar ana kaynağına geri döner. Varlığın ulaşmak istediği cennet O’nunla olmak, cehennem ise O’ndan ayrı kalmaktır.               

Doğrusunu kim bilir? O bilir.   

(Kevser Yeşiltaş -ENE’L HAKK/Gizli Öğretisi)

2 Haziran 2021 Çarşamba

 ŞİKÂYET ve SABIR, ŞÜKÜR ve HAMD: 

Şikâyet; Rızâ’nın zıddı olup, halinden memnun olmamaktır. Şikâyet itirazı getirir, itiraz rahmeti götürür. Rahmet’in yokluğu da uzaklık, yani cehennemdir. Cehennem; Cehâme kelimesinden türemiş bir kelime olup, yağmurunu bırakmış bulut anlamındadır. Şikâyet; şekâvet kelimesinden gelir. Şaki şekâvet ehlidir, yani mutsuzdur. Said ise mutlu yani rızâ sahibidir. Rızâ nefsin makamlarından ‘’Râdiye’’ makamı olup, varılacak son noktadır.

Şikâyet zamana itirazdır. Hz. Peygamber şöyle der; ’’Dehr’e küfretmeyiniz, Dehr/zaman Allah’tır’’ Zaman An’dır, o da şimdidir (geçmiş hayal, gelecek meçhuldür). Zamana küfür, Allah’ın An’da ortaya çıkan ilâhi ismine küfürdür (evrene her an bir ilâhi isim hükmeder).

Lâ fâili illâllah, Lâ mevcûde illâllah, Lâ ilâhe illâllah. Yani Allah’tan başka fâil, mevcût ve ilâh yoktur. Bu anlayış ile:

Şikâyet etmek üç türlüdür. 1. Yapan, yaptıran yani fâil Allah’tır anlayışına göre bir kimseyi bir başkasına şikâyet, ‘’Allah’ı kula’’ şikâyet etmek olup, Allah’tan yüz çevirmektir.

2. Lâ mevcûde illâllah yani Allah’tan başka mevcût yoktur anlayışına göre ‘’kulu Allah’a’’ şikâyet ‘’şirk’’ yani Allah’tan başkasında bir güç ve varlık görmektir.

3. Lâ ilâhe illâllah yani Allah’tan başka ilâh yoktur inancıyla her türlü sıkıntı ve zorlukta Allah’a sığınmak, O’ndan yardım istemek ise Tevhid’dir. Bunun zâhiri şikâyet gibi olsa da bâtını şükür ve minneti gösterir. Hz. Eyüp (a.s.) ‘’Rabbim bana dert dokundu’’ dedi. (Enbiyâ-28) Şikâyet etmedi, ancak kuvvet sahibine acziyetini gösterdi. Allah da ‘’Doğrusu biz onu sabırlı bulduk, ne güzel kuldu, o’’ dedi. (Sâd-44)

Şikâyeti terk susmayı (samt) gerektirir. Bir insanın hem dili, hem de kalbi konuşuyorsa o kişi Şeytan’ın oyuncağı olmuştur. Dili susmasına rağmen kalbi konuşuyorsa yükü azalır. Eğer hem kalbi hem dili sustuysa o kişinin hakîkati açığa çıkmış demektir (susan kurtulur). Eğer kalbi sustuktan sonra dili konuşuyorsa artık ondan Hakk konuşuyor demektir. (Veled-i Kalp/Hz. Îsâ’nın zuhûru).

Bir kimse dert ve sıkıntı sırasında cehennemi yaşar. Ancak Allah kuluna dert ve sıkıntı verince, buna tahammül edeceği sabır ve gücü de beraberinde verir. Sıkıntı gidince sabır gitmez. Çünkü sabır hibe ve ödüldür, geri alınmaz. Her sıkıntı ve dertte güç ve sabır kalır, sıkıntı ve keder gider. Sonunda kul kazandığı güç ve sabır karşısında sıkıntılara karşı çok güçlü olur ve artık etkilenmez. Sabır dört kısımdır. Hakk’a lâzım gelen kulluk hususunda karşına çıkacak güçlüklere karşı sabır. Dünya zevklerine kapılmamak konusunda sabır. Dünya fazlalıklarını elde etmeye çalışmamak hususunda sabır. Belâlara ve musibetlere sabır. (Aktif sabır?)

Belâ, Allah’ın seçkin kullarına gönderdiği sıkıntılardır. Belâ, Allah’ın kırbaçlarından biridir ki, onunla kullarını kendine doğru sevk eder. Belâ Veli ve Peygamberlere gelir. Onların her belâda ahlâkı parlar. Musibet ise isabet almaktan gelir. Kişi nefsinin isteklerine uyarsa, yasak ve isabet alan bölgeye girer ve ya altından ya da üstünden isabet alır. Bu ceza yani karşılıktır.

İnsanların büyük bir çoğunluğu sıkıntı ve kederden kaçar. Mutluluk ve rızâya kolay varılmaz. Ancak Allah’ın seçkin kulları, elem ve kederlerin kişiyi Allah’a yaklaştırıcı haller olduğunu bilirler.

Yaşadığımız bütün sıkıntı ve zorluklar, vücut madenimizdeki hakîkat cevherini ortaya çıkarmak içindir. Her kim mücadele ile riyâzat potasında aslî cevherini ortaya çıkarırsa, yani insanlığını bulursa ve kendi Îman gözü ile görürse hakîkatini bulmuş demektir. Bu kişi Tanrı’sını da bulmuş demektir. Kişi ancak kendisini tamamen tanıdıktan sonra Tanrı’ya erişir. Çünkü nefsini bilen, Rabbini bilir.

Cenâb-ı Hakk, Hz. Eyüp’ün bedenindeki yaraları kaldırması için ettiği dualarla birlikte gösterdiği sabır ve dayanma gücünü yüceltti. Allah, bir kulunun başına gelen belânın kaldırılması yolundaki yakarışından ötürü onu sabırsızlıkla suçlamaz. Hz. Eyüp hakkında ‘’O kuşkusuz sabırlıdır ve iyi kuldur, araçlara/sebeplere değil Allah’a dönmüştür’’ buyurdu. Oysa kul, işlerinde sebeplere başvurur ve ona göre davranır. Herhangi bir şeyi yok etmek için çeşitli sebepler ve araçlar vardır.

Sebepleri yaratan ise tek ve eşsiz olan Allah’tır.

Kul, ‘’Hak yakarışımı kabul etmedi’’ der. Oysa gerçekte tek ve eşsiz olan Yüce Allah’a dua etmemiş, sebeplere başvurmuştur. İnsanlar sebeplere dayandıkları sürece Allah onlara azap eder. Çünkü sebepler her zaman yitip gidecek olgulardır. Ortak koşmadıkları an rahat ederler, sebeplerin yitip gitmesiyle acı duymazlar.

Toplumun kanaatine göre sabır,  şikâyetten nefsini tutuklamaktır. Oysa bize göre bu sabır ve tahammülün açıklaması olamaz. Sabrın asıl tanımı Allah’a değil, Allah’tan başkasına şikâyetten nefsini engellemektir.

Hz. Eyüp sonunda anladı ki, başına gelen sıkıntıların giderilmesi konusunda Allah’a şikâyetten kendini korumasında onun kahrına karşı bir direnç vardır. Bu direnç ise, kulun benliğine acı ve ızdırap veren belânın gitmesi için Allah’a yakarmaması, bu konuda bilgisiz olmasıdır. Oysa O’na yakışan yalvarmak ve başına gelen sıkıntının kaldırılmasını Cenâb-ı Hak’tan dilemesidir.

Buna göre sabır, nefsi Allah’tan başkasına şikâyetten alıkoymaktır. İrfan sahibi, belâyı gidermesi için sebeplere değil, mutlak kimlik sahibi olan Allah’a yakarır.

Hz. Peygamber’in bir duası şöyledir: ‘’Allah’ım! Öfkenden rızana, cezalandırmandan affına, senden sana sığınırım’’ Yoldaki ilk makam korku ve ümittir. Cezayı görmek korkuya, affı görmek ise ümide sebep olur. Korku ve ümit iki fiildir, sonuçları cennet (ümit) ve cehennemdir (ceza). Eğer ateşin kendisi yakıcı olsaydı Hz. İbrâhim’i (a.s.) yakardı. Eğer cennetin kendisi lütfedici olsaydı, Âdem’e lütufta bulunurdu. Yakıcı olan ateş değil Allah’ın azabı, lütuf olan cennet değil, Allah’ın rızâsıdır. Belâ başkasından gelseydi Allah’ın yardımına sığınılırdı. Ancak Allah’tan gelen için nasıl başkasından yardım dilenilir?

Mutluluk ve huzur; RIZÂ, SABIR ve ŞÜKÜR’dedir.

eş-Şükür ve el-Hamid Allah’ın isimlerindendir.

eş-Şükür; ‘’O’’ şükreden kullarına karşılığını verendir ve kullarından kendisini övendir. Bu ismin sıfatı ‘’şükür’’ dür.

Şükür övgüdür ve üç kısımdır:

Dil ile şükür, kulun tevâzu ile kendine verilen nimeti zikretmesidir.

Beden ile şükür, namaz ve ibâdettir. (Sağlığın şükrü)

Kalp ile şükür, Nimeti değil, nimeti vereni görmektir.

Şükür nimeti arttırır. ‘’Eğer şükrederseniz muhakkak size nimetimi arttırırım’’ (İbrâhim-7)

 Şükür üç derecedir:

Avam’ın şükrü, Nefsine hoş gelen şeylere şükretmektir. Örn. Evlat, mal, mülk, mevki.

Havas’ın (seçkinlerin) şükrü, Sevdiği ve sevmediği şeyleri bir tutarak, Hak’tan ne gelirse ona râzı olmaktır. Ama bu her kişinin kârı değildir (er kişinin kârıdır/Merdiye makamı).

Havas’ül Havas’ın (seçkinlerin seçkininin) şükrü, Nimeti veren Allah Zü’l Celâl’de (Celâl sahibi Allah’da) o kadar fâni (yok) olmak ki, nimeti görmeye dahi vakti olmamaktır. Şükrün asıl mânâsı da budur. Teşekkür de şükür kelimesinden gelir.

 el-Hamîd ise; kendinde, kendi zâtını övendir. Bu ismin sıfatı da ‘’hamd’’ dır.

Hamd; Allah’tan gelen her şeye memnun olma hâlidir. Hamd, bizim nefsimizle başarabileceğimiz bir hâl değildir. İnsanın acı ve sıkıntıyı gönlü ile hoş görmesi, hatta bunu sıkıntı ve acı olarak hissetmemesi, ancak Allah’ın o insanda tecellî etmesiyle mümkündür. Hamd, şükrün daha da üstünde bir makam olup acı, sıkıntı, belâ ne olursa,  Allah’tan her gelenden memnun olma hâlidir.

Şükür nefse, hamd Allah’a aittir. Çünkü ‘’Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur’’ (Fâtiha-2) ‘’Hiçbir canlı yoktur ki, O’nu hamd ile tesbih etmesin’’ (İsrâ-44)

Hamd, baştan savılan belâlar için, şükür de yapılan ilâhi ihsanlar için olur.

Şükür: Elde edilmiş olana yapılan övgüdür.

Hamd: Henüz elde edilmemiş, ancak Allah’ın daha önce verdikleri gibi yine vereceğine inanılarak yapılan övgüdür.

İmam Gazâli Hz. ‘’Kula yakışan nimetlere şükür, sıkıntı ve zorluklara sabretmektir’’ demiştir. Anlaşılacağı gibi Hamd Peygamber’e aittir (Muhammed/Mahmud/hamd eden). Çünkü hamd bayrağı/Livaü’l Hamd ona verilmiştir. Hamd’in hakîkatini de sadece Peygamber yapabilir. Kulların yaptığı hamd dildedir. Ancak ‘’Dildeki davaya, elde hüccet (delil) gerek’’ denilir.

Kalben taşımadığın hâlin iddiasında bulunursan, Allah kuluna henüz o makamda bulunmadığını göstermek için onu bu iddiası ile sınar. (Okullarda yapılan sınav gibi)

Hamd sıkıntının son üçte birlik bölümünde yapılabilir. Baştan yapılamaz, çünkü kul sıkıntının sonuna kadar râzı olup olamayacağını bilemez. Üç bölüm ise beden, nefs ve rûhtur.

İnsan bedeninin rûhunun taşıyıcısı olduğunu anlar, nefsini rûhuna tabî kılar yani tekâmül ettirirse o sadece rûhtan ibâret olur ki, son üçte birlik bölüm budur. O zaman Allah, kendini kendinde hamd eder.  Ken’an Rıfâî, İbn’ül Arabî, Kuşeyrî, Abdülkerim Cîlî Hz. nin eserleri kaynak alınmıştır.

(Kulun olaylar ve yaşadıkları karşısında kalbinde oluşan duygu ve verdiği fiili tepki, tamamen o olaylara hangi makamdan baktığı ile ilgilidir.  Örn: Yolda gördükleri bir leşe Hz. Peygamber ne güzel dişleri var derken, yanındaki kişi çok pis kokuyor demiştir. Yine Şeriât, Tarîkat, Hakîkat ve Mârifet tanımında dört ayrı kişiye tokat atan bir adamın dört farklı karşılık alması bunun örneğidir. İşte bu farklı karşılıklar, farklı makamların da varlığını ortaya koyar.)

Hz. Ali (r.a.); şöyle demiştir.

’EL FARK-I BİLÂ CEM MÜŞRİKÛN’’ /Cem’siz fark Şirk’tir.

’EL CEM-İ BİLÂ FARK ZINDIKÛN’’ /Fark’ın yok olduğu Cem meczupluktur (zındıklık).

’EL CEM Ü VEL FARK TEVHİDÛN’’ /Cem ve Fark’ın birleşmesi Tevhid’dir.

FARK/FURKAN; kelimesi ayrılık, kulluğu müşâhede etmek, HALK’ı görmek, iyiyi kötüden ayırmak, Şerri kurallar/Şeriat gibi anlamlar taşır. FARK’ı daha iyi anlayabilmek için önce CEM’in ne olduğunu anlamak gerekir.

CEM; toplanmak anlamında olup, Allah ve KUL’un BİR olduğu, farklılıkların/zıtlıkların ortadan kalktığı makamdır. Burada KUL bütün sıfatlarından kurtulmuş, Allah’ın ahlâkı ile ahlaklanmıştır. Cem; Enfüs ile Afak’ın (iç ve dışın) birleşme yeridir. Daha açık bir ifade ile saatin 12 halidir. Bu makamda akrep ve yelkovan, kul ve Hakk birdir. Gölge kaybolmuştur. Gölgenin kaybolmasıyla abes hiçbir şey kalmaz. Bu mertebede kişi yürüyen ölüdür (Fâni). Bu mertebede kalan Meczup’tur.

ŞİRK; Allah’a ortak koşmak, Allah’tan başkasında güç ve kudret görmektir.

ZINDIK ise; Devamlı CEM mertebesinde kalmaktır. CEM’de kul yaşayan ölü olduğundan ölülerin fitre, zekât, namaz gibi zorunlulukları ortadan kalkar (Güneş tam tepedeyken yani saat 12’de namaz kılınmaz). Bu Hallac-ı Mansur’un ‘’Enel Hakk’’ dediği mertebedir. Hakk olduğunu söyleyeni de, şirk koşuyor diyerek yok ederler. Bu nedenle FARK’a inmek zorunludur. (Lütfi Filiz Hz.)

’Ey ‘Îman edenler, eğer TAKVÂ üzere olursanız Allah size bir FURKAN verir’’ (Enfâl, 29)

Takvâ sahibi, sadece Takvâ’sı ile Furkan’a ulaşır. Çünkü FARK etmeseydi Takvâ gerçekleşmiş olmazdı. Furkan’dan dâlalet ve hidâyet öğrenilir. Furkan, kapalı ve mühim işlerde Hak (Varlık) ile Bâtılı (Yokluk) ayırt etmeye yarayan bilgidir.

Zâtullah Kur’ân, sıfatullah Furkan’dır. Allah’ın en güzel isimleri, bütün tafsilat ve türleriyle birlikte tecellî eder ki, Fark/Furkan budur. Örn. Mümin ismi Muntakim isminden, Rızâ sıfatı gazap sıfatından farklıdır. Allah ismi Rahman isminden, Rahman ismi Rab isminden, Rab ismi de Melik isminden eftâldir (üstün). (Abdülkerim Cili Hz. İnsan-ı Kâmil)

‘’Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna (Muhammed’e) bu FURKAN’ı indiren.......’’ (Furkan, 1)

Furkan’ın indirilmesi; furkanî aklın kendine mahsus, bütün âlemler içinde kâmil ve başka hiç kimsede benzeri bulunmayan istidadıyla tek kıldığı kuluna izhâr etmesi anlamındadır. Dolayısıyla onun furkanî aklı, külli akıl olarak isimlendirilen kuşatıcı akıldır. Bu da ancak yüce Allah’ın bütün sıfatlarıyla Muhammedi mazharda zuhûr etmesi ve onun da farklı istidatlarıyla birlikte bütün mahlûkata yansıması ile gerçekleşir. (İbn’ül Arabî hz. Tefsir-i Kebîr Te’vilât)

Fark âlemleri, Fark-ı Evvel ve Fark-ı Sâni (Cemden önce fark ve cemden sonra fark) diye iki kısımdır.

Fark-ı Evvel’de akıl, dünya işleriyle meşgul ve dünya ile doludur. Bu aynı içi su dolu testinin durumu gibidir. Testideki su boşalmadıkça, sudan daha lâtif olan hava içeriye dolmaz. Lâ’dan İllâ’ya (yokluktan varlığa) geçilmez. Fark-ı Evvel, kişinin bir mürşide bağlanmadan önceki halidir.’’ El Fark-ı Bilâ Cem’’  (Cem’den önceki, Cem’siz fark) yani Şeriat mertebesidir. Bu mertebedekiler Hakk’ı göremediklerinden şirkten kurtulamazlar. İnsan dünya yaşantısında sadece ilimle kalır ve tahkike (hakîkate) geçemezse, Fark-ı Evvel’de kalmış olur. İşte ‘’cehennemin kapısını bilginler açacak’’ denilen durum budur. Bu mertebedekiler benlikten kurtulamamıştır.

Fark-ı Sâni, Cem mertebesine gelindikten sonraki âlemdir. Lâ’dan İllâ’ya geçiştir. Cem hâliyle kaybolmuş olan gölge, tekrar uzayacak ve kişi tekrar dünya yaşamına dönecektir, ama bu dönüşündeki gölge, onun kişisel benliğine değil, ilâhi benliğe ait bir gölge olacaktır. Kusur görmek, Fark-ı Evvel’de olanlara aittir. Fark-ı Sâni’de olanlar, herkesi Hakk gördükleri için kimsede kusur aramaz ve bulmazlar. Yaşantıları cennet yaşantısıdır. Her taraf sevgi kaynar, her taraf nûr görünür. Her şey kendisidir ve kendisinden gayrı yoktur. Bu âleme intikâl eden kişiden, onun esmasına göre konuşan kendisi değil, onda görünen, onda tecellî edendir. Bu Bekâ’dır(Nefsinden fâni, Hakk ile Bâki olmak).

Tevhid, ‘’El Cem ü Vel Fark Tevhidûn’’ (Cem ve Fark’ın birleşmesi) noktasıdır. Tevhid’in içinde her şey vardır. Önemli olan iyisini ayıklayabilmektir.

 ‘’Ölmeden önce ölmek’’ Fark-ı Evvel’dekiler içindir. Fark-ı Sâni’de olanlar zaten ölü/fâni’dirler.  Onlarda sadece Hakk kalmıştır. Fark-ı Evvel ve Cem mertebelerini aşmadan Fark-ı Sâni’ye geçiş yoktur. Fark-ı Evvel’de  Allah ve kul ayrıdır. Fark-ı Sâni’de sadece Hakk vardır. Çünkü kul tüm fiil ve sıfatlarını Hakk’a vermiş, Hakk’la Hakk olmuştur.

Aslen mânevi bir varlık olan insanın, gelişim esnasında geçirdiği aşamalara mertebe  adı verilir. Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ birer gelişim mertebesidir.

İnsan bir şeyden korkacaksa, mertebelerin hakkını vermemekten korkmalıdır. Kumanda eden de, edilen de Can’dır, ama arada mertebe farkı vardır.

İnsanın başına ne gelirse bu Fark’ı Fark edememekten gelir. Allah, her mertebede hazır ve nâzırdır, ama mertebe değişince ismi de değişir. Şeytan Allah’tan gayrı mıdır? Değildir, ama Şeytana’ da Allah’tır denemez. Çünkü gayrı olmamasına rağmen, o mertebede adı Şeytan olmuştur.

Tasavvufi eğitimin amacı mertebeleri öğretmektir. Mertebeleri bilenler, herkese derecesine göre muamele ederler.  Çünkü kuyumcuya verilecek inci, semerciye verilirse, boncuk niyetine semere takılı verir. (Biz kimiz ve niçin buradayız?)

Taş vardır üstüne basıp geçilir, taş vardır yakılıp badana yapmakta kullanılır, taş vardır yüzük, kolye, hatta taç yapılıp elde, boyunda ya da baş üzerinde taşınır. Dane içinden sap ve saman ayrılır, dane insan, saman hayvan yiyeceği olur.

Nasıl ki pirincin içindeki taşlar ayıklanırsa, insanlar arasında da insan sûretinde yaratılmış hayvanların (insanlığını bulamamış) olduğunu düşünmek gerekir.

Kul ve Allah ilişkisi de böyledir. Kul da Allah’tandır ama buza su veya suya buhar denilemezse, Allah da Allah’lığını kimseye vermeyeceği için kula ‘’kul’’, Allah’a  ‘’Allah’’ demek gerekir. Kul da Allah’dan olmuştur ama kul kesif, Allah ise lâtif’tir. Asıl ile gölge aslen aynı olmasına rağmen, ikisi birbirine karıştırılmamalıdır (asıl ile fotokopi).

Bir insan iç âleminde her şeyi yapabilir ve buna kimse karışamaz. Lâkin dış âlemde her şeyi yerli yerince yapmazsa problem çıkar.

İnsanın, ‘’hepsi sensin’’ demesi kolaydır, ama bu söz mertebeler bilinmeden ve yaşanmadan söylenmemelidir.

Aksi halde insanın her şeyi birbirine karıştırıp Şeytan’a hak demesi mümkündür. İkisinin arasında ayırım yapabilmek için irfâniyet gerekir ki, buna da marifet diyoruz. (Lütfi Filiz Hz. Noktanın sonsuzluğu-3)

Yolun amacı farkın üstesinden gelmek ve Cem’e ermektir. Fark telvin (hâlden hâle geçme) ehlinin, Cem ise temkin (makam) ehlinin sıfatıdır. Kişinin Cem hali tam ise fark ona zarar vermez. (Wıllıam C. Chıttıck)  Sadakallâhül Azîm.