22 Kasım 2022 Salı

 RÜYALAR:

İslâmi geleneğe göre rüya, insanın rûhu ile gördüğü ve aklı ile idrâk ettiği bir olaydır. İbn.  Sînâ’ya göre rüya, nefsin muhayyile (hayal) gücünün etkiye açık olma özelliği sayesinde gerçekleşmektedir. Güçlü bir konuma yükselmiş olan nefis, uykuda rüya ile fizik ötesi âlemden bilgi alabilmektedir. İnsanın beş zâhiri duyusu uyku ile idrâke kapanınca, insan rüyada muhayyile (hayal) ile idrâk eder, görür, işitir, tat alır. Rüya tecrübesini yaşayan her insan, zâhiri hislerinden ayrı olarak rüyada idrâke sahip olduğunu tecrübe ederek bilir. Bu husus gerçekte insanın zâhiri yetilerinden başka bir idrâk gücü ile de kavrayabildiğinin bir göstergesidir.

İnsan yaşamı uyku (nevm) ve uyanıklık (yakaza) şeklinde iki hâl üzere devam etmektedir. Her iki hâlde de Allah, insan için eşyayı idrâk edecek duyular yaratmıştır. Uyanık iken meydana gelen idrâk rü’yet ile gerçekleşirken, uykuda gerçekleşene rüya denilir. Rü’yet kelimesi görme için kullanılsa da, aslında görmeyi içine alan anlama ve idrâk etme mânâsındadır. Ayrıca görme göz (basar) ile veya kalp (basiret) ile görme anlamlarının yanında; insanın hayâli, ileriyi görmesi, en yüce gayesi anlamlara gelen vision kelimesi ile de ifâde edilir.

Yüce Allah insan rûhunu madde ötesi âleme çıkabilecek, Levh-i Mahfûz’u okuyabilecek yetenekte yaratmıştır. Gazzâli, Levh-i Mahfûz ile insan kalbini, aralarında perde bulunan karşılıklı iki aynaya benzeterek rüyayı izâh eder. Aynaların arasındaki perde kaldırıldığında birindeki görüntü diğerine yansır. Rüya olayı buna benzer. İnsan uyuduğunda kalbin duyu organlarıyla ilgisi azaldığından, Levh-i Mahfûz’daki bilgiler kalbe yansır. Hayal gücü (muhayyile) bu bilgileri sembollerle alarak korur, insan uyandığında hayalindeki sembolleri hatırlar. Bu semboller insanın hayâl yetisi ötesindeki bir gerçeği, yani Levh-i Mahfûz’daki bir bilgiyi gösterir ki, rüyanın asıl işaret ettiği şey budur.

Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle der: ‘’Rüya üç kısımdır. Birincisi şeytanın etkisiyle insanda meydana gelen çağrışım ve bu tesirin meydana getirdiği hayâl ve sanrılardır. İkincisi kişinin uyanıkken zihnini meşgul eden şeyleri uykusunda görmesidir. Üçüncüsü ise’Peygamberliğin kırk altı cüzünden biri ‘’ kabul edilen sâdık ve sâlih rüyalardır. Şeytani rüyalar bir gerçekliliği olmamasına rağmen, insanın bilinçaltını, nefsin hastalık ve bağımlılıklarını göstermesi bakımından mutasavvıflar tarafından önemsiz kabul edilmez. Nefsani rüyalar hatıraların, gündelik yaşamda tatmin olmamış arzuların hayâlde canlanmasından ibârettir. Sâdık ve sâlih rüyalar ise Allah’tan birer müjde (büşrâ minellah) olduğu kabul edilen ve kaynağı ilâhi olduğundan doğru ve gerçek rüyalardır. Bu tür rüyalar vâsıtasıyla bazı olaylar tahakkuk etmeden önce keşfedilip haber verilir. Olmadan önce rüyada görülen şeyler rûhlara daha yakındır. Söz gelimi rüya ile olacağı önceden görülen bir çocuk, diğer çocuklara nispetle daha ayrıcalıklı özelliklere sahiptir.

Sadık ve sâlih rüyaların teşriî (şeriat) anlamda bir hüküm koyuculuğu olmayıp bir tür nübüvvet olduğu ifâde edilir. Sâlih rüya, insanın kutsî âlemlere erişmesinin, aşkın âlemlerden haber almasının, diğer bir ifâde ile ilhama mazhâr olmasının yolu olarak kabul edilmiştir. Hazretin ifadesiyle ‘’rüyasını ta’bir edebilen kişi, bu yolla elde ettiği bilgiyi başka hiçbir yolla elde edemez. Çünkü rüya nübüvvetin bir cüzüdür.’’ Bu nedenle Resûlullah ashabına ‘’aranızda rüya gören var mı? diye sorardı.

İbnü’l Arabî Hz. göre insan, unsurlardan oluşan cismani varlığı sayesinde rüya görür. Bu yüzden meleklerin rüya görmediklerini belirtir. Allah’ın rüya ile görevli bir meleği vardır. ‘’er-Rûh’’ diye isimlendirilen bu melek, en yakın semânın (Dünya semâsı) altındadır. İnsan uyuduğunda bu melekle irtibat kurar ve onun elindeki sûretleri yine bu meleğin verdiği feyz ile kendi hayâlinde idrâk eder. Böylece Levh-i-Mahfûz’dan yansıyan bilgiler öncelikle semâvata, oradan insana yansır. İnsan uyanıkken zâhiri hisleri ve zâhiri algılama ile meşguldür. Bu yüzden uyanıkken bu mertebe ile irtibat kuramaz.

Levh-i-Mahfûz’dan semâvata, oradan en yakın semâya yansıyan ve ‘’er-rûh’’ adı verilen meleğin elinde bulunan sûretler, uykuda idrâk edildiği gibi, ‘’er-rûh’’ adlı melekle irtibata geçilmesi durumunda uyku dışında da fenâ ve gaybet hâlleri ile idrâk edilebilir. İnsanın his ve idrâk yolları temizlenir ve arındırılırsa idrâk iyice güçlenir ve diğer insanların uykuda eriştikleri idrâke uyanıkken erişebilir. Nadiren gerçekleşen bu durum nebîler ve bir kısım evliyalara mahsustur.

Rüya yorumlama anlamında kullanılan ‘’ta’bir’’ kelimesi Arapça’da köprü veya nehrin bir yakasından diğerine geçme anlamına gelen ‘’ubur’’ kökünden gelir. Ta’bir, rüyalardaki olay ve sembollerin ilk anlamlarına ulaşma çabasıdır. 

Bir idrâk ile bir sûreti rüyasında gören için idrâki esnasında üç mertebe söz konusudur ve bu mertebeler rüyanın ta’bir edilmesi bakımından çok önemlidir. Birinci mertebe, kişinin idrâk ettiği sûretin, gören ile değil de görülenle ilgili olmasıdır. Bu da onun mertebe ve sıfatlarına göre olur. Bu durumda görülen şey görüldüğü hâl üzere idrâk edilir. İkinci mertebe, görülen sûretin görenin nefsindeki bir hâlle ilgili olmasıdır. Üçüncüde ise görülen sûret, ‘’meşru bir hakk’’ la ve konulmuş bir kanunla ilgilidir. Bu takdirde idrâk edilen sûret, o sûretin görüldüğü bölgedeki geçerli yasayla ilgilidir.

‘’Evlâ (üstün) olan birinci mertebedir. Şayet kişi gördüğü sûretten bir hitaba muhatap olursa hitâbın hâline göre ve rüyasında bunu ne kadar anladığına göre değerlendirilir. Aynı zamanda bu sûreti gören kimsenin o sûret karşısında takındığı edep ve saygıya da bakılmalıdır. Kişi ta’biri biliyor veya bilene sorarsa o zaman ta’bire müracaat eder. Bilmiyorsa ta’bir etmez. Çünkü görülen her bakımdan hak bir sûrettir’’

Bu sûretin dışındaki rüyalar ise şayet içinde kişiyi üzen şeyler varsa şeytandandır. Böyle bir rüyada üç kez sol tarafa tükürmeli, şeytanın şerrinden Allah’a sığınmalı, kalkıp nâfile namaz kılmalı ve rüyasını kimseye anlatmamalıdır. Yahut görülen sûret, kişinin uyanıkken nefsiyle yaptığı iç konuşmalarından meydana gelmiştir. Bu konuşmalar hayâle nakşolunur, uyuyup hisler hayâl hazinesine yönelince hayâlde resmedilmiş bu tasavvurlar görülür.

Şeytandan olan ve nefsten oluşan rüyalara itibar edilmese de, bu tarz bir rüya, ehli tarafından ta’bir edildiğinde rüyadan değil de, ta’birin kuvvetinden dolayı rüyanın bir hükmü olur ve o hüküm meydana gelir. Rüyayı ta’bir eden kimse, gerçek anlamda rüyayı ta’bir edebilmek için rüyayı anlatandan alıp kendi hayâline tasvir etmelidir. Aksi takdirde rüyayı tahkîken (hakîkatiyle) ta’bir edemez. Ta’bir eden kişi, anlatılan rüyayı kendi hayâlinde tasvir edince, rüyayı gören kişinin iç konuşma veya şeytanın korkutması şeklinde gördüğü sûret, rüyayı görenin hayâlinden ta’bir edenin hayaline intikâl eder. İntikâl edince o sûret, ta’bir eden için artık bir iç konuşma olmaktan çıkar ve rüyayı ta’bir eden, gerçek bir sûret hakkında hüküm vermiş olur. Böylece rüyayı ta’bir eden kimsede, rüyayı gören kimsenin sûretine ilişkin bir hüküm zuhûr eder.

Kur’ân-ı Kerim’in Yusuf sûresinde (36-41) geçen, Hz. Yusuf’a rüya gördüklerini söyleyen iki arkadaş, aslında gerçek bir rüya görmemişler, tasvir ettikleri şey hususunda yalan söylemişlerdi. Anlattıkları gerçekte ‘’hadis-i nefs’’ kabilinden kendi iç konuşmalarından ibâret bir tahayyüldü. Ancak Hz. Yusuf’un hayâlinde anlatılan bu şeyin sûreti meydana gelmiş ve gerçeğe dönüşmüştü. Bu sûretle Hz. Yusuf, rüya konusunda gerçekleşmesi en zor olan şeyi hayâlinin doğruluğu nedeniyle gerçekleştirmişti. Çünkü ta’birin rüyanın gerçekleşmesinde tesiri vardır.

Hz. Peygamber’in bir hadisine göre: ‘’Rüya, ta’bir edilmedikçe bir kuşun ayağı üstündedir, ta’bir edilince düşer.’’ Yani anlatılmadığı sürece bir kuşun ayağında durur. Rüyanın gerçekleşmesi, ta’bire bağlı olunca, rüyanın rastgele kimselere anlatılmaması önem kazanmaktadır. Örn: Hz. Yusuf rüyasını babasına anlatınca Hz. Yâkup rüyasını kardeşlerine anlatmaması konusunda onu uyarmıştır. (Yusuf, 5) İbü’l Arabi Hz. göre; hadiste ‘’kuş’’ diye geçen ifâde, kişinin hayır ve şerden nasip ve kısmeti yani rızkı, anlamına işâret etmektedir.  ‘’Her insanın amel ve nasibini boynuna bağladık’’ (îsrâ, 13) Hadiste kuşun kanadı değil de ayağı denilmesi, nasip anlamıyla ilgilidir. Zirâ kuş ayağıyla yerden bir şey alıp nasiplenir, kanadıyla bunu yapamaz. Dolayısıyla kuş, ‘’er-Rûh’’ adlı meleğin şekle bürünmesidir.

Hz. Peygamber’in temizlenen hayal mertebesinde sâdık rüya şeklinde başlayan görme (rü’yet), daha sonra hayâl hazretinden dış dünyaya melek sûretinde zuhûr etmiştir. Hz. Meryem’in Cebrâil’i insan şeklinde görmesi, Cenâb-ı Hakk’ın Hz. Mûsâ’ya bir ağaçtan görünmesi benzer şekilde gerçekleşen rü’yetlerdir.

Tirmizî’nin aktardığı bir hadise göre Resûlullah buyurdu ki: ‘’Risâlet ve nübüvvet kesilmiştir. Dolayısıyla benden sonra nebi ve resûl gelmeyecektir. Ancak el-mübeşşirat müstesna.’’ Dediler ki: ‘’Ey Allah’ın resûlü, el-mübeşşirat nedir.’’ Buyurdu ki: ‘’Bir Müslüman’ın rüyasıdır. Bu rüya nübüvvetin bir parçasıdır.’’ ‘’el-mübeşşirat’’ kelimesi genel anlamıyla müjde (büşrâ) anlamındadır. Arapça’da deri anlamına gelen beşere köküyle irtibatlıdır. Rüyaların mübeşşire şekilde isimlendirilmesi, rüyanın insan tenindeki tesiriyle ilgilidir. Çünkü beşer olan insan varlığının dışı, içinde meydana gelen şeye göre değişir. Ârif, rüya vâsıtasıyla kendisine erişen şeye göre değişip şekillenir. Bunun etkisi de beşeri varlığında ortaya çıkar.

Hz. Âişe’nin aktardığına göre: Hz. Peygamber’in vahiy almaya başlaması ilk sâlih rüyalar ile olmuştur. Bu süreçte gördüğü her rüya sabah aydınlığı gibi aynısıyla meydana gelirdi. Hz. Peygamber’in rüyasının aynen meydana gelmesi, hissinde meydana gelmeyen şeyi söylememesindendi. Bilinçaltının temizliğinden dolayı da rüyalar orada başka bir sûrete bürünmüyor, aynısıyla görünüyordu. Hz. Peygamber’e gelen vahiy elçisi, Rabb’inin sözünü Peygamber’in işitme duyusuna atar (ilkâ). Bazen de vahyi Peygamber’in kalbine indirir (inzal). Vahiy kalbe indirilince Peygamber’i bir sıkıntı ve şiddet basar ki, İbnü’l Arabi Hz. göre ‘’hâl’’ diye ta’bir edilen şey gerçekte budur. Bu sıkıntının nedeni ise Nebî’nin bedensel varlığının, kalbe indirilen mânâya uygun olmamasıdır. Sonra bu hâl geçer ve Peygamber kendisine inzal edileni haber verir. İbnü’l Arabî Hz. bu tecrübeyi bizzat kendisinin de yaşadığını söyleyerek bu hâli anlatır.

İbnü’l Arabî Hz. göre, bazı velîler vahiy mertebesi ile irtibat kurabilir. Velî tarihsel olarak Hz. Peygamber’in zamanına erişememiş olduğundan, vahyi ondan işitemez. Bu yüzden vahyin gelişiyle irtibat ve idrâki ancak vahyin kaynağı olan mertebe ile irtibatı sayesinde gerçekleşir. Velî de benzer bir süreçte işitme duyusuna ‘’ilkâ’’ veya kalbine ‘’inzal’’ ile vahye muhatap olur. Bu esnada velînin durumu Resûlullah’ın şeriât koyucu lafzını işiten sahabenin durumu gibidir. ‘’Basîret üzere Allah’a davet ederim, ben ve bana uyanlar’’ (Yusuf, 108) âyetinde ‘’bana uyanlar’’ kısmı ile işaret edilen kişiler, vahiy hazretiyle irtibat kurabilen velîlerdir. Davetin vahiy lafzı sadece Hz. Peygamber’e özgüdür. Velînin kendine ait bir lafzı yoktur. Velî sadece Hz. Peygamber’in lisanından dökülen vahiyle Hakk’a davet eder. Böylece Allah’ın Resûlü’ne tabî olan velî, Peygamberin lisanından dökülmüş vahiy hakkında basîrete sahip hâle gelir. Velîler bu yönüyle Nebî’nin vârisleridir.

Tasavvuftaki varlık mertebeleri bilinmeden sufî düşüncenin rüya mevzuuna yaklaşımı tam olarak anlaşılamaz. Varlık (el-Vücûd) özü itibariyle bir (Vahdet) olan Hakk’ın farklı mertebelerdeki taayyünüden ibârettir. Varlık mertebeleri açısından, içinde yaşadığımız ve algıladığımız her şey, ‘’hakîkatini’’ daha ulvi bir varlık mertebesinden alır.  Vücûd’daki varlıkların hakîkati, Ceberût mertebesindeki ‘’varlık kokusu’’ nu almamış (zuhûr etmemiş) olan ve Hakk’ın malumatı durumundaki ’’Ayân-ı Sâbite’’ ye istinat eder (dayanır). Algıladığımız evren düzlemindeki eşya, bir yönüyle kendi hakîkatine işaret eden semboller ve remizler âlemi olduğundan, kendi hakîkatine gidilmezse anlaşılamaz. Öyleyse hislerimizle algıladığımız evren ta’bir edilmeye muhtaçtır. Rüyalar yorumlandığı gibi âlem ve âlemdeki eşya da ta’bir ve te’vil edilmelidir.

İbnü’l Arabî Hz. döneminin bilginlerini rüyaya gereken ehemmiyeti vermediklerinden dolayı sert bir biçimde eleştirmektedir. Bu tür kimselerin uyanıkken ve hareket halinde iken kendilerinin bir tür rüya içinde olduklarını, uykuda iken de rüya içinde bir başka rüyada olduklarını anlamadıklarını belirtir. Ona göre, âlemdeki varlıkların uyku hâli de, uyanıklığı da bir tür uykudur.

İnsan, mârifet mertebelerinde yükseldiğinde dünyadaki hâlinin, gerçekte bir uyku olduğunun bilincine varır. Dünyadaki durumunun bir tür rüya olduğunu anlar. Sahih bir hadise göre: ‘’İnsanlar uykudadırlar. Ölünce uyanırlar.’’ Âhiret, insanların adeta düş gibi olan hayatlarının ta’bir edildiği yerdir. Herkes yaşamının ta’birinin ne olduğunu, neye tekabül ettiğini âhirette bulacaktır. Ancak eşyanın hakîkatine keşfen muttali olanlar, henüz hayatta iken biyolojik ölümü beklemeden kendi yaşam düşlerini, bunun yanında varlık ve eşyayı ta’bir edeceklerdir.

Osman Nuri Küçük/İbnü’l-Arabî Sayılar ve Rüyalar

Bilgi: ‘’Sâdık rüyalar Nübüvvet’in kırk altı cüzünden bir cüz’dür’’. Bu da Hz. Peygamder’in rüyasıdır. Çünkü Peygamber’lik ’’yirmi üç’’ senedir. Bunun ilk ‘’altı ay’’ ı sâlih rüya şeklindedir. (23 yıl X 12 ay = 276 ay)(276 ay, 6 ay’a bölününce 46 kalır) 

 

13 Kasım 2022 Pazar

TEVHÎD:

Tevhîd, Allah’ı sonradan yaratılmış olan her şeyden tenzih etmektir. Tevhîd, Allah’tan başka ilâh olmadığına, O’nun ortağı bulunmadığına, ‘’Ahad ve samed olduğuna, doğurmadığına ve bir dengi bulunmadığına’’ (İhlâs 2-3) şehâdet etmektir. Bu açık bir tevhîddir ve en büyük şirki ortadan kaldırır. Şirk (Allah’tan başkasında bir varlık görmek olup) tevhîdin zıddıdır.

Tevhîd, Bir’dir diye söylemek, Bir bilmek ve Bir görmektir.

Tevhîd, hakîkatte zâhirin ve bâtının sükûtudur.

Tevhîd, kadîm olanı sonradan olandan (Hadis’ten) ayırmaktır. Tevhîd bir tür sarraflıktır yâni sonradan olanı ayıklayıp, kadîm olanı elde etmektir. Semâvî kitaplar ‘’tevhîd’’ kelimesinin mânâlarını bildirmek üzere görevlenip gönderilmişlerdir.

Tevhîd’in dört mertebesi vardır: Birinci mertebesi, kişinin diliyle lâ ilâhe illâllah dediği halde bundan gaflette olması ya da inkâr üzere kalmasıdır. Bu münafıkların birlemesine benzer. İkinci mertebesi, kişinin Müslümanların çoğunun tasdik ettiği gibi lâilâhe illâllah’ın anlamının kalben tasdik etmesidir. Bu avamın itikâdıdır. Üçüncü mertebesi, kişinin keşif yolu ve Hak nûruyla Allah’tan başka ilâh olmadığını müşâhede etmesidir. Bu yakınlaştırılmış olanların (mukarrebîn) makamıdır. Kişi burada çokluğu görmesine karşılık bu çokluğun yalnızca Vâhidü’l-Kahhâr olan Allah’tan kaynaklandığını görür. Dördüncü mertebesi ise, kişinin varlıkta O’ndan başka hiçbir şey görmemesidir. Bu sıddık olanların müşâhedesidir. Sûfîler buna tevhîd de fenâ derler. Çünkü kişi, O’ndan başkasını görmüyorken kendisini de görmemektedir.

Fenâ mertebeleri de üç kısımdır. Tevhid-i ef'al, Kişi kendinde ve karşısındakinden gelen her fiilin Allah'tan olduğunu bilir. Tevhid-i sıfat, Kişi her sebepte Hakkı görür ve her olayın nedeninin ona bir uyarı ve tekâmül fırsatı olduğunu bilir. Tevhid-i zât, Kişi, fiil ve sebebe, olaya takılmaz, yapan yaptıran Allah der.

İlâhiyatçılar Allah’tan gelen mesajın üç temel ilkesi olduğunu belirtirler. Tevhîd ya da Allah’ın birliğinin ifâdesi, Nübüvvet ya da Allah ile insan arasındaki vâsıtaların tabiatının açıklanması ve geri dönüş (maâd) ya da insanların asıllarına (mabde) geri döndükleri zamanki ilâhi karşılaşma. Allah ile başlamak, yaratılış alanına inmek, tekrar Allah’a yükselmek ‘’Varlık dairesi’’ olarak tasfir edilir. Yegâne hakîkat, âlemi varlığa getirir, anbean bütün şeylerin varlığını sürdürür ve hepsini nihâî yerlerine geri döndürür. Allah’tan gelen her şey dâima O’nun tarafından desteklenir ve yine O’na dönecektir. Şeyler gelir ve gider, yaratılır ve geri döner, iner ve yine yükselir. Bunların hepsi aşk ile gerçekleşir. ‘’Sizi boşuna yarattığımızı ve gerçekten bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?’’ (Mü’minûn, 115)

İnsanlar Hz. Peygamber’de tecessüm eden (görünen) ilâhi rehberliği takip ederek ‘’varlık dairesini’’ tamamlarlar. Bu daire, Allah âlemi yarattığında başlar. Rehberin vazifesi onları Allah’a geri döndürmektir ve sonra Allah onları sevgisiyle kucaklar.

İslâmi dünya görüşünün en özlü ifâdesi ‘’kelime-i şehâdet’’ te bulunur. ‘’Şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve yine şahitlik ederim ki Muhammed Allah’ın resûlüdür’’ Bu ifâde üç temel meseleyi bize verir ve bunların her birine Kur’ân’da değinilmektedir. Birinci mesele bu mesaja (elçilik) şahitlik eden insanlar vardır, ikinci mesele bu mesajı gönderen bir Tanrı vardır. Üçüncü mesele, insan ile Tanrı arasında vâsıtalık eden bir resûl ve mesaj vardır. Yani insanlar, mutlak hakîkat ve onları birbirine bağlayan bir bağ ya da başka bir deyişle âşıklar, mâşuk ve aşk vardır. Bu üç mesele hangi dil kullanılırsa kullanılsın birçok dini geleneğin üzerine kurulduğu temeldir.

Şehâdet: Kul açısından Allah’ın birliğine şâhit olmaktır. Ancak, Hakk’ın en başta şâhitlik ettiği kendi şehâdetinden daha doğru ve tam bir şehâdet yoktur. Bu O’nun ‘’Allah kendisinden başka ilâh olmadığına şâhitlik etti’’ (Âl-i İmrân, 18) âyetidir. Bu Hakk’ın kendisinin Hak olduğuna yine bizzat kendisinin şâhitlik etmesidir. Yâni yalnızca O kendisine şehâdet eder.

Şehâdetin ‘’Allah’tan başka ilâh yoktur/Lâ ilâhe illallâh’’ şeklindeki ilk kısmına ‘’kelime-i tevhîd’’ yani ‘’Allah’ın birliğinin seslendirilmesi’’ denir. Tevhîd kelimesinin en temel anlamı bir şeyin bir olduğunu söylemektir. Yâni; Ezelî ilâhtan başka ilâh yoktur, ezeli birden başka ‘’bir’’ yoktur, gerçek hayat sahibinden başka hayat sahibi yoktur, her şeyi bilenden başka bilen yoktur, gerçek sevenden başka seven yoktur. Allah’ın güzel isimlerinin (Esmâ-i hüsnâ) her biri, ilâhi hakîkate ışık tutmak üzere bu formüle tatbik edilebilir.

Şehâdetin ‘’Muhammed Allah’ın resûlüdür/Muhammedün resûlullâh’’ şeklindeki ikinci kısmı yaratılışta insanın rolü konusunu gündeme getirir. Doğuştan gelen aklımızı, farkındalığımızı ve ahlâk duygumuzu dikkate aldığımızda kendimiz ile ne yapmamız gerekmektedir? Cevap: Allah, sevgi ve merhametiyle bizim kim olduğumuzu ve kendimizle ne yapmamız gerektiği konusundaki yetersizliğimizi bilmekte, bu yüzden bize benliklerimizle nasıl uyum içinde yaşayabileceğimizi göstermek için rehberlik etmektedir. Allah kullarına nebîler ve resuller aracılığı ile birtakım emirler bildirmektedir. ‘’Her ümmet için bir resûl vardır’’ (Yûnus, 47)

İstesek de istemesek de Allah’a geri döneceğiz, dolayısıyla izleyeceğimiz en hikmetli yol bu karşılaşma için hazırlık yapmaktır. Allah bizden lütuf ve keremiyle tabiatımıza uyumlu bir şekilde kendisine geri dönüşümüzü murâd eder. Bu yüzden resûlleri iyi haberlerle ve uyarılarla göndermektedir. İyi haber eğer Allah’ın hidâyetini (doğru yolu) takip edersek kendimizi O’nun rahmetiyle âhenkli bir duruma getireceğimizdir. Kötü haber ise eğer O’nun hidâyetini takip etmezsek rahmetin gerektirdiği şeyden uzaklaşacağımız ve gazaba mâruz bırakılacağımızdır.

Tevhîde özgü bakış açısından her şey tam da olması gerektiği üzeredir, bu yüzden iyi ve kötü bu resme girmez. Yegâne hakîkatten başka hakîkat yoktur ve bütün eşya olması gerektiği üzere varlığa gelmektedir. Allah’tan gelen haberleri alanların (risâlete muhatap olanların) görüş açısından ise bâzı şeyler iyi ve kötü, bâzı şeyler daha iyi ve daha kötüdür.

Yaratılışa ilişkin tekvînî ve dine ilişkin teklîfî emirler şehâdetin iki kısmının açık sonuçlarıdır. İlkinde Allah dilediği gibi yapar çünkü O’ndan başka ilâh yoktur ve kimse bunun hakkında bir söz söyleyemez (Tekvînî emir). İkincisinde ise Allah insanların hangi ölçüde özgürlüğe sahip olduklarını bildirmek için peygamberler göndermiştir (emir ve yasaklarının bildirildiği dini teklîfî emir). O’nun dini teklîfî emri buyurma sebeplerinden biri, insanların kendi hayatlarını düzene sokmaya muktedir olmadıklarını göstermektir. Allah insanlara ‘’bunu yap, şunu yapma’’ diye emreder fakat hep ipleri elinde tutar. Kulun emredilmiş olandan (dini teklîfî emir) farklı olmasına müsâde vardır fakat verilmiş olan hükümden (Tekvînî, yaratılış emri) farklı olmasına izin yoktur. Şerîat açısından insanlara belirli şekillerde davranmaları emredilmiştir, hakîkat açısından ise insanlar Allah’ın hüküm verdiği üzere davranacaklardır. Aslında teklîfî emir başka türlü gerçekleşmesi mümkün olmayan vücudun imkânlarının, tam bir silsilesini varlığa getirerek tekvînî emre hizmet eder. Tekvînî emrin özelliği ona aslâ itaatsizlik yapılamamasıdır.

Allah’tan başka her şey bâtıldır, yâni gerçek, doğru ve uygun olmayandır. Şeylerin bâtıllığı onların kendi başlarına varlıklarının olmadığı anlamına gelir. Allah’ın onlara ‘’Ol’’ demesiyle onlar gerçekliğin bir görüntüsünü kazanırlar. Allah’tan başka her şey şeklinde tanımlanabilecek olan âlem, mutlak anlamda bâtıl değildir. Bilakis Hak ile kıyaslandığında bâtıldır. Dolayısıyla şeylerin tekvînî emre muhatap olmakla elde ettikleri gerçeklik kendilerine değil, yaratıcılarına aittir. Şeylerin gerçeklikleri, yoklukları (adem) ve hiçlikleridir.

Allah’ın yaratılmışlara karşı en büyük lütfu, onları yaratmış olmasıdır. Allah zamanın dışında dâimi ve ebedi olarak konuşur. O mütekellimdir (konuşan) ve bu yüzden O’ndan başka konuşan yoktur. O’nun konuşması (kelâm) ‘’Ol’’ emri ile çeşitli sûretler alır ve aynı zamanda kutsal kitap olarak görülür. Ancak konuşma ve diğer sıfatlar bir kere bizim alanımıza girdiklerinde bizler tarafından lekelenirler.

‘’İnsanlar Allah’ı nasıl bilebilir?’’ Gerçekte insanlar, Allah onlara ilim vermediği sürece O’nu bilemezler çünkü onlar esas bakımından yokturlar ve kendilerine ait hiçbir şeyleri yoktur. İnsanların en büyüğü olan Hz. Peygamber bile Allah ilim vermeksizin O’nu bilemezdi. Allah yolunu gösteren yine Allah’ın kendisidir. Yaratılmışlar, varlığa geldikten sonra da tıpkı var olmadan önceki gibi O’nun kudretinin esîridirler. O ise varlık verdikten (icâd) sonra da varlık vermeden önceki hâl üzeredir, O’nun için bir değişiklik söz konusu olamaz. Gerçekte yol gösterici Allah’tır ve akıl burada sebep değil yalnızca araçtır.

‘’Öyleyse Allah âlemi niçin yarattı?’’  ‘’Ben gizli bir hazineydim (kenz-i mahfi) ve tanınmayı sevdim’’ Allah yaratmayı murâd etti, istedi, diledi, sevdi ve yarattı. ’’Bir şeyin olmasını murâd ettiğimiz zaman sözümüz sadece ona ‘’Ol’’ dememizdir ve hemen olur’’ (Nahl, 40)

Tevhîd anlayışı gereği Allah’ın gerçek varlık ve bizimse O’nun gölgeleri veya solgun yansımaları olduğumuz görüşü kabul görür. O zaman bütün nitelikler ve özelliklerin doğrudan ve dolaylı olarak bire geri dönmesi gerekir. Böylece Allah’ın âlemi niçin yarattığı sorusu kendi kendini cevaplandırır. Âlem, eşyanın ilâhi isimlerin belirlediği tabiatı tarafından talep edilmektedir.

 ‘’Allah’tan başka ilâh yoktur (lâ ilâhe illâllah)’’. Bu ifâde olumsuzluk ve olumlamayı birlikte içerir. Bu cümle tevhîd kelimesidir. Tevhîd hiçbir şeyin Hakk’a denk olmaması demektir. Tevhîd zikrini tartabilecek hiçbir terazi yoktur. Bir kutsî hadiste (Ahmed Bin Hanbel) Allah şöyle der: ‘’Yedi gökler, onları dolduranlar, yedi yer ve onları dolduranlar bir kefede, lâ ilâhe illâllah cümlesi ise başka bir kefede bulunsaydı, bu cümle diğerine baskın gelirdi.’’  

William C. Chittick/İlâhi Aşk