RÜYALAR:
İslâmi
geleneğe göre rüya, insanın rûhu ile gördüğü ve aklı ile idrâk ettiği bir olaydır.
İbn.
Sînâ’ya göre rüya, nefsin muhayyile (hayal) gücünün etkiye açık
olma özelliği sayesinde gerçekleşmektedir. Güçlü bir konuma yükselmiş olan
nefis, uykuda rüya ile fizik ötesi âlemden bilgi alabilmektedir. İnsanın beş
zâhiri duyusu uyku ile idrâke kapanınca, insan rüyada muhayyile (hayal) ile
idrâk eder, görür, işitir, tat alır. Rüya tecrübesini yaşayan her insan, zâhiri
hislerinden ayrı olarak rüyada idrâke sahip olduğunu tecrübe ederek bilir. Bu
husus gerçekte insanın zâhiri yetilerinden başka bir idrâk gücü ile de
kavrayabildiğinin bir göstergesidir.
İnsan yaşamı
uyku (nevm) ve uyanıklık (yakaza) şeklinde iki hâl üzere devam etmektedir. Her
iki hâlde de Allah, insan için eşyayı idrâk edecek duyular yaratmıştır. Uyanık
iken meydana gelen idrâk rü’yet ile gerçekleşirken, uykuda gerçekleşene rüya
denilir. Rü’yet kelimesi görme için kullanılsa da, aslında görmeyi içine alan
anlama ve idrâk etme mânâsındadır. Ayrıca görme göz (basar) ile veya kalp
(basiret) ile görme anlamlarının yanında; insanın hayâli, ileriyi görmesi, en
yüce gayesi anlamlara gelen vision kelimesi ile de ifâde edilir.
Yüce Allah
insan rûhunu madde ötesi âleme çıkabilecek, Levh-i Mahfûz’u okuyabilecek
yetenekte yaratmıştır. Gazzâli,
Levh-i Mahfûz ile insan kalbini, aralarında perde bulunan karşılıklı iki aynaya
benzeterek rüyayı izâh eder. Aynaların arasındaki perde kaldırıldığında
birindeki görüntü diğerine yansır. Rüya olayı buna benzer. İnsan uyuduğunda
kalbin duyu organlarıyla ilgisi azaldığından, Levh-i Mahfûz’daki bilgiler kalbe
yansır. Hayal gücü (muhayyile) bu bilgileri sembollerle alarak korur, insan
uyandığında hayalindeki sembolleri hatırlar. Bu semboller insanın hayâl yetisi
ötesindeki bir gerçeği, yani Levh-i Mahfûz’daki bir bilgiyi gösterir ki,
rüyanın asıl işaret ettiği şey budur.
Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle der: ‘’Rüya üç kısımdır. Birincisi
şeytanın etkisiyle insanda meydana gelen çağrışım ve bu tesirin meydana
getirdiği hayâl ve sanrılardır. İkincisi kişinin uyanıkken zihnini
meşgul eden şeyleri uykusunda görmesidir. Üçüncüsü ise ‘’Peygamberliğin
kırk altı cüzünden biri ‘’ kabul edilen sâdık ve sâlih
rüyalardır. Şeytani rüyalar bir gerçekliliği olmamasına rağmen, insanın
bilinçaltını, nefsin hastalık ve bağımlılıklarını göstermesi bakımından
mutasavvıflar tarafından önemsiz kabul edilmez. Nefsani rüyalar
hatıraların, gündelik yaşamda tatmin olmamış arzuların hayâlde canlanmasından
ibârettir. Sâdık ve sâlih rüyalar ise Allah’tan birer müjde (büşrâ
minellah) olduğu kabul edilen ve kaynağı ilâhi olduğundan doğru ve gerçek
rüyalardır. Bu tür rüyalar vâsıtasıyla bazı olaylar tahakkuk etmeden önce
keşfedilip haber verilir. Olmadan önce rüyada görülen şeyler rûhlara daha yakındır.
Söz gelimi rüya ile olacağı önceden görülen bir çocuk, diğer çocuklara nispetle
daha ayrıcalıklı özelliklere sahiptir.
Sadık ve
sâlih rüyaların teşriî (şeriat) anlamda bir hüküm koyuculuğu olmayıp bir tür
nübüvvet olduğu ifâde edilir. Sâlih rüya, insanın kutsî âlemlere erişmesinin,
aşkın âlemlerden haber almasının, diğer bir ifâde ile ilhama mazhâr olmasının
yolu olarak kabul edilmiştir. Hazretin ifadesiyle ‘’rüyasını ta’bir edebilen kişi,
bu yolla elde ettiği bilgiyi başka hiçbir yolla elde edemez. Çünkü rüya
nübüvvetin bir cüzüdür.’’ Bu nedenle Resûlullah ashabına ‘’aranızda
rüya gören var mı? diye sorardı.
İbnü’l Arabî
Hz. göre insan, unsurlardan oluşan cismani varlığı sayesinde rüya görür. Bu
yüzden meleklerin rüya görmediklerini belirtir. Allah’ın rüya ile görevli bir
meleği vardır. ‘’er-Rûh’’ diye isimlendirilen bu melek, en yakın semânın
(Dünya semâsı) altındadır. İnsan uyuduğunda bu melekle irtibat kurar ve onun
elindeki sûretleri yine bu meleğin verdiği feyz ile kendi hayâlinde idrâk eder.
Böylece Levh-i-Mahfûz’dan yansıyan bilgiler öncelikle semâvata, oradan insana
yansır. İnsan uyanıkken zâhiri hisleri ve zâhiri algılama ile meşguldür. Bu
yüzden uyanıkken bu mertebe ile irtibat kuramaz.
Levh-i-Mahfûz’dan
semâvata, oradan en yakın semâya yansıyan ve ‘’er-rûh’’ adı verilen
meleğin elinde bulunan sûretler, uykuda idrâk edildiği gibi, ‘’er-rûh’’ adlı melekle
irtibata geçilmesi durumunda uyku dışında da fenâ ve gaybet hâlleri ile
idrâk edilebilir. İnsanın his ve idrâk yolları temizlenir ve arındırılırsa
idrâk iyice güçlenir ve diğer insanların uykuda eriştikleri idrâke uyanıkken
erişebilir. Nadiren gerçekleşen bu durum nebîler ve bir kısım evliyalara
mahsustur.
Rüya
yorumlama anlamında kullanılan ‘’ta’bir’’ kelimesi Arapça’da köprü
veya nehrin bir yakasından diğerine geçme anlamına gelen ‘’ubur’’ kökünden gelir.
Ta’bir, rüyalardaki olay ve sembollerin ilk anlamlarına ulaşma çabasıdır.
Bir idrâk
ile bir sûreti rüyasında gören için idrâki esnasında üç mertebe söz konusudur
ve bu mertebeler rüyanın ta’bir edilmesi bakımından çok önemlidir. Birinci mertebe,
kişinin idrâk ettiği sûretin, gören ile değil de görülenle ilgili
olmasıdır. Bu da onun mertebe ve sıfatlarına göre olur. Bu durumda görülen şey
görüldüğü hâl üzere idrâk edilir. İkinci mertebe, görülen sûretin
görenin nefsindeki bir hâlle ilgili olmasıdır. Üçüncüde ise görülen
sûret, ‘’meşru bir hakk’’ la ve konulmuş bir kanunla ilgilidir. Bu takdirde
idrâk edilen sûret, o sûretin görüldüğü bölgedeki geçerli yasayla ilgilidir.
‘’Evlâ (üstün) olan birinci mertebedir.
Şayet kişi gördüğü sûretten bir hitaba muhatap olursa hitâbın hâline göre ve
rüyasında bunu ne kadar anladığına göre değerlendirilir. Aynı zamanda bu sûreti
gören kimsenin o sûret karşısında takındığı edep ve saygıya da bakılmalıdır.
Kişi ta’biri biliyor veya bilene sorarsa o zaman ta’bire müracaat eder.
Bilmiyorsa ta’bir etmez. Çünkü görülen her bakımdan hak bir sûrettir’’
Bu sûretin
dışındaki rüyalar ise şayet içinde kişiyi üzen şeyler varsa şeytandandır. Böyle
bir rüyada üç kez sol tarafa tükürmeli, şeytanın şerrinden Allah’a sığınmalı,
kalkıp nâfile namaz kılmalı ve rüyasını kimseye anlatmamalıdır. Yahut
görülen sûret, kişinin uyanıkken nefsiyle yaptığı iç konuşmalarından meydana
gelmiştir. Bu konuşmalar hayâle nakşolunur, uyuyup hisler hayâl hazinesine
yönelince hayâlde resmedilmiş bu tasavvurlar görülür.
Şeytandan
olan ve nefsten oluşan rüyalara itibar edilmese de, bu tarz bir rüya, ehli
tarafından ta’bir edildiğinde rüyadan değil de, ta’birin kuvvetinden dolayı
rüyanın bir hükmü olur ve o hüküm meydana gelir. Rüyayı ta’bir eden kimse,
gerçek anlamda rüyayı ta’bir edebilmek için rüyayı anlatandan alıp kendi
hayâline tasvir etmelidir. Aksi takdirde rüyayı tahkîken (hakîkatiyle)
ta’bir edemez. Ta’bir eden kişi, anlatılan rüyayı kendi hayâlinde tasvir
edince, rüyayı gören kişinin iç konuşma veya şeytanın korkutması şeklinde
gördüğü sûret, rüyayı görenin hayâlinden ta’bir edenin hayaline intikâl eder.
İntikâl edince o sûret, ta’bir eden için artık bir iç konuşma olmaktan çıkar ve
rüyayı ta’bir eden, gerçek bir sûret hakkında hüküm vermiş olur. Böylece rüyayı
ta’bir eden kimsede, rüyayı gören kimsenin sûretine ilişkin bir hüküm zuhûr
eder.
Kur’ân-ı Kerim’in
Yusuf sûresinde (36-41) geçen, Hz. Yusuf’a rüya gördüklerini söyleyen iki
arkadaş, aslında gerçek bir rüya görmemişler, tasvir ettikleri şey hususunda
yalan söylemişlerdi. Anlattıkları gerçekte ‘’hadis-i nefs’’ kabilinden kendi iç
konuşmalarından ibâret bir tahayyüldü. Ancak Hz. Yusuf’un hayâlinde anlatılan
bu şeyin sûreti meydana gelmiş ve gerçeğe dönüşmüştü. Bu sûretle Hz. Yusuf,
rüya konusunda gerçekleşmesi en zor olan şeyi hayâlinin doğruluğu nedeniyle
gerçekleştirmişti. Çünkü ta’birin rüyanın gerçekleşmesinde tesiri vardır.
Hz.
Peygamber’in bir hadisine göre: ‘’Rüya, ta’bir edilmedikçe bir kuşun ayağı
üstündedir, ta’bir edilince düşer.’’ Yani anlatılmadığı sürece bir
kuşun ayağında durur. Rüyanın gerçekleşmesi, ta’bire bağlı olunca, rüyanın
rastgele kimselere anlatılmaması önem kazanmaktadır. Örn: Hz. Yusuf
rüyasını babasına anlatınca Hz. Yâkup rüyasını kardeşlerine anlatmaması
konusunda onu uyarmıştır. (Yusuf, 5) İbü’l Arabi Hz. göre; hadiste ‘’kuş’’
diye geçen ifâde, kişinin hayır ve şerden nasip ve kısmeti yani rızkı, anlamına
işâret etmektedir. ‘’Her insanın amel ve nasibini
boynuna bağladık’’ (îsrâ, 13) Hadiste kuşun kanadı değil de ayağı
denilmesi, nasip anlamıyla ilgilidir. Zirâ kuş ayağıyla yerden bir şey alıp
nasiplenir, kanadıyla bunu yapamaz. Dolayısıyla kuş, ‘’er-Rûh’’
adlı meleğin şekle bürünmesidir.
Hz.
Peygamber’in temizlenen hayal mertebesinde sâdık rüya şeklinde başlayan görme
(rü’yet), daha sonra hayâl hazretinden dış dünyaya melek sûretinde zuhûr
etmiştir. Hz. Meryem’in Cebrâil’i insan şeklinde görmesi, Cenâb-ı Hakk’ın Hz.
Mûsâ’ya bir ağaçtan görünmesi benzer şekilde gerçekleşen rü’yetlerdir.
Tirmizî’nin
aktardığı bir hadise göre Resûlullah buyurdu ki: ‘’Risâlet ve nübüvvet kesilmiştir.
Dolayısıyla benden sonra nebi ve resûl gelmeyecektir. Ancak el-mübeşşirat
müstesna.’’ Dediler ki: ‘’Ey Allah’ın resûlü, el-mübeşşirat nedir.’’
Buyurdu ki: ‘’Bir Müslüman’ın rüyasıdır. Bu rüya nübüvvetin bir parçasıdır.’’
‘’el-mübeşşirat’’ kelimesi genel anlamıyla müjde (büşrâ) anlamındadır.
Arapça’da deri anlamına gelen beşere köküyle irtibatlıdır.
Rüyaların mübeşşire şekilde isimlendirilmesi, rüyanın insan tenindeki tesiriyle
ilgilidir. Çünkü beşer olan insan varlığının dışı, içinde meydana gelen şeye
göre değişir. Ârif, rüya vâsıtasıyla kendisine erişen şeye göre değişip
şekillenir. Bunun etkisi de beşeri varlığında ortaya çıkar.
Hz.
Âişe’nin aktardığına göre: Hz. Peygamber’in vahiy almaya başlaması ilk sâlih rüyalar ile olmuştur.
Bu süreçte gördüğü her rüya sabah aydınlığı gibi aynısıyla meydana gelirdi. Hz.
Peygamber’in rüyasının aynen meydana gelmesi, hissinde meydana gelmeyen şeyi
söylememesindendi. Bilinçaltının temizliğinden dolayı da rüyalar orada başka
bir sûrete bürünmüyor, aynısıyla görünüyordu. Hz. Peygamber’e gelen vahiy
elçisi, Rabb’inin sözünü Peygamber’in işitme duyusuna atar (ilkâ). Bazen de vahyi Peygamber’in kalbine
indirir (inzal). Vahiy kalbe
indirilince Peygamber’i bir sıkıntı ve şiddet basar ki, İbnü’l Arabi Hz. göre ‘’hâl’’
diye ta’bir edilen şey gerçekte budur. Bu sıkıntının nedeni ise Nebî’nin
bedensel varlığının, kalbe indirilen mânâya uygun olmamasıdır. Sonra bu hâl
geçer ve Peygamber kendisine inzal edileni haber verir. İbnü’l Arabî Hz. bu
tecrübeyi bizzat kendisinin de yaşadığını söyleyerek bu hâli anlatır.
İbnü’l Arabî
Hz. göre, bazı velîler vahiy mertebesi ile irtibat kurabilir. Velî tarihsel
olarak Hz. Peygamber’in zamanına erişememiş olduğundan, vahyi ondan işitemez.
Bu yüzden vahyin gelişiyle irtibat ve idrâki ancak vahyin kaynağı olan mertebe
ile irtibatı sayesinde gerçekleşir. Velî de benzer bir süreçte işitme duyusuna ‘’ilkâ’’
veya kalbine ‘’inzal’’ ile vahye muhatap olur. Bu esnada velînin durumu
Resûlullah’ın şeriât koyucu lafzını işiten sahabenin durumu gibidir.
‘’Basîret üzere Allah’a davet ederim, ben ve bana uyanlar’’ (Yusuf,
108) âyetinde ‘’bana uyanlar’’ kısmı ile işaret edilen kişiler, vahiy hazretiyle
irtibat kurabilen velîlerdir. Davetin vahiy lafzı sadece Hz. Peygamber’e
özgüdür. Velînin kendine ait bir lafzı yoktur. Velî sadece Hz. Peygamber’in
lisanından dökülen vahiyle Hakk’a davet eder. Böylece Allah’ın Resûlü’ne tabî
olan velî, Peygamberin lisanından dökülmüş vahiy hakkında basîrete sahip hâle
gelir. Velîler bu yönüyle Nebî’nin vârisleridir.
Tasavvuftaki
varlık mertebeleri bilinmeden sufî düşüncenin rüya mevzuuna yaklaşımı tam
olarak anlaşılamaz. Varlık (el-Vücûd) özü itibariyle bir (Vahdet) olan Hakk’ın
farklı mertebelerdeki taayyünüden ibârettir. Varlık mertebeleri açısından,
içinde yaşadığımız ve algıladığımız her şey, ‘’hakîkatini’’ daha ulvi bir
varlık mertebesinden alır. Vücûd’daki
varlıkların hakîkati, Ceberût mertebesindeki ‘’varlık kokusu’’ nu
almamış (zuhûr etmemiş) olan ve Hakk’ın malumatı durumundaki ’’Ayân-ı
Sâbite’’ ye istinat eder (dayanır). Algıladığımız evren düzlemindeki
eşya, bir yönüyle kendi hakîkatine işaret eden semboller ve remizler âlemi
olduğundan, kendi hakîkatine gidilmezse anlaşılamaz. Öyleyse hislerimizle
algıladığımız evren ta’bir edilmeye muhtaçtır. Rüyalar yorumlandığı gibi
âlem ve âlemdeki eşya da ta’bir ve te’vil edilmelidir.
İbnü’l Arabî
Hz. döneminin bilginlerini rüyaya gereken ehemmiyeti vermediklerinden dolayı
sert bir biçimde eleştirmektedir. Bu tür kimselerin uyanıkken ve hareket
halinde iken kendilerinin bir tür rüya içinde olduklarını, uykuda iken de rüya
içinde bir başka rüyada olduklarını anlamadıklarını belirtir. Ona göre,
âlemdeki varlıkların uyku hâli de, uyanıklığı da bir tür uykudur.
İnsan,
mârifet mertebelerinde yükseldiğinde dünyadaki hâlinin, gerçekte bir uyku
olduğunun bilincine varır. Dünyadaki durumunun bir tür rüya olduğunu anlar.
Sahih bir hadise göre: ‘’İnsanlar uykudadırlar. Ölünce uyanırlar.’’
Âhiret, insanların adeta düş gibi olan hayatlarının ta’bir edildiği
yerdir. Herkes yaşamının ta’birinin ne olduğunu, neye tekabül ettiğini âhirette
bulacaktır. Ancak eşyanın hakîkatine keşfen muttali olanlar, henüz hayatta iken
biyolojik ölümü beklemeden kendi yaşam düşlerini, bunun yanında varlık ve
eşyayı ta’bir edeceklerdir.
Osman Nuri
Küçük/İbnü’l-Arabî Sayılar ve Rüyalar
Bilgi: ‘’Sâdık rüyalar Nübüvvet’in kırk
altı cüzünden bir cüz’dür’’. Bu da Hz. Peygamder’in rüyasıdır.
Çünkü Peygamber’lik ’’yirmi üç’’ senedir. Bunun ilk ‘’altı ay’’ ı sâlih rüya
şeklindedir. (23 yıl X 12 ay = 276 ay)(276 ay, 6 ay’a bölününce 46 kalır)