TEVHÎD:
Tevhîd, Allah’ı sonradan yaratılmış olan
her şeyden tenzih etmektir. Tevhîd, Allah’tan başka ilâh olmadığına, O’nun
ortağı bulunmadığına, ‘’Ahad ve samed olduğuna, doğurmadığına ve
bir dengi bulunmadığına’’ (İhlâs 2-3) şehâdet etmektir. Bu açık
bir tevhîddir ve en büyük şirki ortadan kaldırır. Şirk (Allah’tan başkasında
bir varlık görmek olup) tevhîdin zıddıdır.
Tevhîd, Bir’dir diye söylemek, Bir bilmek
ve Bir görmektir.
Tevhîd, hakîkatte zâhirin ve bâtının
sükûtudur.
Tevhîd, kadîm olanı sonradan olandan (Hadis’ten)
ayırmaktır. Tevhîd bir tür
sarraflıktır yâni sonradan olanı ayıklayıp, kadîm olanı elde etmektir. Semâvî
kitaplar ‘’tevhîd’’ kelimesinin mânâlarını bildirmek üzere görevlenip
gönderilmişlerdir.
Tevhîd’in dört mertebesi vardır: Birinci mertebesi, kişinin
diliyle lâ ilâhe illâllah dediği
halde bundan gaflette olması ya da inkâr üzere kalmasıdır. Bu münafıkların
birlemesine benzer. İkinci mertebesi, kişinin Müslümanların çoğunun
tasdik ettiği gibi lâilâhe illâllah’ın
anlamının kalben tasdik etmesidir. Bu avamın itikâdıdır. Üçüncü mertebesi,
kişinin keşif yolu ve Hak nûruyla Allah’tan başka ilâh olmadığını müşâhede
etmesidir. Bu yakınlaştırılmış olanların (mukarrebîn) makamıdır. Kişi burada
çokluğu görmesine karşılık bu çokluğun yalnızca Vâhidü’l-Kahhâr olan Allah’tan
kaynaklandığını görür. Dördüncü mertebesi ise, kişinin varlıkta O’ndan
başka hiçbir şey görmemesidir. Bu sıddık olanların müşâhedesidir. Sûfîler buna tevhîd
de fenâ derler. Çünkü kişi, O’ndan başkasını görmüyorken kendisini de
görmemektedir.
Fenâ
mertebeleri de üç kısımdır. Tevhid-i ef'al, Kişi
kendinde ve karşısındakinden gelen her fiilin Allah'tan olduğunu bilir. Tevhid-i sıfat, Kişi her sebepte Hakkı görür ve her olayın nedeninin
ona bir uyarı ve tekâmül fırsatı olduğunu bilir. Tevhid-i zât, Kişi, fiil ve sebebe, olaya takılmaz, yapan yaptıran
Allah der.
İlâhiyatçılar
Allah’tan gelen mesajın üç temel ilkesi olduğunu belirtirler. Tevhîd ya da Allah’ın birliğinin
ifâdesi, Nübüvvet ya da Allah
ile insan arasındaki vâsıtaların tabiatının açıklanması ve geri dönüş (maâd) ya da insanların asıllarına (mabde)
geri döndükleri zamanki ilâhi karşılaşma. Allah ile başlamak, yaratılış alanına
inmek, tekrar Allah’a yükselmek ‘’Varlık dairesi’’ olarak tasfir
edilir. Yegâne hakîkat, âlemi varlığa getirir, anbean bütün şeylerin varlığını
sürdürür ve hepsini nihâî yerlerine geri döndürür. Allah’tan gelen her şey
dâima O’nun tarafından desteklenir ve yine O’na dönecektir. Şeyler gelir ve
gider, yaratılır ve geri döner, iner ve yine yükselir. Bunların hepsi aşk
ile gerçekleşir. ‘’Sizi boşuna yarattığımızı ve gerçekten bize döndürülmeyeceğinizi mi
sandınız?’’ (Mü’minûn, 115)
İnsanlar Hz.
Peygamber’de tecessüm eden (görünen) ilâhi rehberliği takip ederek ‘’varlık
dairesini’’ tamamlarlar. Bu daire, Allah âlemi yarattığında başlar.
Rehberin vazifesi onları Allah’a geri döndürmektir ve sonra Allah onları
sevgisiyle kucaklar.
İslâmi dünya
görüşünün en özlü ifâdesi ‘’kelime-i şehâdet’’ te bulunur. ‘’Şehâdet
ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve yine şahitlik ederim ki Muhammed
Allah’ın resûlüdür’’ Bu ifâde üç temel meseleyi bize verir ve bunların
her birine Kur’ân’da değinilmektedir. Birinci mesele bu mesaja
(elçilik) şahitlik eden insanlar vardır, ikinci mesele bu mesajı
gönderen bir Tanrı vardır. Üçüncü mesele, insan ile Tanrı arasında
vâsıtalık eden bir resûl ve mesaj vardır. Yani insanlar, mutlak hakîkat ve
onları birbirine bağlayan bir bağ ya da başka bir deyişle âşıklar, mâşuk ve aşk vardır. Bu üç mesele hangi dil
kullanılırsa kullanılsın birçok dini geleneğin üzerine kurulduğu temeldir.
Şehâdet: Kul açısından Allah’ın birliğine şâhit olmaktır.
Ancak, Hakk’ın en başta şâhitlik ettiği kendi şehâdetinden daha doğru ve tam
bir şehâdet yoktur. Bu O’nun ‘’Allah kendisinden başka ilâh olmadığına
şâhitlik etti’’ (Âl-i İmrân, 18) âyetidir. Bu Hakk’ın kendisinin Hak
olduğuna yine bizzat kendisinin şâhitlik etmesidir. Yâni yalnızca O
kendisine şehâdet eder.
Şehâdetin ‘’Allah’tan
başka ilâh yoktur/Lâ ilâhe illallâh’’ şeklindeki ilk kısmına ‘’kelime-i
tevhîd’’ yani ‘’Allah’ın birliğinin seslendirilmesi’’ denir.
Tevhîd kelimesinin en temel
anlamı bir şeyin bir olduğunu söylemektir. Yâni; Ezelî ilâhtan başka ilâh
yoktur, ezeli birden başka ‘’bir’’ yoktur, gerçek hayat
sahibinden başka hayat sahibi yoktur, her şeyi bilenden başka bilen yoktur,
gerçek sevenden başka seven yoktur. Allah’ın güzel isimlerinin (Esmâ-i hüsnâ)
her biri, ilâhi hakîkate ışık tutmak üzere bu formüle tatbik edilebilir.
Şehâdetin ‘’Muhammed
Allah’ın resûlüdür/Muhammedün resûlullâh’’ şeklindeki ikinci kısmı
yaratılışta insanın rolü konusunu gündeme getirir. Doğuştan gelen
aklımızı, farkındalığımızı ve ahlâk duygumuzu dikkate aldığımızda kendimiz ile
ne yapmamız gerekmektedir? Cevap: Allah, sevgi ve merhametiyle bizim kim
olduğumuzu ve kendimizle ne yapmamız gerektiği konusundaki yetersizliğimizi
bilmekte, bu yüzden bize benliklerimizle nasıl uyum içinde yaşayabileceğimizi
göstermek için rehberlik etmektedir. Allah kullarına nebîler ve resuller
aracılığı ile birtakım emirler bildirmektedir. ‘’Her ümmet için bir resûl
vardır’’ (Yûnus, 47)
İstesek de
istemesek de Allah’a geri döneceğiz, dolayısıyla izleyeceğimiz en hikmetli yol
bu karşılaşma için hazırlık yapmaktır. Allah bizden lütuf ve keremiyle
tabiatımıza uyumlu bir şekilde kendisine geri dönüşümüzü murâd eder. Bu yüzden resûlleri iyi haberlerle ve
uyarılarla göndermektedir. İyi haber eğer Allah’ın hidâyetini (doğru yolu)
takip edersek kendimizi O’nun rahmetiyle âhenkli bir duruma getireceğimizdir.
Kötü haber ise eğer O’nun hidâyetini takip etmezsek rahmetin gerektirdiği şeyden
uzaklaşacağımız ve gazaba mâruz bırakılacağımızdır.
Tevhîde özgü
bakış açısından her şey tam da olması gerektiği üzeredir, bu yüzden iyi ve
kötü bu resme girmez. Yegâne hakîkatten başka hakîkat yoktur ve bütün eşya
olması gerektiği üzere varlığa gelmektedir. Allah’tan gelen haberleri alanların
(risâlete muhatap olanların) görüş açısından ise bâzı şeyler iyi ve kötü, bâzı
şeyler daha iyi ve daha kötüdür.
Yaratılışa
ilişkin tekvînî ve dine ilişkin teklîfî emirler şehâdetin iki kısmının
açık sonuçlarıdır. İlkinde Allah dilediği gibi yapar çünkü O’ndan başka ilâh
yoktur ve kimse bunun hakkında bir söz söyleyemez (Tekvînî emir). İkincisinde ise Allah insanların hangi ölçüde özgürlüğe
sahip olduklarını bildirmek için peygamberler göndermiştir (emir ve yasaklarının bildirildiği dini teklîfî emir). O’nun dini teklîfî
emri buyurma sebeplerinden biri, insanların kendi hayatlarını düzene sokmaya
muktedir olmadıklarını göstermektir. Allah insanlara ‘’bunu yap, şunu yapma’’ diye emreder fakat hep ipleri elinde
tutar. Kulun emredilmiş olandan (dini
teklîfî emir) farklı olmasına müsâde vardır fakat verilmiş olan hükümden (Tekvînî, yaratılış emri) farklı
olmasına izin yoktur. Şerîat açısından insanlara belirli şekillerde davranmaları
emredilmiştir, hakîkat açısından ise insanlar Allah’ın hüküm verdiği
üzere davranacaklardır. Aslında teklîfî emir başka türlü
gerçekleşmesi mümkün olmayan vücudun imkânlarının, tam bir silsilesini varlığa
getirerek tekvînî emre hizmet eder. Tekvînî emrin özelliği ona aslâ
itaatsizlik yapılamamasıdır.
Allah’tan
başka her şey bâtıldır, yâni gerçek, doğru ve uygun olmayandır. Şeylerin
bâtıllığı onların kendi başlarına varlıklarının olmadığı anlamına gelir.
Allah’ın onlara ‘’Ol’’ demesiyle onlar gerçekliğin bir görüntüsünü kazanırlar.
Allah’tan başka her şey şeklinde tanımlanabilecek olan âlem, mutlak anlamda
bâtıl değildir. Bilakis Hak ile kıyaslandığında bâtıldır. Dolayısıyla şeylerin tekvînî
emre muhatap olmakla elde ettikleri gerçeklik kendilerine değil,
yaratıcılarına aittir. Şeylerin gerçeklikleri, yoklukları (adem) ve
hiçlikleridir.
Allah’ın
yaratılmışlara karşı en büyük lütfu, onları yaratmış olmasıdır. Allah zamanın
dışında dâimi ve ebedi olarak konuşur. O mütekellimdir (konuşan) ve bu yüzden
O’ndan başka konuşan yoktur. O’nun konuşması (kelâm) ‘’Ol’’ emri ile çeşitli
sûretler alır ve aynı zamanda kutsal kitap olarak görülür. Ancak konuşma
ve diğer sıfatlar bir kere bizim alanımıza girdiklerinde bizler tarafından lekelenirler.
‘’İnsanlar Allah’ı
nasıl bilebilir?’’ Gerçekte insanlar, Allah onlara ilim vermediği sürece O’nu bilemezler
çünkü onlar esas bakımından yokturlar ve kendilerine ait hiçbir şeyleri yoktur.
İnsanların en büyüğü olan Hz. Peygamber bile Allah ilim vermeksizin O’nu
bilemezdi. Allah yolunu gösteren yine Allah’ın kendisidir. Yaratılmışlar,
varlığa geldikten sonra da tıpkı var olmadan önceki gibi O’nun kudretinin
esîridirler. O ise varlık verdikten (icâd) sonra da varlık vermeden önceki hâl
üzeredir, O’nun için bir değişiklik söz konusu olamaz. Gerçekte yol gösterici
Allah’tır ve akıl burada sebep değil yalnızca araçtır.
‘’Öyleyse Allah âlemi niçin yarattı?’’ ‘’Ben gizli bir hazineydim (kenz-i mahfi) ve
tanınmayı sevdim’’ Allah yaratmayı murâd etti, istedi, diledi, sevdi ve
yarattı. ’’Bir şeyin olmasını murâd ettiğimiz zaman sözümüz sadece ona ‘’Ol’’
dememizdir ve hemen olur’’ (Nahl, 40)
Tevhîd anlayışı gereği Allah’ın gerçek
varlık ve bizimse O’nun gölgeleri veya solgun yansımaları olduğumuz görüşü kabul
görür. O zaman bütün nitelikler ve özelliklerin doğrudan ve dolaylı olarak bire geri dönmesi gerekir.
Böylece Allah’ın âlemi niçin yarattığı sorusu kendi kendini cevaplandırır. Âlem,
eşyanın ilâhi isimlerin belirlediği tabiatı tarafından talep edilmektedir.
‘’Allah’tan başka ilâh yoktur (lâ ilâhe
illâllah)’’. Bu ifâde olumsuzluk ve olumlamayı birlikte içerir. Bu cümle tevhîd kelimesidir.
Tevhîd hiçbir şeyin Hakk’a denk olmaması demektir. Tevhîd zikrini tartabilecek
hiçbir terazi yoktur. Bir kutsî hadiste (Ahmed Bin Hanbel) Allah şöyle der: ‘’Yedi
gökler, onları dolduranlar, yedi yer ve onları dolduranlar bir kefede, lâ
ilâhe illâllah cümlesi ise başka bir kefede bulunsaydı, bu cümle diğerine
baskın gelirdi.’’
William C.
Chittick/İlâhi Aşk