13 Kasım 2022 Pazar

TEVHÎD:

Tevhîd, Allah’ı sonradan yaratılmış olan her şeyden tenzih etmektir. Tevhîd, Allah’tan başka ilâh olmadığına, O’nun ortağı bulunmadığına, ‘’Ahad ve samed olduğuna, doğurmadığına ve bir dengi bulunmadığına’’ (İhlâs 2-3) şehâdet etmektir. Bu açık bir tevhîddir ve en büyük şirki ortadan kaldırır. Şirk (Allah’tan başkasında bir varlık görmek olup) tevhîdin zıddıdır.

Tevhîd, Bir’dir diye söylemek, Bir bilmek ve Bir görmektir.

Tevhîd, hakîkatte zâhirin ve bâtının sükûtudur.

Tevhîd, kadîm olanı sonradan olandan (Hadis’ten) ayırmaktır. Tevhîd bir tür sarraflıktır yâni sonradan olanı ayıklayıp, kadîm olanı elde etmektir. Semâvî kitaplar ‘’tevhîd’’ kelimesinin mânâlarını bildirmek üzere görevlenip gönderilmişlerdir.

Tevhîd’in dört mertebesi vardır: Birinci mertebesi, kişinin diliyle lâ ilâhe illâllah dediği halde bundan gaflette olması ya da inkâr üzere kalmasıdır. Bu münafıkların birlemesine benzer. İkinci mertebesi, kişinin Müslümanların çoğunun tasdik ettiği gibi lâilâhe illâllah’ın anlamının kalben tasdik etmesidir. Bu avamın itikâdıdır. Üçüncü mertebesi, kişinin keşif yolu ve Hak nûruyla Allah’tan başka ilâh olmadığını müşâhede etmesidir. Bu yakınlaştırılmış olanların (mukarrebîn) makamıdır. Kişi burada çokluğu görmesine karşılık bu çokluğun yalnızca Vâhidü’l-Kahhâr olan Allah’tan kaynaklandığını görür. Dördüncü mertebesi ise, kişinin varlıkta O’ndan başka hiçbir şey görmemesidir. Bu sıddık olanların müşâhedesidir. Sûfîler buna tevhîd de fenâ derler. Çünkü kişi, O’ndan başkasını görmüyorken kendisini de görmemektedir.

Fenâ mertebeleri de üç kısımdır. Tevhid-i ef'al, Kişi kendinde ve karşısındakinden gelen her fiilin Allah'tan olduğunu bilir. Tevhid-i sıfat, Kişi her sebepte Hakkı görür ve her olayın nedeninin ona bir uyarı ve tekâmül fırsatı olduğunu bilir. Tevhid-i zât, Kişi, fiil ve sebebe, olaya takılmaz, yapan yaptıran Allah der.

İlâhiyatçılar Allah’tan gelen mesajın üç temel ilkesi olduğunu belirtirler. Tevhîd ya da Allah’ın birliğinin ifâdesi, Nübüvvet ya da Allah ile insan arasındaki vâsıtaların tabiatının açıklanması ve geri dönüş (maâd) ya da insanların asıllarına (mabde) geri döndükleri zamanki ilâhi karşılaşma. Allah ile başlamak, yaratılış alanına inmek, tekrar Allah’a yükselmek ‘’Varlık dairesi’’ olarak tasfir edilir. Yegâne hakîkat, âlemi varlığa getirir, anbean bütün şeylerin varlığını sürdürür ve hepsini nihâî yerlerine geri döndürür. Allah’tan gelen her şey dâima O’nun tarafından desteklenir ve yine O’na dönecektir. Şeyler gelir ve gider, yaratılır ve geri döner, iner ve yine yükselir. Bunların hepsi aşk ile gerçekleşir. ‘’Sizi boşuna yarattığımızı ve gerçekten bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?’’ (Mü’minûn, 115)

İnsanlar Hz. Peygamber’de tecessüm eden (görünen) ilâhi rehberliği takip ederek ‘’varlık dairesini’’ tamamlarlar. Bu daire, Allah âlemi yarattığında başlar. Rehberin vazifesi onları Allah’a geri döndürmektir ve sonra Allah onları sevgisiyle kucaklar.

İslâmi dünya görüşünün en özlü ifâdesi ‘’kelime-i şehâdet’’ te bulunur. ‘’Şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve yine şahitlik ederim ki Muhammed Allah’ın resûlüdür’’ Bu ifâde üç temel meseleyi bize verir ve bunların her birine Kur’ân’da değinilmektedir. Birinci mesele bu mesaja (elçilik) şahitlik eden insanlar vardır, ikinci mesele bu mesajı gönderen bir Tanrı vardır. Üçüncü mesele, insan ile Tanrı arasında vâsıtalık eden bir resûl ve mesaj vardır. Yani insanlar, mutlak hakîkat ve onları birbirine bağlayan bir bağ ya da başka bir deyişle âşıklar, mâşuk ve aşk vardır. Bu üç mesele hangi dil kullanılırsa kullanılsın birçok dini geleneğin üzerine kurulduğu temeldir.

Şehâdet: Kul açısından Allah’ın birliğine şâhit olmaktır. Ancak, Hakk’ın en başta şâhitlik ettiği kendi şehâdetinden daha doğru ve tam bir şehâdet yoktur. Bu O’nun ‘’Allah kendisinden başka ilâh olmadığına şâhitlik etti’’ (Âl-i İmrân, 18) âyetidir. Bu Hakk’ın kendisinin Hak olduğuna yine bizzat kendisinin şâhitlik etmesidir. Yâni yalnızca O kendisine şehâdet eder.

Şehâdetin ‘’Allah’tan başka ilâh yoktur/Lâ ilâhe illallâh’’ şeklindeki ilk kısmına ‘’kelime-i tevhîd’’ yani ‘’Allah’ın birliğinin seslendirilmesi’’ denir. Tevhîd kelimesinin en temel anlamı bir şeyin bir olduğunu söylemektir. Yâni; Ezelî ilâhtan başka ilâh yoktur, ezeli birden başka ‘’bir’’ yoktur, gerçek hayat sahibinden başka hayat sahibi yoktur, her şeyi bilenden başka bilen yoktur, gerçek sevenden başka seven yoktur. Allah’ın güzel isimlerinin (Esmâ-i hüsnâ) her biri, ilâhi hakîkate ışık tutmak üzere bu formüle tatbik edilebilir.

Şehâdetin ‘’Muhammed Allah’ın resûlüdür/Muhammedün resûlullâh’’ şeklindeki ikinci kısmı yaratılışta insanın rolü konusunu gündeme getirir. Doğuştan gelen aklımızı, farkındalığımızı ve ahlâk duygumuzu dikkate aldığımızda kendimiz ile ne yapmamız gerekmektedir? Cevap: Allah, sevgi ve merhametiyle bizim kim olduğumuzu ve kendimizle ne yapmamız gerektiği konusundaki yetersizliğimizi bilmekte, bu yüzden bize benliklerimizle nasıl uyum içinde yaşayabileceğimizi göstermek için rehberlik etmektedir. Allah kullarına nebîler ve resuller aracılığı ile birtakım emirler bildirmektedir. ‘’Her ümmet için bir resûl vardır’’ (Yûnus, 47)

İstesek de istemesek de Allah’a geri döneceğiz, dolayısıyla izleyeceğimiz en hikmetli yol bu karşılaşma için hazırlık yapmaktır. Allah bizden lütuf ve keremiyle tabiatımıza uyumlu bir şekilde kendisine geri dönüşümüzü murâd eder. Bu yüzden resûlleri iyi haberlerle ve uyarılarla göndermektedir. İyi haber eğer Allah’ın hidâyetini (doğru yolu) takip edersek kendimizi O’nun rahmetiyle âhenkli bir duruma getireceğimizdir. Kötü haber ise eğer O’nun hidâyetini takip etmezsek rahmetin gerektirdiği şeyden uzaklaşacağımız ve gazaba mâruz bırakılacağımızdır.

Tevhîde özgü bakış açısından her şey tam da olması gerektiği üzeredir, bu yüzden iyi ve kötü bu resme girmez. Yegâne hakîkatten başka hakîkat yoktur ve bütün eşya olması gerektiği üzere varlığa gelmektedir. Allah’tan gelen haberleri alanların (risâlete muhatap olanların) görüş açısından ise bâzı şeyler iyi ve kötü, bâzı şeyler daha iyi ve daha kötüdür.

Yaratılışa ilişkin tekvînî ve dine ilişkin teklîfî emirler şehâdetin iki kısmının açık sonuçlarıdır. İlkinde Allah dilediği gibi yapar çünkü O’ndan başka ilâh yoktur ve kimse bunun hakkında bir söz söyleyemez (Tekvînî emir). İkincisinde ise Allah insanların hangi ölçüde özgürlüğe sahip olduklarını bildirmek için peygamberler göndermiştir (emir ve yasaklarının bildirildiği dini teklîfî emir). O’nun dini teklîfî emri buyurma sebeplerinden biri, insanların kendi hayatlarını düzene sokmaya muktedir olmadıklarını göstermektir. Allah insanlara ‘’bunu yap, şunu yapma’’ diye emreder fakat hep ipleri elinde tutar. Kulun emredilmiş olandan (dini teklîfî emir) farklı olmasına müsâde vardır fakat verilmiş olan hükümden (Tekvînî, yaratılış emri) farklı olmasına izin yoktur. Şerîat açısından insanlara belirli şekillerde davranmaları emredilmiştir, hakîkat açısından ise insanlar Allah’ın hüküm verdiği üzere davranacaklardır. Aslında teklîfî emir başka türlü gerçekleşmesi mümkün olmayan vücudun imkânlarının, tam bir silsilesini varlığa getirerek tekvînî emre hizmet eder. Tekvînî emrin özelliği ona aslâ itaatsizlik yapılamamasıdır.

Allah’tan başka her şey bâtıldır, yâni gerçek, doğru ve uygun olmayandır. Şeylerin bâtıllığı onların kendi başlarına varlıklarının olmadığı anlamına gelir. Allah’ın onlara ‘’Ol’’ demesiyle onlar gerçekliğin bir görüntüsünü kazanırlar. Allah’tan başka her şey şeklinde tanımlanabilecek olan âlem, mutlak anlamda bâtıl değildir. Bilakis Hak ile kıyaslandığında bâtıldır. Dolayısıyla şeylerin tekvînî emre muhatap olmakla elde ettikleri gerçeklik kendilerine değil, yaratıcılarına aittir. Şeylerin gerçeklikleri, yoklukları (adem) ve hiçlikleridir.

Allah’ın yaratılmışlara karşı en büyük lütfu, onları yaratmış olmasıdır. Allah zamanın dışında dâimi ve ebedi olarak konuşur. O mütekellimdir (konuşan) ve bu yüzden O’ndan başka konuşan yoktur. O’nun konuşması (kelâm) ‘’Ol’’ emri ile çeşitli sûretler alır ve aynı zamanda kutsal kitap olarak görülür. Ancak konuşma ve diğer sıfatlar bir kere bizim alanımıza girdiklerinde bizler tarafından lekelenirler.

‘’İnsanlar Allah’ı nasıl bilebilir?’’ Gerçekte insanlar, Allah onlara ilim vermediği sürece O’nu bilemezler çünkü onlar esas bakımından yokturlar ve kendilerine ait hiçbir şeyleri yoktur. İnsanların en büyüğü olan Hz. Peygamber bile Allah ilim vermeksizin O’nu bilemezdi. Allah yolunu gösteren yine Allah’ın kendisidir. Yaratılmışlar, varlığa geldikten sonra da tıpkı var olmadan önceki gibi O’nun kudretinin esîridirler. O ise varlık verdikten (icâd) sonra da varlık vermeden önceki hâl üzeredir, O’nun için bir değişiklik söz konusu olamaz. Gerçekte yol gösterici Allah’tır ve akıl burada sebep değil yalnızca araçtır.

‘’Öyleyse Allah âlemi niçin yarattı?’’  ‘’Ben gizli bir hazineydim (kenz-i mahfi) ve tanınmayı sevdim’’ Allah yaratmayı murâd etti, istedi, diledi, sevdi ve yarattı. ’’Bir şeyin olmasını murâd ettiğimiz zaman sözümüz sadece ona ‘’Ol’’ dememizdir ve hemen olur’’ (Nahl, 40)

Tevhîd anlayışı gereği Allah’ın gerçek varlık ve bizimse O’nun gölgeleri veya solgun yansımaları olduğumuz görüşü kabul görür. O zaman bütün nitelikler ve özelliklerin doğrudan ve dolaylı olarak bire geri dönmesi gerekir. Böylece Allah’ın âlemi niçin yarattığı sorusu kendi kendini cevaplandırır. Âlem, eşyanın ilâhi isimlerin belirlediği tabiatı tarafından talep edilmektedir.

 ‘’Allah’tan başka ilâh yoktur (lâ ilâhe illâllah)’’. Bu ifâde olumsuzluk ve olumlamayı birlikte içerir. Bu cümle tevhîd kelimesidir. Tevhîd hiçbir şeyin Hakk’a denk olmaması demektir. Tevhîd zikrini tartabilecek hiçbir terazi yoktur. Bir kutsî hadiste (Ahmed Bin Hanbel) Allah şöyle der: ‘’Yedi gökler, onları dolduranlar, yedi yer ve onları dolduranlar bir kefede, lâ ilâhe illâllah cümlesi ise başka bir kefede bulunsaydı, bu cümle diğerine baskın gelirdi.’’  

William C. Chittick/İlâhi Aşk