31 Mart 2023 Cuma

ÂYÂN-I SÂBİTE – LEVH-İ MAHFÛZ:

Âyân-ı Sâbite, lügat anlamıyla değişmeyen, sabit kalan kaynak demektir. Tasavvufi manasıyla ise eşyanın (şeylerin) varlığa büründürülmeden önce Hakk’ın ilminde mahiyetinin, varlığa büründürüldükten sonraki kader ve kazâsının yazılı olduğu bir çeşit dosyadır. Bir şeyin varlığı başka, mahiyeti başkadır. Âyân-ı Sâbite, dış âlemde var olan eşyanın, Allah’ın ilmindeki mahiyetleri, gizli hakîkatleridir. Veya bir başka tanımla, eşyanın görünür hale gelmeden önce, Allah’ın ilminde bilgi olarak mevcudiyetidir. Bunların var olması, tıpkı kavramların insanın zihninde var olması gibidir. Âyân-ı Sâbite, hisler aracılığıyla algılanabilen Şehâdet âlemi ile Hak arasında yer alan bir varlık alanıdır (Ceberût âlemi).

Âyân-ı Sâbite, bir anlamda varlıkların modelleri ve kalıplarıdır. Belli bir şeyin şekli çeşitli ve değişik aynalara aynı anda, farklı biçimlerde yansıyarak bir çokluk meydana getirdiği gibi, bir ayna durumundaki âyân-ı sâbiteye akseden Hakk’ın varlığı da, böyle bir çokluk meydana getirir. Çokluk vehim ve hayal olarak vardır. Birlik ise, gerçek olarak mevcuttur.

Belli bir top kumaştan, farklı elbiseler meydana getirilebilir. Bu elbiselerin hepsi varlık olarak bir ve aynıdır. Çünkü aynı kumaştan yapılmıştır. Farklılık şekillerinden ileri gelmektedir. Şekilleri farklı kılan, model ve kalıpları, yani âyân-ı sâbiteleridir. Bunun gibi dış âlemdeki bütün varlıkları farklı şekillere sokup, çokluğun ortaya çıkmasına sebep olan âyân-ı sâbite de hiçbir zaman dış âlemde var olmaz. Dış âlemde görünen âyân-ı sâbite değil onun şekilleri, hâlleri, hükümleri, ayırıcı nitelikleri, belli özellikleri, fiilleri ve eserleridir. Âyân-ı sabitenin kendisi bâtın, sûreti zâhirdir.

Eşya ve hâdiselerin âyân-ı sâbitelerini (hakîkatlerini), Allah’tan başka kimse bilemez. Bu özelliği itibariyle âyân-ı sabiteye ‘’gaybın anahtarları’’ veya ‘’kaderin sırrı’’ adı da verilir. İnsanın bunları bilmesi mümkün olsa, kaderi ve geleceği de bilmiş olurdu. Bunun için Allah, âyân-ı sâbite sahasını insanlara kapamış, onun bilgisini kendisine tahsis etmiştir. Çok nadir hallerde, nebi ve velîlerin bir kısmına bazı âyân-ı sâbitelerin gösterilmesi mümkündür. Hak mahlûkatın (yaratılmışın) gözü hâline gelmedikçe, sır onlara açılmaz. Hak, onların gözü olur, onlar da eşyaya (şeylere) Hak nazarıyla bakarsa, o zaman bilmedikleri şeylerin bilgisi onlara açılır. Zirâ Hakk’ın nazarında hiçbir şey gizli kalmaz. Anlaşılıyor ki, ancak fenâ makamına gelip Hakk’a sığınan kimsenin Hakk’ın vücudunu giydikten, yani Hak’la Hak olduktan sonra kader sırrı kendisine açılmaktadır.

Her şeyin özü ve hakîkatinin vücut giymemiş hâline onun âyân-ı sâbitesi denir. Âyân-ı sâbitede kader sırrı gizlidir. Allah’ın, o kişide hangi isim ile tecellî edeceği hakîkati ve yine o ismin, o vücuttaki kâza ve kaderi, kişinin âyân-ı sâbitesini oluşturur.

Nesefî hazretleri kaderi şöyle anlatır: ‘’Bil ki, Allah’ın levh-i mahfuz (korunmuş levha) hakkındaki ilmi, Allah’ın hükmüdür. Felek ve yıldızlarda yazılanlar, Allah’ın kazâsıdır. Felek ve yıldızların bu suflî âlemde (dünyada) zâhir olan eserleri, Allah’ın kaderidir.

Biri bir değirmen kurmak istese, önce kendi kendine bu değirmenin nerelerde kurulacağını düşünür. Bunun için taş, tekerlek, su ve bunun gibi şeyleri tasavvur eder. Sonra taş, tekerlek ve su elde eder. Dönüş sebeplerini hazırlar ve un üretir. O halde üç mertebe oldu. Önce ne kullanılmasını düşünmek hükümdür. Gerekeni hâsıl etmesi, kâzadır. Değirmeni döndürüp un elde etmesi kaderdir. Aynı şekilde Allah’ın felekler, yıldızlar, unsurlar ve tabiatlara olan ilmi, Allah’ın hükmüdür.  Felekler, yıldızlar, unsurlar ve tabiatları meydana getirmesi, Allah’ın kazâsıdır. Döndürmeye başlayıp da, felek ve yıldızların tesirlerinin bu âlemde zâhir olması, Allah’ın kaderidir.’’ (Örn. Bulutun su buharını taşıması hükümdür, bulutun açığa çıkması kazâdır, zamana bağlı olarak yağmur yağdırması kaderdir)

Kazâ ve kader insanın içinde gizlidir. Bizim âyân-ı sâbitemiz, özümüz, ezel âleminde, ahâdiyette, Allah’ın zâtı ile vardı. Kazâ, âyân-ı sâbitede külli olarak özetlenmiştir. Yani kazâ denen şey bizim âyân-ı sâbitede, Allah’ın kalemiyle yazılmış ve asla değişmeyen hükmüdür. Bu hükmün aşikâr olması için yaşadığımız olaylara kader denir. Kader, levh-i mahfuzumuzda (korunmuş levhada) yazılı hükmün, istidadımıza göre yaşanma şeklidir. Sonuçta ezeli nasibimiz olan hüküm, yani kazâ vukua gelir. Çalışma ve gayretimiz, bizim levh-i mahfuzda yazılı olan kaderimizin, zamanını ya da hâlini, bizim üzerimize nasıl aksedeceğini programlatır. ‘’Şurası gerçektir ki, Biz her şeyi kadere göre yaratırız’’ (Kamer, 49)

Kazânın bir vakti yoktur, çünkü bu ezeli, zamansız ve mekânsız bir hükümdür. Kader ise, zamansız ve mekânsız hakîkatin belirli vakitlerde, takdir edilen zamanlarda ve mekânlarda açığa çıkmasından ibarettir. Bundan dolayı kaderde belirlenen vakitte asla ileri ve geri gitme olmaz, yani kader kazânın ayrıntılanmış hâlidir.

‘’Bir olayın kazası zaman içermez. Sebep ile yaratılmış bir sabitliğe sahiptir. Örn: Deprem kuşağı olan bir bölgede depremin olması bir kazâdır. Yani kesin ve sabittir. Jeolojik ve yerleşim olarak depremin olması kaçınılmaz bir fiziki olaydır. Bu o yörenin kazâsıdır. Yani sabitlenmiş bir hakîkattir. Ancak ne zaman deprem olacağı ise o bölgenin kaderidir. Şimdi insanların o bölgeden,  deprem olacak kaygısı ile kaçmaları ne kazâyı değiştirir ne de kaderi. Bir zaman deprem olabilir düşüncesi ile yaşamaları ise, yine kaderi değiştirmeyecektir. Zamanı ancak hükümler belirler. Hüküm yetkisi ise ancak Hakk’a ve ilâhi isimlere aittir. Her şey kanunlar çerçevesinde düzen içinde olduğu için de, sabit kazâ halinin, ne vakit kader haline dönüşeceğini ancak zaman enerjisi belirleyecektir.’’ (Kevser Yeşiltaş, Arif İçin Din Yoktur, Syf. 64)

‘’Kader demek senin vücudunun yoğurulmuş toprağıdır. Her ne olup ne bitecekse toprağınla beraber yoğrulmuştur. Zamanı geldikçe vukua gelir. Fakat bütün bunlar sebeplere bağlanmıştır. Ancak sen sebepleri görme. Hep Allah’tandır. Evvel de O’dur, Ahir de O’dur. Zâhirde O’dur, bâtın da O’dur.’’ (Ken’an Rıfâi Hz.)

Canlıların maddi ve manevi rızıklarının sorumluluğu Rezzâk olan Allah’a aittir. Bunların zaman içindeki bütün durum, konum ve rızıkları Allah tarafından tespit edilmiş olan kader kitabında (Levh-i mahfûz’da) apaçık yazılıdır. Hiçbir canlı bu kitaptaki programın dışında hiçbir şey yapmaya kâdir değildir. Onlar hakkındaki hüküm ezelde her şeyi bilen Âlim olan Allah tarafından verilmiştir.

Allah bir kulun kaderinde kendisi için bir şeye hükmetmişse, O’nun bu hükmü dua ve adak ile mezarlardan, falcı ve meczuplardan medet umarak değiştirmesi mümkün değildir. Başına ne gelecekse gelecektir. Eğer bir kimse,  bir dilek için dua eder de, o duanın içeriği Allah’ın hikmeti ile gerçekleşecek olursa, bu duayı, o kimsenin nefesinin kuvvetinin bir emâresi olarak ya da kaderini değiştirmiş bir dua olarak değil de, onun ezelde Cenâb-ı Hakk’ın tâyin ve takdir ettiği hükmün gereği olarak kabul edilmesi gerekir (Dua  kulun Allah ile irtibar kurmasıdır). Hz. Peygamber;  ‘’Vukû bulanda hayır vardır’’ ve yine ‘’Bir işin sonunu sabırla beklemek ibadettir’’ demiştir.

‘’Yeryüzünde vukû bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın’’ (Hadid, 22)

Mevlânâ, bunu şöyle anlatır: ‘’Hayat bir satranç oyunudur. Satrancın kuralları ve sonuçta kimin kazanacağı mutlaka bellidir. Bu bizim levh-i mahfuzumuz olan kaderimizdir. Sana düşen oyundan zevk almaktır.’’  (İbnü’l Arabî Hz. Fusûsu’l Hikem, Hz. Üzeyir fassı)

İMÂM-I MÜBÎN/LEVH-İ MAHFÛZ:

İmâm-ı Mübîn (apaçık imam, önder), Kur’an’da iki yerde geçer. ‘’Her şeyi imâmı mübînde saydık’’ (Yâsin, 12). ‘’Onlar imâm-ı mübîndedir’’ (Hicr, 79) Birinci âyetteki imâm-ı mübîn tefsir kitaplarının görüş birliği ile Levh-i Mahfûz’dur (korunmuş levha). İkinci âyetteki imâm-ı mübîn ile açık yol kastedilmiştir.  

‘’Küçük büyük her ne varsa onları saymıştır’’ (Kehf, 49). Burası divan sahibi kâtibin makamıdır ve o ilâhi mertebenin kâtibidir. Bu kâtip imâm-ı mübîndir (apaçık imam). İmamın imamı ise kitaptır. İmâm-ı mübîn’e bir birey ismi diye baktığımızda o Kitap, Kur’an-ı Kerîm ve Levh-i Mahfûz’dur.

‘’Onlar ne derse desin, doğrusu bu pek şerefli bir Kur’an’dır. Onun aslı Levh-i Mahfûz’da her türlü müdahaleden koruma altındadır’’ (Bürûc, 21-22)

‘’Bilmez misin ki, Allah gerçekten de göklerde ve yeryüzünde ne varsa bilir; şüphe yok ki bu, bir Kitap’ta bulunmaktadır. Şüphe yok ki bu Allah için pek kolaydır.’’ (Hac,70)

‘’Gökte ve yeryüzünde hiçbir gizli şey yoktur ki apaçık Kitap’ta bulunmamış olsun’’ (Neml, 75)

 ‘’Melek-i Mukarreb (yakın melekler) olarak adlandırılan Mikâil, İsrâfil, Cebrâil ve Azrail bu âlemi tasarruf etmeye, evirip çevirmeye memur olan meleklerdir. Bu melekler her günün emirlerini Levh-i Mahfûz’dan nasıl çekip alıyorsa, bu enfüs (iç) âleminde olan akıl da, her sabah, her günün dersini ve ilmini Levh-i Mahfûz’dan çekip alır ve ona uygun işler yapar.’’ (Hz. Şit fassı, Syf. 19)

Sonuç olarak, herkes bu dünyada âyân-ı sabitesinin, ezelde ekilmiş tohumunun neticesini görecektir.