ÂYÂN-I SÂBİTE – LEVH-İ MAHFÛZ:
Âyân-ı
Sâbite, lügat anlamıyla değişmeyen, sabit kalan kaynak demektir. Tasavvufi
manasıyla ise eşyanın (şeylerin) varlığa büründürülmeden önce Hakk’ın ilminde
mahiyetinin, varlığa büründürüldükten sonraki kader ve kazâsının yazılı olduğu
bir çeşit dosyadır. Bir şeyin varlığı başka, mahiyeti başkadır. Âyân-ı
Sâbite, dış âlemde var olan eşyanın, Allah’ın ilmindeki mahiyetleri, gizli hakîkatleridir.
Veya bir başka tanımla, eşyanın görünür hale gelmeden önce, Allah’ın
ilminde bilgi olarak mevcudiyetidir. Bunların var olması, tıpkı kavramların
insanın zihninde var olması gibidir. Âyân-ı Sâbite, hisler aracılığıyla
algılanabilen Şehâdet âlemi ile Hak arasında yer alan bir varlık alanıdır
(Ceberût âlemi).
Âyân-ı
Sâbite, bir anlamda varlıkların modelleri ve kalıplarıdır. Belli bir şeyin
şekli çeşitli ve değişik aynalara aynı anda, farklı biçimlerde yansıyarak bir
çokluk meydana getirdiği gibi, bir ayna durumundaki âyân-ı sâbiteye
akseden Hakk’ın varlığı da, böyle bir çokluk meydana getirir. Çokluk vehim ve
hayal olarak vardır. Birlik ise, gerçek olarak mevcuttur.
Belli bir
top kumaştan, farklı elbiseler meydana getirilebilir. Bu elbiselerin hepsi
varlık olarak bir ve aynıdır. Çünkü aynı kumaştan yapılmıştır. Farklılık
şekillerinden ileri gelmektedir. Şekilleri farklı kılan, model ve kalıpları,
yani âyân-ı sâbiteleridir. Bunun gibi dış âlemdeki bütün varlıkları farklı
şekillere sokup, çokluğun ortaya çıkmasına sebep olan âyân-ı sâbite de hiçbir
zaman dış âlemde var olmaz. Dış âlemde görünen âyân-ı sâbite değil onun
şekilleri, hâlleri, hükümleri, ayırıcı nitelikleri, belli özellikleri, fiilleri
ve eserleridir. Âyân-ı sabitenin kendisi bâtın, sûreti zâhirdir.
Eşya ve
hâdiselerin âyân-ı sâbitelerini (hakîkatlerini), Allah’tan başka kimse bilemez. Bu özelliği itibariyle âyân-ı
sabiteye ‘’gaybın anahtarları’’ veya ‘’kaderin sırrı’’ adı da verilir.
İnsanın bunları bilmesi mümkün olsa, kaderi ve geleceği de bilmiş olurdu. Bunun
için Allah, âyân-ı sâbite sahasını insanlara kapamış, onun bilgisini kendisine
tahsis etmiştir. Çok nadir hallerde, nebi ve velîlerin bir kısmına bazı
âyân-ı sâbitelerin gösterilmesi mümkündür. Hak mahlûkatın (yaratılmışın) gözü
hâline gelmedikçe, sır onlara açılmaz. Hak, onların gözü olur, onlar da eşyaya
(şeylere) Hak nazarıyla bakarsa, o zaman bilmedikleri şeylerin bilgisi onlara
açılır. Zirâ Hakk’ın nazarında hiçbir şey gizli kalmaz. Anlaşılıyor ki, ancak
fenâ makamına gelip Hakk’a sığınan kimsenin Hakk’ın vücudunu giydikten, yani
Hak’la Hak olduktan sonra kader sırrı kendisine açılmaktadır.
Her şeyin
özü ve hakîkatinin vücut giymemiş hâline onun âyân-ı sâbitesi denir. Âyân-ı
sâbitede kader sırrı gizlidir. Allah’ın, o kişide hangi isim ile tecellî edeceği
hakîkati ve yine o ismin, o vücuttaki kâza ve kaderi, kişinin âyân-ı sâbitesini
oluşturur.
Nesefî hazretleri kaderi şöyle
anlatır: ‘’Bil ki, Allah’ın levh-i mahfuz (korunmuş
levha) hakkındaki ilmi, Allah’ın hükmüdür.
Felek ve yıldızlarda yazılanlar, Allah’ın kazâsıdır.
Felek ve yıldızların bu suflî âlemde (dünyada) zâhir olan eserleri, Allah’ın kaderidir.
Biri bir değirmen kurmak istese, önce
kendi kendine bu değirmenin nerelerde kurulacağını düşünür. Bunun için taş,
tekerlek, su ve bunun gibi şeyleri tasavvur eder. Sonra taş, tekerlek ve su
elde eder. Dönüş sebeplerini hazırlar ve un üretir. O halde üç mertebe oldu.
Önce ne kullanılmasını düşünmek hükümdür.
Gerekeni hâsıl etmesi, kâzadır.
Değirmeni döndürüp un elde etmesi
kaderdir. Aynı şekilde Allah’ın felekler, yıldızlar, unsurlar ve tabiatlara
olan ilmi, Allah’ın hükmüdür. Felekler, yıldızlar, unsurlar ve tabiatları
meydana getirmesi, Allah’ın kazâsıdır.
Döndürmeye başlayıp da, felek ve yıldızların tesirlerinin bu âlemde zâhir
olması, Allah’ın kaderidir.’’ (Örn. Bulutun su buharını taşıması
hükümdür, bulutun açığa çıkması kazâdır, zamana bağlı olarak yağmur yağdırması
kaderdir)
Kazâ ve
kader insanın içinde gizlidir. Bizim âyân-ı sâbitemiz, özümüz, ezel âleminde,
ahâdiyette, Allah’ın zâtı ile vardı. Kazâ, âyân-ı sâbitede külli olarak
özetlenmiştir. Yani kazâ denen şey bizim âyân-ı sâbitede, Allah’ın kalemiyle
yazılmış ve asla değişmeyen hükmüdür.
Bu hükmün aşikâr olması için yaşadığımız olaylara kader denir. Kader, levh-i mahfuzumuzda (korunmuş levhada)
yazılı hükmün, istidadımıza göre yaşanma şeklidir. Sonuçta ezeli nasibimiz olan
hüküm, yani kazâ vukua gelir. Çalışma ve gayretimiz, bizim levh-i mahfuzda
yazılı olan kaderimizin, zamanını ya da hâlini, bizim üzerimize nasıl
aksedeceğini programlatır. ‘’Şurası
gerçektir ki, Biz her şeyi kadere göre yaratırız’’ (Kamer, 49)
Kazânın bir
vakti yoktur, çünkü bu ezeli, zamansız ve mekânsız bir hükümdür. Kader ise, zamansız ve mekânsız hakîkatin belirli
vakitlerde, takdir edilen zamanlarda ve mekânlarda açığa çıkmasından ibarettir.
Bundan dolayı kaderde belirlenen vakitte asla ileri ve geri gitme olmaz, yani
kader kazânın ayrıntılanmış hâlidir.
‘’Bir olayın kazası zaman içermez.
Sebep ile yaratılmış bir sabitliğe sahiptir. Örn: Deprem kuşağı olan bir bölgede
depremin olması bir kazâdır. Yani kesin ve sabittir. Jeolojik ve yerleşim
olarak depremin olması kaçınılmaz bir fiziki olaydır. Bu o yörenin kazâsıdır.
Yani sabitlenmiş bir hakîkattir. Ancak ne zaman deprem olacağı ise o bölgenin
kaderidir. Şimdi insanların o bölgeden, deprem olacak kaygısı ile kaçmaları ne kazâyı
değiştirir ne de kaderi. Bir zaman deprem olabilir düşüncesi ile yaşamaları
ise, yine kaderi değiştirmeyecektir. Zamanı ancak hükümler belirler. Hüküm
yetkisi ise ancak Hakk’a ve ilâhi isimlere aittir. Her şey kanunlar
çerçevesinde düzen içinde olduğu için de, sabit kazâ halinin, ne vakit kader
haline dönüşeceğini ancak zaman enerjisi belirleyecektir.’’ (Kevser Yeşiltaş, Arif İçin Din
Yoktur, Syf. 64)
‘’Kader demek senin vücudunun
yoğurulmuş toprağıdır. Her ne olup ne bitecekse toprağınla beraber
yoğrulmuştur. Zamanı geldikçe vukua gelir. Fakat bütün bunlar sebeplere
bağlanmıştır. Ancak sen sebepleri görme. Hep Allah’tandır. Evvel de O’dur, Ahir
de O’dur. Zâhirde O’dur, bâtın da O’dur.’’ (Ken’an Rıfâi Hz.)
Canlıların
maddi ve manevi rızıklarının sorumluluğu Rezzâk olan Allah’a aittir. Bunların
zaman içindeki bütün durum, konum ve rızıkları Allah tarafından tespit edilmiş
olan kader kitabında (Levh-i mahfûz’da) apaçık yazılıdır. Hiçbir canlı bu
kitaptaki programın dışında hiçbir şey yapmaya kâdir değildir. Onlar hakkındaki
hüküm ezelde her şeyi bilen Âlim olan Allah tarafından
verilmiştir.
Allah bir
kulun kaderinde kendisi için bir şeye hükmetmişse, O’nun bu hükmü dua ve adak
ile mezarlardan, falcı ve meczuplardan medet umarak değiştirmesi mümkün
değildir. Başına ne gelecekse gelecektir. Eğer bir kimse, bir dilek için dua eder de, o duanın içeriği
Allah’ın hikmeti ile gerçekleşecek olursa, bu duayı, o kimsenin nefesinin
kuvvetinin bir emâresi olarak ya da kaderini değiştirmiş bir dua olarak değil de,
onun ezelde Cenâb-ı Hakk’ın tâyin ve takdir ettiği hükmün gereği olarak kabul
edilmesi gerekir (Dua kulun Allah ile irtibar kurmasıdır). Hz. Peygamber; ‘’Vukû bulanda hayır vardır’’ ve yine ‘’Bir işin sonunu sabırla beklemek
ibadettir’’ demiştir.
‘’Yeryüzünde vukû bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın’’ (Hadid, 22)
Mevlânâ, bunu şöyle anlatır: ‘’Hayat bir satranç oyunudur. Satrancın
kuralları ve sonuçta kimin kazanacağı mutlaka bellidir. Bu bizim levh-i
mahfuzumuz olan kaderimizdir. Sana düşen oyundan zevk almaktır.’’ (İbnü’l Arabî Hz. Fusûsu’l Hikem, Hz. Üzeyir
fassı)
İMÂM-I MÜBÎN/LEVH-İ MAHFÛZ:
İmâm-ı Mübîn
(apaçık imam, önder), Kur’an’da iki yerde geçer. ‘’Her şeyi imâmı mübînde saydık’’ (Yâsin, 12). ‘’Onlar imâm-ı mübîndedir’’ (Hicr, 79) Birinci âyetteki imâm-ı
mübîn tefsir kitaplarının görüş birliği ile Levh-i Mahfûz’dur
(korunmuş levha). İkinci âyetteki imâm-ı mübîn ile açık yol kastedilmiştir.
‘’Küçük büyük her ne varsa onları
saymıştır’’ (Kehf,
49). Burası divan sahibi kâtibin makamıdır ve o ilâhi mertebenin kâtibidir. Bu
kâtip imâm-ı mübîndir (apaçık imam). İmamın imamı ise kitaptır. İmâm-ı mübîn’e
bir birey ismi diye baktığımızda o Kitap, Kur’an-ı Kerîm ve Levh-i Mahfûz’dur.
‘’Onlar ne derse desin, doğrusu bu
pek şerefli bir Kur’an’dır. Onun aslı Levh-i Mahfûz’da her türlü
müdahaleden koruma altındadır’’ (Bürûc, 21-22)
‘’Bilmez misin ki, Allah gerçekten de
göklerde ve yeryüzünde ne varsa bilir; şüphe yok ki bu, bir Kitap’ta
bulunmaktadır. Şüphe yok ki bu Allah için pek kolaydır.’’ (Hac,70)
‘’Gökte ve yeryüzünde hiçbir gizli
şey yoktur ki apaçık Kitap’ta bulunmamış olsun’’ (Neml, 75)
‘’Melek-i Mukarreb (yakın melekler) olarak adlandırılan Mikâil, İsrâfil, Cebrâil ve Azrail bu âlemi tasarruf etmeye, evirip çevirmeye memur olan meleklerdir. Bu melekler her günün emirlerini Levh-i Mahfûz’dan nasıl çekip alıyorsa, bu enfüs (iç) âleminde olan akıl da, her sabah, her günün dersini ve ilmini Levh-i Mahfûz’dan çekip alır ve ona uygun işler yapar.’’ (Hz. Şit fassı, Syf. 19)
Sonuç
olarak, herkes bu dünyada âyân-ı sabitesinin, ezelde ekilmiş tohumunun
neticesini görecektir.