ZELZELE/DEPREM:
Zelzele; ‘’Zell’’
kökünden türemiş bir kelime olup, hareket anlamını taşır. Kelimenin iki kere
tekrarlanması, hareketin tekrarına işâret eder.
Zelzele maddi
anlamıyla yer kürede, mânevi anlamıyla vücud toprağındaki harekettir. Yer
kürede yani toprakta meydana gelen hareket, yıkım, korku ve dehşet yaratmasına
rağmen, topraktaki hareket maden ve cevherleri açığa çıkarır.
Kurân’ı Kerim
de zilzal (Zelzele) sûresi şöyle der; ‘’Yeryüzü şiddetli bir şekilde
sarsıldığında, yer içindeki ağırlıkları dışarı çıkardığında…’’
Yerin
içindeki ağırlıklar; kabirlerdeki ölüler, maden ve hazînelerdir. Bu âyet
kıyamette İsrâfil’in Sûr’a üfleyişi ile insanların amelleriyle sorguya
çekilecekleri günü anlatır. Maden ve hazîneler de dünyada biriktirdikleri iyi
ve kötü amellerdir.
Mânevi
deprem ise başka bir kıyâmettir ve kulun benliğini yıkarak içindeki cevherin,
hakîkatinin ortaya çıkışını sağlar. Kulda meydana gelen sarsıntılar sıkıntı ve
zorluklardır. Ken’an Rıfaî Hz.; ‘’Yaşadığımız sıkıntı ve zorluklar, vücud madenindeki
hakîkat cevherini ortaya çıkarmak içindir.’’ der. Ancak herkesin hakîkati farklı farklıdır.
Mevlânâ
hazretleri bu konuda; ‘’Deprem Peygamber gibidir, celâl ile cemâli
ayırır’’ ifâdesini kullanır. Celâl ehlinin celâlini, cemâl ehlinin
cemâlini yani said ve şakî yi ortaya çıkarır. Aynı Güneş gibi. Güneş acı
biberin acısını, tatlı biberin tatlılığını arttırır. Gülün de lağımın da
kokusunu ziyadeleştirir. Mânen dirinin de ölünün de hazinesi böylece ortaya
çıkar.
Mânevi
anlamıyla deprem bir kıyamet; kıyamet ise bir diriliş, ayağa kalkmadır.
Kıyâmet küçük ve büyük kıyamet olarak ele alınır. Küçük kıyâmet kulun nefsinin tekâmülü ile idrâk sahibi olması,
farkındalığının artması yani bir anlamda ölü ilen dirilmesidir. Büyük kıyâmet ise kulun kendi hakîkatine/kemâl
noktasına ulaşması yani kendi âyân-ı sâbitesini idrak etmesidir.
İbnü’l
Arabî Hz. büyük kıyameti Fusûsu’l Hikem’in Şit fassında şöyle anlatır:
‘’Bu insan türünde
doğacak son kişi, ‘’kademi/adımları’’ Şit üzerinde bulunur ve onun sırlarının
taşıyıcısıdır. Ondan sonra bu türden doğacak kişi yoktur. Binâenaleyh o,
Hatem-i Evlad’dır (son evlad). Onunla beraber kız kardeşi doğar. Ondan evvel
çıkar ve kendisi, başı onun iki ayağının yanında olduğu halde, kız kardeşinden
sonra çıkar. Bu çocuğun doğumu, Çin’de olur. Dili de şehrinin dilidir. Erkek ve
kadınlarda kısırlık sâri olur. Binaenaleyh, onlarda doğum olmayan nikâh artar.
Çocuk, onları Allah’a davet eder, kendisine icâbet edilmez.’’
‘’Ahadiyetle
(Tek’likle) başlayan yaradılış, Vahdaniyeti (Bir’liği) temsil eden Şit
makamıyla biter. Başı Şit, sonu Şit olan bu tecellîde mânâ, sûret, sıfat ve
hüküm açısından tamamlanmış demektir. Bu da hatem (son) halidir. (Kemâl
noktasına erişme).
Son doğacak
çocuğun Çin’de doğması, vücut içerisinde en doğuda olan rûhun tecellîsi demektir.
‘’İlim
Çin’de dahi olsa arayınız’’ hadisi bu mânâya başka bir delildir.
Vücûd da rûh
hâkim olunca insan kemâl noktasına ulaşır. Bu hâlin zuhûru, ancak o kişinin
isminin hakîkatine ulaşması, yani sırrının âşikar olması anlamındadır.
Lisânının
doğu lisanı olması, aklın külli derecede konuşarak hikmet
söylediğindendir.
Kız kardeşi
ile birlikte doğması; bu zuhûratın, nefsi içinde olduğunun delilidir.
Başının kız kardeşinin ayaklarının yanında olması, hatem seviyesinde bile olsa
zaman zaman nefsin tabiatının, vücuttaki hâkimiyetini gösterir.
Erkek ve
kadınların kısırlaşması; hatem oluşun ve bu mânânın tekrar zuhûr
etmeyeceğine işâret eder. Çocuğa biat etmeyenler hayvânî güçlerdir.
Vücutta
kemâl zuhûr ettiğinde, yani Vahdaniyet (Bir’lik) idrak edildiğinde, o
vücut Ârif olup, vücûdun içindeki nefsin emmâre güçleri, bu Ârif vücuttan
bîhaber halde kalırlar.
Buradan
anlaşılıyor ki; büyük kıyâmet kulun kendi hakîkatiyle yüzleşmesi, kendi âyân-ı
sâbite’sini idrâk etmesidir. (Cemâlnur
Sargut/Şit fassı)
Mısrî
Niyâzî Hazretleri de kıyamet alâmetlerini şöyle anlatır:
‘’Bil ki: Büyük kıyamette bulunan her
şey, küçük âlem olan insanda da vardır. Zirâ âlem büyük olmakla beraber insanî
hakîkat üzerine yaratılmıştır. Allah’ın resulü (s.a.s.) büyük âlemin (dünyanın)
kıyâmet alâmetlerini söylediğine göre elbette insan fertlerinde de melekût,
ceberût, ve lâhut âlemine süluk edenler için kıyâmet alâmetleri olacaktır.
Bunu bilsinler ki: Asfaroğullarunun hurûcu
(ortaya çıkışı), hayvanî sıfatların
çıkmasından ibârettir. Çünkü insan âleminde sâlikin (yolcunun) ilk defa yolunu
kesen eşkıyalar bunlardır.
Ye’cuc-Me’cuc’un hurûcu, eziyet veren
yedi kötü sıfatın (kin, nefret,
garaz, kıskançlık…) belirmesinden ibârettir.
Deccal'in hurûcu şeytani sıfatların (büyüklenmek, benlik, hile) ortaya çıkmasıdır. Bunlar dünya sevgisinden
ileri gelir. Bundan dolayı insanın, sağ gözü şaşı olur, âhireti hiç göremez.
Dâbbetu’l-arzın (debelenen canlı, dirilme) çıkması, kalpte nefs-i levvâmenin (kendini kınayan nefsin) zuhûrundan ibarettir.
Yani kalbin kabrinde, cennetlere bir kapı açılır ve kendisinde Allah’a bir
meyil belirir.
Îsâ’nın inmesi akl-ı maâd’ın (âhiret aklının) yâkın nûruyla meydana çıkması,
insanın dünyaya meyletmekten vazgeçerek, âhirete yönelmesinden ibârettir. O
çıkınca Deccal öldürülür. Çünkü karanlık olan cehalet kalkar. Mehdi’nin ortaya
çıkması ‘’büyük rûhun’’ açığa
çıkmasıdır. Onun hükümranlık çağında, mezhepler birleşir ve yeryüzünde kâfir
(bedende küfr/perde) kalmaz.
Güneşin battığı yerden doğması, hayvanî
rûhun bedenden ayrılmasıdır. Çünkü insandaki hayvânî rûh, dünyadaki güneş
durumundadır. Bedene girince, orada batmıştır. Bedenden ayrılınca battığı
yerden doğmuş olur.
İnsanın
doğusu rûhtur, batısı nefstir. Güneş insanda rûhtan doğar, nefste batar. İşte güneşin battığı yerden batıdan
doğması, nefsin rûha tabi olmasıdır. O zaman vücut da nefs hâkimiyetini
kaybeder ve senlik- benlik kalkar, ''birlik''
meydana gelir. Böylece de kişinin kıyâmeti kopar.
İnsanın iki eceli vardır. Biri sonlu
eceldir ki, dünyadaki ömür süresidir. Diğeri de sonsuz eceldir ki, bu da âhiret
ömrüdür.’’ (Niyâzî
Mısrî Hz. İrfan sofraları Syf. 128-130)
‘’Bir de tüm
âlemin, Âdem’in izâfi /geçici olan vücuduyla yok olacağı gerçek kıyâmet vardır
ki, bu âlemin varlıktan yokluğa geri dönüşü, âlemin ecelidir. ‘’…
sonunda dönüş yalnız banadır’’ (Lokman sûresi, 14)
Kur’ân-ı Kerîm de anlatılan kıyâmet
açısından bakılınca velâyetin sona erişinin, bu kıyâmet olduğunu ve en
güzel delîlinin de, kâmile itibarın azalışı ve ahlâksızlığın artışı olduğunu
görürüz.
Böylece veled-i kalpler
doğmaz (Büyük ruh açığa çıkamaz), nefsin arzu ve istekleri artar,
kâmilin soyu tükendiğinde, dünya yok olacak demektir.’’ (Cemâlnur Sargut/Şit
fassı)
‘’O saat (kıyâmet
saati) yaklaştı ve Ay (Kamer) yarıldı’’ (Kamer sûresi, 1)
Ay’ın
(Kamer’in) yarılmasının O saatin yani kıyâmetin yaklaşmasının işâreti olmasının
sebebi: Ay’ın kalbe işâret ediyor olmasıdır. Çünkü kalbin iki yüzü vardır. Biri
nefse bakan karanlık yüzü, öbürü rûha bakan aydınlık yüzüdür. Kalbin ruhtan
ışık alması, tıpkı Ay’ın Güneş’ten ışık alması gibidir. Kalp rûhun nûrunun
kendisine tesir etmesiyle döner ve güneşi de kendisinin battığı yerde zuhûr
eder. Yani kalbin içinde iken onun perdesinden sıyrılıp açığa çıkması, vahdette
fenâ bulmanın alâmetidir. (İbnü’l Arabî Hz. Tefsir-i Kebir Tevilât)
(Ayın
yarılması zâhiren de yaşanmış ve şâhit olunmuş bir vakıadır)
Konuyu
kısaca özetleyecek olursak; Hepimiz ilâhi âlemden (Hakk’ın ilminden) yansıyıp, Dünya âleminde bir
vücud da görünen cevherleriz. İnsan vücud, ruh, nefs, kalp ve akıldan
müteşekkildir. Rûhu onun canlılığı, kalbi Allah’ın tecelligâhı, akıl düşünme
yetisi, nefs ise en kıymetli hazinesidir. Çünkü nefsi ile yol alır ve nefsini rûhuna
tabi kıldığında kıyameti kopar. Bu bir nevi depremdir.
Her insan bu
âleme Allah’ın bir veya birkaç ismini yüklenerek gelir. Ancak dünya sahnesinde
göründüğü an geliş gayesini unutur. İşte insanın vazifesi ilâhi âlemde bir akid
ile kabul ettiği ismininin hakîkatini ahde vefâ göstererek,
bu âlemde açığa çıkarmaktır. Ancak dünya hayatı cazibeli, dönüş yolu çok
çetindir. Allah rehberler, ilhamlar ve Kitabı yardımıyla bu yolu kolaylaştırır.
Bu anlayışta istidat/ezeli
nasip çok önemlidir. Her şey kulun
âyân-ı sâbitesinde yazıldığı gibi gelişir. Mücâdele gücünü veren yine
Allah’tır.
Bu hikâyede
öncelikle yaradılış gayesinin farkında olmak, bu sahneye niye çıktığını
tefekkür etmek yani ölü iken dirilmek gerekir ki, burada nefsin tekâmülü
devreye girer. Bu ilk deprem yani küçük kıyamettir. Sonra yukarıda da belirtildiği gibi vücut
toprağının sarsılması ile içindekiler açığa çıkmaya başlar. İnsanın hakîkati
vücut toprağına bir tohum olarak atılır. Ancak o tohumun ne olduğunu toprak
dahi bilmez. Tâki, bir rahmet suyu, idrak ve güneşin nûru o toprağa vurana
kadar. Sonra tohum çatlar, dalı ve yaprağı görünür. İşte o zaman ekilen tohumun
ne olduğu ortaya çıkar.
İnsan da
toprağındaki ezeli tohumu çatlayıp açığa çıkınca kendini tanımaya başlar.
İstidadı ve ezeli nasibi gereği büyütmesi gerekeni sular, yok etmesi gerekeni
koparıp atar. Kalp bahçesi sürekli temizlenmeli, kontrol edilip
sulanmalıdır. Nefsin olumsuz sıfatları ayrık otlarına benzetilir. Durmadan
çoğalır ve temizlenmesi gerekir. Yoksa bahçeye ekilen güzel tohumları da sarar
ve büyümesini engeller. Neticede herkes ezelde toprağına ekilen kalp tohumunu
büyütür, açığa çıkarır. Tohum ağaç olur, ağaç meyve verir, meyve toprağa düşer.
Döngü tamamlanır. Kün emriyle başlayan
hikâye miraç ile sona erer. İşte bu güneşin batıdan doğması, rûhun
özgürleşmesi, hakîkatimizin âyân-ı sâbitemizdeki gibi açığa çıkmasıdır. Bu da
büyük kıyamettir.
Hepimizin
kendi aslî hakîkatimize ulaşmamız dileğiyle…