23 Mart 2024 Cumartesi

ZELZELE/DEPREM:

Zelzele; ‘’Zell’’ kökünden türemiş bir kelime olup, hareket anlamını taşır. Kelimenin iki kere tekrarlanması, hareketin tekrarına işâret eder.

Zelzele maddi anlamıyla yer kürede, mânevi anlamıyla vücud toprağındaki harekettir. Yer kürede yani toprakta meydana gelen hareket, yıkım, korku ve dehşet yaratmasına rağmen, topraktaki hareket maden ve cevherleri açığa çıkarır.

Kurân’ı Kerim de zilzal (Zelzele) sûresi şöyle der; ‘’Yeryüzü şiddetli bir şekilde sarsıldığında, yer içindeki ağırlıkları dışarı çıkardığında…’’

Yerin içindeki ağırlıklar; kabirlerdeki ölüler, maden ve hazînelerdir. Bu âyet kıyamette İsrâfil’in Sûr’a üfleyişi ile insanların amelleriyle sorguya çekilecekleri günü anlatır. Maden ve hazîneler de dünyada biriktirdikleri iyi ve kötü amellerdir.

Mânevi deprem ise başka bir kıyâmettir ve kulun benliğini yıkarak içindeki cevherin, hakîkatinin ortaya çıkışını sağlar. Kulda meydana gelen sarsıntılar sıkıntı ve zorluklardır. Ken’an Rıfaî Hz.; ‘’Yaşadığımız sıkıntı ve zorluklar, vücud madenindeki hakîkat cevherini ortaya çıkarmak içindir.’’  der. Ancak herkesin hakîkati farklı farklıdır.

Mevlânâ hazretleri bu konuda; ‘’Deprem Peygamber gibidir, celâl ile cemâli ayırır’’ ifâdesini kullanır. Celâl ehlinin celâlini, cemâl ehlinin cemâlini yani said ve şakî yi ortaya çıkarır. Aynı Güneş gibi. Güneş acı biberin acısını, tatlı biberin tatlılığını arttırır. Gülün de lağımın da kokusunu ziyadeleştirir. Mânen dirinin de ölünün de hazinesi böylece ortaya çıkar.

Mânevi anlamıyla deprem bir kıyamet; kıyamet ise bir diriliş, ayağa kalkmadır. Kıyâmet küçük ve büyük kıyamet olarak ele alınır. Küçük kıyâmet kulun nefsinin tekâmülü ile idrâk sahibi olması, farkındalığının artması yani bir anlamda ölü ilen dirilmesidir. Büyük kıyâmet ise kulun kendi hakîkatine/kemâl noktasına ulaşması yani kendi âyân-ı sâbitesini idrak etmesidir.  

İbnü’l Arabî Hz. büyük kıyameti Fusûsu’l Hikem’in Şit fassında şöyle anlatır:

‘’Bu insan türünde doğacak son kişi, ‘’kademi/adımları’’ Şit üzerinde bulunur ve onun sırlarının taşıyıcısıdır. Ondan sonra bu türden doğacak kişi yoktur. Binâenaleyh o, Hatem-i Evlad’dır (son evlad). Onunla beraber kız kardeşi doğar. Ondan evvel çıkar ve kendisi, başı onun iki ayağının yanında olduğu halde, kız kardeşinden sonra çıkar. Bu çocuğun doğumu, Çin’de olur. Dili de şehrinin dilidir. Erkek ve kadınlarda kısırlık sâri olur. Binaenaleyh, onlarda doğum olmayan nikâh artar. Çocuk, onları Allah’a davet eder, kendisine icâbet edilmez.’’

‘’Ahadiyetle (Tek’likle) başlayan yaradılış, Vahdaniyeti (Bir’liği) temsil eden Şit makamıyla biter. Başı Şit, sonu Şit olan bu tecellîde mânâ, sûret, sıfat ve hüküm açısından tamamlanmış demektir. Bu da hatem (son)  halidir. (Kemâl noktasına erişme).

Son doğacak çocuğun Çin’de doğması, vücut içerisinde en doğuda olan rûhun tecellîsi demektir. ‘’İlim Çin’de dahi olsa arayınız’’ hadisi bu mânâya başka bir delildir.

Vücûd da rûh hâkim olunca insan kemâl noktasına ulaşır. Bu hâlin zuhûru, ancak o kişinin isminin hakîkatine ulaşması, yani sırrının âşikar olması anlamındadır.

Lisânının doğu lisanı olması, aklın külli derecede konuşarak hikmet söylediğindendir.

Kız kardeşi ile birlikte doğması; bu zuhûratın, nefsi içinde olduğunun  delilidir. Başının kız kardeşinin ayaklarının yanında olması, hatem seviyesinde bile olsa zaman zaman nefsin tabiatının, vücuttaki hâkimiyetini gösterir.

Erkek ve kadınların kısırlaşması; hatem oluşun ve bu mânânın tekrar zuhûr etmeyeceğine işâret eder. Çocuğa biat etmeyenler hayvânî güçlerdir.

Vücutta kemâl zuhûr ettiğinde, yani Vahdaniyet (Bir’lik) idrak edildiğinde, o vücut Ârif olup, vücûdun içindeki nefsin emmâre güçleri, bu Ârif vücuttan bîhaber halde kalırlar.

Buradan anlaşılıyor ki; büyük kıyâmet kulun kendi hakîkatiyle yüzleşmesi, kendi âyân-ı sâbite’sini idrâk etmesidir. (Cemâlnur Sargut/Şit fassı)

Mısrî Niyâzî Hazretleri de kıyamet alâmetlerini şöyle anlatır:

‘’Bil ki: Büyük kıyamette bulunan her şey, küçük âlem olan insanda da vardır. Zirâ âlem büyük olmakla beraber insanî hakîkat üzerine yaratılmıştır. Allah’ın resulü (s.a.s.) büyük âlemin (dünyanın) kıyâmet alâmetlerini söylediğine göre elbette insan fertlerinde de melekût, ceberût, ve lâhut âlemine süluk edenler için kıyâmet alâmetleri olacaktır.

Bunu bilsinler ki: Asfaroğullarunun hurûcu (ortaya çıkışı), hayvanî sıfatların çıkmasından ibârettir. Çünkü insan âleminde sâlikin (yolcunun) ilk defa yolunu kesen eşkıyalar bunlardır.

Ye’cuc-Me’cuc’un hurûcu, eziyet veren yedi kötü sıfatın (kin, nefret, garaz, kıskançlık…) belirmesinden ibârettir.

Deccal'in hurûcu şeytani sıfatların (büyüklenmek, benlik, hile)  ortaya çıkmasıdır. Bunlar dünya sevgisinden ileri gelir. Bundan dolayı insanın, sağ gözü şaşı olur, âhireti hiç göremez. Dâbbetu’l-arzın (debelenen canlı, dirilme) çıkması, kalpte nefs-i levvâmenin (kendini kınayan nefsin) zuhûrundan ibarettir. Yani kalbin kabrinde, cennetlere bir kapı açılır ve kendisinde Allah’a bir meyil belirir.

 Îsâ’nın inmesi akl-ı maâd’ın (âhiret aklının) yâkın nûruyla meydana çıkması, insanın dünyaya meyletmekten vazgeçerek, âhirete yönelmesinden ibârettir. O çıkınca Deccal öldürülür. Çünkü karanlık olan cehalet kalkar. Mehdi’nin ortaya çıkması ‘’büyük rûhun’’ açığa çıkmasıdır. Onun hükümranlık çağında, mezhepler birleşir ve yeryüzünde kâfir (bedende küfr/perde) kalmaz.

Güneşin battığı yerden doğması, hayvanî rûhun bedenden ayrılmasıdır. Çünkü insandaki hayvânî rûh, dünyadaki güneş durumundadır. Bedene girince, orada batmıştır. Bedenden ayrılınca battığı yerden doğmuş olur.

İnsanın doğusu rûhtur, batısı nefstir. Güneş insanda rûhtan doğar, nefste batar. İşte güneşin battığı yerden batıdan doğması, nefsin rûha tabi olmasıdır. O zaman vücut da nefs hâkimiyetini kaybeder ve senlik- benlik kalkar, ''birlik'' meydana gelir. Böylece de kişinin kıyâmeti kopar.

İnsanın iki eceli vardır. Biri sonlu eceldir ki, dünyadaki ömür süresidir. Diğeri de sonsuz eceldir ki, bu da âhiret ömrüdür.’’ (Niyâzî Mısrî Hz. İrfan sofraları Syf. 128-130)

‘’Bir de tüm âlemin, Âdem’in izâfi /geçici olan vücuduyla yok olacağı gerçek kıyâmet vardır ki, bu âlemin varlıktan yokluğa geri dönüşü, âlemin ecelidir. ‘’… sonunda dönüş yalnız banadır’’ (Lokman sûresi, 14)

Kur’ân-ı Kerîm de anlatılan kıyâmet açısından bakılınca velâyetin sona erişinin, bu kıyâmet  olduğunu ve en güzel delîlinin de, kâmile itibarın azalışı ve ahlâksızlığın artışı olduğunu görürüz.

Böylece  veled-i kalpler  doğmaz (Büyük ruh açığa çıkamaz), nefsin  arzu ve istekleri artar, kâmilin soyu tükendiğinde, dünya yok olacak demektir.’’ (Cemâlnur Sargut/Şit fassı)

‘’O saat (kıyâmet saati) yaklaştı ve Ay (Kamer) yarıldı’’ (Kamer sûresi, 1)

Ay’ın (Kamer’in) yarılmasının O saatin yani kıyâmetin yaklaşmasının işâreti olmasının sebebi: Ay’ın kalbe işâret ediyor olmasıdır. Çünkü kalbin iki yüzü vardır. Biri nefse bakan karanlık yüzü, öbürü rûha bakan aydınlık yüzüdür. Kalbin ruhtan ışık alması, tıpkı Ay’ın Güneş’ten ışık alması gibidir. Kalp rûhun nûrunun kendisine tesir etmesiyle döner ve güneşi de kendisinin battığı yerde zuhûr eder. Yani kalbin içinde iken onun perdesinden sıyrılıp açığa çıkması, vahdette fenâ bulmanın alâmetidir. (İbnü’l Arabî Hz. Tefsir-i Kebir Tevilât)

(Ayın yarılması zâhiren de yaşanmış ve şâhit olunmuş bir vakıadır)

Konuyu kısaca özetleyecek olursak; Hepimiz ilâhi âlemden (Hakk’ın ilminden) yansıyıp, Dünya âleminde bir vücud da görünen cevherleriz. İnsan vücud, ruh, nefs, kalp ve akıldan müteşekkildir. Rûhu onun canlılığı, kalbi Allah’ın tecelligâhı, akıl düşünme yetisi, nefs ise en kıymetli hazinesidir. Çünkü nefsi ile yol alır ve nefsini rûhuna tabi kıldığında kıyameti kopar. Bu bir nevi depremdir.

Her insan bu âleme Allah’ın bir veya birkaç ismini yüklenerek gelir. Ancak dünya sahnesinde göründüğü an geliş gayesini unutur. İşte insanın vazifesi ilâhi âlemde bir akid ile kabul ettiği ismininin hakîkatini ahde vefâ göstererek, bu âlemde açığa çıkarmaktır. Ancak dünya hayatı cazibeli, dönüş yolu çok çetindir. Allah rehberler, ilhamlar ve Kitabı yardımıyla bu yolu kolaylaştırır. Bu anlayışta istidat/ezeli nasip çok önemlidir. Her şey kulun âyân-ı sâbitesinde yazıldığı gibi gelişir. Mücâdele gücünü veren yine Allah’tır.

Bu hikâyede öncelikle yaradılış gayesinin farkında olmak, bu sahneye niye çıktığını tefekkür etmek yani ölü iken dirilmek gerekir ki, burada nefsin tekâmülü devreye girer. Bu ilk deprem yani küçük kıyamettir.  Sonra yukarıda da belirtildiği gibi vücut toprağının sarsılması ile içindekiler açığa çıkmaya başlar. İnsanın hakîkati vücut toprağına bir tohum olarak atılır. Ancak o tohumun ne olduğunu toprak dahi bilmez. Tâki, bir rahmet suyu, idrak ve güneşin nûru o toprağa vurana kadar. Sonra tohum çatlar, dalı ve yaprağı görünür. İşte o zaman ekilen tohumun ne olduğu ortaya çıkar.

İnsan da toprağındaki ezeli tohumu çatlayıp açığa çıkınca kendini tanımaya başlar. İstidadı ve ezeli nasibi gereği büyütmesi gerekeni sular, yok etmesi gerekeni koparıp atar. Kalp bahçesi sürekli temizlenmeli, kontrol edilip sulanmalıdır. Nefsin olumsuz sıfatları ayrık otlarına benzetilir. Durmadan çoğalır ve temizlenmesi gerekir. Yoksa bahçeye ekilen güzel tohumları da sarar ve büyümesini engeller. Neticede herkes ezelde toprağına ekilen kalp tohumunu büyütür, açığa çıkarır. Tohum ağaç olur, ağaç meyve verir, meyve toprağa düşer. Döngü tamamlanır.  Kün emriyle başlayan hikâye miraç ile sona erer. İşte bu güneşin batıdan doğması, rûhun özgürleşmesi, hakîkatimizin âyân-ı sâbitemizdeki gibi açığa çıkmasıdır. Bu da büyük kıyamettir.

Hepimizin kendi aslî hakîkatimize ulaşmamız dileğiyle…