24 Kasım 2015 Salı

SALÂT/NAMAZ:

Arapça’da SALÂT, ‘’ATEŞ’’ mânâsına gelen ‘’SALYE’’ kökünden alınmıştır. Eğri bir ağaç/odun, doğrultulmak istendiği zaman ateşte ısıtılarak düzeltilir. İnsanda da, NEFS-İ EMMÂRE’nin mevcûdiyetinden dolayı birtakım eğrilikler ve bozukluklar vardır, bunların da düzeltilmesi gerekmektedir. Namaz sayesinde tecelli eden ilâhi, rabbanî azâmet nurları, namaz kılanın nefsindeki eğrilikleri eriterek yok eder. Kul bununla kalmayıp, aynı zamanda namaz sayesinde ‘’mânevî mîrâcı’’nı gerçekleştirir.

Hz. Peygamber şöyle demiştir: ‘’Âdemoğlu yalan söylememen ORUÇ’tur, kötülükten uzak durman SADAKA’dır, yaratıklardan ümir kesmen SALÂT’tır’’

NAMAZ kelimesi Farsça olup, Arapçası SALÂT’ tır. SALÂT’ın NAMAZ dışında mânâları da vardır:

DUA, ‘’Sen onlar için dua et’’ (Tevbe,103). SENÂ(ÖVGÜ), ‘’Muhakkak ki, Allah ve melekleri Peygambere salât, yani senâ etmektedir’‘ (Ahzâp,56). KIRAAT, ‘’Namazda kıraatini(okuma) fazla açıktan yapma’’ (İsrâ, 110). RAHMET,’’Onlara Rablerinden rahmetler vardır’’ (Bakara, 157)

Kur’an’ı Kerim’de SALÂT iki şekilde ele alınır. HAKK’ın salâtı, Yaratıkların salâtı.                         Hakk’ın salâtı: Hakk’ın kuluna merhameti, 
Kulun salât’ı ise Hakk’ı müşâhade etmesidir.

SALÂT, BAŞKA HER ÇEŞİT YÖNELİŞTEN UZAK, KUL İLE RAB’Bİ ARASINDAKİ BİR İLİŞKİ VEYA KAVUŞMADAN İBARETTİR.

MUSALLİ; NAMAZ KILAN, BİRİNCİDEN SONRA GELEN ANLAMINDADIR.

Bu bağlamda HAKK’da, HALK’da musalli’dir. Fakat iki farklı yönden.

HAKK MUSALLİ’DİR. ÇÜNKÜ HAKK’IN BİLİNMESİ, YARATIĞIN BİLİNMESİNDEN SONRADIR.

HALK MUSALLİ’DİR. ÇÜNKÜ MERTEBESİ RAB’BİNİN MERTEBESİNDEN SONRA GELİR.

NAMAZ TEVHİD’DEN SONRA GELEN EN ÜSTÜN İBADETTİR.

Her namaz, bir önceki namaza kadar işlediğimiz günahları siler.  Namazı beklediği süre içinde insan namazdadır.

NAMAZ KILANLARIN REKÂT’TAN KANATLARI VARDIR. REKÂTLAR KANATLARDIR. REKÂTLARIN SAYISI, MELEKLERİN KANATLARININ SAYISINA BENZER. ONLAR SAHİP OLDUKLARI BU KANATLARLA/REKÂTLARLA MÂNÂ ÂLEMİNDE UÇARLAR. (Beş vakit namaz, beş mânâ âlemidir)

FARZ VE SÜNNET OLARAK TESBİT EDİLMİŞ NAMAZLAR SEKİZ’DİR. (Beş vakit namaz, vitir namazı, Cuma namazı, Bayram namazı, Güneş ve ay tutulmalarında kılınan Küsuf namazı, Yağmur duası namazı, İstiare ve Cenaze namazı). İNSANIN NAMAZDA SORUMLU ORGANI DA SEKİZ TANEDİR.(Kulak, Göz, Dil, El, Mide, Cinsel organ, Ayak ve Kalp). ALLAH’IN İNSANDAKİ SIFAT’IDA SEKİZ TANEDİR.(Zât, Hayat, İlim, İrade, Kudret, İşitmek ve Görmektir)

Namaz abdest denilen temizlik ile başlar. Temizlik iki çeşittir. Biri su ile yapılan ve organları temizlemeye yönelik olan dış temizliktir. Diğeri ise tevbe ile yapılan iç temizliktir (Kalp temizliği/ Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmak). Ayrıca suyun olmadığı zamanlarda temiz toprak, taş ve kireç sıvalı duvara eller sürülerek de teyennüm ile temizlenme yapılabilir.(Âdem topraktan, Âdemoğlu ise sudan yaratılmıştır.Allah da namaz için yapılacak temizliğin kendisinden yaratılmış olduğumuz su ve topraktan olmasını istemiştir)

Namazdaki yedi hareket, insanda yedi rûhani etki yaratır. Kabe’nin dört duvarı(Ateş, Hava, Su, Toprak) ve içindeki üç sütun(Akıl, Nefs ve Ruh), Fâtiha’nın yedi ayeti, insanın cemâlinde zuhûr eden yedi işareti temsil eder.

Ateş; Allah’ın Heybet ve Azâmeti, Hava; Allah’ın Kuvvet ve Kudret’i, Su; allah’ın ilmi, Toprak ise; Allah’ın Hikmet’i demektir. (Dört unsur)

Namaz’a niyetle başlanır. Kıyam(ayakta durmak) ikiliktir. Bir Allah var, bir de ben varım. Rükû’da hayvani sıfatlarımızdan arınıp, secde’ye varırız. Secde iki keredir. Birincisi GAYB’a iman (görülmeyene), ikincisi Allah’ın NÛR’unu görerek secde etmektir. Secde YOKLUK, secde’den kalkış ise DÜNYA’ya dönüştür(Bekâ).

Hz. Peygamber; ‘’Rüku ve secde, varlık halkasını Tanrı kapısına vurmaktır’’ der. Kim o kapının halkasını döverse elbette ona devlet baş gösterir(Allah cemâlini gösterir).

Hz. Şiblî bir gün namaza duruyor. Bir bakıyor ki, ibadet eden ve edilen, kul ve HAKK hep bir olmuş. Eğer namaz kılarsa münkir ve Münâfık olacak, kılmazsa da KÂFİR olacak. İbn. Arabi Hz. ise bu durumu; ‘’Abd(Kul) Rab’dır, Rab abd’dır(kul), öyleyse mükellef kimdir, bilemiyorum’’ diyerek izah eder. Böyle bir durumda kul HAYRET’te kalır ki, bu durum vicdâni’dir.

Namaz tek bir FÂTİHA ile dahi kılınabilir. Fâtiha hem MEKKE’de, hem de MEDİNE’de nâzil olmuştur (tekrarlanan yedi). Yarısı Allah’a, yarısı ise kula aittir. ‘’Ancak sana ibadet eder, senden yardım dileriz’’(Fâtiha-5) ise hem kula, hem de Allah’a aittir.(Ârif’ler burada tir tir titrermiş. Tercüman olan dil bütün azaların adına konuşurken bir kusurunun yüzüne vurulacağı korkusunu yaşarmış)

Namaz  melek, insan, hayvan, maden, bitki vb. gibi yaratılmışların her birine farz kılınmıştır. ‘’Göklerde ve yerde bulunan her şeyin ve kuşların Allah’ı tesbih ettiğini görmez misiniz? Hepsi kendi salât’ını ve tesbihini bilmiştir’’ (Nûr-41)

İbn. Arabi Hz. der ki; ‘’Allah bütün kâinat’ın namazını insanda CEM etmiştir(toplamıştır). Ayakta kılınan namazda bütün duvarların, ağaçların sevabını alırsın, çünkü onlarda halleriyke namaz kılarlar. Rükûya vardığında dört ayaklı hayvanların ibâdetlerinin mânâsı, yere kapandığında ise sürüngenlerin ve bitkilerin ibâdetlerinin mânâsı sende zuhur eder ve onların sevabını ve ibadetlerini yüklenirsin’’.

Namaz, Kul’un Allah’a Kalbî bir yönelişi olmasına rağmen, zâhiren de terk edilemez. Mesela, kayısı çekirdeğinin sadece içi ekilirse kayısı çıkmaz. Kabuğu ile ekilmesi zorunludur. Namaz da içtedir. Ama onu bir şekle sokmak zorunludur. Çünkü mânânın sûretle bağlılığı vardır. Zâhirde namaz kılmayan hâkikatte de kılamaz.

Namaz’da kadın ellerini göğsüne, erkek ise göbek/karın kısmına koyar. Çünkü namazda kadın kalbini, erkek ise nefsini korumaya alır. Vücudun kalp sınırından üst tarafa mânevi ve semâvi, alt kısmına da dünyevi sırlar yerleştirilmiştir.

İnsanda hem Rûh hem de nefsi duygular mevcuttur ve bunlar devamlı bir cenk halindedir. Her ikisi de diğerini tesiri altına almaya KALB’e tesir etmeye çalışır. Namaz anında bu cenk daha da şiddetlenir. İşte bu durumda sağ el sol el üzerine bağlanarak kadın kalbini, erkek ise nefsini koruma altına alır. Sonradan ellerin iki yana salınması, nefsin mağlûp edilmesidir.

SABAH NAMAZI(SIR); ‘’RIZKIN’’ dağıtıldığı AN’dır. ŞAHİTLİDİR. Çünkü gece ve gündüz meleklerinin huzurunda gerçekleşir. Gece melekleri defterlerini toplarken, gündüz melekleri defterlerini açar. Sabah namazının iki rekâtı FARZ’dır.
1. Rekât: GECE-CELÂL-LÂ TAAYYÜN(Gayb)   
2. Rekât: CEMÂL-GÜNDÜZ-TAAYYÜN(Dünya)  

ÖĞLE NAMAZI(RÛH);  Dört rekât’tır. Zât, Esma, Sıfat ve Fiil’dir. Tam tecellidir.(Saat 12 hali/CEM)

İKİNDİ NAMAZI(KALP): Orta namazdır. Çünkü KALP vücudun ortasındadır. Kalp; RÛH ile NEFS arasında Sırat-ı Müstakim’dir. Nefs yaratılmış, Rûh ise emir alemindendir.

AKŞAM NAMAZI(NEFS):  Akşam namazı, kendisindeki RÛH’un batmasından dolayı NEFS’in payıdır. Allah sabah namazında ZÂT’ıyla bize tecelli eder. Akşam namazında tekrar karanlığa dönüldüğünde, bizi farklılıklardan BİR’liğe iletir.

YATSI NAMAZI(TABİAT): Yatsı, tabiatın vasıflarından olan uyku vaktidir.

VİTR NAMAZI: Akşam namazı gündüz namazının vitridir. Vitir namazı ise, yatsı namazının vitridir. ‘’Allah TEK’tir, TEK’i sever’’  
Biz ise, çift olalım diye iki vitir namazını emretmiştir. ’’Her şeyi çift yarattık’’ (Zâriyât-49)

CUMA NAMAZI: Cuma namazına gusül abdesti ile gidilir. Guslün mânâsı KALP temizliğidir. Cuma, ÂDEM’in vücûdunun bir araya geldiği gündür. Bu nedenle o güne CUMA(toplanma) denmiştir.

BAYRAM NAMAZI: Bayram senede iki kere gelir. Zira oruçlu için iki ferahlık vardır. Bir ferahlık İFTAR sırasında(1. Bayram), bir ferahlık RAB’bine kavuştuğu sıradadır(2. Bayram). Bu zamanda da kurban kesilir(nefsin kurban olması/kurb-an/yakın olduğun an)

NÂFİLE NAMAZLAR: ‘’Bil ki, insanı Allah’a yaklaştıran ameller ya FARZ’lardır veya NÂFİLE’lerdir. FARZ’ların yanında NÂFİLE’lerin hiçbir itibar ve değeri yoktur. Vakitlerden bir vakitte farzlardan bir farzı edâ etmek, bin sene nâfile edâ etmekten daha faziletlidir’’.

NAMAZ; RÛH’UN ALLAH’A MİRÂC’IDIR VE ALLAH’IN KULUNU ANIP TENEZZÜL ETTİĞİ YEGÂNE İBÂDET ŞEKLİDİR. (Resûlullah’a Mirâç’ta ‘’Bekle ya kulum, Râb’bin salât ediyor’’ nidası gelmiştir)

NAMAZDA,  ALLAH KARŞISINDA ‘’kulun cemaati’’(bütün organlarının tek bir amaçta toplanması) HİÇ KUŞKUSUZ FARZ’dır.  RÂB’bi(ismi) İLE BERABER  NAMAZ KILAN HERKES, CEMAATTEDİR. ÇÜNKÜ ORGANLAR CEMAATTİR VE HER ORGANIN BİR NAMAZI VARDIR.(Kalp,el,ayak,mide,göz,kulak,dil)

RESÛLULLAH; ‘’İkindi namazının cemaatini kaçıran kimse, ailesini ve malını yitirmiş gibidir’’ demiştir. Çünkü cemaati kaçırmak baş sağlığını gerektiren bir olaydır.(İkindi/ORTA/KALP namazı)


İMAN namazdan üstündür. Namaz beş vakitte, İMAN ise her zaman farzdır. Namazsız İMAN olur, ancak İMAN’sız namaz olmaz. 

(Cemalnur Sargut, Gözümün nûru NAMAZ kitabından alıntıdır)

5 Kasım 2015 Perşembe



ASHÂB-I KEHF (Mağara arkadaşları)

Ashâb-ı Kehf; Kur’ân da Kehf sûresinin 9. ve 26. ayetleri arasında anlatılır, Hristiyan inancında da kabul görür ve halk arasında ‘’YEDİ UYUYANLAR’’ olarak bilinir.

M.S. 250 ‘li yıllarda Dakyus isminde bir Kral’ın yönettiği putperest bir ükede, yedi genç Hristiyan olmakla suçlanır. Gençlerden dinlerini değiştirmeleri istenir. Gençlerin karşı çıkması ile ölümle cezalandırılırlar. Gençler ölüm korkusuyla dağa kaçar ve ibâdetlerini orada yapmaya başlarlar. Ancak yakalanma korkusu ile köpekleri (Kıtmir/Râkim) ile birlikte bir mağaraya saklanırlar. Gençlerin mağarada saklandığını öğrenen zâlim Kral, mağaranın girişini kalın bir duvar ile kapattırır. Gençler, bu mağaranın içinde derin bir uykuya dalarlar.

Ashâb-ı Kehf (mağara arkadaşları), YEDİ KÂMİL kimsedir. Daima Hakk’ın emri ile kaimdirler ve âlem de onlarla kaimdir(ayakta durur). Zaman katiyen onlarsız olmaz.

YEDİ KÂMİL; Kutup, 2 İmam, 4 Evtad/Direk (Menzilleri âlemdeki Doğu, Batı, Kuzey, Güney’dir)

Mağaradan maksat bedenin içidir. Rakim ise hayvanî nefs’tir.

‘’(Resûlüm)! Yoksa sen, bizim âyetlerimizden Ashâb-ı Kehf ve Ashâb-ı Râkim’in durumlarını şaşırtıcı mı buldun’’?  O (yiğit) gençler mağaraya sığınmışlar ve: Rabbimiz! Bize tarafından rahmet ver ve bize, (şu) durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla! Demişlerdi’’ (9-10)

Beden mağarasına sığınmışlar ve bize istidatlarımıza uygun ve istidatlarımızın gerektirdiği gibi bir rahmet ver, içinde bulunduğumuz ‘’ulvi âlemden ayrılık ve sufli âleme kemâle erme amaçlı düşüş’’ hâlinden ‘’bir kurtuluş’’ istikâmet, senin yolunu izleme, senin tarafına yönelme nasip et.

‘’Bunun üzerine biz o mağarada onların kulaklarına nice yıllar perde koyduk (uykuya daldırdık)’’  (11)

Onları âlemlerinden ve kemâllerinden gaflet uykusuyla uyuttuk. Böylece beden mağarasında ‘’nice yıllar’’ uykuda kaldılar. Bu durum gerçek bûlûğ zamanına, irâde veya tabî ölüm vaktine kadar devam etti. (İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar)

‘’Sonra da iki gruptan hangisinin kaldıkları müddeti daha iyi hesap edeceklerini görelim diye onları uyandırdık’’ (12)

Beden mağarasından çıkarmak ve Allah’ı tanıtmak sûretiyle onları mücerret (soyut) nefisleriyle gaflet uykusundan uyandırdık.

‘’Biz sana onların başından geçenleri gerçek olarak anlatıyoruz. Hakîkaten onlar, Rablerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidâyetlerini arttırdık’’ (13)

Onlara, ayn-el yakın derecesine ve müşâhede mâkâmına tevfikle ulaştıran bir hidâyet bahşettik.
‘’Onların kalplerini metin kıldık. O yiğitler (o yerin hükümdarı karşısında) ayağa kalkarak dediler ki; Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, ondan başkasına ilâh demeyiz. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz’’ (14)

Cehdin zorluklarına karşı sabırla onları güçlendirdik. Şeytanla savaşmaya, nefse mûhalefet etmeye, cismani alışkanlıkları ve maddi lezzetleri terk etmeye teşvik maksadıyla onları cesaretlendirdik.

‘’Şu bizim kavmimiz Allah’tan başka ilâh edindiler. Bâri bu ilâhlar konusunda açık bir delil getirseler. (Ne mümkün!) Öyle ise Allah hakkında yalan uydurandan daha zâlimi var mı?’’ (15)

Nefs-i Emmâre ve kuvvetlerini ilâh edinen kavmimiz. Çünkü her kavmin kulluk ettiği bir ilâhı vardır. Allah’tan başkasının ilâhlığına, etkinliğine ve varlığına ilişkin olarak kanıt ortaya koymanın imkânsız olduğunu anlayabilseler.

‘’(İçlerinden biri şöyle demişti): Mademki siz onlardan ve onların Allah’ın dışında tapmakta oldukları varlıklardan uzaklaştınız, o halde mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetini yaysın ve işinizde sizin için fayda ve kolaylık sağlasın’’ (16)

Mademki, nefsinizden ve onun isteklerinden, hevânızdan uzaklaştınız; ‘’bedene sığının’’. Bedende uzlete çekilin, nefsin arzularını kırın. İrâdi olarak ölün. O zaman müşâhedelerden lezzet alır, kemâlattan yararlanırsınız. Rahmetin yayılmasının ve içinde bulundukları durumdan kurtuluş yolunun hazırlanmasının mağara sığınmakla irtibatlandırılmış olması gösteriyor ki, istidatlarda potansiyel olarak bulunan rahmet, ancak bedene taalluk etmekle ve bedenin kemâli ile hazırlanmakla yayılır.

‘’(Resûlüm! Orada bulunsaydın) güneşi görürdün: Doğduğu zaman mağaralarının sağına meyleder, batarken de sol taraftan onlara isâbet etmeden geçerdi. (Böylece) onlar (güneş ışığından rahatsız olmaksızın) mağaranın bir köşesinde (uyurlardı). İşte  bu, Allah’ın âyetlerindendir. Allah kime hidâyet ederse, işte o, Hakk’a ulaşmıştır, kimi de hidâyetten mahrum ederse artık onu doğruya yöneltecek bir dost bulamazsın’’ (17)

Rûh güneşini görürdün. ‘‘Doğduğu zaman’’ cisim örtülerinden arınarak yükselirken, meyli ve sevgisi sağ tarafıdır. Yani kutsi âlem tarafına;  hayır, fazilet, iyilik ve ibâdet gibi iyilerin amellerine meyleder. Çünkü iyiler sağ ehlidirler. Batarken de, perdelendiği, onun karanlığında ve örtülerin altında gizlendiği, nûru söndüğü zaman, sol tarafa, yani nefis tarafına, kötü ameller ve günahlar tarafından ayrılır ve uzaklaşırdı. Onlar beden mağarasının bir köşesinde; nefis ve tabiat makamında uyurlardı.

Kalbin rûha bakan yüzü aydınlık (ki buna akıl denir. İlhamının indiği yerdir), nefse bakan yüzü ise nefsin sıfatlarıyla karanlıktır. Kalbin nûra bakan yüzü hayrı, nefse bakan yüzü şerri emreder.

‘’Kendileri uykuda oldukları halde, sen onları uyanık sanırdın. Onları sağa sola çevirirdik. Köpekleri de mağaranın girişinde ön ayaklarını uzatmış, yatmakta idi. Eğer onların durumlarına muttali olsa idin dönüp onlardan kaçardın ve gördüklerin yüzünden için korku ile dolardı’’ (18)

Gözleri ve duyuları açık olduğu için sen onları uyanık sanırdın. Hakîkatte gaflet uykusunda idiler. Onları bazen hayır, bazen de şer ve tabiatın gerekleri cihetine döndürürdük. Nefisleri de ‘‘ön ayaklarını’’ gazabi (gazap) ve şehvani (şehvet) kuvvetlerini ‘’mağaranın girişine’’ beden boşluğuna yaymışlardı ve bedenden ayrılmayacak şekilde bekliyorlardı. Eğer Allah’ın onların içine yerleştirdiği nûraniliğe ve parlaklığa, onlara giydirdiği izzet ve görkeme, sırlarına ve vahdet içindeki makamlarına muttali olsaydın onlardan kaçardın.

‘’Böylece biz, aralarında birbirlerine sormaları için onları uyandırdık. İçlerinden biri; ‘Ne kadar kaldınız’ dedi. (Kimi) ‘Bir gün ya da günün bir parçası kadar kaldık’ dediler. (kimi de) şöyle dediler; ‘Rabbiniz, kaldığınız müddeti daha iyi bilir. Şimdi siz, içinizden birini şu gümüş paranızla şehre gönderin de, baksın, (şehrin) hangi yiyeceği daha temiz ise size ondan erzak getirsin; ayrıca, nâzik davransın (gizli hareket etsin) ve sakın kimseye sezdirmesin’’ (19)

Böylece biz onları, hakîki dirilme ve mânevî canlandırma ile istidatlarına yerleştirilen anlamları, zâtlarında gizlenen hakîkatleri birbirlerine sorup araştırsınlar, kemâle ersinler diye uyandırdık. Bu ilk uyanıştır ki, sûfiler buna ‘’yakaza’’ derler. Uykuda kalış süreleri aslında az bir müddetti. Bundan maksat, beden tedbirlerine dalış, tabiat denizine batış, tabiatla meşgul oluş müddetiydi.

Gümüş paradan maksat, beraberlerindeki ilkel bilgilerdir. Bu bilgiye sahip olmak için çalışmaya gerek yoktur. Hakîki ilimler, ilâhi irfanlar bu ilkel bilgilerle elde edilir. Şehir toplanma mahallidir. Çünkü arkadaşlık, sohbet ve terbiye kaçınılmazdır. Hz. Muhammed; ‘’Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır’’demiştir. Maksat ilim şehridir. İçlerinden sadece bir kişinin gönderilmesi, bir kişinin öğrenmesinin diğerlerinin uyarılması için yeterli olduğudur. ‘’Baksın’’, şehrin halkının hangi kesimi daha temiz, ilmi daha üstündür.  İlim kalbin gıdasıdır ve İlim; hakîki ilâhi rızıktır. ‘’Nazik davransın’’ nefsi temiz, olgun, fâziletli hayat tarzına sahip kimseyi seçsin. Âlimlik taslayan, sahip olmadığı erdemleri sergilemek için hep önde görünmeye çalışan kimseyi değil. Onun sohbetinden istifade etsin, ilmini gözlemlesin, sonra gelip bizim istifademize sunsun. Perdelenmiş zâhir kimselere, tabiat âlemi sâkini münkirlere de fark ettirmesin.

‘’Çünkü onlar eğer size muttali olurlarsa, ya sizi taşlayarak öldürürler veya kendi dinlerine çevirirler ki, o zaman ebediyyen iflâh olmazsınız’’ (20)

Size galip gelirlerse; hevâ taşlarıyla, gazap, şehvet etkenleriyle ve lezzet istekleriyle sizi öldürürler, putlara tapmaya meyletmenizi sağlayarak dinlerine döndürürler.

‘’Böylece (insanları) onlardan haberdar ettik ki, Allah’ın vaadinin Hakk olduğunu, kıyametin şüphe götürmez olduğunu bilsinler. Hani onlar aralarında Ashâh-ı Kehf’in durumunu tartışıyorlardı. Dediler ki; ‘Üzerlerine bir bina yapın. Rableri onları daha iyi bilir’. Onların durumuna vâkıf olanlar ise; ‘Bizler, kesinlikle onların yanı başında bir mescit yaptıracağız’ dediler’’ (21)

İstidâdı olanları, onlarla sohbet etmeleri ve hidâyetlerinden istifade etmeleri için onlardan haberdar ettik. Ölümden sonra dirilişin hem rûh, hem bedenle gerçekleşeceğini anladılar. Onlar öldükten sonra üzerlerine hankah (tekke), meşhed (şehidin gömüldüğü yer) ve mezar gibi ziyaret amaçlı bina yapın. Aynı İbrâhim, Mûhammed, Ali ve sair Nebi ve Veliler için yapıldığı gibi (Selâm üzerlerine olsun). Onların durumuna vâkıf olanlar ise; içlerinde namaz kılınacak bir mescit yaptıracağız dediler.

‘’(İnsanların kimi); ‘Onlar üç kişidir, dördüncüleri de köpekleridir’ diyeceklerdir. Yine; ’Beş kişidir, altıncıları köpekleridir’ diyeceklerdir. (Bunlar) bilinmeyen hakkında tahmin yürütmektir. (Kimileri de); ‘onlar yedi kişidir, sekizincisi köpekleridir’ derler. De ki; Onların sayılarını Rabbim daha iyi bilir. Onlar hakkında bilgisi olan çok azdır. Öyle ise Ashâb-ı Kehf hakkında, delilleri açık olması haricinde bir münakaşaya girişme ve onlar hakkında (ileri geri konuşan) kimselerin hiçbirinden malûmat isteme’’ (22)

Doğru olan; Ashab-ı Kehf’in yedi kişi oldukları ve sekizincisinin de köpekleri olduğudur. Çünkü sayıyı veren muhakkiklerdir (hakîkat ehli kişiler).

‘’Allah’ın dilemesine bağlamadıkça (inşallah demedikçe) hiçbir şey için ‘bunu yarın yapacağı’ deme. Bunu unuttuğun takdirde Allah’ı an ve ‘Umarım rabbim beni, doğruya bundan daha yakın olan bir yola iletir’ de’’ (23-24)

İnşallah/Allah dilerse demeden, hiçbir şey için bunu yapacağım deme.

‘’Onlar mağaralarında üç yüzyıl ve buna ilâveten dokuz yıl kalmışlardır. De ki; Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gizli bilgisi O’na aittir. O’nun görmesi de, işitmesi de şâyanı hayrettir. Onların (göklerde ve yerde olanların) O’ndan başka bir yöneticisi yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez’’ (25-26)

Ashâb-ı Kehf için şöyle denilir: Onlardan her biri her ‘’BİN YILIN’’ başında ortaya çıkar. Bu da Allah katındaki bir günün süresidir. ‘’Rabbiniz nezdinde bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir’’ (Hac, 47). Bazıları ise şöyle der; Her yetmiş yılda bir veya ‘’YÜZ YILDA’’ bir ortaya çıkar. Ki bu da bir günün bir kısmına denk gelen bir süredir. ‘’Bir gün yahut daha az’’ (Bakara, 259). Gerçeği bulan mûhakkikler ise bunun bilgisini Allah’a havale edenlerdir. Bu yüzdendir ki, Resûlullah (sav) MEHDİ’nin zuhûr edeceği vakti tayin etmemiş ve ‘’Vakit belirtenler yalancılardır’’ buyurmuştur.
Her şeyin doğrusunu göklerin ve yerin sahibi Allah, bilir.

İbnü’l Arabî Hz.leri(Tefsir’i Kebîr Te’vilât)

YEDİ: Yediler (Kutup, 2 İmam, 4 direk), yedi abdal (yedi iklimin sahibi), yedi felek, yedi kat gök, yedi kat yer, yedi gezegen, Fatihâ’nın yedi ayeti, yedi dairesel tavaf, yedi sıfat (Hayat, İlim, İrâde, Kudret, Görme, Duyma, Kelâm), namazda yedi hareket, yedi nefs mertebesi, cennet ve cehennemin yedi kapısı, tekrarlanan yedi (Hicr-87), yedi renk, yedi nota, haftanın yedi günü, dünyanın yedi harikası, yedi çakra. Yedi’ler uzar gider…..



8 Ekim 2015 Perşembe


ZU’LKARNEYN:

Kur’ân’da, Kehf suresinde geçen, Peygamber veya Veli olduğuna inanılan Zu’lkarneyn’in kelime karşılığı iki boynuzludur. İki boynuzlu denilmesinden maksat, varlığın Doğu’suna ve  Batı’sına (rûha ve nefse) hükmeden KALP’tir.

‘’Sana Zu’lkarneyn’i sorarlar. De ki; Onunla ilgili kıssayı size ileride okuyacağım. Gerçekten biz onu arzda iktidar ve kudret sahibi kıldık. Ona her şey için sebep verdik.’’ (83-84)

‘’O da (batı ülkelerine doğru) bir yol tuttu. Nihayet Güneşin battığı yere varınca, onu(sanki) kara balçıkta batar buldu ve onun yanında bir kavme rastladı. Dedik ki; Ey Zu’lkarneyn! Onlara ya azap edeceksin veya haklarına iyilik etme yolunu seçeceksin.’’  (85-86)

Allah, Zu’lkarneyn’e (kalbe) beden arzında Kudret, İlim ve İktidar vermiş, doğudan batıya istediği tarafa gitmesini sağlamıştır. Zu’lkarneyn batı ülkelerine doğru (bedende suflî âleme) teveccüh sûretiyle bir yol tutmuş, güneşin (rûh güneşinin) battığı yere gelince onu balçığa (bedensel maddeye) bulanmış bulmuştur. Onun yanındaki kavim de, nefsin bedenî ve rûhanî kuvvetleridir. Zu’lkarneyn’in onlara davranışı ya; riyâzat, kahır, öldürme sûretiyle azab, veya adaleti gözeterek paylarını eksiksiz vererek iyilik etme şeklinde olacaktır.

‘’Dedi ki; Kim zulüm ederse ona azap edeceğiz.  Sonra o, Rabbine gönderilecek ona, korkunç azap eder. Ama kim de iman edip salih amel işlerse artık onun için güzel bir karşılık vardır ve ileride ona emrimizden kolay olanı söyleyeceğiz.‘’ (87-88)

Zûlüm edeni; şehvet, gazap, vehim gibi ifrata kaçanı, teslim olmayanı, boyun eğmeyeni, riyâzata tabi tutarak cezalandıracağız. Sonra o Rabbine dönecek, küçük Kıyâmet’te Rabbinin huzuruna dönecek, ya da büyük Kıyâmet’te yok etme (fenâ)azabına tâbi tutulacaktır.  Îman edip sâlih âmel işleyenlere, iyi işler yapan, boyun eğen ve itaat eden kimseye bir karşılık vardır. Sıfat cennetinden, sıfat nûrlarından, sıfat ilimlerinden oluşan bir sevap vardır.

‘’Sonra yine bir yol tuttu. Nihayet Güneşin doğduğu yere ulaşınca, onu öyle bir kavim üzerine doğar buldu ki; onlar için Güneşe karşı (kendilerini koruyacak) bir siper yapmamıştık. İşte böyle! Gerçekten onunla ilgili her şeyden haberdardık.’’ (89-90-91)

Zu’lkarneyn, tekrar bir yol izleyerek, maddeden arınma ve temizlenme yöntemiyle Allah’a yükselme ve sülûk etme yolunu izledi. Güneşin (rûh güneşinin) doğduğu yere ulaşınca onu bir kavmin üzerine doğar buldu (Nazari ve ameli akıl, fikir ve kutsi kuvvetten oluşan bir kavim). Onlar için güneşe karşı bir örtü yapmamıştık. Çünkü onun nûruyla aydınlanıyor ve külli mânâları idrak ediyorlardı. Biz onunla ilgili her şeyden, ilimlerden, faziletlerinden, mârifetlerden, kemâlattan haberdardık.

‘’Sonra yollardan birine tabi oldu. Nihayet iki dağ arasına ulaştığında onların önünde bir kavim buldu. Hemen hiç bir sözü anlamıyorlardı. Dediler ki; Ya Zu’lkarneyn! Gerçekten Ye’cüc ve Me’cüc bu arzda fesat çıkarıyorlar. Bizimle onların arasına bir set yapman için sana harç versek olmaz mı?’’ (92-93-94)

Sonra Zu’lkarneyn Allah’ta seyir yoluna devam etti. Nihayet İki dağ/kevn arasına (kalbe) varınca (o doğu ve batı/rûh ve nefs arasında sefer eden bir makamdadır) onların önünde bir kavim buldu. Bunlar bedensel tabiat kuvvetleri ve zâhiri duygulardı. Bunlar hiç söz anlamıyor ve anlamlarını idrak edemedikleri gibi konuşamıyorlardı da. Zu’lkarneyd’e Ye’cüc (vehim menşeli dürtüler, arzular) ve Me’cüc’ün (vesveseler, hayali güçler) bozgunculuk yaptığı konusunda şikâyette bulunarak beden arzında, onlar ve kendileri arasında, ameli ve kalbî hikmetten oluşan bir set oluşturmasını istediler.

‘’Dedi ki; Rabbimin beni içinde bulundurduğu iktidar daha iyidir. Bana bedenen yardım edin de sizinle onların arasına aşılmaz bir engel yapayım. Bana demir kütleleri getirin. Bunlar dağın iki yanı arasını aynı seviyeye getirince ‘‘üfleyin’’ dedi. Nihayet demir kütleleri, bir ateş haline gelince ’’Bana erimiş bakır getirin de üzerine dökeyim’’ dedi. Artık onu aşmaya muktedir olamadılar ve onu delmeye güçleri yetmez.’’ (95-96-97)

 Zu’lkarneyn onlardan iki dağ’ın arasına yerleştirmek için ‘’demir’’ kütleleri (ameller ve ilim) getirin dedi. Nihayet dağın iki yanı arasını aynı seviyeye getirince (denge) hayvani kuvvetlere ‘’üfleyin’’ dedi. Onu kor haline sokunca (başlı başına bir İLİM haline gelince) üzerine dökmek için erimiş ‘’bakır’’ (niyet ve amaç) istedi. Çünkü bunlar ilim ile amel arasında vâsıta konumundadır. Böylece set oluşmuş oldu. Nefis onunla mutmain olup, düşündü ve Îman etti. Ondan sonra Ye’cüc ve Me’cüc (vehim ve vesvese) bu seddi aşmaya güç yettiremediler.

‘’Bu, Rabbimden bir rahmettir. Rabbimin vaadi Hakk’tır. Rabbimin vaadi gelince O, bunu yerle bir eder. O gün, biz onları, birbirlerine çarparak çalkalanır bir halde bırakmışızdır ve sura da üfürülmüş ve böylece onları bütünüyle bir araya getirmişizdir.’’(98-99)

Rabbin vaadinin (küçük kıyamet/fenâ), vakti gelince o, bunu yerle bir eder, tuz buz olmuş bâtıla(yokluğa) dönüştürür. Ölümden sonraki hayatta yeniden diriliş için SÛR’a üfürülür ve kendileriyle değil, Allah ile oluşlarıyla bir araya getirilir. (İbnü’l Arabî Hz. Tefsir-i Kebir Te’vilat)
Bu ayetin bâtın anlamını daha iyi anlayabilmek için, ‘’kıyamet’’ alâmetlerinden sayılan aşağıdaki HADİS’in ne ifade ettiğini anlamak gerekir.

‘’Güneş Batı’dan doğmadıkça, kıyamet kopmaz’’

İnsanın doğusu ‘’rûh’’, batısı ‘’nefs’’ tir.  Güneş insanda rûhtan doğar, nefste batar.
İşte güneşin battığı yerden, yani batıdan doğması, nefsin rûha tabî olmasıdır.
O zaman vücûd da nefs hâkimiyetini kaybeder, senlik-benlik kalkar, birlik meydana gelir. Böylece o kişinin kıyameti kopar. Kıyam-et; ayağa kalkmaktır.
İnsan nefsinin istek ve arzularından kurtulduğu zaman kıyameti kopar ve dirilir. İşte bu ‘’ölmeden önce ölmek’’ anlamındadır. (Niyâzî-i Mısrî Divanı)

Zu’lkarneyn kıssasını kısaca özetleyecek olursak;

Zu’lkarneyn bedendeki ‘’kalp’’ tir. Zu’lkarneyn’in anlamı olan ‘’iki boynuz’’ kalbin doğuya ve batıya, yani rûha ve nefse  bakan iki yüzüdür. Zu’lkarneyn, yani KALP sürekli ikisi arasında gider gelir. (Zu’lkarneyn’in doğuya ve batıya seyahat etmesi). Kalp yüzünü NEFS’e dönünce kararır, RÛH’a dönünce aydınlanır.

Nitekim Zu’lkarneyn batıya/nefse doğru seyahat edince güneşi/rûhu balçığa bulanmış (kararmış) buldu. Doğuya/rûha doğru seyahat edince güneşi perdesiz gördü. Sonunda nefsinin sıfatları olan Ye’cüc ve Me’cüc’den kurtulmak için doğu ve batıyı, yani RÛH ve NEFS’i eşitlemek için DEMİR (İlim ve amel) kütlelerine ihtiyaç duydu. Sonra onların üzerine bir örtü olarak erimiş BAKIR(niyet) döktü. Sabitledi, sağlamlaştırdı. Nefs’in vesveseleri olan Ye’cüc ve Me’cüc o seti aşamadılar.

Tâ ki; Allah’ın yardımıyla, KÜÇÜK ve BÜYÜK kıyamet kopana kadar. Sonra KALB’in sağı solu kalmadı. NEFS ve RÛH bir oldu. KIYAMET KOPTU.

Deniz Erten ise ‘’İŞARET’’ adlı kitabında Zu’lkarneyn kıssasını şöyle anlatır;

İki boynuzdan maksat; beynin sağ ve sol lobudur. Zu’lkarneyn, beynin sağ ve sol lobunu (epifiz ve hipofiz bezi) kullanan, birleştiren aydınlanmış kişidir.

BİRLEŞTİRME: Kalbin doğu ve batısının birleştirilmesi veya beynin sağ ve sol lobunun birleştirilmesi. İç ve Dışın, Mânâ ve Maddenin, Dünya ile Âhiret’in, Rûh ve Nefs’in, Kadın ve Erkeğin (gerçekte birdir), İki denizin (Hızır ve Mûsâ) birleşmesi. Hıdır ve İlyas’ın (Hıdrellez) buluşması, dünyayı ikiye bölen Ekvator (istivâ/eşitleme) hattının iki yanının eşitlenmesi. Hepsi ikilikten ‘’BİR’’liğe geçmek, aydınlanmak içindir.

İnsan ‘’BİR’’den üçe; BEDEN, NEFS ve RÛH olarak bölünmüş olarak yaratılmış olup, tekrar ‘’BİR’’e, ‘’BİRLİĞE’’ yükselme çabası içinde olan bir varlıktır.

Zu’lkarneyn kıssasında iki KEVN’in birleştirilmesi için kullanılan DEMİR ve ERİMİŞ BAKIR, SEMBOL olarak kullanılmasına rağmen çok anlamlıdır.

DEMİR’i yumuşatma mûcizesi Hz. Davut’a, ERİMİŞ BAKIR ise Hz. Süleyman’a verilmiştir. Hz. Davut ‘’İLK HALİFE’’dir ve bu Kur’ân’da ayet olarak vahyedilmiştir. ‘’Ey Davut! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde yeryüzünde adaletle hükmet’’ (Sad sûresi-26)

Hz. Süleyman, SEBE sûresi ve ERİMİŞ BAKIR ilişkisi de çok dikkat çekicidir.
‘’Süleyman’ın buyruğuna rüzgarı vermiştik..... Onun için ERİMİŞ BAKIR’ı su gibi akıttık. Rabbinin izniyle yanında çalışan cinleri de buyruğuna sokmuştuk’’ (Sebe sûresi-12)

SEBE; Çaba, bir şehir ismi, yaşlılıktan dolayı bunamak ve BAKIRLA ÇİNKO MADENİNDEN yapılan pirinç anlamlarındadır.

Kadında (Venüs sembolü) erkeğe göre BAKIR elementi daha fazla iken, erkekte (Mars’ın sembolü) kadına göre DEMİR elementi daha fazladır. Daha da ilginci BAKIR elementi ile KADIN sembolü, DEMİR elementi ile ERKEK sembolü aynıdır. (BAKIR/KADIN, DEMİR/ERKEK)

Ayrıca BEYNİN SAĞ LOBU ‘’DİŞİL’’, SOL LOBU ‘’ERİL’’ dir.

Tıb; vücutta var olan Bakır ve Demir minerallerinin miktarlarındaki dengesizliklerin, insanda Parkinson, Depresyon, Şizofreni ve Bunama ile Sanrısal, cinni etkiler oluşturabileceğini belirtmektedir. (Acaba Bakır’a Nefs, Demir’e Akıl/ Rûh diyebilir miyiz?)

Bunun dışında; bir mıknatıs gibi beynin ve bedenin manyetik alanını DEMİR, elektriksel alanını ise BAKIR yaratır. Demir tarafından oluşturulan manyetik alan, Bakır aracılığıyla oluşan elektriği taşır.

İşte Zu’lkarneyn; bu bağı kurarak ve burada büyük bir elektromanyetik alan oluşturup, adeta büyük bir trafo meydana getirmiş ve beynin iki lobunu birleştirip (Demir ve Bakır, Erkek ve Kadın, Mânâ ve Madde, Rûh ve Nefs) birbiriyle etkileşime sokmak sûretiyle gerek nefsani, gerek bedensel bilinç titreşimlerinin üzerine çok daha yüksek bir elektromanyetik alan oluşturmuştur.

Ek bir BİLGİ olarak; Hz. Hızır, Zu’lkarneyn’in ordusunda bir askerdir ve ÂB-I HAYAT’ı (ölümsüzlük suyu/İlm-i Ledûn) bulmuştur. Bu gün bile diridir ve makamı her yüzyılda bir devreder.

27 Ağustos 2015 Perşembe

İŞARET 1-2
                                                           
HER NAMAZDA, DUALARIN SONUNDA OKUDUĞUMUZ FATİHA SÛRESİNİN İÇİNDE  GEÇEN ‘’ÂLEMLERİN RAB’BİNE HAMD OLSUN’’ İFADESİNDEKİ ‘’ÂLEM’’; ÂLİM VE ALÂMET KELİMESİNDEN TÜREMİŞTİR.

ALÂMET İSE; ‘’İNSANLARA ÇÖLLERDE YÖNLERİNİ GÖSTEREN İŞARET’’ DEMEKTİR.

KUR’AN SAHİFELERİNDE YAZILI SATIRLAR OLDUĞUNU DÜŞÜNDÜĞÜMÜZ ‘’AYETLER’’ DE ALLAH’IN İŞARETLERİDİR. YER VE GÖK ARASINDAKİ HER ŞEY ALLAH’IN İŞARETLERİ İSE; BÜTÜN ÂLEM ALLAH’IN ‘’İŞARETLERİNDEN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİR’’.

NEDEN HERŞEY İŞARET VE SEMBOLLERLE ANLATILMAYA ÇALIŞILIR ?. İŞARETLERİN VERDİĞİ GİZLİ MESAJLAR NELERDİR?. İDRAKİMİZ ÖLÇÜSÜNDE ANLAMAYA ÇALIŞALIM:

BU DÜNYA, SONRADAN GİDECEĞİMİZ HAKİKİ DÜNYANIN(MİSAL/MELÂKUT ÂLEMİ) ‘’AYNA’’ SIDIR. AYNA’DAKİ YANSIMAYA ‘’AKİS’’ DENİLİR. AKİS, YANSIYAN ŞEYİN TERSİDİR. BU DÜNYADA HER ŞEY, AMA HER ŞEY ASLINA GÖRE TERSTEN GÖRÜNÜR VE YAŞANIR.

AYNAYA BAK VE SAĞ ELİNİ KALDIR. KARŞINDAKİ AKSİNDE SOL ELİNİN HAVAYA KALKTIĞINI GÖRÜRSÜN.

O HALDE BU DÜNYADA YAŞANAN HER ŞEY, ÖBÜR ÂLEMİN TERSİ İSE; BU DÜNYADA YAŞANAN ACI VE SIKINTILAR ÖBÜR ÂLEM İÇİN ‘’LÜTUF’’TUR.

BURADA FAKİRSEN ORADA SONSUZ ZENGİNLİK, BURADA MAZLUMSAN ORADA SONSUZ MUTLULUK SENİ BEKLEMEKTE.....

KUR’AN GİBİ SAĞDAN SOLA OKUSAK ÂLEMİ, TAVAFTAKİ GİBİ SAĞDAN SOLA AKSAK DÜNYA İLE. BİZİ KANDIRAN VE TERSİNE İŞLEYEN ZAMAN GİBİ SOLDAN SAĞA DEĞİL......

MADDENİN EN KÜÇÜK PARÇASININ ‘’ATOM’’ OLDUĞU İNANCI, YERİNİ ONDAN DAHA DA KÜÇÜK OLAN ‘’ATOM ALTI PARÇACIKLAR’’ A BIRAKMIŞTIR. TÜM MADDE ASLINDA, ENERJİNİN DAHA YAVAŞ BİR TİTREŞİME SIKIŞTIRILMIŞ HALİDİR.

TÜM UZAY-ZAMAN, KUANTUM ANLAMINDA BİR ENERJİ DENİZİDİR. VE BU ENERJİ DENİZİNDE HER ŞEY İSTER BİR MASA, İSTER YILDIZLAR, HEPSİ AYNI YAPI TAŞLARINDAN OLUŞMUŞ, FARKLI ŞEKİLDE TİTREŞİMLERİ OLAN ATOM-ALTI ENERJİLERDİR. MADDENİN TEMELİNİN; O MADDEYE ‘’GÖRÜNTÜSÜNÜ’’ VEREN MANYETİK ENERJİDEN OLUŞAN ENERJİ ALANLARI OLDUĞU ARTIK KABUL GÖRMEKTEDİR.

’’EŞYA’’ DİYE TABİR EDİLEN HER ŞEYİN YAPI TAŞI PROTON, NÖTRON VE ELEKTRON AYNIDIR. FARK SADECE TAŞIDIKLARI ELEKTRİKSEL YÜKTEDİR.

‘’EŞYA’’ DEDİĞİMİZ MADDİ VARLIKLAR RAKAMLARLA FORMÜLE EDİLMİŞTİR. Örn. Bilgisayarımızın masaüstünde görünen bir ağaç resmi, bilgisayara bir vürüs bulaşmasıyla kaybolur, yerini rakam ve harflerden oluşan bir yazılıma bırakır. Çünkü o resim diye görünen ‘’ŞEY’’ aslında bir yazılımdır.

‘’DNA’’da HARFLERDEN OLUŞAN BİR YAZILIMDIR. ‘’DNA’’ İNSANDA MUCİZEVİ BİR ŞEKİLDE %99,9 ORANINDA AYNIDIR. SADECE %0,1 ‘LİK BİR DEĞİŞİKLİK İNSANLAR ARASINDAKİ FARKLILIKLARI YARATMAKTADIR. Örn: örümcek ağı ile, insan tırnak ve saçlarının oluşumu aynı maddedendir. Her şey tek bir ‘’şey’’den var olmuş ve çeşitlendirilmiştir.

EVREN BİR TİTREŞİM VE FREKANS DENİZİDİR.

‘’Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ı tesbih etmektedir. Ve O; Aziz’dir, Hâkim’dir’’ (Haşr sûresi)

TESBİH; ALLAH’I NOKSAN SIFATLARDAN TENZİH ETMEK OLUP, ‘’YÜZMEK’’ ANLAMINDADIR.

HEPİMİZ ALLAH’IN İSİM VE SIFATLARININ(manalarının) SINIRSIZ ENERJİ DENİZİNDE YÜZEN ENERJİLERİZ. Hz. Mevlana’nın dediği gibi; ‘’Biz denizden geldik, denize gideriz’’.

‘’MADDE’’ GİBİ, ‘’SES’’ DE BİR İLMİ, BİR BİLGİYİ TAŞIYAN ENERJİDİR.

Örn: Kötü bir RÜYA gördüğün zaman onu hiç kimseye anlatmamanı tavsiye eden (hatta sol tarafına üç defa üflemeni ya da tükürmeni ve bu rüyanın şerrinden Allah’a sığınmanı, Ayet-el Kürsi okumanı söyleyen)Hz. Muhammed(sav) acaba bu yüzden mi gördüğü ve ‘’NEGATİF ÇAĞRI’’ taşıyabilecek olan RÜYA’nı ’seni duyan sema’ya yani seni her yerinle saran bilgisayara söylememeni tavsiye etti.

Rüya yorumu ilminde rüyanı kötüye yoracak kimselere anlatma ve eğer anlatacaksan’’Rabbi yessir vela tuassir Rabbi temmim bi’l hayr’’ yani ‘’ Ey Rabbim! İşimi kolaylaştır zorlaştırma ve hayırlı bir sonuca erdir’’ diye uyarı vardır. Biz bilsek de bilmesek de, düşündüğümüz bir şeyi seslendirirken dahi o şeyin enerjisiyle bağlantılı bir mekanizmayı harekete geçiririz. ÇÜNKÜ NİYETİMİZ VE DÜŞÜNCELERİMİZ EVRENE ‘’ÇAĞRI’’DIR.

Örn: Kocanıza çok kızıyor ve sitem ediyorsunuz. Bunu duyan ‘’SEMA’’ için bu bir çağrıdır. Ve maalesef fark etseniz de etmeseniz de, bu söz veya düşünceleriniz kocanızın başına kötü bir şey gelme sebebi olabilir ve bundan siz de etkilenebilirsiniz.

Salgılanan her tür enerji, salgılandığı kaynağa geri dönecektir. Eğer olumsuzsa aynı oranda, olumluysa katbekat artarak. Bu da Allah’ın merhametidir.

İbn. Arabi Hz: Havada dolaşan sözlü harfler var olduktan sonra onlara ölüm ulaşmaz; yazılı harfler öyle değildir. Çünkü yazılı harfler silinebilir, değiştirilebilir, yok olabilir. Sözlü olanlar ise değişikliği ve yok oluşu kabul etmeyen bir yerde olmaları nedeniyle, ebedilik ve daimilik taşır. Hava, gökyüzü bütünüyle âlemin sözleriyle dopdoludur.Keşif sahibi kimse onları daimi duran sûretler olarak görür. Havada dolaşan sözler derken kastedilen ‘’nefesimizle buluşan ve bir enerji salımı olan’’  sözlerdir.

KELİMELER HARFLERDEN, HARFLER İSE ‘’RAHMANİ NEFES’’DEN MEYDANA GELİR. İSRAFİL’İN KIYAMETTE ÜFLEYECEĞİ ‘’SÛR’’ DAN ÇIKAN;  RAHMANİ NEFES’TİR.

BU ARADA İSRAFİL’İN ÜFLEYECEĞİ ‘’SÛR’’ DA, KULAĞIN İÇ YAPISI DA ‘’BOYNUZ’’ ŞEKLİNDEDİR.

EVRENDEKİ BU MUHTEŞEM PROĞRAM ‘’SES’’ ÜZERİNE KURULMUŞTIR. HATTA EVREN ‘’SES’’ İLE AÇILAN BİR MAĞARADIR.

‘’Açıl Susam Açıl’’ ALİ BABA HAZİNEYİ BİR MAĞARADA BULUR VE O MAĞARANIN BU SES İLE AÇILDIĞINI ÖĞRENİR. ALİ BABA; Aliyy, ulvi, yücelik makamı. Kur’an’da da pek çok anlatımda kullanılan ‘’MAĞARA’’, KALP ya da kâinatın hakikatinin gizlendiği yer, hazinenin saklandığı kovuktur. Aliyy, yüce olmak istiyorsan ‘’40 harami’’ den, ‘’40 HARAM’’dan uzak dur. ‘’40’’ sembollerle dolu bir rakamdır. ‘’MİM’’ harfinin ebced(matematik) değeri 40’dır. Muhammed kelimesinden 1. MİM’i kaldırırsan AHMED(İnsan-ı Kâmil), 2. MİM’i kaldırırsan AHAD kalır. MİM pek çok sırrının yanında VARLIK sembolüdür.

‘’SES VE IŞIK’’ BİLGİ VE ENERJİ TAŞIYAN DALGALARDIR.

SESİN İLETİLEBİLMESİ İÇİN KATI MADDE, HAVA VE SU GİBİ ORTAMLAR GEREKİR. BU NEDENLE UZAYDA YOL ALMAZ VE BÜYÜK YILDIZLARIN PATLAMALARININ SESLERİ DUYULMAZ.

SES  OLARAK GELEN BİLGİ, ELEKTRİK AKIMINA ÇEVRİLEREK TİTREŞİMLERDEN GÖRÜNTÜ ELDE EDİLİR. Örn: Sesin elektriğe ve onun da sesin taşıdığı bilgiye dönüşümü, bize  anne karnında büyüyen bebeğin resmini verir.

Yasin sûresinin 28. ve 29. Âyetinde; ‘’ Öncesinde doğru yoldan çıkmış bir kavmin üzerine ordular göndermedik. Onların cezası sadece bir SAHYA(SES-şiddetli ses dalgası) oldu’’ diye yazılıdır . Pek çok Kur’an âyetinde şiddetli SES dalgası ile yerle bir olan kavimlerden bahsedilir. Sesin eşleşmiş frekanslarda yer tabakasının katmanlarını bile tahrip gücü olurken, YER-ARZ diye nitelenen insan bedeninin de altüst olması mümkündür.

Keza ilk kez ‘’SÛR’’a üfürüldüğünde iman etmemişlerin, yani iman edenlerin içinde bulunduğu frekansa girmemişlerin rezonansa girmesi sonucu dağılmaları ve sonra yine aynı ‘’SES’’ ile yeniden birleşmelerinden bahsedilir KIYAMET tasvirinde. Öyle bir SES düşünün ki vücudumuzun iç organlarına ait hücreleri yok edebilecek bir SES dalgası özelliğinde.

ÇÜNKÜ SES; MADDENİN ATOMUNU PARÇALAYAN VE ONU ENERJİYE ÇEVİREN BİR KUVVETE SAHİPTİR.

BUNUN YANINDA BEYİN DE BİR BİLGİSAYAR GİBİDİR.

EĞER BİR KONUDA ‘’YARGI-HÜKÜM’’ VERDİYSENİZ O DOSYAYI KAPATIR VE KİLİTLER. ANCAK ‘’BEN ŞU AN BU DURUMU İDRAK EDEMİYORUM. İLERİDE İNŞALLAH ALLAH’IM BUNU BANA İDRAK ETTİRİR’’ DEYİP O DOSYAYI AÇIK BIRAKIRSANIZ, DÜŞÜNCELERİNİZ EVRENSEL BİLGİSAYARDA KARŞILIĞINI ARAYAN BİR ENERJİ HALİNE GELECEĞİNDEN, O DOSYAYLA İLGİLİ BİLGİLER ER VEYA GEÇ SİZE ULAŞACAKTIR.

BEYNİN YER ALDIĞI BAŞIN ÖRTÜLMESİ PEK ÇOK KUR’AN ÂYETİNDE ZİKREDİLMEKTE; Bazı âlimler, ‘’ziynet yerlerinizi örtün’’ ifadesinin aynı zamanda kıymetlerimiz olan zekâ, ilim, mutluluk, güzellik gibi değerlerimizin, iyi niyetli olmayan kişilere karşı zarar görmemesi için örtünmesi gerektiğini vurgulamaktadır.

Bunun yanında pek çok din ve  kadim öğretilerin uygulayıcılarının,  başlarına çeşitli örtü ve geometrik şekilleri olan takke türü başlıklar taktıklarını görürüz. Bazı inanışlara göre, BAŞIN bir tür ‘’ÇANAK ANTEN’’ olduğunu ve başlara takılan sarık,takke ve diğer farklı şekillerdeki başlıkların ‘’ELEKTROMANYETİK’’ alanları vücuda çekmek, beden dağına alınan enerjinin dışarıya özellikle anten sayılan saçlarla dağılmasını engellemek olduğu anlayışı mevcuttur.
Hatta saç ve vücud kıllarının insanların dünyanın çeşitli yöre ve hatta gezegenlerle de arasında bir iletişim aracı olduğunu, insanların kendilerinden önceki nesillerin kayıtlarını taşıdığı, güneş ısısını ve atmosferdeki foton dalgalarını çektiği  pek çok araştırmacı tarafından kabul görmektedir. Böylece de ‘’SAÇ’’ ve ‘’BAŞIN’’ alıcı ve verici özelliklerini dış etkilere ‘’KAPATMAK’’ gerektiği düşünülmektedir.

Tarihte, Osmanlıda Şehzade gömleklerinde ayet yani işaretlerin sembolleri olan harf, resimler ya da rakamlar, o ayetlerin korumasına mazhar olmak için baskı olarak kullanılmıştır.

 ‘’İyi anlayın ki, Resulullah(s.a.v.) içinizdedir’’ (Hucurat sûresi-7) Hz. Muhammed ölmemiştir. Peygamber dışımızdaki akıl, akıl içimizdeki Peygamberdir.

‘’Ve sen onların arasında, İÇİNDEYKEN; Allah onları azaplandıracak değildir.(Enfal sûresi-33)
‘’Sen rabbinin bu âlemlere selâmısın ya Muhammed’’ (Zuhruf sûresi-89)

Peygamberimiz Allah’ın bize SELÂM’ını yani haberini getirendir. Herkes Peygamberimizin, O da Allah’ın aynadaki tecellisi iken, Allah’ın isimlerini taşıyan herkes birbirine selâm etmez de, Allah’ın selâmını taşımaz da ne yapar?. 

 *Bitmiyorsa sıkıntıların, karşına çıkan ‘’aynı tür’’ dersler bitmiyorsa, sana anlatılmak isteneni anlamamışsın demektir. Tabii tutulduğun sınavlara doğru cevaplar verememişsin demektir. Öğretmeninle aranda bir iletişim sorunu var demektir.

*Her bir fiilimiz, parmağınıza saplanan kıymığın tüm vücudu etkilediği gibi, tüm evreni etkiler. Her bir insan evrensel vücudun bir hücresidir. Bu yüzden de kaçınılmaz bir iletişim hali vardır aramızda. Gün gelecek denizdeki midyeler dahi evreni etkileyen olumsuz fiillerinden dolayı insandan hesap soracaktır.

*Zaman geçmez, biz zamanın içinden geçeriz. Zaman olayları algıladığımız bir tür sıralamadır. Biz zamanda, Allah ‘’AN’’ da yaşar. AN gelmiş, geçmiş, gelecek tüm zaman dilimlerinin birleştiği, olacakların yazıldığı zaman ötesi dilimdir. Biz kulların katında canlı yayında olan evren, Allah katında çoktan olup bittiği için bir anlamda ‘’banttan yayındadır’’.

*Allah ismi dünyaya gelmez, Allah isminin dünyaya tecellisi ‘’HAK’’ ismiyle ortaya çıkar. HAK, Hz. Muhammed’in hakikatidir. Ben de var olan o HAK’tan, yani isimlerden bir veya birkaç tanesini açığa çıkardığımda bende HAK’dan başka hiç bir şey kalmadığından ‘’EN-EL HAKK’’ derim.

*Gökyüzünün mavi olması, güneş ışığının kırılmasının yanında, bir şekilde insanların beyinlerinden çıkan elektromanyetik radyasyon ve ışıma olayıdır.

*Sonlu ile sonsuz arasındaki savaşında düştüğü sıkıntılardan sıyrılıp, BERZAH’ını geçerek sonunda yok olup, sonsuzluğuna kavuşan Adem’den, Âdem’e yolculuğun hikayesidir her insanın hikayesi. İşte bunun için önce Adem olduğunu anlaman gerekir. Yani yokluğunu... Doğru enerjiyle var olabilmen için önce yok olman(fena), sonra Allah’la var olman(beka)gerekir.

*Tasavvuf ilminde ‘’NAZAR’’ denilen bir kavram vardır. Mürşid, Mürid’inin gözlerine bakmak suretiyle ona enerji aktarır. Enerji ilim transferi de olduğundan o kişide farklı idrak açılımları oluşur. Ancak bu enerji aktarımı öyle bir şeydir ki, yüklenen kişiyi sarsar. İlk etepta bir zorlanma ve titreme hali oluştuğu ifade edilir. İlham gibi üst bilinçten bilgi geldiğinde, sınırsız Kudret ilmiden gelen İLİM içeren o enerji, o kişiye ait voltajı yükseltir. Hatta yanma kavramı da buradan gelir.

*Evren gibi insan da ATOM ve ATOM ALTI PARÇAÇIK’lardan meydana gelmiştir. Ancak bizim atomlarımız bu dünyadan, yani bu güneş sisteminden oluşmadı. Kanımızda dahi bulunan ve hayati önem taşıyan ‘’DEMİR’’ yıldızlardan gelmiştir. Bizler yıldız tozu taşıyan ‘’YILDIZ’’ larız.

*İdrakimiz ne kadar artarsa artsın, Allah’ın sonsuz Kudret ve aklını tamamiyla idrak etmemizin mümkün olamayacağını anladığımız gün, Hakikat ilmine kapılarımızı açmış oluruz.

*Peygamberler arasında fark yoktur. Allah katında seçilmiş olmaları, günahsız kılınmaları gibi yönlerde aralarında fark yoktur. İDRAK ve YAŞANTI olarak fark vardır. Çünkü her biri Hz. Âdem’den bu yana başlayan islami anlayışın kemalatına ermesi için, yükselen islami idrak,  mertebe ve makamlarını da temsil ederler. Kur’an’da Âdem’den başlamak üzere her Peygambere Allah’a ulaşma yolunda, her kulun yaşayacağı idrak derecelerini anlatmaya aracı olmaları adına, misaller ve olaylara ilişkin anlatımlar verilmiştir.

*Allah her insanın kalbine ezelde kendi gaybi tecellisinden bir ismini, belirli bir İSTİDAT’la SINIRLI şekilde, her bir kuluna koyar. İşte O İSİM SİZSİNİZ. O isim elbise giyip de kendini görmek ve tanımak istedi ya, Allah da ona onu nasip etti.İşte o isim sizin beden toprağınızda gömülü, kalbinizde derinlerde ELMAS olabilmek için, keşfedilmek için ve sizi Allah’a ulaştırmak için beklemekte...

*İlahi âlemde birlik içinde olan isimler bir elbiseye kavuşunca(dünyaya inince), birbirleriyle olan zıtlıkları yüzlerine vurmaya başlar. Çünkü her ismin zıddı vardır. Kavga ve kaos bu yüzden çıkar.

*Nefis ve Akıl sonradan ‘’HALK’’ edilmiş, var edilmiştir. Nefsin aslı RUH’tur. Nefis RUH’a iade edilirse, nefisten RUH’a ‘’HİCRET’’ edilir. Hicret’in anlamı budur. HİCR-ET/göç et.

*Her varlık Allah’ın isimlerinin manalarını taşıyan vücutlardır. Bundan ötesi değil. İnsanlar arasındaki huy, beden, yetenek, zaaf v.s. gibi farklılıklarsa her insanda Allah’ın isimlerinin farklı ağırlıklarda olmasındandır. Kur’an’da ‘’NÛR’’ dan olduğu ifade edilen melekler de, ‘’NÂR’’ olduğu ifade edilenler de varlıklarını Esma’ül Hüsna’dan almaktadır.

*Allah ezeli ve ebedi öğretmenimiz olarak ‘’herkesten tecelli ederek’’ bizi ezeldeki ismimize ulaştırmaktadır. Bu süreç bu dünyada daha kolay ve acısız olduğu için Allah bizi bu dünyadayken temizlemek ister ve bizden hiç vazgeçmez. Bizi eğitmek ve terbiye etmek için onlarca, yüzlerce insan ve olay yaratır ve bize her an yardım eder. Oysa biz bu dünyaya bu amaçla geldiğimizin farkında bile değilizdir.

*Her olay, her insan bize ait bir parçadır. Çünkü gördüğümüz her varlık Allah’ın isimlerinin yansımasıdır. Tasavvufta bu hayatın bir ayna olduğu anlatılır. Aslında her bir insan bize kendimizi anlatır.Ve biz o isimleri, manaları reddettikçe farklı insanlar ve olaylar şekline bürünerek karşımıza çıkmaya devam ederler. Ta ki, bizdeki varlıklarını kabul ettirinceye kadar peşimizi bırakmazlar.

*İsmimizi ortaya çıkarmaktaki amacımız Allah ismine kavuşmamızdır. İsmimizi ortaya çıkardıktan sonra bizdeki tüm isimler o ismin hükmü altına girer.Kişi Allah’ın kendinde var ettiği baskın esmaların gereğini Allah yolunda ifa ettiğinde, Hakikatine kavuşacaktır.

*String teorisine göre, hiç bir ‘’MADDE’’ katı, sıvı ve gaz değildir. Maddenin köküne inildikçe onların ATOM ve ATOM ALTI PARÇACIKLAR olduğu anlaşılır. Bunlar enerji formu halindeki stringlerdir. Stringler 11. Boyutta hareket eden partiküllerdir. Eğer 11. Boyutu görebiliyor olsaydık maddeleri değil, stringlerin birbiriyle iletişimini görüyor olurduk.

*Evrendeki her şey stringlerden oluşmuştur ve enerjidir. Enteresan bir şekilde bir’’İP’’le ana kaynağa bağlanmışlardır. Aynı Kur’an’da geçen ‘’Allah’ın ipine sarılın’’daki gibi.

*Bir hırsızlığa mı uğradınız? Hırsıza değil kendinize konsantre olun. O hırsızlık Allah’tandır ve yaptığınız bir şeyin karşılığı olarak evrensel mekanizmanın size yaptığınız bir hatayı döndürmesinden başka bir şey değildir(ya da size bir sınıf atlama imtihanıdır Allah’tan). Kime ne yaptım diye düşünün. Hırsızı, vasıtayı çıkarın aradan. O hırsızı neden çağırdığınızı düşünün.

*Bunu yaşamanızın altında yatan sebep ne? Belki anne, babanızın, dedenizin başka birinin evladına yaptığı bir şey. 7 nesil öncesinden itibaren tüm ailemizi temizlemek ve bu tür enerjileri üzerimizden kaldırmak için ‘’TÖVBE/İSTİĞFAR’’ etmemiz ve bunu idrakimizlede faaliyete koymamız gerekir. Hatta ‘’günah işlediyseniz hemen bir sevap işleyin, sevap enerji bedenimizi parlatır’’ denilir.

*Ve şunu da unutmayalım ki; ‘’gübre’’ tohumun ağaca dönüşmesinde gereklidir. Aynı bizlerin güzellikler yanında ‘’hatalarla’’da da beslenmemiz ve ‘’büyürken’’ doğruyu bu şekilde bulmamızın gerekli olduğu gibi...

*’’Sana KEVSER’i verdik’’ Kevser; Soy, sop, Cennette bir ırmak, havuz, hayır ve bereket anlamındadır. Bir insanı zengin ve ebedi kılan kan bağı, soyu değil, ilim bağı, can bağıdır. Bu yüzden, hayır yapan insanların ‘’amel defteri’’nin kapanmayacağı, açık kalacağı söylenir. Çünkü o kişi vasıtasıyla ilim ve hayra kavuşan herkesin ona kattığı sevap devam edecektir. Allah yolunda yetiştirdiğiniz herkes sizin soyunuz olur.

*Bilim adamları; evrenin ‘’TAMAMLANMAMIŞ’’ olduğunu ve bizlerin evreni ‘’GÖZLEMLEMEMİZ’’ve etrafımızla sürekli iletişimde olmamızdan dolayı gördüğümüz gerçekliği oluşturmakta ve bu sebeple de bu oluşumda katılımcı olduğumuzu söylemektedir.

*Her birimiz yalnız bize münhasır, yalnız bize verilmiş hazineyi bulmak için görevlendirilmiş varlıklarız. Dünyaya inşa ettiklerimizi yıkmadan temelinde gömülü hazineye ulaşamayız. Eğer ki inşa ettiklerin sarsılıyorsa, eğer ki hayatınızdan vazgeçilmez sandıklarınız göç ediyorsa, kayıplarınız artıyorsa; bilin ki, HİCRET’tesiniz ve giden her şey sizin Allah’a, tek hakikate kanatlanıp uçmanıza yük olan ağırlıklardır.

*Yedi uyurlar(Ashab-ı Kehf); aklını ve nefsini, tüm algılarını ‘’uyutmuş’’ insanlar manasındaki semboldür. Mağara beden, kapısındaki Kıtmir ise; terbiye olmuş ve Allah dostlarının kapısına kul olmuş nefsi temsil eder. Allah dostlarının kapısında köpek dahi olsan cennet yolcusu olursun manası da taşır.

*AS-HAB; Uykudaki değirmenler,rüyadaki değirmenler anlamındadır. Ashab-ı Kehf; Mağarada uyuyan, beden toprağımıza gömülü ve aktive olmadıkça ‘’uyuyan’’ çakralarımız, değirmenler. Yedi uyurlar; yedi ana çakramızın(felek, değirmen) uyku hali.

*Dünya adeta büyük bir elektrik devresi gibi faaliyet gösterirken, ‘’hava’’ ile ‘’yeryüzü’’ arasındaki akım, temelde havanın ‘’artı yüklü’’ yeryüzünün de ‘’eksi yüklü’’ olmasından ileri gelir. İnsan da ‘’tuzlu sudan’’ oluşan bir bedene sahiptir ve çok kuvvetli bir elektrik iletkenidir. Bu yüzden saçlar ve vücut tüyleri adeta bir akım istasyonu gibi her an bir alıcı ve verici konumundadır.

*Bütün maddeler gibi bedenimizde negatif ve pozitif yük taşırlar. Çünkü bu şekilde yaratılmışlardır. Bu nedenle de ‘’SAĞ ELİMİZİ’’ vücudumuza giren, ‘’SOL ELİMİZİ’’ ise vücudumuzdan çıkan şeylerde kullanmamız tavsiye edilir.

*Yaşam denilen, hayatı adeta tek bir frekans şemsiyesi altında BİR’leştiren ve onunla ilişkilendirmek suretiyle hüküm süren bir frekans düzeni var dünyada...

*Yapılan çalışmalar, enteresan bir şekilde dünyanın frekansının, insanın beyin dalgaları ile aynı frekansta(7.83 hertz) olduğunu ispatladı. Beynin yaratıcılık, stres, performans ve bağışıklık sistemi gibi özelliklerini açığa çıkaran ‘’ALFA’’ dalgasının, dünyanın frekansına ayarlı olduğu buluşu çığır açtı. ‘’ALFA’’ durumu, uyku ile uyanıklık arasında bir hal olarak tasvir edilir. ‘’MİRAÇ’’ da uyku ile uyanıklık arasında gerçekleşmiştir. O halde MİRAC’ımızın yani ‘’BİLİNÇ YÜKSELİŞİMİZİN’’ gerçekleşmesi için ‘’ALFA’’ dalgasında mı kalmamız gerekir?         ‘’ALFA’’ nedir? ‘’ELİF’’

*Bakara sûresi ‘’ELİF,LAM,MİM’’ ile başlar. Miraç’ta verilen ‘’Amener Resulü’’ ile biter. ‘’Resul iman etti’’. HER ŞEYİN SENİN İÇİNDE, BEYNİNDE OLUP BİTTİĞİNİ ANLADIĞIN VE BİLİNÇ SIÇRAMASI YAŞADIĞIN VE BİLİNCİNDE ALLAH’A KAVUŞTUĞUN AN.

*Yeni bir iddia ile dünyadaki ‘’ALFA’’ dalgalarının yükselerek daha yüksek bir dalga boyu olan ‘’BETA’’ dalgasına gireceği, bunun da ‘’UYANIŞ’’ demek olduğu inancı..

*Dünya ve insanın ortak frekansının dışında, dünya kaynaklı olmayan ve  hiç ara vermeyen, gökyüzünün her noktasında aynı frekansla gelen bir ‘’SES’’ tespit edilmiştir. SES, VAHİY, İLHAM.

*’’KUR’AN OKUYANA ŞİFADIR’’. Peygamber sünnetine uyulması ve Kur’an okunmasıyla ilgili telkinlerin arkasındaki batınî gerçekler, bugün bilimsel olarak açıklanmaktadır. Vücudumuzda troid bezinin altında, nefes borusunun üzerinde ‘’TİMUS’’ denilen bir iç salgı bezimiz vardır. Tıb doktorlarına göre bu bez ne kadar ‘’TİTREŞİRSE’’ o oranda genç ve sağlıklı kalmak ve bağışıklık sisitemini güçlendirmek mümkün. Bu bez nasıl mı titreşiyor; Allah ve La ilahe illallah deyin. Titreşimi hemen farkedeceksiniz. Bunun dışında: Tebessüm etmek, gülmek, iki parmakla TİMUS’un üzerine gelen noktaya vurmak ve en önemlisi ‘’Dilin üst dişlerin arkasında, damağa ve ağzın tavanına değdirilmesi ile’’... İşte Kur’an’daki ‘’ARAP HARFLERİ’’ bunu gerçekleştiriyor. Her Kur’an okuyuşumuzda manasını anlamasak da Timus bezimiz titreşiyor. Bir de manasını anlayarak okunduğunu düşünün. Zikir de aynı etkiyi yapıyor. Neticede bunu uygulayanlar daha genç, daha sağlıklı ve daha mutlu bir hayat yaşıyor. Hatta Nobel ödüllü Kanser araştırmacısı, TİMUS bezini aktive ederek kanserden korunulabileceğini savunuyor.

*Namaz Kur’an’da ‘’SALAT’’ olarak zikrediliyor. Salat; yönelmek, meyletmenin yanında ‘’CANLIYI DİK TUTAN OMURGA’’  ve uyluk kemikleri gibi anlamlar da taşıyor. Topuktan başlayıp uyluk kemiğine, oradan kuyruksokumu ve omurga üzerinden geçen bu elektriksel devrenin beyinde ve ‘’üçüncü göz bölgesi’’, iki kaş arasında secdeyle tamamlanması çok etkileyici. ÜÇÜNCÜ GÖZ DEDİĞİMİZ EPİFİZ BEZİ, tam burun kökünün arkasında yer alan, bezelye tanesi büyüklüğünde bir ‘’MERKEZ’’. Pek çok düşünüre göre ‘’RUH’UN OTURDUĞU MAKAM’’ olarak kabul ediliyor.

*EPİFİZ(pineal) BEZİ; Akıl ve Ruh’un birleşme yeri olması nedeniyle yüksek bilinç kapısı olarak kabul ediliyor. Bebek anne karnındayken, henüz 49. Gününde, 7. Haftada beyin kökünde ilk gelişen doku ‘’EPİFİZ BEZİ’’dir. Burundan üflenen Rahmani Nefes’in, Epifiz bezini aktive etiğine inanılır. Epifiz bezi; 3 hormon salgılar. 1.MELATONİN; Uyku getiren bir hormondur. Ancak, burada ya bedensel haz olan ‘’UYKU’’, ya da ‘’İBADET’’ seçilerek bir nevi karar verilir. Melatonin hormonu gece karanlıkta aktive olur ve 23.00-05.00 arası zirve yapar. Bu hormon stresi azaltır ve uyku düzenimizi pozitif anlamda düzenler.Melatonin hurmada bolca bulunduğu için Hz. Peygamber bu meyvenin yenilmesini önermiştir. 2.SERETOLİN; Mutluluk hormonu olarak  da bilinir. İnsana zindelik ve canlılık verir. 3.DMT(Dimetil-Triptamil); Bu salgı uyku sırasında salgılanan bir çeşit halüsinojendir. Salgılanması ‘’RÜYA’’ların görüldüğü evreye denk gelir ve etkilerinin arasında zaman algısında değişim oluşur.  EPİFİZ bezi DMT salgısını uyku dışında ölüm ve doğum sırasında da salgılar. Enteresan olan bütün canlıların DMT üretmesidir. Çeşitli bitki ve tohumlarda da bulunan DMT molekülü, vücuda yemek ya da içmek suretiyle alındığında, EPİFİZ salgısındaki DMT ile benzer etkiler oluşur. Örn.Nazar için yakılan ‘’ÜZERLİK’’ otunun yakılmasıyla ortaya çıkan ‘’KOKU’’ bedende DMT etkisine benzer bir tesir meydana getirir. DMT, LSD’nin bir türüdür. Enretesan olan bu etkilerin  en çok ‘’İBADET’’ ve meditasyon yoluyla da sağlanabilmesidir. Namaz esnasında ‘’TEK BİR NOKTAYA ODAKLANMAK’’  DMT molkülünün etkisini arttırır.

*EPİFİZ bezimizin düzenli çalışması, bunama, stres, kanser ve yaşlanmaya karşı koruyucu bir kalkan oluşturur. Doğrusunu Allah bilir. Namaz, oruç, zikir, meditasyon(içe yönelme), ilahi söylemek PİNEAL(epifiz) bezini aktive eder ve DMT seviyesinde patlama yaratır.

*Namaz  vakitleri de, güneş ışınlarının yeryüzüne düşme açıları ile ilgili olarak özel olarak düşünülmüştür.(güneşin doğuşu, yükselişi, batışı). Bu aralıklarda abdestle temizlenmiş çakralarla, beden, kalp ve beyin antenlerimizle, o en yüksek manyetik alan merkezi olan KABE’ye dönmek suretiyle nasiplenmekteyiz. Kabe yeryüzünün en güçlü ruhsal enerji merkezidir. Aynı insan bedeninin enerji santralleri olan ‘’ÇAKRA’’lar(felekler, değirmenler) olduğu gibi, yeryüzünün de enerji yoğunluklu alanları vardır. Bunlara ‘’ley hatları’’ da denilir.

*Kabe; dünyanın ‘’altın oran’’ merkezindeki kutsal yapıdır. Kabe dünyanın merkezindedir ve sonsuz radyasyon yaymaktadır. Nasıl ki Kuzey ve Güney kutbu’nun tam ortasında ‘’manyetik denge alanı’’ vardır. Mıknatıs gibi; Kuzey taraf itip, Güney taraf çekiyorsa ve tam ortası ne çekip, ne iterek hareket etmiyorsa, Kabe’nin durumu da böyledir.KABE ‘’EMİN BELDE’’ ‘’DENGE’’ tabirine uygundur. ‘’Sıfır manyetizma’’ olduğu için burada Ruhaniyeti yükseltmek, beden inmekten daha kolaydır. Dünyanın, yerçekiminden en az etki alan bu bölgesinde yapılan ‘’UMRE’’ ziyaretlerinde UMRE kelimesinin ÖMÜR kelimesiyle aynı kökten çıkması,  insanların daha sağlıklı ve uzun ömürlü olduklarına dair bir işarettir.

*İslamda pek çok kişi tarafından uğursuz olarak kabul edilen ‘’13’’ rakkamı, aslında çok mübarek ve kutsi bir sayıdır. Arapçada ‘’ELİF’’ harfi 7+5 mertebe (7 nefis mertebesi ve 5 hazeratı hamse. Efal, esma, sıfat, zât, İnsan-ı Kâmil) ve batındaki 13. Noktayı temsil eder.                                Ayrıca;12 Burç+Güneş,  12 İmam+Hz. Muhammed, 12 Havari+Hz. İsa, Hz. Peygamberin doğumu(Miladi 571 yılı.5+7+1=13) Rebiülevvelin 12. Gecesini 13. Güne bağladığı gece sayılabilir. Kısaca ‘’13’’ rakkamı ‘’MUHAMMEDİ HAKİKAT’’i ve bizdeki uyanışı anlatır.

*Kur’an’da ve kadim öğretilerde 33 rakkamı da sembolik bir sayıdır. Namazlardan sonra 33’er tane çektiğimiz  Sübhanallah, Elhamdülüllah, Allahüekber gibi zikirler ve kıyamette kalktığımızda, cennette 33 yaşında olacağımız, Hz. İsa’nın 33 yaşındaki görüntüsüyle geri geleceği  inancı hep merak konusu olmuştur. Omuriliğimiz  33  boğumdur. (Acaba, kuyruk sokumundan başlayarak ve omurgamızın 33 boğumunu aşarak madde/fizik bedenden, nur/ışık bedene geçiş cennet olabilir mi)

*İbadet adı altında verilen her şey ‘’tuzlu sudan’’ ibaret olan insanın tamamen ‘’İLETKEN’’ hale gelebilmesi ve doğuştan gelen enerjisini şarj etmek suretiyle ışınsal kemâlatına erebilmesi içindir. İşte bir temizlenme aracı olan ZEKÂT ile, duyusal, beyinsel ve ruhsal şarj olan namaz, zikir, sadaka vermek, iyiliklere vesile olmak tavsiye ve öğretileriyle temelde bizim ‘’frekans ayarlarımız’’ yapılmaktadır.

*Bu inançla ‘’Kûr’an’ın kalbi’’ kabul edilen Yâsin sûresini okumanın KALP HASTALIKLARI olanlara tavsiye edildiği söylenmektedir. Hz. Peygamber’in ‘’GÜMÜŞ YÜZÜK’’ takmamız konusundaki tavsiyesi, dünyaca ünlü bir yazarın ‘’beyin okunmasını’’ önlemek için ‘’gümüş yüzük’’ takılması tavsiyesiyle benzerlik göstermektedir. Yüzük ve yüzük parmağı ile KALP bölgesi arasında bir bağlantı olduğuna ilişkin inaçların yanında, duyguların avuç içinden nakledildiği de söylenmektedir.

*Ayrıca; ister alagram dolgu, ister dövme olsun, içerdikleri materyaller(cıva v.b.) insanın elektromanyetik alanını ve frekansını bozduğu, bu yüzden panik atak gibi birtakım hastalıkların bu tür işlemlerden sonra oluştuğu kabul edilmiş bir durumdur.

*Bebek doğduğunda sağ kulağına ‘’EZAN’’, sol kulağına ‘’KAMET’’ okunur. İsim böyle verilir.Hatta vefat eden insanların namaza çağrısında ezan okunmaz. Çünkü hayat, o bebekken kulağına okunan ezanla, vefatında kılınan o ezanın namazıyla arasındaki mesafedir. Bir şey isterken sağ kulağa söylenmesi tavsiye edilir. Çünkü sol beyin(sağ kulak) duyduklarını sağ beyne(sol kulak) göre daha fazla işleme koyar. Şifacı olarak tabir edilen kişilerin beynin ‘’mantık bölümü’’ olarak nitelendirilen ‘’sol yarısını’’ hiç kullanmadıkları, ‘’sağ yarısı’’ olan ve kalbe bağlı olduğu ifade edilen sezgi güçlerini kullandıkları söylenir.

*Olumlu düşüncenin insanın kendisi ve çevresinde iyileştirici bir güce sahip olduğu Amerika’da yaşanan ‘’11 Eylül’’ saldırısından sonra insanların merhamet ve üzüntülerinin ‘’DÜNYANIN MANYETİK ALANI’’ nı değiştirmesi tesbitiyle kanıtlanmıştır. 100 maymun olayı da buna bir örnektir.

*Dünyanın manyetik alanı neden önemlidir denilirse; Bu alan iklimlerden, hayvanların göç etmesinden, dünyanın  su seviyesinden, arı, balina ve kuşların yollarını bulmasına ve ruh hallerimize kadar her şeyi düzenleyen alandır.

*Ancak pozitif düşüncenin bizim elimizde olmadığı ‘’bilincimizin hareketlerimizde sadece % 5 oranında etkili olduğu’’ unutulmamalıdır. % 95 oranında bir proğram dışında çalışan bir bilince istediğini yaptırmayı başarmak son derece zordur. Ancak İslamiyette niyet çok önemlidir.

*İSMİN EZELİNDİR, ONUNLA NE YAPTIĞINSA KADERİNDİR...

*Bu dünyaya gelen her insan bir ‘’TOHUM’’dur. Ve her bir tohum da, topraktan gelen insan da, bu dünyaya kendindeki özel meyvesini vermek üzere proğramlanmıştır. İnsan da, balık da, kuş da dahidir. Hepsi vazgeçilmez, hepsi eşittir. Ne biri üstündür, ne diğeri. Her varlık tohumu toprağa karışıp da yeşermeye başladığı AN’dan itibaren sadece OL’mak için geldiği ‘’hakikatine’’ doğru yükselmeye başlar.

*En yüksek makamda olan Allah dostlarına ‘’KUTUP’’, ‘’GAVS’’ denir. GAVS; inci avı için dalgıçlık yapmak anlamındadır. Kutup makamında kişilerin sağ ve sol iki yardımcılarının olması, dünyanın da, insanın da sağ(+), sol (-)  iki kutbunun olması çok enteresandır. Hakikat ilminde hiç bir şey boş ve gereksiz değildir. Her şey geometrik düzende, matematiksel bir ölçümdedir.

*Phi Sayısı(Fi) ve Altın oran(1.618) ‘’YARADANA AİT BİR MÜHÜR’’dür. Kainatta her şeyde bu mühür vardır. Çiçekten, örümcek ağına, arıların kovan ve peteklerine, ay çekirdeklerinin çiçek yapısına, kara deliklerden, hortuma kadar Allah bu ‘’kutsal geometri’’yi her yere uygulamıştır. Geometrinin KUTSAL imgesi; METATRON, YAŞAM ÇİÇEĞİ olarak da adlandırılır. Varlık âlemine çıkan her şey YAŞAM ÇİÇEĞİ’nden gelir. Bedenimiz etrafındaki elektromanyetik enerji alanı. ‘’TORUS ENERJİSİ’’

*İslamda neden gece ibadetleri, dua ve zikirleri tavsiye edilir?. Hatta; Allah gecenin son üçte birinde dünya semasına inerek, ‘’varmı benden bir şey isteyen kulum’’ diye seslendiği ifade edilir. Gün boyunca her an deliler gibi düşünen, konuşan insan beyni gece olunca sakinleşir, herkes uykudayken sinyaller çok azalır. İşte o arada bizler uyanıksak, tıpkı gündüz çekmeyen radyo sinyallerinin gece gayet net çekmesi gibi olur durumumuz. Gece ne güneş ışınları, ne radyasyon, ne elektromanyetik enerji, ne de insan beyinlerinin durmadan yayılan sinyalleri vardır. Uydu tamamen bizimle olduğu için, yayına CANLI bağlanabilmenin tam sırasıdır. Sinyal karmaşasından bize kolay kolay dönmeyen evren, bize rahatça dönebilir ve Canlı yayında isteklerimiz daha kolay duyurulup, cevap alınabilir.

*İslamda ‘’CEMAAT’’le ibadet ve namaz önerilir. Dünyanın çeşitli bölgelerinde toplu meditasyon seansları yapıldığında, o bölgedeki agresyonun, çatışma enerjisinin düştüğü ve huzur enerjisinin yayıldığı ve insanların daha pozitif ve barışcıl yaklaşımlara girdiği tesbit edilmiştir. Kabe’de dönen milyonlarca insan ‘’NURANİ’’ enerji yayar. Cemaat halinde kılınan namazlarda, sağ ve sol yanların birbirine temasıyla müthiş bir manyetik alan oluşur. Bu nedenle SAF’ların sıklaştırılması önerilir.

*Bizler belirli bir frekansla dünyaya gönderilmiş ve belirli kapasiteler verilmiş enerji türleriyiz. Her birimiz Allah’ın tüm isimleri içinde yüzen, yani bu evrensel enerji denizinde yüzen enerji parçacıklarıyız. Her birimiz bu enerji kapasitesini genişletmek suretiyle büyük enerjiye yaklaşmamız demek, kademe kademe bizden daha üst bilinçler ve enerjilere muhatap olmamız demektir. ENERJİ BİR TÜR BİLGİDİR. Her bilgi belli bir dalga boyundadır ve herkes kendi dalga boyundaki enerjilere muhatap olabilir.

*2012 yılında Almanya’da Bilim adamları tüm evrenin, dünyanın etrafındaki bir holografik projeksiyon, yansıma olabileceğini açıkladılar. Hologram, bir nesneyi ortada olmadığı halde, oradaymış gibi gösteren bir illüzyon yaratmasıdır. Peki gerçekte madde yoksa, gördüğümüz nedir? Beynimizde tüm evrendeki varlıkların bilgisi mevcut olduğundandır ki, DATA’sını frekans olarak okuduğumuz ‘’EŞYA’’, dışarıda görüntüsü olmamasına rağmen beynimizin içinde suretlenir(sure) ve görüntüye dönüşür. İşte evrendeki her şeyin beyin bilgisayarında olması onu OKU’mamızı sağlar ve bu da  ‘’NE VARSA ÂLEMDE, HEPSİ ÂDEM’DE’’ söyleminin hakikati olur.

Allah idrakini nasip etsin. AMİN.


DENİZ ERTEN’in İŞARET adlı kitabının kısa özetidir.

3 Haziran 2015 Çarşamba


HAYAL VE RÜYA:

Hz. Peygamber’in; ‘’Bütün insanlar(bu âlemde) uykudadırlar; ancak öldüklerinde bu uykudan uyanırlar’’ meâlindeki hadisinde belirttiği gibi, bizi çevreleyen ve bizim de kendisine ‘’GERÇEK’’ özüyle bakmaya alışık olduğumuz hissi âlemden ibâret bu; ‘’GERÇEK’’ denen nesne aslında ‘’HAYAL’’den başka bir şey değildir.

Bizler hislerimizin aracılığıyla çok sayıda eşyayı idrak etmekte, bunu biribirlerinden tefrik etmekte (ayırmakta), aklımızla bunlara bir çeki düzen vermekte ve böylece sonuçta, etrafımızda mûhkem (kesin) bir şey te’sis etmiş olmaktayız. Bu kurduğumuz nesneye de ‘’GERÇEK’’ demekte ve bunun da gerçek ve doğru olduğundan kuşku duymamaktayız. Bu aynı uyumakta olup da eşyayı rüyasında gören bir kimse için gördüğü eşya nasılsa, gerçekliği açısından VARLIK da bize o nisbettedir.

Oysaki; Âlem bir vehimden ibarettir, onun gerçek bir varlığı yoktur. Bu ise ‘’HAYAL’’ diye kastedilen şeydir. Bil ki sen kendin de bir hayalsin, idrâk ettiğini sandığın her nesne de bir ‘’HAYAL’’dir.

ASLINDA, BÜTÜN VARLIK ÂLEMİ DE HAYAL İÇİNDE HAYAL’DİR.

Varlık iki kısma ayrılır: GERÇEK ve HAYAL.  
                                                                                                
Gerçek varlık Allah, hayalî varlık ise Allah’ın dışındaki her şeydir.  HAKK VE HALK.

O halde mutlak gerçek Hakk iken, hayal olan Halk’tır.

Varlık ve oluş (vücûd ve kevn) âlemi bir hayal olmasına rağmen gerçekte bu, Hakk’ın bizzat kendisidir.

Çünkü yegâne gerçek, tecellîlerin mihrak noktalarından başka bir şey olmayan, hissi âlemlerde kendini zâhir kılan ‘’Hakk’’ tır. Bu nükte de ancak Allah’ta fâni olmak sûretiyle bu âlemde öldükten sonra (aslında unutkanlık uykusundan başka birşey olmayan) bu hayattan uyanıldığında anlaşılır.

Bedene doğan uykudadır, ancak geri kendi gerçekliğine döndüğü vakit uyanır. Kendi gerçekliği nerededir? Tabi ki, Hakk gönlünde herkesin bir gerçeklik sûreti mevcuttur. İşte bu sûretin yansıması, âlemlerde varlık olarak görünür. Ancak bu gerçekliliği olmayan bir varlık görüntüsüdür.

Hakîki şekil, hakîki varlık ilâhi ‘’AYNA’’daki sûrettir. O ilâhi sûretin yarattığı ilâhi düşünce, maddi planda şekil alır ve yansır. Çünkü Hakk dışında görünen, sınırları çizilmiş olan her şey arızidir, boştur, gölgedir, yapaydır, oyundur, ‘’HAYAL’’ dir.

Hayalin özelliği, her durumda değişmek ve bütün sûretlerde gözükmektir.

Hakk’ın zâtının dışında her şey, değişken bir hayal ve yok olucu bir gölgedir.

Hakk’ın, yani Allah’ın zâtının dışında hiçbir varlık, tek bir hal üzere kalmaz. Her şey, sürekli bir sûretten başka bir sûrete geçer. İşte hayal de bu demektir.

İnsanların bir kısmı bu hayaldeki şeyi ‘’duyu gözüyle’’ görürken, diğer bir kısmı ‘’hayal gözüyle’’ görür. Her iki algı da görme duyusuna bağlıdır. Çünkü göz hem hayal, hem de duyu gözüyle görür. Uyanıkken duyu gözüyle görürken, uykuda hayal gözüyle görür.

Hayal dediğimiz bu âlemin varlığı, varlık mertebelerinden ’Misâl âlemi’’ nin aksi ve gölgesidir.

Misâl âlemi;  hakîki bir mertebedir ve mânevî mânâdan, maddi sûrete geçiş mertebesidir.

Hayal (misâl) âlemi, aynı zamanda gayb ve şehâdet (his) âlemi arasında ‘’berzah’’ tır.

Hz. Peygamber (sav.), bize ‘’Allah’ı görürcesine ibâdet etmeyi’’ emredip Allah’ı bizim için hayale sokmuştur. Allah ‘’hayal’’ mertebesini ‘’şehâdet’’ âleminden daha geniş yaratmış, orada ‘’hayal’’ diye adlandırılan bir güç meydana getirmiştir.

Burada ilâhi sûretler çokluk olarak ilk defa ortaya çıkmışlardır. Görünen âlemde beliren tüm varlıklar, bu mertebedeki ilâhi sûretlerin akis ve gölgeleridir. Görünen âlemde vücûd yoktur, vücûd olarak görünen her şey, ilâhi sûretlerin gölgesidir.

Görünen âlemde zâhir olacak her ferdin, tek tek sûretine benzer sûretler, bu âlemde oluşur. Burada bölünme ayrılma yoktur. Burası rûhlar âlemine göre daha kaba titreşimlere sahip, ancak görünen maddi âleme göre daha lâtif bir âlemdir.

Hayali bilmek ‘’nübüvvet’’ te birinci makamdır. Dolayısı ile Allah’ı bilen kimse üst seviyede hayal kurar. Çünkü imkânda sonsuzluk vardır.

Hayal âlemi, mutlak Misâl âleminin şekillerinin aklımızda yansıttığı bir ‘’ayna’’ dır.

Muhayyile (Hayal gücü), uykuda duyuların ve nefsânî melekelerin tesirinden kurtulunca ‘’ayna’’ ya yansır gibi Misâl âleminin sûretleri (hakîkî sûretler) üzerine yansır. Böylece ‘’sâdık rüya’’ meydana gelir.

‘’Sâdık rüyalar Nübüvvet’in kırk altı cüzünden bir cüz’dür’’. Bu da Hz. Peygamder’in(sav.) rüyasıdır. Çünkü Peygamber’lik ’’yirmi üç’’ senedir. Bunun ilk ‘’altı ay’’ ı sâlih rüya şeklindedir. (23 yıl X 12 ay = 276 ay)(276 ay, 6 ay’a bölününce 46 kalır) 

Hz. Peygamber her sabah, ‘’Aranızda rüya gören var mı?’’ diye sorar ve rüyayı ‘’tâbir’’ ederdi.

İbnü’l Arabî Hz.leri de, bir kimsenin bu âlemde bütün gördüklerinin rüya gören bir kimsenin rüyası mesabesinde olduğuna ve te’vil (yorum) edilmesi lâzım geldiğine işâret etmektedir. Rüyada görülen bizzat gerçek değil, fakat onun var olduğu sanılan bir şeklidir. Bütün yapacağımız iş de bunu, orijinal ve hakîkî durumuna rücû ettirmektir. Te’vil de işte budur.

Rüya üç türlüdür: Birincisi, müjdeli rüyalar(mübeşşerat) ki bu Müminlerin gördüğü sâlih rüyadır. İkincisi, kişinin uyanıkken hayalinde yerleştirdiği ve idrâk ettiği gerçekler ki, uyuduğunda rüya olarak görülür. Üçüncüsü ise şeytanî rüyalardır. Çünkü uyku hâlindeyken insanın kalbine gelen havâtır; bazen melekten, bazen nefsten, bazen şeytandan, bazen de Allah’tandır.

Mânâyı sûretinden bozan rüyaya ‘’hulm’’ denir. Ancak Hz. Peygamber(sav.) bu tarz rüyaların birçoğunu te’vil ederek aslına döndürmüştür. Herhangi bir sadık rüyada görülen sûrette yanılma söz konusu ise, bu tâbirciyle âlakalıdır.

‘’En doğru rüya göreniniz, en doğru söz söyleyenenizdir’’ hadisi çok çarpıcıdır.

Rüya, kerâmet çeşitlerinden biridir. Rüyanın hakîkatî, kalbe gelen havâtır/düşünce ve zihinde canlandırılan hâllerdir. Uyku insanın bütün şuurunu kaplamadığında, insan kendini yakaza hâlinde hissederse (gördüğünün rüya değil de gerçek olduğunu sanırsa), işte gerçek rüya budur.

Allah uykuyu köprü yapmış ve onun üzerinde yürümeye de ‘’tâbir’’ demiştir. İnsan mârifet derecesine yükseldiğinde gerçekte dünyada uyuyor olduğunun farkına varır. Görür ki, içinde bulunduğu durum bir rüya imiş. Bunu da keşf yoluyla öğrenir.

Tanrı’nın, her gece rûhu vücuttan ayırıp ona seyran imkânı vermesi, zihin levhasından bilhassa kötü hatıraları silmek içindir. Bu zamanda, bedenden ayrılıp, rûhlar âlemine seyrana giden rûh, insandaki ilâhî rûhtur. Yine insandaki hayvanî rûh ise vücutta kalır ve hatta ilâhî rûhla, aynı bedende yan yana bulunmaktan alışılmış bir insiyakla bazen giden rûhun rüyasını görür, onun hâllerini hatırlar.

Kişi uyuduğu zaman cesetler âlemine göz yummuş ve cesedin ihtiraslarından, nefsin dalâletlerinden uzak kalmış olur. Bu uyku, kişiyi yanlış ve aşırı isteklerden ve Allah’tan gayrı şeylerden uyandırmaya alıştırmak içindir.

İnsan uykudan, kulağına bir ses değerek uyanır. Bu ilâhi bir nefestir. Sabahları dünyamızı aydınlatan Allah, ‘’israfil’’ in elindeki sûr ile bütün ölülere rûh üfleyen nefesi gibi, gözleri dünyaya açar.

Uyumadan önce son nefeslerin mânâyı anlamak için güçlü bir saltanatı vardır. İşte bu esnada kişi gönlünü hiçbir şey ile meşgul etmeyip; bütün hatıralarından, ilgilerinden, kendinden ve sevdiklerinden kurtulmuş ise kalbî bilgisi artar ve bu bilgi nefsinde doğru olarak şekillenir.

Rüyaların hükmünün gecikmesi nefsin yüceliği ile ilgilidir. Çünkü mânevî insanlar ulvî âlemlerde olacak şeyleri o bilgi ile idrak ederler. Öğrenme zamanı ile olacak şeyin gerçekleşmesi esnasında bir zaman gerekir. Allah’ın emirleri bir süre Semâ’da bekler ve Semâ’nın hükmüne boyanır. Bütün feleklere (Kalem-i âlâ, Levh, Arş, Kürsi) ulaşıp, yeryüzüne iner. (İbnü’l Arabî Hz. Hz. İshak ve bazı risâleler)

Abdülkadir Geylânî Hz. ise rüyalarla ilgili şöyle der; Hz. Peygamber; ‘’kim, rüyasında beni görmüş ise, o beni uyanıkken görmüş gibidir. Çünkü şeytan benim ve bana tâbi olanların kılığına giremez’’. Hatta diğer peygamber’lerin, velilerin, Kâbe, Güneş, Ay, Beyaz bulut, Mushaf v.b.de kılığına giremez. Şeytan, kahr mazharıdır ve ancak mudil (yoldan saptıran) ismi sûretinde zâhir olabilir. Hâdî isminin mazharında olan bir kişinin sûretinde görülemez.

Rüyada kuşların ve eti yenen hayvanların görülmesi ‘’Mutmain’’ nefse işaret eder. Eti yenmeyen ve yırtıcı hayvanlar ise; Emmâre, Levvâme ve Mülhime nefsin kötü huylarının işaretidir. Örn: Kaplan (kendini beğenme), Aslan (kibir, üstünlük), Ayı (gazap), Kurt (haram yeme), Domuz (kin, haset) Tavşan (hile ve hıyanet), Kedi (cimrilik, ikiyüzlülük), Yılan (gıybet, dil ile zarar verme, bazı insanlarla düşmanlık), Akrep (iğneleyici söz) sayılabilir.  Nefsin bu kötü huylarından da ibâdet ve zikri çoğaltmaya çalışarak kurtulunabilir. (Sırru’l Esrâr Syf. 91-95)

İbnü’l Arabî Hz. leri tüm eserlerinde, bu dünyanın rüya halinin, rüya içinde bir rüyadan başka bir şey olmadığını açıkça belirtmektedir. İnsanlar bu dünyadan başka bir dünyaya göçtüklerinde, başka bir rüya haline geçmektedir. Bu sefer, insanların içinde olduğu rüya neyse gerçekte o şekilde görülmektedir. Yani insanlar bir rüya halinde olmaktan çıkamazlar çünkü varoluşun kendisi ‘’TANRI’NIN RÜYASI’’ dır.

Hayal olmasaydı dünya ‘’yokluk’’ âlemi olarak kalır, rüya olmasaydı da yaratılış olmazdı.

 ‘’Hayalimizin, bizim hakîkatimiz olan Misâl âlemine uyması niyazıyla.... Âmin.

BEŞ İLÂHÎ MERTEBE (Hazarat-ı Hams):

MUTLAK GAYB: Lâ-Taayyün, Amâ mertebesi, Vücud-u Mutlâk, Gayb-ül Gayb, Lâhut Mertebesi, Nokta-yı Basita. Burası Hakikatin Hakikati, bulunamayan, bilinemeyen NOKTA’dır.  Burada ne makam, ne mertebe, ne resim, ne isim, ne sûret, ne de sıfat vardır. Tecellinin olmadığı Âlem. Yokluk, hiçlik ve SIFIR noktası. (Allah vardı ve başka hiç bir şey yoktu)

CEBERÛT ÂLEMİ: Hakikat-i Muhammedî, Tecelli-yi Evvel (ilk tecelli), İlk Akıl, İlk Cevher, Ayan-ı Sabite (değişmeyen hakikatler), Levh-i Mahfuz, İlk Gölge, en büyük Berzah, Allah ismi ile bütün isim ve sıfatların bir olduğu mertebe. (Allah bilinmek istedi). (aşk)

MELEKÛT (MİSÂL) ÂLEMİ: Tecelli-yi Sani (ikinci tecelli), Âlem-i Hayal, Sidretü’l Münteha, Küçük Berzah, Vâhidiyet Âlemi. (akıl)

ŞEHÂDET ÂLEMİ: Mülk, Halk, Hisler, Felekler, Ânasır (ateş, hava, su, toprak), Nâsût ve Türeyenler âlemi. (his)

İNSAN-I KÂMİL:  Bütün mertebeleri cem eden, İSM-İ ÂZAM makamı.

Lâhut’un aynası Ceberût, Ceberût’un aynası Melekût, Melekût’un aynası ise İnsan-ı Kâmil’dir. 

Aslında hepsi birbirinin aynalarıdır. Ayna tektir. İnsan-ı Kâmil bütün mertebeleri birleştirendir.

Göz açıp kapayana kadar meydana gelen bu âlemler ‘’yoktan’’ değil, zâtın tecellîsi, yani yansımasından meydana gelir.

Tüm dalgalanma zâttan gelir, yine zâta geri döner. Bu zâtın kendisinden, yine kendisine doğru, ilâhi bir dalgalanmadır. Her bir dalga Öz’den, Öz’edir.

İki vücûd yoktur, ‘’tek vücud’’ vardır, O’da Hakk’ın vücududur. TEK’in çok olarak görülmesi tamamen aldatmacadır. Bu yüzden eşyaya, maddeye, bedene ‘’bâtıl’’ denir.

Bu nedenle Hz. Peygamber(s.a.v.); ‘’Allah’ım bana Hakk’ı Hakk, bâtılı bâtıl olarak göster’’ diye dua etmiştir.