26 Şubat 2015 Perşembe


BEŞ İLAHÎ MERTEBE:

HAZARAT-I HAMS/BEŞ HAZRET:

Varlıklar Allah’tan zuhûr etmek sûreti ile derece derece uzaklaşıp, aşağıya inerek meydana gelir. Allah’a ulaşmak için ise aynı yollar teker teker çıkılarak yaklaşılır. Bu çıkışa ‘’HAZARAT’’ hazretler denir.

Beş HAZRET yaratılışın beş mertebesidir. Bunlar aşağıdaki gibidir.

MUTLAK GAYB: Bu mertebe varlığın ilk mertebesidir. Ayrıca bu mertebe; Mutlak Gayb, Âlem-i Lâhût, Âlem-i lâ Taayyün, Âlem-i Itlâk, Amâ-yı Mutlak, Vücûd-i Mahz, Vücûd-i Mutlak, Zât-ı Sırf, Ümmü’l Kitap, Beyan-ı Mutlak, Nokta-yı Basîta, Gaybu’l-Guyûb diye de isimlendirilir.

Bu isimlendirmelerin tamamı Hakk’ın mutlaklığını ifade etmek için koyulmuş tabirler olup, O’nun mutlaklığının durumunu bir bakımdan insan zihnine yaklaştırmayı hedefler ve hepsi Hakk’ın ‘’ZÂT’’ına işaret eder. Bu mertebe hiçbir şekilde mahlukâtın bilgisi dâhiline girmediğinden dolayı Mutlak Gayb, Gaybu’l-Guyûb yani gaybların gaybı, Amâ-yı Mutlak yani mutlak körlük (Amâ, bulut anlamına gelmekle birlikte, bu mertebedeki anlamı hiç bir şekilde kendisinden bilgi alınamayan ve karanlıkta kalan ZÂT’a işaret etmesinden dolayı körlükle nitelenir) diye adlandırılır. 

Ulûhiyetin hakikati olmasından dolayı ona Âlem-i Lâhût denir. Hiç bir şekilde kendisinde zuhûr ve taayyün eseri bulunmaması nedeniyle ‘’Âlem-i lâ-taayyün,  Âlem-i Itlâk, Vücûd-i Mahz, Vücûd-i Mutlak ve Zât-ı Sırf’’ diye nitelenir.

Ayrıca kendisi bütün mertebelerin anası olması nedeniyle Ümmü’l Kitap, mutlak açıklık olduğu için Beyan-ı Mutlak denir. Maddî, ve mânevî bütün âlemlerin varlık kaynağı olması bakımından Nokta-yı Basita yani hiçbir taraftan bölünme ve parçalanma kabul etmeyen BİRLİK diye adlandırılır. Çünkü harflerin aslı nokta olup, nokta kendisini tekrar ederek düz çizgiyi yani Elif harfini  ve Elif de eğilip bükülerek diğer harfleri meydana getirir.

Hakk’ın zâtı bu mertebede saflığın en mükemmel hâlindedir ve Hakk bu mertebede isim ve sıfatlar mertebesine inmemiştir.

ÂLEM-İ CEBERÛT(AŞK): Zorlama anlamına gelen ‘’CEBR’’ kelimesinden türetilen bu terim Hakk’ın ululuk, azâmet ve kudretini ifade eder. Bu âlem duyularla hissedilir şeylerin âlemi olan şahâdet âlemi ile insanın bilgisinin erişmesine imkân bulunmayan mutlak gayb  âlemi arasında yer alan ve maddî âlemde yer alıp da gayb âleminin bilgisini elde etmek için ona yönelen nefislerin,  o âleme erişmesine engel olan, onları zorlayan, onlar üzerinde kahredici bir güç uygulayan âlem ve varlık mertebesidir.

Bu mertebe mutlak varlıktan sudûr eden/ortaya çıkan ilk zuhûr mertebesi olması hasebiyle ‘’Taayyün-i Evvel’’ (ilk taayyün), ‘’Tecelli-yi Evvel’’ (ilk tecelli) diye adlandırılır.

Akl-ı Evvel (ilk akıl), Cevher-i Evvel (ilk cevher), Hakîkat-ı Muhammed-i (Hz. Muhammed’in hakîkati), Nûr-u Muhammedi  bu mertebenin diğer isimlerindendir.

Kendisi hayat sahibi olduğu ve âlemdeki her şey kendisiyle hayat bulduğu için bu hakîkat Rûh-i Külli (tümel/külli rûh) olarak, ve hayatını doğrudan doğruya Hakk’ın zâtından aldığı için Rûh-İzâfi (izâfi rûh) diye adlandırılır.

Yine bu mertebe âlemdeki varlıkların zuhûrunun tafsilatlı bilgisini içermesinden dolayı Kitab-ı Mübin (apaçık kitap) ve Levh-i Mahfûz (korunmuş levha) diye isimlendirilir.

Ayrıca burası; Âlem-i Esma (ilâhi isimler âlemi) ve A’yân-ı Sâbite (sabit yani değişmez hakîkatler) âlemidir.

Yine bu âlem kendisi uzayda yer kaplamayan ve uzayda yer kaplayan herhangi bir şeyin içine  de girmeyen varlıkların oluşturduğu Âlem-i Mücerredât (maddeden soyut varlıklar) âlemidir.

Bunlar maddî ve mânevî âlemde yer alan şeylerin hakîkatleri olup bunlara mâhiyetler, ayn’lar ve hakîkatler gibi isimler verilir. Bunlara şeriat dilinde mukarrebûn melekler, felsefe dilinde göksel akıllar ve yüce nûrlar denir. Bunların hiç bir biçimde madde ile ilişkisi bulunmaz.

Arş’ı taşıyan melekler, dört büyük melek, dağlarla, denizlerle, yıldızlarla, dört unsurla ilgili olan bütün melekler bu kâtegoriye dâhildirler. Bunlar maddeden soyut oldukları için en, boy, derinlik gibi cisme ait özelliklere sahip değildir ve bir sûret ile sûretlenmedikçe uzayda yer kaplamazlar. Zira bunlar Hakk’ın sıfatlarıdır ve Hakk’ın sıfatları da mahlûk(yaratılmış) değildir.

Bu mertebe varlıkların Mutlak Gayb mertebesine ulaşmalarına engel olduğu ve onlarla ‘’Mutlak Gayb’’ mertebesi  arasında  perde vazifesi icrâ ettiğinden dolayı  ‘’Berzah-ı Kübra’’ (en büyük berzah) diye adlandırılır.

ÂLEM-İ MELEKÛT(AKIL): Varlık mertebelerinin üçüncüsü olan bu mertebeye Âlem-i Misâl, Âlem-i Hayal, Vâhidiyyet, Taayyün-ü Sâni (ikinci zuhûr), Tecellî-yi Sâni (ikinci tecelli), Sidretü’l-Müntehâ, Berzah-i Sugrâ (küçük berzah) ve Âlem-i Tafsîl de derler.

Melekût; Mülkiyet, Kudret, Hükümdarlık, büyüklük anlamına gelen ve ilâhi yönetme ve tasarruf gücünü ifade eden bir kelimedir. Ceberût âlemindeki hakîkatler bu mertebede insanın muhayyile (hayal) gücü ile idrâk edebileceği misâlî ve hayalî sûretler kazandığından buraya âlem-i misâl ve âlem-i hayal denir. Hakk’ın bütün isim ve sıfatları bu mertebede Allah isminin şemsiyesi altında toplanmışlardır. Bu bakından bu mertebe ‘’Vâhidiyyet’’ mertebesi diye adlandırılır.

‘’Vahidiyyet’’ ilâhi isimlerin kendisinden doğup, kendisinde birleşmeleri yönünden zâta işaret eden mertebedir.

‘’Sidretü’l Müntehâ’’ yedinci kat gökte bulunan ağaç suretinde bir makamın adıdır. Mahlûkatın bilgisinin sınırını temsil eder. Akıl yolu ile varılabilecek son makamdır.

Ayrıca burası Maddî âlem ile Mânevî âlem arasında bir perde olması itibariyle de ‘’Berzah-i Sugrâ’’ (en küçük berzah) diye nitelendirilir.

Bir önceki âlemde hakikatleri ile var olan mümkünler burada varlık kazandıkları için de ‘’Âlem-i Tafsîl’’ diye adlandırılır.

ŞAHÂDET ÂLEMİ(HİS): Varlığın dördüncü mertebesidir. Bu mertebeye Âlem-i Mülk, Âlem-i Nâsût, Âlem-i Halk, Âlem-i His, Âlem-i Anâsır, Âlem-i Eflâk u Encum ve Âlem-i Mevâlîd de denilir.

Bu mertebe varlıkların yönetimi ve sahipliği nedeniye ‘’Alem-i Mülk’’, insanlarla ilgili ve insanların bilgisi dâhilinde olduğundan ‘’Âlem-i Nâsût’’, duyularla algılanabilir olduğundan ‘’Âlem-i His’’,  maddi âlemin temel esasları dört unsurdan oluştuğundan ‘’Âlem-i Anâsır’’ (unsurlar âlemi/ateş, hava, su, toprak), felekler ve yıldızların oluşturduğu kozmolojik bir sistem olması bakımından ‘’Âlem-i Eflâk u Encum’’ (felekler ve yıldızlar) âlemidir.

Ayrıca bu felekler ve yıldızların dönüşleri ve etkileri dört unsurla(ateş, hava, su, toprak) birleşmesinden yeryüzünde üç türeyen (maden, bitki ve hayvan) ortaya çıkması dolayısıyla da ‘’Âlem-i Mevâlîd’’ (türeyenler) âlemi olarak isimlendirilir.

İnsân-ı Kâmil: İnsân-ı Kâmil bu bahsi geçen mertebeler ve âlemlerin hepsini içerir ve kapsar. Bu nedenle İnsân-ı Kâmil mertebesi varlık mertebelerini ‘’cem’’ eden  mertebedir ve ‘’İsm-i Âzam’’ makamıdır. İnsân-ı Kâmil’in kuşatmadığı ve zâti sirâyet ile kendisine sirâyet etmediği zâhiri ve bâtini hiç bir varlık mertebesi yoktur. Çünkü İnsan-ı Kâmil o varlık mertebelerinin ayn’ıdır (özü).

Lâhut’un aynası Ceberût, Ceberût’un aynası Melekût, Melekût’un aynası ise İnsan-ı Kâmil’dir. Çünkü İnsan-ı Kâmil Allah’ın halîfesidir ve Allah’ı gösteren aynadır.

Bir Hadis-i Kûdside; ‘’yerler ve gökler beni kuşatamadı, ancak Mü’min kulumun kalbi beni kuşattı’’ diye buyurulur. Yine ‘’Mü’min mü’minin aynasıdır’’ denilir ki; burada kastedilen birinci mü’min İnsan-ı Kâmil, ikinci mü’min ise Allah’tır. Bu sözün anlamı İnsan-ı Kâmil’in gönlü Allah’ın aynasıdır demektir.

Eğer Kâmil bir mürşide erişip nefsini tanırsan her şeyin sende olduğunu ve senin de her şey olduğunu, hatta belki her şeyin sen olduğunu yakînen bilirsin. Sâlik, İnsan-ı Kâmil mertebesine ulaşınca mutlak olan Hakk’a ‘’AYNA’’ olur. Çünkü bir varlığın varacağı son nokta İnsan-ı Kâmil’e ulaşmaktır.

İnsan-ı Kâmil on sekiz bin âlemi, on sekiz bin gözle seyreder. Her bir âleme girer ve girdiği âlemi o âleme uygun gözle seyreder. Hissedilirler âlemini (mülk) duyu gözüyle, akledilirler âlemini (melekût) akıl gözüyle, mânâlar yani rûhlar âlemini kalp gözüyle seyreder.

Kur’ân’ı Kerîm’de Allah habibine der ki; ‘’Eğer benim rabbimin kelimelerini yazmada bütün denizler mürekkep olsaydı denizler tükenirdi de rabbimin kelimeleri yine de tükenmezdi’’ (Kehf,109).  Çünkü ağaçlar ve bitkiler kalem, bütün denizler mürekkep ve insanlar, cinler ve melekler de kâtip olsalar bu âlemin yaratılışından mahşere dek İnsan-ı Kâmil’in hallerini ve azâmetini anlatamazlardı.

On sekiz bin âlem cüzzi âlemler olup, aslında bunlar  on sekiz ‘’Külli Âlem’’dir. Şöyle ki:

AKL-I  KÜLL/KALEM  (Cebrail a.s.)
NEFS-İ KÜLL/LEVHA (Hz. Muhammed s.a.v.)
ARŞ
KÜRSİ
YEDİ GÖK (Satürn/Zûhal, Jüpiter/Müşteri, Mars/Merih, Güneş, Venüs/Zühre, Merkür/Utarit, Ay)
DÖRT UNSUR (Ateş, Hava, Su, Toprak)
ÂLEM-İ MEVÂLÎD (Maden, Bitki, Hayvan)

BİLGİ; Arş, Kürsi ve Yedi Gök, Dokuz Felek olarak da anılır. Dokuz feleğin tümünün hareketleri ve onların yıldızlarının seyri ile dünya ve dünyadakiler var olmuştur. Yine dünya ve dünyadakiler onların hareketleriyle yok olacaktır. (İbnü’l Arabî Hz. Öz’ün ÖZ’ü Syf. 36-53)

On sekiz Külli Âlemi kısaca açıklamaya çalışalım:

Akl-ı Küll/Kalem: Yaratıcı kudretin faal tecellisi. Allah Kudret’ini ve sanatının sırlarını ortaya çıkarmak istediği zaman kendi nûrundan büyük bir ‘’cevher’’ yaratıp, bütün kâinatı bundan sırası ile yavaş yavaş yaratmıştır.

İlâhi Kalem, bütün varlıkların aslını teşkil eden akıllar nazariyesinin (kuram, teori) ilk basamağını oluşturan ‘’ilk akıl’’dır. Zira yöneltilen hitapları vâsıtasız olarak anlayan akıldır. Allah’ın yarattığı ilk soyut varlık olan akl-ı evvel, kendi zâtını ve başlangıcını idrâk etmesi açısından akıl diye adlandırılırken, diğer varlıkların meydana gelişi ve bilgilerin yazılışında vâsıta olması bakımından ‘’kalem’’, nübüvvet nûrunun yayılmasına aracılık etmesi itibariyle de Nûr-ı Muhammedî diye isimlendirilir. Aslında hepsi tekbir nûrdan ibarettir. Bu nûr, kula nisbet edilince ‘’Akl-ı Evvel’’, Hakk’a nisbet edilince ‘’Kalem-i A’lâ’’ adını alır. Ayrıca akıl ‘’cevher’’ diye de adlandırılır. Şeriat dilinde ise adı Cebrail’dir. (Şuayb Şerefüddin, Nokta ve Kalem Syf. 46-47)

Nefs-i Küll/Levha: Akl-ı Küll’ün pasif yansımasıdır. Akıl  ‘’levha’’ üzerine yazı yazan kalemdir.
Cebrâil ‘’kalem’’, Hz. Muhammed ise ‘’levha’’dır. Çünkü levha aklın yani kalemin ifade mahallidir.
Kur’ân, Cebrâil/Akıl/Kalem aracılığıyla Hz. Muhammed’in kalbine/Levha indirilmiştir

ARŞ:  Allah’ın kudret ve saltanatının tecelli ettiği, tahtının bulunduğu en yüksek gök katıdır. Taht maddi olarak düşünülemez, İslâmiyet’te Allah mekândan münezzehtir(uzaktır). Maksat Cenâb-ı Hakk’ın saltanatının tecellîsini ifadedir. Tasavvuf anlayışında insanın gönlü de ARŞ yani tecellî yeridir.

Arş âlemi saran şeydir ve âlemin tamamıdır. O emir ve yasakların icad edildiği kaynaktır. Arş, tüm mümkün varlıkları çevreleyen külli rûh; tüm hakikatleri içine alan ‘’İnsan-ı Kâmil’in kalbi’’, cisimler âlemini kuşatan cisim ya da Hz. Muhammed’in en kapsayıcı olmasından dolayı büyük âlemin tamamından ibarettir.

KÜRSİ: Varlık mertebelerinden biridir. Arş’ta birlik, Kürsi’de ise farklılık vardır(iki ayak).
Tecelligah Kürsi’dir ve de zuhûr yeri odur. Hakk’ın iki kademi oradan sarkmıştır. Orası İDAM ve İCAD yani var etme ve yok etme, FENA VE BEKA makamıdır. Orada verir, orada alır, yükseltir, düşürür, aziz eder, zelil eyler.

Kürsi menzilinde sîne vardır. Orası nefis ve kalp kapısına açılan saha gibidir. Sonra, ondan iki kapı açılır. Biri nefse, öbürü de kalbe. Oradan dışarı akanlar, iki şekilde gelir. Biri nefisten, öbürü de kalpten. Kalpten gelen hayır, nefsten gelen şer olur. Ne gelirse gelsin; hepsinin hasılat yeri sinedir.(Cemâlnur Sargut/Ayetü’l Kürsi Syf. 146-155)

Arş’ta bütünlük, Kürsi’de bölünme vardır. Kürsi rahmet ile karışık gazâba da tekabül eder. Bunun sebebi Allah’ın ZIT isimlerinin ortaya çıkmak istemesidir, çünkü zıtlıkta gazap vardır.
YEDİ GÖK: Yedi gök yani Semâ’nın her birinin bir yıldızı, her yıldızın bir rûhu ve Peygamber’i  vardır. Âlemlerin idaresini bu rûhlar yapar.

Ay’da Âdem, Merkür’de Îsâ, Venüs’te Yusuf, Güneş’te İdris, Mars’da Dâvut, Jüpiter’de Mûsâ, Satürn’de İbrahim Peygamber bulunur. Bütün Peygamber’ler Hz. Muhammed (sav.)’in vekili olarak görev yaparlar.

Bu yedi semanın her birinde gökteki gezegenlerin karşılığı olarak sıfat diye adlandırılan yüzen gezegenler yaratılmıştır. Bu sıfatlar; Hayat, İlim, İrade, Kudret, İşitme, Görme ve Konuşma’dır. Bunların hepsi belirlenmiş bir ecele doğru akıp gitmektedir.

Ayrıca yedi kat gökte bulunan Burç’lar ana karnına düşen çocuğu, bir ay boyunca terbiye eder, yetiştirir. 4. ayda Güneş’in sırası gelince çocuk canlanır.  7. ayda Zûhal yıldızının tesiri ile terbiye olur. 9. Ayda Müşteri yıldızının etkisi altında doğar.

4. ayda bir Melek gelip; kaderini, rızkını, ecelini ve SAİD veya ŞÂKİ mi olacağını Allah’tan aldığı emir ile yazar.

DÖRT UNSUR: Her şeyin aslı bu dört unsurdur. Ateş, Hava, Su, Toprak. Ateş esir maddesidir(el-kabz). Hava unsuru Rahmani Nefes’e en yakın olandır (el-Hayy). Su (el-Muhyi/hayat veren) ismin tecellisidir. Toprak ise (el-Mümit) isminin tecellisidir.

İbnü’l Arabî Hz. dört unsuru, cismi oluşturan dört temel Cevher ve element olarak görmediğini, aksine dört unsurun aslında tek bir cevherin farklı sûretleri oluğunu ileri sürer. Her bir unsur diğer üç unsuru da içerir. Bu nedenle bir zaman ateş olarak görülürken, bir zaman toprak veya su veya hava olabilir.

ÂLEM-İ MEVÂLİD: Felekler ve yıldızların dönüşleri ve etkilerinin dört unsurla birleşmesinden yeryüzü âleminde üç türeyen yani maden, bitki, hayvan ortaya çıkar.

İşte insan bütün bu mertebelerden sonra zuhûra çıkar. İnsan mertebesine ulaştığında varlık mertebesinin yarım dairesi tamamlanır.

Sonra tekrar bu mertebeleri istidâdı ölçüsünde tırmanarak başlangıç noktasına gelir ve daire tamamlanır.  Varacağı son nokta, başlangıcı olan ilk noktadır.

Bütün mertebelere( beş Hazarat) hâkim olan, karşısındakinin hangi mertebede olduğunu bilen ve onunla o mertebeden konuşan, vücudu ile dünyada, mânâsı ile Melâkut âleminde, idrak ve zevki  ile Cebârut’u yaşayan SULTAN’dır.

SULTAN ÂLEMİN KALBİDİR.

4 Şubat 2015 Çarşamba

12 İMAM VE MEHDİ

İMAM; KENDİSİNE UYULAN VE İŞLERDE ÖNE GEÇEN KİMSE DEMEKTİR.

PEYGAMBER ÜMMETİNİN İMAMI, (‘’seni insanlara imam kıldım’’ Bakara, 124)

HALİFE HALKIN İMAMI,

KUR’ÂN’I KERÎM MÜSLÜMANLARIN İMAMI’DIR.

EN ALT DERECEDEKİ İMAMLIK; İNSANIN KENDİ ÂZÂLARI ÜZERİNDEKİ İMAM’LIĞI, ORTA DERECEDEKİ İMAM’LIK; AİLESİ, ÇOCUKLARI, TALEBELERİ VE MEMLEKETLER ÜZERİNE İMAMLIKTIR.

BİR HADİS-İ ŞERİF’DE ‘’Hepiniz çobansınız ve hepiniz emriniz altındakilerden sorumlusunuz’’ buyrulmuştur.

İMAM’LIK BAŞKA BİR İFADEYLE ‘’VELÂYET’’İN TA KENDİSİDİR. ÇÜNKÜ VELÂYET VE İMÂMET NEREDEYSE EŞ ANLAMLI KULLANILIR.

EL-VELÎ; ALLAH’IN İSİMLERİNDEN OLMASI NEDENİYLE EN YÜCE İMAM ALLAH’TIR.

İbnü’l-Arabî Hz. iki İMAM’ın varlığından söz eder.(Peygamber ve dört Halîfe’den sonra zâhir imamla/siyasî, bâtın imam/ehl-i beyt ayrılmışlardır. Hz. İbrahim Syf.69)

BİRİNCİSİ ZÂHİR(nâtık/konuşan) İMAM’DIR VE SİYASİ YÖNETİCİ OLAN HALİFEDİR.
İKİNCİ İMAM İSE BÂTIN İMAM’DIR VE GERÇEK HALÎFE’DİR.

HER ZAMAN BİRİNCİ İMAM, İKİNCİ İMAM’A TABİDİR.

İKİNCİ HALİFE/İMAM; KUTUP, GAVS(yardımcı) VE SAHİBU’L VAKT (zamanın sahibi) DİYE ADLANDIRILIR.

VELÂYETİN BİR SONU(hatem) OLDUĞU GİBİ, İMÂMET DE EN BÜYÜK İMAM İLE BİTER.

EN BÜYÜK İMAM DA ‘’İMAM MEHDİ’’DİR.(C.Nur Sargut/Hz. Nuh fassı Syf.153-162))

Hz. Ali ile başlayan ‘’İMAM’’ geleneği, 12. İmam olan ‘’MEHDİ’’ ile devam etmektedir.

Birinci imam, Hz. ALİ: Hz. Peygamber(s.a.v.) damadı, Hz. Fatma’nın sevgili eşi ve İmam HASAN ve HÜSEYİN’in babasıdır.
Hz. Peygamber’in ‘’ eti etimdir, kanı kanımdır’’, ‘’Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır’’dediği HZ. ALİ.
Kendi ifadesi ile; ‘’Sırların sırrı, Yol göstericilerin rehberi, Âraf’ın sahibi, Muttâkilerin imamı, Kâf dağı, Harflerin sırrı, İlmin zirvesi, Kalplerin kandili, Ruhların nur’u, Kınından sıyrılan kılıç, Kur’an’ı CEM eden, İslâm’ın direği, Sırât-ı Müstakîm, İmamların babası, Putları kıran, Kutupların kutbu, Hakk’ın yüzü, Allah’ın arslanı, Al-î Aba’nın beşincisi, Resulullâhın kardeşi’’ HZ.ALİ(r.a.).

‘’O’’ dört halifeden biri olup, 4 yıl 9 ay bu görevi sürdürdü. 661 yılında, 63 yaşında, Küfe’de, Ramazan ayında, İbni Mülcem tarafından şehit edildi. Kabri Irak’ın Necef şehrindedir.

Hilâfet kılıcını kuşanan Hz. Ali, Allah’a kavuşuncaya kadar siyasî Hâlifeliği asâleten, mânevi Hâlifeliği ise vekâleten yerine getirmiştir. Bu hilâfet gömleğini şehit, fazilet sahibi ve Resûlullah torunları imam Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin(r.a.) giymiştir. Bu Muhammedî vazifenin nöbeti Allah velisi ‘’MEHDÎ’’(a.s.) gelinceye dek , gizli hazineler içinde torundan toruna geçmiştir. Bu nöbeti, mânevi hâlifelik elbisesini giyme makamındaki Muhammedî ahlâka sahip Kerbelâ’da şehit düşen Hz. Hüseyin’in(r.a.) torunları günümüze kadar devralmıştır.(Ahmet-er Rıfâî Hz.Sohbet meclisleri Syf.107)

Ondan sonra gelen İmam’lar bu görevi alarak onun emirlerine uyup, yasaklarından sakınmayı emrettiler.

İkinci imam, Hz. HASAN: Hz. Ali ve Fatma’nın büyük oğlu olan Hz.Hasan, 6 ay gibi kısa bir süre halife olarak kalmış, daha sonra zâhir halifeliği Muaviye’ye devretmiş, 10 yıl batın halifeliğe devam etmiştir. Bütün dünya ihtiraslarından soyunmuş, gözü ne malda, ne mülkte, ne saltanatta olan, yumuşak huylu bir şahsiyettir.

Üçüncü imam, Hz. HÜSEYİN: Hz. Ali ve Fatma’nın küçük oğlu olan Hz.Hüseyin her haliyle örnek, ne maddi ne de mânevi varlığından, yüceliğinden kendisine en küçük bir gurur ve iftihar payı çıkarmayacak kadar mütevazi, cömert olduğu kadar başı yerde, dünya ile hiçbir alışverişi olmayan müstesna bir genç idi. Künyesi ‘’Abdullah’’, lakapları Zeki, Şehid, Mazlum ve sıbt’tır.Hicretin 61. Yılında 10 Muharrem’de Kerbelâ’da şehit edilmiştir.

Dördüncü imam, Zeynel Abidin: Hz. Hüseyin’in en küçük oğludur. Kerbelâ vâkıası yaşandığında 12 yaşında olan Zeynel Abidin,  çok secde eden ‘’seccad’’ lâkabıyla ünlüdür. Secde etmekten alnının nasır bağladığı söylenir. Öldüğü zaman O’nu yıkayanlar tıpkı İmam Ali gibi sırtında mor lekeler gördüler. Bunlar, geceleri yoksulların evine sırtında erzak taşıdığı zembillerin izleriydi. Kime ne veriyorsa Rab’bine veriyormuş gibi verir, çoğu zaman vereceği şeyi öperek verirdi.

Beşinci imam, Muhammed Bakır: Zeynel Abidin’in oğludur.Sevgide, iyilik etmede, güleryüzlülükte ve cömertlikte hududu olmayan bir kişiydi. Ömrünü Allah için ibadetle geçiren son derece heybetli biriydi.

Altıncı imam, Câfer-i Sâdık: İmam Bakır’ın oğludur. Sâdık lâkabını almasının nedeni, kendisinde hiç bir yalan, hiç bir yanlış söz ve fiil sudur etmemesi yüzündendir. Kerem sahibi, alim ve ârif biriydi.
İnsanlara hep iyi ve güzeli tavsiye eder; ‘’Sana vermeyene ver, sana kötülük edene iyilik et. Sana sövene selâm ver. Seninle düşman olana insaf et. Sana zûlmedeni affet. Güneşe bir bak; kötülükleri de aydınlatıyor, iyilikleri de. Yağmura bir bak; temizlerin üzerine de yağıyor, suçluların üzerine de’’ diyerek onlara rehber olmuştur.

Yedinci imam, Mûsa Kâsım: İmam Câfer’in oğludur. Bütün erenlerin kandili ve aydınlatıcısıdır. Kâsım lâkabı kendisine son derece sabırlı ve öfkesini yenen bir insan olduğu için verilmiştir. Sabır, Sâlih ve Emin diğer lâkaplarıdır. Asıl ‘’Muhtaçlar kapısı’’ olarak anılmıştır. Çünkü kendisine uzanan hiç bir muhtaç eli çevirmediği ve mutlaka bir yolunu bulup dileğini yerine getirdiği söylenir.

Sekizinci imam, İmam Rızâ: İmam Musa’nın oğludur. İnsanlara son derece muti ve Allah’ından râzı olduğu için bu ismi almıştır. Tevâzuda, çağında onunla hiç kimse yarışamamıştı. Güzelliği kadar nezâketiyle de meşhurdu.

Dokuzuncu imam, İmam Takî: İmam Rıza’nın oğludur. Çok küçük yaşta imam olmuş ve 25 yaşında hakkın rahmetine kavuşmuştur. Takî, günahtan ve haramdan kaçınan kimse demektir.

Onuncu imam, İmam Nakî: İmam Takî’nin oğludur. Sonsuz bilgi sahibi, heybetli, vakur,mütevazi ve doğruluğu ile tanınmıştır. Nakî, temiz, pâk ve ârif kişi anlamındadır. Dünyanın bir Pazar yeri olduğunu, ‘’kimisi orada kâr, kimisi ise zarar eder’’, derdi.

Onbirinci imam, Hasan-ül Askerî: İmam Nakî’nin oğludur. Hz. Ali soyu içerisinde bilgide, temizlikte, temkinde onun gibisinin olmadığı söylenirdi. Kadılar ve fıkıhçılar sık sık onun huzuruna varıp, akıl danışıp, müşküllerinin çözülmesi için ondan yardım isterlerdi. Bir nefes boşa geçirmeyen örnek bir insandı.

Hz. Ali ve Hz. Hüseyin dışındaki bütün imamlar zehirlenerek şehit edilmişlerdir.

Onikinci imam, İmam MEHDÎ: Hasan-ül Askerî’nin oğlu olup, 255 veya 256 yılında doğmuş, 260 yılına kadar gizli yaşamış, özel Şii’lerden başkası O’nu görme şerefine erişememiştir. Ondan sonra herşey sırlanmış ve setredilmiştir. İmam MEHDÎ’den Sahib-üz Zaman, Hazret, Sahib-üd-Dâr diye bahsedilir. En meşhur lâkabı ‘’beklenen’’ mânâsına gelen ‘’el-Muntazar’dır. Bir adı da ‘’KAİM’’ kıyam edendir. Kendisi ancak küçük yaşta iken bilindi ve O’ndan sonra gelecek olan Mehdî’nin işareti olarak pîrlere el verildi.Bunların içinde Ahmed-el Rıfâî Hz. Cüneyd Bağdâdî, Tüsteri ve Şiblî Hz. sayılabilir. (C.Nur Sargut/Can-ı Can Syf. 221-233)

Onikinci imam Mehdi’nin sırlanması ve kıyamete yakın ortaya çıkacağı görüşü zahir çevrelerde farklı algılanmış, farklı beklentiler içine girilmiştir.

MEHDÎ; YOL GÖSTEREN, HİDÂYETE EREN VE DOĞRU YOLU BULAN, ALLAH TARAFINDAN KENDİSİNE REHBERLİK EDİLEN, KIYAMETE YAKIN DÖNEMDE ZULÜM VE ADALETSİZLİĞİN HER TARAFI KAPLADIĞI BİR ZAMANDA GELİP, YERYÜZÜNÜ ADALETLE DOLDURACAĞI VE İSLÂMI HÂKİM KILACAĞI MÜJDELENEN ‘’ZÂT’’TIR.

Hz. PEYGAMBER(s.a.v.); ‘’Ahir zamanda MEHDî zûhur edecek, Ehl-i Beyt’ten olacak, İSA(a.s.) ile bir olup ‘’DECCAL’’i öldürecek, Ashab-ı Kehf MEHDÎ’nin yardımcıları olacak ve yeryüzünü küfür kaplamadıkça MEHDÎ gelmeyecek’’ demiştir.

İbn. Arabî Hz. Fusûsu’l Hikem’in ‘’ŞİT ‘’ fassında yeryüzünde doğacak son insan(İnsan-ı Kâmil) ile MEHDÎ’yi birler ve şöyle der:

‘’Bu insan türünde doğacak son kişi kademi/ayağı Şit üzerinde bulunur ve O’nun sırlarının taşıyıcısıdır. Ondan sonra bu türden doğacak kişi yoktur. Binâenaleyh o, hatem-i evlad’dır. Onunla birlikte kız kardeşi doğar.Ondan evvel çıkar ve kendisi, başı onun iki ayağının altında olduğu halde, kız kardeşinden sonra çıkar. Bu çocuğun doğumu ‘’ÇİN’’de olur. Dili de, şehrinin dilidir. Erkek ve kadında kısırlık sari olur. Binâenaleyh, onlarda doğum olmayan nikah artar. Çocuk onları Allah’a davet eder, kendisine icabet edilmez’’.

Hz. ŞİT’in zuhûru/ortaya çıkışı, Ahadiyet’in, Vahdâniyet’e dönüşü gibidir.Ahadiyetle(Bir) başlayan yaradılış, Vahdâniyet’i (ikilik) temsil eden ‘’ŞİT’’ makamıyla başlar ve biter. Başı ‘’ŞİT’’, sonu ‘’ŞİT’’ olan bu tecelli(2. Mertebe) de mânâ, sûret, sıfat ve hükün açısından tamamlanmış olur.

Bu da ‘’HATEM’’(son) halidir. Son doğacak çocuğun ÇİN’de doğması, vücud içinde en doğuda olan RÛH’un tecellisi demektir. Lisanı doğu lisanı olması, KÜLL-İ AKIL derecesinden konuşarak HİKMET söylediğindendir. Kız kardeşi ile birlikte doğması, bu ortaya çıkışın, nefsi içinde olduğunun delilidir. Başının kız kardeşinin ayaklarının altında olması, HATEM seviyesinde bile zaman zaman nefsin tabiatının, vücuttaki hâkimiyetini gösterir. Erkek ve kadınların kısırlaşması, HATEM(son) oluşun ve bu mânânın tekrar zuhûr etmeyeceğine işâret eder. Çocuğa(hatem-i evlad) biat etmeyenler hayvâni güçlerdir.(Hz. Şit s.271-273)

Niyazi-i Mısrî Hz. konuyu şöyle ele alır;

Kıyamette Ye’cuc ve Me’cuc’ün ortaya çıkışı(Enbiya/96,Kehf sûresi/94), eziyet veren kötü sıfatlardır. Deccal’in ortaya çıkışı şeytani sıfatların zuhûrundan ibarettir. Dâbbetu’l arzın(yer hayvanı) çıkması(Neml sûresi/82), kalpte NEFSi LEVVÂME’nin(canlılık, dirilme) zuhûrundan ibârettir. Yani kalbin kabrinde, cennetlere bir pencere açılır ve kendisinde Allah’a bir meyil belirir. İSA(a.s.)’nın inmesi, dünyadan uzaklaşıp mânâ’ya yönelmektir.O çıkınca Deccal öldürülür. Çünkü yakîn nurunun zuhûruyla cehâlet karanlığı gider. MEHDÎ’nin çıkması, ‘’BÜYÜK RÛH’’un çıkmasından ibarettir. Onun zamanında mezhepler birleşir ve yeryüzünde kâfir kalmaz

‘’GÜNEŞİN BATI’’dan doğması, yani ‘’BATTIĞI YERDEN DOĞMASI, RÛH’UN BEDENDEN AYRILMASI’’ demektir. Çünkü ‘’HAYVANİ RÛH’’ bedene girince batar, bedenden ayrılınca da battığı yerden doğmuş olur.(İrfan sofraları Syf. 121-130)

Ken’an-er Rıfâî Hz. ise Mehdi’yi şöyle açıklar:

Cenab-ı Hakk bir kuluna ‘’HİDÂYET’’ murad ettiği, yani bir kulunu ilmen bilmek derecesinden,ayn’el yani görerek bilmek derecesine yükseltmek istediği vakit o kulun kalbine ‘’HİDÂYET NUR’’u tecelli eder. İste o vakit bu kulun RUH’u ‘’İSA’’ olur. Bu Hidâyet, bu RAHMAN cezbesi geldiği zaman, RUH’da ‘’RÛH-İ İZÂFİ’’ olup ne kadar yaramaz ahlâk varsa; ki onlar ‘’DECCAL’’dir, katleder. Böylece ‘’RUH NEFİS, NEFİS DE RUH’’ olmuş olur.(Sohbetler)

Tasavvuf ve Kur’ân’ı kerîm farklı anlatımlarla aslında aynı konuya değinir. Şöyle ki;

Hz. Meryem’in Cebrail(a.s.)’ın üfelemesi ile hamile kalışı; Aklı ve diriliği temsil eden Cebrail’in yardımıyla nefsin tekamül etmesidir. Çünkü tasavvufta Meryem(dişi) nefsin, Cebrail ise aklın ve diriliğin temsilcisidir.

Meryem sûresi 26. Ayette; Allah Meryem’e kendisine yapılan hakaretlere susmasını emreder. Meryem susar. Hakaretler artar. Meryem susmaya devam eder.

Kucağındaki çocuk(Hz. İsa) ‘’Ben Allah’ın kuluyum, O bana kitabı verdi ve beni NEBİ yaptı diye bağırır. (Meryem,30)

NE ZAMAN NEFS SUSARSA(Meryem), O ZAMAN RÛH (Hz. İsa/ruhullah) KONUŞUR.

KİŞİ ‘’ÂRİF’’ OLUR. ARTIK ONDAN HAK KONUŞUR. İŞTE VELED-İ KALB’İN/KALP ÇOCUĞUNUN DOĞMASI, MEHDÎ’ İN ZUHÛR ETMESİ BUDUR.

Allah hepimize nasip etsin. Amin.