İlâhi
isimler, âlemin var oluşunun sebebidir ve varlıkların vücudunun zûhûra gelişi
bu isimlerle olmaktadır. Âlemdeki bütün varlıklar Allah’ın isimlerinin ‘’Hakk’’
adı altında ortaya çıkmasından ibarettir.
Allah’ı Zât’ı
ile bilmek mümkün olmadığından, O’nu ancak isim ve sıfatları ile tanımaya
çalışıyoruz. Çünkü Allah ‘’bilinmek istediği için’’ kâinatı
yaratmıştır.
Allah’ın
sonsuz isimlerinin içinde yer alan ve ‘’el-Mâlik’’ anlamına
gelen ‘’Rab’’ ismi; her şeyi derece derece kemâle erdiren, nezâreti
altında terbiye eden, büyüten ve besleyen mânâsındadır.
İşte; her
canlı, Allah’ın bir veya birkaç isminin mazhârı (görüldüğü yer) olması
nedeniyle kul iken, o kulda isminin görünmesi nedeniyle de Rab’dır. O
halde, Allah’ın evvel ezelde kuluna verdiği ve kulun ‘’beli’’ diyerek kabul
ettiği ismi ‘’kulun Rab’bi’’ terbiye edicisi, Allah ismi ise tüm
isimleri kendinde toplamasından dolayı ‘’âlemlerin Rab’’ bidir.
Allah’ın
bizde tecelli eden ismi O’na bağlı olup, müsemmadan (isimlendirenden) farklıdır.
İsmin Rab’lığı, bağlı oluşu yönünden seni terbiye ederken, farklı oluşu
yönünden terbiyeye ihtiyaç için bu âleme geldiğini gösterir.
Eğer Rab bir
isim olarak vücutta ortaya çıkmazsa Rab’lık (terbiye edicilik) ortadan kalkar.
Çünkü Rab/isim, kendisine Rab’bi olarak ibadet edecek birini bulduğu zaman
âşikar olur (talep eden olmadan öğretmen olmaz).
Peki, bu
varlık (kul) ölüp gitse Rab ismi ne olur? Cevap; ‘’bu ismin hakikati Âyân-ı Sâbite’de ebediyen
‘’bâki’’ kalacağı ve daima Rab’bine/Allah’a kulluk edeceğidir’’. Şu
halde fertlerin sürekli değişim ve yok oluşlarına rağmen Âyân-ı Sâbite ebediyen
kalır ve Rab’lık da daima bâki’dir.
Peki, mâdem ki
en önemli şey Ayân-ı Sâbite, bu olmayan vücuda bunca emek nedendir?
Cevap; ‘’ Yüce Allah isim ve sıfatlarının ortaya çıkmasını (bilinmek), halka
yani isimlere Zât’ını bildirmek istemiştir’’.
Kula ait
isim, Allah’ın sonsuz birliği içinde mânâ olarak vardır, fakat ‘’kuvveden
fiile’’ ortaya çıkışı açısından da sonsuz olasılığı vardır.
Kişi, Allah’ı
sûretiyle örterken, ismini çıkarmakla da zâhir etmiş olur. O, her iki ismi ile
de Râb’dır (kulun da, Râb’bın da Râb’bidir).
Zâhir
bâtını, bâtın da zâhiri terbiye eder. Bâtının zâhiri terbiye etmesi o vücud
üzerinde Allah’ın isminin hükümlerinin ortaya çıkmasıdır. Zâhirin bâtını
terbiye etmesi ise vücudun o ismin hakikatiyle tecelli etmesidir.
BURADA VÜCUD KUL, İSİM RAB’DIR.
Her kulun
Rab’bi farklıdır,
fakat Rab’lerin Rab’bi olan Allah’ın çeşitli sûretlerdeki tecellilerinden
ibarettir. Bu yüzden kul, diğer bir kulun Allah’ını tanıyamaz.
Kendisinin
vücudunun Hakk’ın isminin zuhûr (görüldüğü) yeri olduğunu idrak eden Kul’dur. ‘’En
kâmil kul’’ ise, kulluğunun her an farkında olandır.
‘’Hz.
Peygamber’in Allah karşısında ‘’kul’’ olduğu tam olarak anlaşılsın
diye sadaka alması yasaklanmıştır. Kendilerine bir ihsan olarak, ailesi de (âli,
kendisine inanan seçkinler ve âlimler) bu konuda ona katılmıştır. Çünkü köle
(kul), efendisinin (Allah’ın) karşısında bir şeye sahip olamaz’’. (İbnü’l Arabi
Hz./Fütühat-ı Mekkiye, 4 syf. 377)
Kulun kendisinde
varlık kalmayınca, kul Rab olur (Allah’ın isminden ibâret olur).
İnsan bir
yüzünde Rab’lık özelliklerini, diğer yüzünde ise kulluğun eksikliklerini
gösteren iki yüzlü bir ‘’ayna’’dır.
Rab’lık
özellikleri taşıması itibariyle mertebe bakımından insandan daha izzetli
kılınmış bir yaratık olmadığı gibi, kulluk özellikleriyle de ondan daha zelil (aşağı)
kılınmış bir yaratık yoktur. Rab’lık bütün mertebelerin en yükseği olduğu gibi,
onun karşıtı olan kulluk da tüm mertebelerin en aşağısıdır.
Bir vakit
olur ki kul, şüphesiz Rab olur. Başka bir vakitte de kulluk derecesine iner. Kul,
kulluk derecesine inerse ‘’Hakk’’ ile genişler. Rab olursa
yaşayışı daralır ve Rab oluşundan dolayı da mülk ve melekût âlemlerindeki bütün
mahlûkatların kendisinden bir şey istediklerini görür. Hâlbuki onların bu dileklerini
yerine getirmekten Zât’ıyla acizdir. Ârifler bu yüzden ağlarlar.
O halde sen
Rab’bın kulu ol, O’nun kulunun Rab’bı olmaya bakma. Yoksa bu ilgi sebebiyle
ateşe ve erimeye mahkûm olursun.
İnsan kendi
kişiliğinde Rab’lık ve kulluğun ikisini de taşır. Bunun için insandan başkası
kendisindeki kuvvetten dolayı Rab’lık iddiasında bulunmadı. İnsandan başka,
âlemdeki hiçbir yaratık böyle bir davaya girişmedi.
Kulluk ve Rab’lık
aslında birbirine zıt olmakla beraber, biri diğerine razı, diğeri razı
olunandır. mutlâklık yönünden ‘’kul (abd) Rab’dır, Rab kuldur (abd)’’
denilemez. Zira kulluk ve Rab’lık cem
olmayınca birbirine zıt olur. Çünkü sadece vahdette birlik, kesrette ise
Rab’lık ve kulluk gözükür. Aslında Hakk’dan gayrı hiçbir şey ‘’bâki’’
değildir. O’nun dışındaki her şey ‘’fâni’’ dir. Bu sebeple ne benzerlik,
ne de farklılık vardır. Bu gerçeği kalbi ile müşahede eden hakîkate erişir.
Allah şöyle
buyurur; ‘’Rab’bine kullukta hiç kimseyi ortak koşmasın’’. Bu ayet hiç
kimsenin mutlak birliği (Ahâdiyet) yönünden Allah’a ibadet edemeyeceği sonucu
çıkar. Çünkü Ahâdiyet, kulun varlığını ortadan kaldırır.
Allah sanki
şöyle der; ‘’Ancak Rab’liği yönünden Rab’be ibâdet edilebilir. Çünkü seni
Rab var etmiştir ve O’na bağlan’’. Ahâdiyet seni bilmez ve seni kabul
etmez. Sonsuz birlik bölünme kabul etmeyip, bölünmeye de ihtiyaç duymadığı
için farklılığı bilmez. Kul da ancak tanıdığı şeye ibadet edeceği için Allah’ın
kendisindeki ismine doğru ibâdet eder. Çünkü ilişkiyi kuran bu isimdir. (Allah
ise taptığımız isimdir)
Sebebu’l icâbe (talebi kabul etme
veya etmemenin sebebi). Doğru bir şekilde Hakk’a yönelmek veya yönelmemek:
Kul Allah
hakkında doğru ve geçerli bilgi sahibi olup, O’na hakkı ile itaat ederse, bir
şey istemek niyetiyle Hakk’a yönelişi geçerli olabilir. Böyle bir kulun
dileğine süratle karşılık verilir.
Kul doğru
bilgi sahibi, Hakk’ın emirlerini gözeten, O’na itaatkâr ve emirlerini yerine getirmeye
arzulu olduğu ölçüde, Hakk’da diğer kullarına göre onun dileğini hızla yerine
getirir.
Bilindiği
gibi, Hakk’a dair doğru bilgiden yoksun ve emirlerine itaat etmeyen kimse,
duâsı kabul edilenlerden olamaz. ( CemalNur Sargut/Hz. Şit Syf. 49)
Cafer-i
Sâdık da, kendisine ‘’Allah’a duâ ettiğimiz halde, duâmıza icâbet edilmiyor,
bunun sebebi nedir?’’ diye sorulduğunda, ‘’Çünkü sizler, bilmediğiniz
birisine duâ etmektesiniz’’ demiştir.( Syf. 52)
İstidat
(ezeli kader) en gizli duâdır. Bu ne demektir? ‘’Duâların senin kaderin ile
uyumlu ise kabul olur’’ demektir.
Ezelde
kabul ettiğimiz ve ‘’beli’’ dediğimiz isminin (Râb’binin) ortaya çıkması için
yaşadığın bütün hayat ve sebepler aynı zamanda senin kaderindir. Her şey senin isminin
aşikâr olması içindir. Çünkü varlık gayen Allah’ın ismini ortaya çıkarman ve o
isme ‘’ayna’’
olmandır.
Sen
isminin ortaya çıkışına, yani kaderine uyumlu olmayan bir istekte bulunursan o
kabul olmayacaktır.
Allah ismi
bölünme ve parçalanma kabul etmeyen ‘’Mutlâk birlik’’ tir. Allah ismi
dünyaya gelmez. Allah isminin yaratmaya meyilli haline ‘’Hakk’’ denir.
Birlik (Allah),
parçayı (isimleri) tanımaz. Biz Allah dediğimizde; Allah’ın Mutlâk birliği
içinde ‘’Hakk’’ adıyla yer alıp, ‘’Halk’’
olarak bizlerde görülen ismimize seslenmiş oluruz. Duâlarımız o isme,
isteklerimiz o isimdendir. Allah ismi ise taptığımız ve ululadığımız Zât’i
isimdir.
İşte
bildiğin Allah’a duâ et demek; ‘’Rab’bin senin ismin ve kaderindir, ne
verirse o verir, onu tanı, irtibatı onunla kur’’ demektir. Yoksa Allah deme
‘’Râb’’
de demek değildir.
İster Râb
de, ister Hakk de, ister Hû de. Bütün isimler Allah’a aittir. O, bütün isimleri
‘’Cem’’
edendir. Allah hakkında doğru bilgi sahibi olan kul, duası kabul
edilmediğinde; ‘’kaderimde (ismimde) bu isteğim yazılı değilmiş. Benim için de hayır
olan buymuş’’ diyebilendir.
Peki, Allah
vermeyeceği şey için neden duâ ettirir. ‘’Kulu ile irtibat kurmak için.’’
İşte Allah’ın
bizimle irtibat kurmak için, içimize verdiği isteğin şükrüne ‘’duâ’’
denir.
Cemalnur
Sargut’un Hz. İsmâil kitabından yararlanılarak hazırlanmıştır.