23 Mart 2016 Çarşamba

RAB’LIK ve KULLUK:

İlâhi isimler, âlemin var oluşunun sebebidir ve varlıkların vücudunun zûhûra gelişi bu isimlerle olmaktadır. Âlemdeki bütün varlıklar Allah’ın isimlerinin ‘’Hakk’’ adı altında ortaya çıkmasından ibarettir.

Allah’ı Zât’ı ile bilmek mümkün olmadığından, O’nu ancak isim ve sıfatları ile tanımaya çalışıyoruz. Çünkü Allah ‘’bilinmek istediği için’’ kâinatı yaratmıştır.

Allah’ın sonsuz isimlerinin içinde yer alan ve ‘’el-Mâlik’’ anlamına gelen ‘’Rab’’ ismi; her şeyi derece derece kemâle erdiren, nezâreti altında terbiye eden, büyüten ve besleyen mânâsındadır.

İşte; her canlı, Allah’ın bir veya birkaç isminin mazhârı (görüldüğü yer) olması nedeniyle kul iken, o kulda isminin görünmesi nedeniyle de  Rab’dır. O halde, Allah’ın evvel ezelde kuluna verdiği ve kulun ‘’beli’’ diyerek kabul ettiği ismi ‘’kulun Rab’bi’’ terbiye edicisi,  Allah ismi ise tüm isimleri kendinde toplamasından dolayı ‘’âlemlerin Rab’’ bidir.

Allah’ın bizde tecelli eden ismi O’na bağlı olup, müsemmadan (isimlendirenden) farklıdır. İsmin Rab’lığı, bağlı oluşu yönünden seni terbiye ederken, farklı oluşu yönünden terbiyeye ihtiyaç için bu âleme geldiğini gösterir.

Eğer Rab bir isim olarak vücutta ortaya çıkmazsa Rab’lık (terbiye edicilik) ortadan kalkar. Çünkü Rab/isim, kendisine Rab’bi olarak ibadet edecek birini bulduğu zaman âşikar olur (talep eden olmadan öğretmen olmaz).

Peki, bu varlık (kul) ölüp gitse Rab ismi ne olur? Cevap; ‘’bu ismin hakikati Âyân-ı Sâbite’de ebediyen ‘’bâki’’ kalacağı ve daima Rab’bine/Allah’a kulluk edeceğidir’’. Şu halde fertlerin sürekli değişim ve yok oluşlarına rağmen Âyân-ı Sâbite ebediyen kalır ve Rab’lık da daima bâki’dir.

Peki, mâdem ki en önemli şey Ayân-ı Sâbite,  bu olmayan vücuda bunca emek nedendir? Cevap; ‘’ Yüce Allah isim ve sıfatlarının ortaya çıkmasını (bilinmek), halka yani isimlere Zât’ını bildirmek istemiştir’’.

Kula ait isim, Allah’ın sonsuz birliği içinde mânâ olarak vardır, fakat ‘’kuvveden fiile’’ ortaya çıkışı açısından da sonsuz olasılığı vardır.

Kişi, Allah’ı sûretiyle örterken, ismini çıkarmakla da zâhir etmiş olur. O, her iki ismi ile de Râb’dır (kulun da, Râb’bın da Râb’bidir).

Zâhir bâtını, bâtın da zâhiri terbiye eder. Bâtının zâhiri terbiye etmesi o vücud üzerinde Allah’ın isminin hükümlerinin ortaya çıkmasıdır. Zâhirin bâtını terbiye etmesi ise vücudun o ismin hakikatiyle tecelli etmesidir.

 BURADA VÜCUD KUL, İSİM RAB’DIR.

Her kulun Rab’bi farklıdır,  fakat Rab’lerin Rab’bi olan Allah’ın çeşitli sûretlerdeki tecellilerinden ibarettir. Bu yüzden kul, diğer bir kulun Allah’ını tanıyamaz.

Kendisinin vücudunun Hakk’ın isminin zuhûr (görüldüğü) yeri olduğunu idrak eden Kul’dur. ‘’En kâmil kul’’ ise, kulluğunun her an farkında olandır.

‘’Hz. Peygamber’in Allah karşısında ‘’kul’’ olduğu tam olarak anlaşılsın diye sadaka alması yasaklanmıştır. Kendilerine bir ihsan olarak, ailesi de (âli, kendisine inanan seçkinler ve âlimler) bu konuda ona katılmıştır. Çünkü köle (kul), efendisinin (Allah’ın) karşısında bir şeye sahip olamaz’’. (İbnü’l Arabi Hz./Fütühat-ı Mekkiye, 4 syf. 377)

Kulun kendisinde varlık kalmayınca, kul Rab olur (Allah’ın isminden ibâret olur).

İnsan bir yüzünde Rab’lık özelliklerini, diğer yüzünde ise kulluğun eksikliklerini gösteren iki yüzlü bir ’ayna’’dır.

Rab’lık özellikleri taşıması itibariyle mertebe bakımından insandan daha izzetli kılınmış bir yaratık olmadığı gibi, kulluk özellikleriyle de ondan daha zelil (aşağı) kılınmış bir yaratık yoktur. Rab’lık bütün mertebelerin en yükseği olduğu gibi, onun karşıtı olan kulluk da tüm mertebelerin en aşağısıdır.

Bir vakit olur ki kul, şüphesiz Rab olur. Başka bir vakitte de kulluk derecesine iner. Kul, kulluk derecesine inerse ‘’Hakk’’ ile genişler. Rab olursa yaşayışı daralır ve Rab oluşundan dolayı da mülk ve melekût âlemlerindeki bütün mahlûkatların kendisinden bir şey istediklerini görür. Hâlbuki onların bu dileklerini yerine getirmekten Zât’ıyla acizdir. Ârifler bu yüzden ağlarlar.

O halde sen Rab’bın kulu ol, O’nun kulunun Rab’bı olmaya bakma. Yoksa bu ilgi sebebiyle ateşe ve erimeye mahkûm olursun.

İnsan kendi kişiliğinde Rab’lık ve kulluğun ikisini de taşır. Bunun için insandan başkası kendisindeki kuvvetten dolayı Rab’lık iddiasında bulunmadı. İnsandan başka, âlemdeki hiçbir yaratık böyle bir davaya girişmedi.

Kulluk ve Rab’lık aslında birbirine zıt olmakla beraber, biri diğerine razı, diğeri razı olunandır. mutlâklık yönünden ‘’kul (abd) Rab’dır, Rab kuldur (abd)’’ denilemez. Zira kulluk ve Rab’lık cem olmayınca birbirine zıt olur. Çünkü sadece vahdette birlik, kesrette ise Rab’lık ve kulluk gözükür. Aslında Hakk’dan gayrı hiçbir şey ‘’bâki’’ değildir. O’nun dışındaki her şey ‘’fâni’’ dir. Bu sebeple ne benzerlik, ne de farklılık vardır. Bu gerçeği kalbi ile müşahede eden hakîkate erişir.

Allah şöyle buyurur; ‘’Rab’bine kullukta hiç kimseyi ortak koşmasın’’. Bu ayet hiç kimsenin mutlak birliği (Ahâdiyet) yönünden Allah’a ibadet edemeyeceği sonucu çıkar. Çünkü Ahâdiyet, kulun varlığını ortadan kaldırır.

Allah sanki şöyle der; ‘’Ancak  Rab’liği yönünden Rab’be ibâdet edilebilir. Çünkü seni Rab var etmiştir ve O’na bağlan’’. Ahâdiyet seni bilmez ve seni kabul etmez.  Sonsuz birlik bölünme kabul etmeyip, bölünmeye de ihtiyaç duymadığı için farklılığı bilmez. Kul da ancak tanıdığı şeye ibadet edeceği için Allah’ın kendisindeki ismine doğru ibâdet eder. Çünkü ilişkiyi kuran bu isimdir. (Allah ise taptığımız isimdir)

Sebebu’l icâbe (talebi kabul etme veya etmemenin sebebi). Doğru bir şekilde Hakk’a yönelmek veya yönelmemek:

Kul Allah hakkında doğru ve geçerli bilgi sahibi olup, O’na hakkı ile itaat ederse, bir şey istemek niyetiyle Hakk’a yönelişi geçerli olabilir. Böyle bir kulun dileğine süratle karşılık verilir.

Kul doğru bilgi sahibi, Hakk’ın emirlerini gözeten, O’na itaatkâr ve emirlerini yerine getirmeye arzulu olduğu ölçüde, Hakk’da diğer kullarına göre onun dileğini hızla yerine getirir.

Bilindiği gibi, Hakk’a dair doğru bilgiden yoksun ve emirlerine itaat etmeyen kimse, duâsı kabul edilenlerden olamaz. ( CemalNur Sargut/Hz. Şit Syf. 49)

Cafer-i Sâdık da, kendisine ‘’Allah’a duâ ettiğimiz halde, duâmıza icâbet edilmiyor, bunun sebebi nedir?’’ diye sorulduğunda, ‘’Çünkü sizler, bilmediğiniz birisine duâ etmektesiniz’’ demiştir.( Syf. 52)

İstidat (ezeli kader) en gizli duâdır. Bu ne demektir? ‘’Duâların senin kaderin ile uyumlu ise kabul olur’’ demektir.

Ezelde kabul ettiğimiz ve ‘’beli’’ dediğimiz isminin (Râb’binin) ortaya çıkması için yaşadığın bütün hayat ve sebepler aynı zamanda senin kaderindir. Her şey senin isminin aşikâr olması içindir. Çünkü varlık gayen Allah’ın ismini ortaya çıkarman ve o isme ‘’ayna’’ olmandır.

Sen isminin ortaya çıkışına, yani kaderine uyumlu olmayan bir istekte bulunursan o kabul olmayacaktır.

Allah ismi bölünme ve parçalanma kabul etmeyen ‘’Mutlâk birlik’’ tir. Allah ismi dünyaya gelmez. Allah isminin yaratmaya meyilli haline ‘’Hakk’’ denir.

Birlik (Allah), parçayı (isimleri) tanımaz. Biz Allah dediğimizde; Allah’ın Mutlâk birliği içinde ‘’Hakk’’ adıyla yer alıp, ‘’Halk’’ olarak bizlerde görülen ismimize seslenmiş oluruz. Duâlarımız o isme, isteklerimiz o isimdendir. Allah ismi ise taptığımız ve ululadığımız Zât’i isimdir.

İşte bildiğin Allah’a duâ et demek; ‘’Rab’bin senin ismin ve kaderindir, ne verirse o verir, onu tanı, irtibatı onunla kur’’ demektir. Yoksa Allah deme ‘’Râb’’ de demek değildir.

İster Râb de, ister Hakk de, ister Hû de. Bütün isimler Allah’a aittir. O, bütün isimleri ‘’Cem’’ edendir.  Allah hakkında doğru bilgi sahibi olan kul, duası kabul edilmediğinde; ‘’kaderimde (ismimde) bu isteğim yazılı değilmiş. Benim için de hayır olan buymuş’’ diyebilendir.

Peki, Allah vermeyeceği şey için neden duâ ettirir. ‘’Kulu ile irtibat kurmak için.’’

İşte Allah’ın bizimle irtibat kurmak için, içimize verdiği isteğin şükrüne ‘’duâ’’ denir.

Cemalnur Sargut’un Hz. İsmâil kitabından yararlanılarak hazırlanmıştır.