24 Ekim 2017 Salı

HZ. SÜLEYMAN VE SEBE MELİKESİ BELKIS:

Hz. Süleyman; Hz. Davud’un oğludur.

Hz. Davud; İsrailoğullarına gönderilmiş bir peygamber, aynı zamanda Hükümdar’dır. Soyu Hz. Yakub Peygamberin oğlu, Yehûda’ya dayanmaktadır. Kudüs’te doğmuş, yaşamış ve ölmüştür. Kendisine İbrani dilinde Zebur kitabı indirilmiştir. Sesi çok güzel ve tesirli olup, Kur’ân’da pek çok ayette kendisinden bahsedilmektedir.

‘’Onun (Davud’un) hükümranlığını kuvvetlendirmiş, ona hikmet ve güzel konuşma (Hakk ile bâtılı ayırma yeteneği) vermiştik.’’ (Sâd, 20)

‘’Ey Davud! Muhakkak ki biz seni yeryüzüne Halife kıldık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, sonra bu seni Allah’ın yolundan saptırır.’’ (Sâd, 26)

‘’And olsun, Davut’a tarafımızdan bir üstünlük verdik. Ey dağlar ve kuşlar! Onunla beraber tesbih edin, dedik. Ona demiri yumuşattık. Geniş zırhlar imal et, dokumasını ölçülü yap. (Ey Davut hanedanı!) İyi işler yapın. Kuşkusuz ben, yaptıklarınızı görmekteyim, diye (vahyettik)’’ (Sebe, 10-11)

And olsun rûh Davud’unun mertebesini yükselttik, ilmî ve amelî kemâlatı verdik. Bedenin azaları olan dağlara ve rûhani kuvvetler kuşlarına onunla beraber tesbih edin dedik. Unsurlardan oluşan cismani tabiat demirini onun için yumuşak hale getirdik. Vera ve Takva heyetlerinden geniş zırhlar yap, dedik. Çünkü insanı nefsin arzularının kılıçlarından ve şeytani dürtülerin oklardan koruyacak en güvenli zırh, Takva’dır. 

Hz. Süleyman; Gazze’de doğdu, babasının yerine Hükümdar ve Allah’ın izniyle Peygamber oldu. Babasının yapımına başladığı Mescid-i Aksa’yı, tamamladı. Kudüs’te vefat etti.

‘’Sabah gidişi bir aylık mesafe, akşam dönüşü yine bir aylık mesafe olan rüzgârı da Süleyman’a verdik ve onun için erimiş bakırı kaynağından sel gibi akıttık. Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı, onun önünde çalıştı. Onlar Süleyman’a kalelerden, heykellerden, havuzlar kadar leğenlerden, sabit kazanlardan ne dilerse yaparlardı. Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. (Sonunda yere) yıkılınca anlaşıldı ki cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.’’ (Sebe, 12-14)

Kalp Süleyman’ının emrine hevâ rüzgârını verdik. Bedenin donmuş tabiat katresini ibâdet ve mûamelatta devamlılık göstermesi sûretiyle erittik, akmasını sağladık. Vehmi ve Hayalî kuvvetler cinlerininden bir kısmını onun emrine verdik. Süleyman’a/Kalb’e; Mânevi rızık ve  rûhani gıda kaplarını yaparlardı. Onun rûh makamında fenâ bulduğunu, sır halinde Allah’a yöneldiğini, Asa’sı olan hayvani nefse galip gelen zayıf bedensel kuvvetlerin hareketiyle anlayabildiler. Çünkü hayvani nefis; kalbin yükselişi ile zayıflar, gücü düşer. Hayali kuvvetler; sır makamı gaybını bilselerdi bu küçük düşürücü duruma düşmezlerdi.

‘’And olsun ki biz, Davud’a ve Süleyman’a ilim verdik. Onlar: Bizi, mümin kullarının birçoğundan üstün kılan Allah’a hamd olsun, dediler. Süleyman Davud’a vâris oldu ve dedi ki: Ey insanlar! Bize kuşdili öğretildi ve bize her şeyden (nasip) verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuftur.’’ (Neml,15-16)

Rûh Davut’una ve kalp Süleyman’ına ‘’ilim’’ verdik. Kalp ‘’Süleyman’’ı, Kral olan Rûh ‘’Davud’’una Siyaset, Nübüvvet ve Hidâyet olarak varis oldu. Bedensel kuvvetlerin başına reis olduğu zaman onlara dedi ki; Bize rûhani kuvvetler kuşlarının dili (Ledün ilmi) öğretildi. Ve bize külli ve cüzzi idrâklerden, kesbî ve vehbî (vâsıtalı ve vâsıtasız) kemâlattan verildi. Bu zâhir bir kemâldir ki, bu kemâle sahip olan başkasından üstün olur.

‘’Süleyman’ın, cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil orduları toplandı: hepsi bir arada (onun tarafından) düzenli olarak sevk ediliyordu.’’ (Neml,17)

Vehmi ve hayali kuvvetler cinlerinden ve onların etkenlerinden, zâhiri duyu insanlarından ve rûhani kuvvetler kuşlarından oluşan orduları, hevâ rüzgârlarının boyun eğdirilmesi neticesinde toplandı. Hepsi bir arada ifrâda kaçmadan, tefride düşmeden düzenli olarak.....

‘’Nihayet Karınca vâdisine geldikleri zaman, bir karınca: Ey karıncalar’ Yuvalarınıza girin: Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin! dedi. (Süleyman) onun sözünden dolayı gülümsedi ve dedi ki: Ey Rabbim! Beni, gerek bana gerekse ana-babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya muvaffak kıl. Rahmetinle, beni iyi kulların arasına kat’’ (Neml,18-19)

İlmi hikmet yolunda bayağı melekeler kat ederken, mal ve sebepleri biriktirme hırsı karıncası vadisine geldiklerinde ‘’Bir karınca’’, kötülük melekesi ve hırs etkenlerine kaynaklık eden meleke şöyle dedi; ‘’Ey karıncalar!’’, zapt edilemez hırs etkenleri ‘’yuvalarınıza girin’’ kalp ve ruhâni kuvvetler, öldürmek ve yok etmek sûretiyle sizi kırmasınlar. Çünkü akıl gücü onun ayağını kırmış, hızlı yürüyüşünden ve tabiatına muhalefet ettiğinden topal kalmıştı.

Süleyman (Kalp), bayağı melekelerin ortadan kalkması ve faziletli melekelerin gerçekleşmiş  olması nedeniyle sevindi. Kendisine, nefsinin sıfatlarından ve fiillerinden fena bulmak şeklinde bahşettiği nimete, nefse ve rûha yani anne ve babasına, nimete şükretmesini muvaffak kılması için dua etti.

‘’(Süleyman) kuşları gözden geçirdi ve şöyle dedi: Hüdhüd’ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı?  Ya bana (mazeretini gösteren) apaçık bir delil getirecek, ya da onun canını iyice yakacağım, yahut onu boğazlayacağım!’’ (Neml, 20-21)

Süleyman (Kalp), rûhani kuvvetler kuşlarının durumunu gözden geçirdi, düşünen kuvvet Hüdhüd’ünü onların arasında göremedi. Çünkü düşünen kuvvet, vehmin emrine girdiği zaman kayıptır. Düşünme gücü olabilmesi için akla itaat etmesi gerekir. Onu; vehme itaat etmekten alıkoymak ve akla itaat etmek hususunda güçlü bir riyazete tabi tutacağım.

‘’Çok geçmeden (Hüdhüd) gelip: Ben, dedi, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe’den sana çok doğru (ve önemli) bir haber getirdim. Gerçekten, onlara (Sebe’lilere) hükümdarlık eden, kendisine her şey verilmiş ve büyük bir tahtı olan bir kadınla karşılaştım’’  (Neml, 22-23)

Hüdhüd; kudsi bir varlık olduğu için riyazet zamanı fazla sürmedi ve apaçık bir delille çıkıp geldi. Ben, dedi; Beden şehrinin hallerine, küllilerle birlikte cüzileri de idrâk etmeye dair şeyler öğrendim. Çünkü Kalp; kendi başına, bizzat ancak külli şeyleri idrâk eder ve bunları kıyas ile sonuç çıkarmada cüzzi şeylere eklemez. Sebe’den; cesed şehrinden, duyularla müşâhede edilen bir haber getirdim.

‘’Onun ve kavminin, Allah’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için doğru yolu bulamıyorlar. (Şeytan böyle yapmış ki) semalarda ve arzda gizleneni açığa çıkaran, gizlediklerinizi ve açıkladığınızı bilen Allah’a secde etmesinler.’’ (Sebe, 24-25)

Beden şehrine hükümdarlık eden bir kadın ‘’hayvanî rûh’’ ile karşılaştım. Kendisine bedeni yöneteceği, bedene hükmetmesini sağlayan tüm sebepler verilmiş ve bedensel tabiattan ibaret bir tahtı olup ona dayanmaktaydı. O ve kavmi dünyevi akıl güneşine boyun eğip emrine girmek, hükmünü kabul etmek sûretiyle secde ediyorlardı. Rûhun ve Hakk’ın emrine uymuyor, ona ibâdet etmiyorlardı. Bunun için de, tevhidi, dosdoğru yolu bulamıyorlardı.

(Nefs böyle yapmıştı) Allah’a secde etmesinler; rûhlar semalarından ve cisim arzından gizlenmiş potansiyel kemâlatı açığa çıkarmasınlar, boyun eğmesinler diye.

 ‘’O’’ Allah’dır. İlâh yoktur. Ancak ‘’O’’ vardır. Aziym Arş’ın Rabbi’dir’’ (Sebe, 26)

Her şeyi kuşatan Arş’ın sahibi Allah’tır.

‘’(Süleyman Hüdhüd’e) dedi ki: Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın, bakacağız. Şu mektubumu götür, onu kendisine ver, sonra onlardan biraz çekil de, ne sonuca varacaklarına bak.’’ (Sebe, 27-28)

Kalp, Düşünen kuvvete; ‘’vehme mi tabi oldun, fasit/bozuk hayalleri mi düzdün göreceğiz, ‘’Şu mektubu’’ ameli Hikmet’i ve İlâhi şeriatı götür, kendisine ver, itaat edip boyun eğmeyi kabul edecekler mi, yoksa yüz mü çevirecekler’’ dedi.

‘’(Süleyman’ın mektubunu alan Sebe melikesi,) Beyler, ulular! Bana çok önemli bir mektup bırakıldı, dedi. Mektup Süleyman’dandır, Bismillahirrahmanirrahiym/ Rahman ve Rahîm olan Allah adıyla (başlamakta) dır. Bana baş kaldırmayın, teslimiyet gösterip bana gelin, diye (yazmaktadır)’’ (Sebe, 29-30-31)

Mektup Süleyman’dandır; Kalpten sudûr etmiş ve fikir vasıtasıyla nefse ulaştırılmıştır. Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyladır. Galibiyet kurmaya, istila etmeye kalkışmayın. Bana gelin. Boyun eğmiş ve teslim olmuş olarak.

 ‘’(Sonra Melike) dedi ki: Beyler, ulular! Bu işimde bana bir fikir verin. (Bilirsiniz) siz yanımda olmadan (size danışmadan) hiçbir işi kestirip atmam. Onlar, şu cevabı verdiler: Biz güçlü kuvvetli kimseleriz, zorlu savaş erbabıyız: buyruk ise senindir: artık ne buyuracağını sen düşün’’ (Sebe,32-33)

Melike’nin; ‘’Beyler, ulular! Demesi, nefsin kabiliyetine, cevherinin temizliğine işarettir.
 ‘’Melike: Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi, orayı perişan ederler ve halkının ulularını alçaltırlar. (Herhalde) onlar da böyle yapacaklardır, dedi. Ben (şimdi) onlara bir hediye göndereyim de, bakalım elçiler ne (gibi bir sonuç) ile dönecekler.’’ (Sebe, 34-35)

Bir memleketin perişan edilmesi, üstün ve şerefli olanların zelil kılınması, bunların hazlardan ve lezzetlerden men edilmesine, kuvvetlere galip gelip istila eden unsurların riyazetle ezilmesine işarettir. Gönderilen hediye; maddi idrakler, nefsani şehvetler, vehmi ve hayali lezzetler mallarından oluşan süslerdir.

‘’(Elçiler, hediyelerle) Süleyman’a gelince şöyle dedi: Siz bana mal ile yardım mı ediyorsunuz? Allah’ın bana verdiği, size verdiğinden daha iyidir. Hediyenizle (ben değil) siz sevinirsiniz.  Onlara geri dön! İyi bilsinler ki, kendilerine asla karşı koyamayacakları ordularla gelir, onları muhakkak sûrette hor ve hakir halde oradan çıkarırız.’’ (Sebe, 36-37)

Süleyman/Kalp şöyle dedi; Allah’ın bana verdiği, yakinî marifetler, kutsi hakîkatler ve nûrani müşâhedeler, size verdiği maddi, hayali ve vehmi süslerden daha iyidir. Onlara; rûhani kuvvetlerden ve ilâhi nûrların desteğinden oluşan ordularla geliriz. Onları zorla, istilâ ederek oradan çıkarırız.

‘’(Sonra Süleyman müşavirlerine) dedi ki: Ey ulular! Onlar teslimiyet gösterip bana gelmeden önce, hanginiz o melikenin tahtını bana getirebilir? Cinlerden bir ifrit: Sen makamından kalkmadan ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm yeter ve bana güvenebilirsiniz, dedi.’’ (Sebe, 38-39)

Nefsin ve kuvvetlerinin ahlâk ve ibâdetle yaklaşmalarından önce kim beden şehrinin hükümdarı konumundaki hayvani rûhun tahtını getirebilir. İfrit’ten maksat, vehimdir. Çünkü vehim, tabiat kuvvetlerini korku ve ümitle kendine boyun eğdirir. ‘’onu sana getiririm’’, sen sadır makamından bulunduğun, sır makamına yükselmediğin sürece.

‘’Kendisinin de Kitaptan (Allah tarafından verilmiş) bir ilmi olan kimse ise: Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm, dedi. (Süleyman) onu (Melikenin tahtını) yanı başına yerleşmiş olarak görünce: Bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lûtfundandır. Şükreden, ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o bilsin ki, Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahibidir.’’ (Sebe, 40)

‘’Kitaptan bir ilmi olan kimse’’ ameli akıldır. Sahip olduğu ilim ise ameli hikmet ve şeriattir. ‘’Gözünü açıp kapatmadan’’ hakîkatleri, külli marifetleri idrâk etmeden önce ’’getiririm’’. Süleyman; Hayvanî rûhun tahtını ‘’yanıbaşında’’ kendisiyle bütünleşmiş, haliyle sabit, itaate yatkın görünce şükretti.

‘’(Süleyman devamla) dedi ki: Onun tahtını bilemeyeceği bir hale getirin; bakalım tanıyacak mı, yoksa tanımayanlar arasında mı olacak. Melike gelince: Senin de tahtın böyle mi? Dendi. O şöyle cevap verdi: Tıpkı o! (Süleyman şöyle dedi): Bize daha önce (Allah’tan) bilgi verilmiş ve biz Müslüman olmuştuk.’’ (Sebe, 41-42)

Melikenin tahtı; Riyazet aracılığıyla adetleri değiştirilince, yerilmesi gereken davranışları terk edilince, ifrat düzeyine ulaşmış yeme, içme ve uyuma gibi davranışları; aza kanaat getirmek, geceleri uykusuz kalmak ve zayıf kalmış rûhanî kuvvetleri de yüksek düzeye ulaştırmak sûretiyle ters yüz edilince tanınmaz hale geldi.  Melike tahtı görünce; ‘’tahtın bu şekli şimdiki halime, önceki şekli de önceki halime uygundu. Ama ben ulvî cihete yönelince, düzgün hale geldi’’ dedi. 

Süleyman/Kalp; ‘’fıtrat misakı esnasında bize ilim verilmişti ve dünya hayatımızdan önce boyun eğip teslim olmuştuk. Biz bu misakı unutmuştuk, hatırladık’’ dedi.

‘’Onu, Allah’tan başka taptığı şeyler (o zamana kadar Tevhid dinine girmekten) alıkoymuştu. Çünkü kendisi inkârcı bir kavimdendi. Ona: Köşke gir dendi. Melike onu görünce derin bir su sandı ve eteğini yukarı çekti. Süleyman: Bu, billûrdan yapılmış, şeffaf bir zemindir, dedi. Melike dedi ki: Rabbim! Ben gerçekten kendime yazık etmişim. Süleyman’la beraber âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum.’’ (Sebe, 43-44)

Ona; sadır makamı olan köşke gir denildi. Burası zıtlardan, tabiatların farklılığından arındırılmış, şeffaflıkta cam gibi olan, safi kalbin nûrlarından oluşan billurdan yapılmıştı. Melike onu görünce; vahdet denizi sandı. Çünkü yükselişte vardığı, kemâl düzeyinin son noktası buydu. Eteğini; bedene bakan, beden içinde hareket eden, gazap ve şehvet gücü olmak üzere ikiye ayrılan süfli tarafını yukarı çekti. Ama amellerinin kalıntısı kılları, bu amellerin bulanıklığından kaynaklanan kara lekeler, izler üzerinde duruyordu.

Ben; perdelenmek, vehme bulanmak, arzuların, hevânın tutsağı aklı kulluk sunulan bir ilâh edinmekle kendime yazık etmişim. Hakk’ın emrine uymak, Tevhid kafilesine katılmak sûretiyle Süleyman ile âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum.

 İbnü’l Arabî Hz. Tefsir-i Kebîr Tevîlat.

BİLGİ: Hz. İbrâhim; ilk Müslüman, ilk Tevhid Peygamber’i olarak kabul edilir. Ancak hem Müslümanların, hem de İsrailoğullarının ‘’atasıdır’’.

Müslümanlık: Hz. İbrâhim’in oğlu, Hz. İsmâil’in soyundan gelen Hz. Muhammed’e inananların oluşturduğu bir dindir.

Yahudilik: Hz. İbrâhim’in diğer oğlu, Hz. İshak’ın soyundan gelenlerin bağlı olduğu bir din ve dini siyasallaştıran bir ırktır. Hz. İshak’ın oğlu Hz. Yakup’un bir diğer adı ‘’İsrail’’ olduğu için, ‘’İsrailoğulları’’ sözü buradan gelir. Müslümanlar dışındaki bütün dinlerin atası Hz. İshak’tır.

Mûsevilik: Hz. Mûsâ’ya inanan ve onun yolundan gidenlere verilen bir isim ve dindir. Yahudilerin tamamı ‘’Mûsevi’’ dinine mensupken, Mûsevilerin tamamı ‘’Yahudi’’ değildir. Örn: Mûsevi Türk, Mûsevi Kürt, Mûsevi Arap gibi... Bu kavim; Ken’an (Filistin) iline yerleşmeden önce ‘’İbrani’’, yerleştikten sonra ‘’İsrailliler’’, sürgünden sonra ‘’İsrailoğulları’’ diye isimlendirilirken, ferden ‘’Yahudi’’ olarak adlandırılırlar.

Hristiyanlık: Hz. İsâ’ya inananların oluşturduğu bir dindir.

5 Ekim 2017 Perşembe

İNSAN VE SONRASI:

İnsan; ‘’ÜNS’’ (Ünsiyet) kökünden türemiş bir kelimedir. Yakınlık anlamındadır. Aslında her varlık Allah’a şah damarından daha yakındır. Ancak kul bunun farkında değildir. Tasavvufta insan terimi ‘’İNSAN-I KÂMİL’’  için kullanılır. İnsanlık bir makamdır. İnsan görücü, bilici, idrâk edici rûhtur. Varlık mertebeleri AKL-I KÜLL ile başlar, İNSAN mertebesi ile son bulur. 

İNSAN-I KÂMİL: Vâhit/Bir olan varlık, birliğinde durdukça zuhûru mümkün değildir. Vâhit ancak kendi sûreti ile çift hale gelmekte ve zuhûr etmektedir. Buna göre Hakk’ın vücudu, varlığın sûreti olan insan ile çift hale gelmiştir. İnsan Hakk’ın zâtından ilk taayyün sonucu zuhûr eden ve tüm varlığı icmâlen kendinde barındıran ’’Nûr-ı Muhammedi’’ terimi yerine kullanılmıştır. İnsan-ı Kâmil insan türünün ilk örneği olan semâvî bir varlıktır. Her varlık giderek kendi semâvî ilk örneğine yaklaşacak; böylesi bir insan BERZAH olma niteliğine ulaşarak semâvi bir insana (İnsan-ı Kâmil’e) dönüşecektir.

AŞAĞIDAKİ YAZIDA KONU EDİLEN BEŞER İNSAN'DIR.

Fizik açıdan bakıldığında; İnsan denilen şey, bir varlığın, bağlı bulunduğu rûha hizmet etmek için yeryüzü küresinde kaba maddeleri bir araya toplayıp, kendisine araç olarak kullanmak amacıyla oluşturduğu bir bedendir.

Bir dünya bedeninin, dünya hayatı boyunca hizmet ettiği rûha, kendisinden beklenen hizmeti gereği kadar gördükten sonra, o rûha araçlık yapma amacı ortadan kalkar. Bunun sonucunda da o bedendeki değerlerin azalması icap eder ki, ilâhi düzende gereği kalmayan bütün süreçlere son verilmesi zorunludur. İşte bu zorunlulukla, kendisinin canlanmasına sebep olan varlık karşısında, bütün işlevlerini tamamlayıp artık işe yaramaz hâle gelmiş dünya bedenine, yukarıdan inen tesirler, yani değerler kesilir. Bu tesirlerin kesilmesiyle, onun bileşimindeki hareketlerin bir kısmı silinmeye başlar. O beden artık eski şeklini ve durumunu koruyamaz. Parçalanmaya ve dağılmaya başlar ve bu hâlin nitel (gözlem) olarak görünüşü ölümdür.

Metafizik açısından bakıldığında ise; İnsan, ilâhi âlemden tekâmül etmek/gelişmek gayesiyle fizik âleme beden, nefs ve rûh olarak inen bir varlıktır. Bu dünyadaki vazifesini istidâdı ölçüsünde tamamladığında da, bedenini, ait olduğu bu âlemde bırakarak tekrar aslına, ÖZ’üne geri döner. (Bedri Ruhselman)

‘’her nefs ölümü tadacaktır’’ (Âl-İmrân sûresi-185) âyeti gereği; her var olan, sonsuz ve bütünsel enerji alanına/aslına geri dönecektir. Bu bütün yaratılmışların ortak kaderidir.

Aslında her ‘’AN’’ ölüp diriliriz (halk-ı cedid) fakat farkına varmayız. Sürekli yiyip içmemiz, gözlerimizi kırpmamız bunun delilidir. 

Ölüm; İnsanî rûhun ayrılması, hayvanî rûhun sönmesidir. Rûh: Yürek kaynağından yükselen ve damarlar aracılığıyla beyne çıkan, yine damarlar aracılığıyla beyinden bütün bedene yayılan ve böylece her yerde istidâdına göre iş işleyen, gözle görülemeyecek kadar ince olan buhardır. ‘’Sana Rûh’un ne olduğunu soruyorlar, de ki; Rûh Rabbimin emrinden ibarettir. Bu hususta bize pek az bilgi verilmiştir’’ (İsrâ-85)

İnsanda üç türlü rûh vardır. Zât’i rûh: Vücûd’da yer kaplamaz, çünkü zâtın sırrıdır. İnsâni rûh: O da vücûd da yer kaplamaz. Çünkü mekânı dimağ ve akıldır. ‘’Rûhumdan Rûh üfledim’’in manasıdır. Hayvâni rûh: Yeri karaciğerdir. Yani ciğerde olan duman buharıdır ki, bedene yayılmış damarlar aracılığıyla bedene sirâyet eder. (Hayvan canlı, hayat demektir) 

İnsanî rûh elemden habersizdir. Hayvanî rûh ise ayrılmayı hisseder ve azap çeker. Cehennemde azap çekenlerin elemi de hayvanî elemdir. (Ölen hayvan imiş âşıklar ölmez)

İnsanî rûh ölümle Berzah’a gider. Beden ise topraktır ve toprağa döner. Çünkü fizik ötesi âleme geçebilmek için, bedenin bu his âleminde bırakılması gerekir. İşte Azrâil de, insanı âhirete, ulvî âleme doğurtan ‘’EBE’’ dir. Ölüm bir çözülmedir.

Tasavvufta iki tür ölümden bahsedilir.

1.   Bu dünyada bedendeyken ölmek. Yani kişinin nefsinin esaretinden kurtulup özgürleşmesi, nefsi rûha tâbi kılması, bedende dirilmesi, Kıyâmet’ inin kopması.

2.   Bedenin ölümü.

Bedende ölenler, Yani bu dünyada ölmeden önce ölme makamına ulaşanlar, diri olanlardır ki, onlar öbür dünyada sorgu ve suale tâbi olmayacaklardır.

Hz. Peygamber’in; ’İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar’’ sözü gereği uykudan bu dünyada uyananlardır. Bedr-i Habeşî vefat edince, onu yıkayacak kişi heybetinden etkilenir ve elini süremez. Hazret gözünü açar ve ‘’yıka’’ der. Gözünü tekrar kapar. İbnü’l Arabî Hz.lerinin babası da ölümünden sonra yıkanırken canlı ve mütebessimdir.

Ölmeden önce ölme makamına erenler, rûhlarını beden kabrinden özgür kılanlardır. Şeyh, çok defa özgür rûhlar ile karşılaşır. Bunlardan biri, Abbâsi Halifesi Hârun Reşid’in oğlu Ahmed el-Sebtî’dir. Kendisinden dört yüz yıl önce ölmüş olan bu zât, kendi zamanının en büyük kutbudur. (Aralarında uzunca bir sohbet geçer)

Gene şeyh; en büyük eseri olan Fütûhat-ı Mekkiye’yi (560 cilt) Kâbe’yi tavaf ederken karşılaştığı bir Rûhanî varlığın ilhâmı ile yazdığını belirtmiştir. Cebrâil (as); Hz. Peygambere her seferinde ‘Dıhye’ kılığında görünmüştür. (2 kere aslen görünmüştür)

Bir de; Hz. Ali ve Hacı Bektâşi Veli gibi kendi cenazesini yıkayanlar, namazını kılan ve gömenler vardır. Bunlar; ölmeden önce ölme makamına erenler, vücut kaydından kurtulanlardır. Onlar için ölüm Mevlâna’nın dediği gibi düğün gecesi/Şeb-i Arûz’dur.

Ölüm dünya menzilinden, âhiret (Misal-Hayal) âlemine intikâl (doğum) demektir.

Dünyadaki her şeyin hayatı belli bir süreye kadar devam eder. Bir canlının nefeslerinin sona ermesi, BERZAH âlemine intikâlle gerçekleşen son nefestir.

‘’tekrar diriltilecekleri güne kadar arkalarında onları geriye dönmekten alıkoyan bir berzah vardır’(Mü’minun -100).

Bu Berzah; Hz. Peygamber’in çoğunlukla ‘’kabir’’ olarak adlandırdığı ve ölümden sonra, mahşer gününden önce gerçekleşen tüm olayların olduğu yere denk düşer.

BERZAH:

Berzah; Beyne-Beyne (ikisinin ortasında, ikisinin arasında anlamında, mücerret/soyut) demektir. Berzah; iki şeyi ayıran ve hiç bir zaman uç olmayan bir şeydir. Berzah; Bilinen- bilinmeyen, var olan- olmayan, akledilir olan ve olmayan şeyler arasında ayırıcı bir durumdur. Hayal berzah gibidir. Ne vardır, ne yoktur. Ne bilinir, ne bilinmez. Berzah; Aralarında bulunduğu iki şey ile zâtı gereği kavuşur. Berzah’ı berzah yapan özellik, kendisinde berzah bulunmamasıdır. Berzah iki ucu da kendinde birleştirirken, aynı zamanda iki âlem arasındaki mekândır.

Berzah’ın, berzah olabilmesi için her iki uçtan da kendinde var olması gerekir.

Örn: Münafık; Kâfir ile Mümin arasında, Kalp; rûh ve nefs arasında, Nefs; rûh ile beden arasında, Besmele (B harfi); Kur’ân’ın her sûresinde kul ile Zât-ı âkdes/ilâhi kaynak arasında berzahtır. Araf’da, cennet ve cehennem arasında berzahtır.

Misâl âlemi; maddi ve mânevî âlem arasındaki ‘’Berzah-ı Suğrâ’’ (en küçük Berzah) iken, Cebârut âlemi;  varlıkların mutlâk gayb mertebesine ulaşmasını engelleyen ‘’Berzah-ı Kübrâ’’(en büyük Berzah) dır.

Hz. Peygamber de; Hak ve halk arasında berzahtır.

İnsanî rûh, berzahta ilimler ve âmeller sûretinde bir şekil ve sûrete girer. Orada idrâk hakîkidir. Berzah’taki sürenin ardından KIYÂMET’teki süre başlar.

KIYÂMET:

İbnü’l Arabî Hz.leri KIYÂMET gününde yedi temel yerden bahseder.

AMELLERİN SUNUM YERİ: Kulların âmellerini sunacakları yerdir.

DEFTERLERİN ALINDIĞI YER: ‘’defterleri sağından verilen kimse’’ (el-Hakka, 19) ile kastedilen mümin ve mutlu (said) insandır. ‘’ve defteri sol tarafından verilen kimse’’ (el-Hakka, 25) ile kastedilen ise münâfıktır. ‘’defterini arkandan al’’ (el-İnşikak,10) defteri arkasından verilen ise, kendisine kitap verilen, kitabı arkasına atan ve onu değersiz bir pahaya satandır. Kâfir’in ise defteri yoktur. (Kâfir/küfür perde olup, onlar Hakk’a karşı perdeli olanlardır)

TERAZİLERİN KONULDUĞU YER: Terazi amelleri tartmak için konulur. Allah’a ortak koşanlar adına kıyamet gününde terazi konulmaz. ‘’Kıyamet günü onlar için terazi ortaya koymayız’’ (el-Kehf,105)

Çünkü Allah’a ortak (şirk) koşan insanın iyi âmelleri de boşa gitmiştir. Teraziye iyisiyle, kötüsüyle rûh âmelleri girer. Bunlar göz, kulak, dil, el, mide, cinsel uzuv ve ayaktır.

Terazi, saadet ve şekâvetin birlikte bulunmasından dolayı kurulur. İyilikleri ağır basan hesaba çekilmeksizin cennete, kötülükleri ağır basan da cehenneme girer. Ancak azap gördükten sonra şayet Îmanlı ise cehennemden çıkarak cennete girer.

YOL: Bu yol sırat yoludur ve nitelenirken ‘’kıldan ince, kılıçtan keskin’’ olduğu söylenmiştir. Dünyada bu yol şeriat bilgisidir. Şeriat dosdoğru yoldur. Kul namazının her rekâtında şöyle der: ‘’Bizi dosdoğru yola ulaştır’’ (Fâtiha-6)

İnsanların amelleri kendilerini yolda tutar. Böylece cennete geçemedikleri gibi cehenneme de düşmezler. En sonunda şefaat veya ilâhi inâyet (yardım) kendilerine ulaşır.

Bu hayatta kim başkasının suçunu bağışlarsa, Allah da onun günahlarını bağışlar. Kim işi zorlaştırmaya kalkarsa, Allah da onun işini zorlaştırır. Kim affederse, Allah da onu affeder. Öyleyse güzel huylara bağlanınız. Çünkü Allah bugün O’nun kullarına davrandığınız gibi, yarın size davranacaktır. İnsan nasıl davranırsa, Allah da onlara öyle davranır.

A’RÂF: Cennet ve cehennem arasındaki sûr benzeri bir perdenin yüksek tepeleri anlamındadır. Bir tarafı cennete bakar ki, Rahmet’tir. Bir tarafı cehenneme bakar ki, Azap’tır.

A’RÂF’ta cennet ehli cennete girmeyi ‘’umut’’ ederek, cehennem ehli ise cehennemde kalmaktan korkarak ‘’korku’’ ile bekler. Burası korku ile umut arasında bir yerdir

A’râf cennet ile cehennem arasında, yani Hakk’ı görenler ile Hakk’tan perdelenenler arasında berzahtır. Terazisinin kefeleri eşit olan kimseler burada bulunur.

İyilik ve kötülükleri eşit olan; kötülükleri cennete, iyilikleri ise cehenneme girmelerine mâni olan ve Cenâb-ı Hakk’ın kendileri hakkında hüküm verinceye kadar bu sûr üzerinde kalanlardır. Yani günah ve sevapları birbirine denk olup, bir müddet orada kalan kullardır.

Bunlar daha sonra Allah’ın lûtfuyla cennete gireceklerdir. A’râf; orta yerdir.

 ‘’A’RÂF’’ ve ‘’A’RÂF EHLİ’’ Kur’ân’da; A’RÂF sûresinde (46-50) şöyle anlatılır: 

‘’İki taraf (cennetlikler ve cehennemlikler) arasında bir perde ve A’râf üzerinde de herkesi simalarından tanıyan adamlar vardır ki, bunlar henüz cennete giremedikleri halde (girmeyi) umarak cennet ehline: Selâm size! diye seslenirler’’

‘’Gözleri cehennem ehli tarafına döndürülünce de: Ey Rabbimiz! Bizi zalimler topluluğu ile birlikte bulundurma! derler’’

‘’(Yine) A’râf ehli simalarından tanıdıkları birtakım adamlara seslenerek derler ki: Ne çokluğunuz, ne de taslamakta olduğunuz büyüklük size hiç bir yarar sağlamadı’’

‘’Allah’ın kendilerini hiç bir rahmete erdirmeyeceğine dair yemin ettiğiniz kimseler bunlar mı? (ve cennet ehline dönerek)‘’ Girin cennete; artık size korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz’’ (derler).

‘’Cehennem ehli, cennet ehline ‘’suyunuzdan veya Allah’ın size verdiği rızıktan biraz da bize verin!’’ diye seslenirler. Onlar da: Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır, derler’’.

Âyette geçen ‘’A’râf ehli’’ hem cennet, hem de cehennem ehli ile irtibatlıdır. Onlar her iki gurubu da simalarından tanır.

A’râf adamları bu sûru bilmekle insanların en mutlularıdır. Onlar her iki zıt arasındaki mevhum çizgiyi görür. Böylece sınırları aşmazlar. Onlar her şeyi kapsayan rahmetin adamlarıdır.

ÖLÜMÜN KURBAN EDİLMESİ: Allah ölümü ‘’parlak bir koç’’ sûretinde ortaya çıkarır. Yahya (as.) elinde bir bıçak olduğu halde gelir ve ölümü yatırıp boğazını keser. Cennetlikler; ‘’Allah seni mübârek etsin. Bizi dünya sıkıntısından kurtardın’’ diye sevinirken, cehennemlikler; ‘’Orada ne ölür, ne hayat bulurlar’’ (el-A’lâ, 28) âyeti gereği uykuda gibidirler.

Hz. Peygamber(sav.) ‘’Ölüm mümin için bir hediyedir’’ demiştir. Ölümün kurban edildiği gün ‘’hasret günü’’ diye isimlendirilir. Bu durum her iki grup için de ‘’ebediliğin’’ özelliğini ortaya koyar.

Yahya; Hayy/Hayat demektir ve bu isim ona Allah tarafından verilmiştir. Ölümü ancak onun zıddı olan Hayat (Yahya) yok edebilir.

HÜKÜMDARIN ZİYAFET SOFRASI: Bu sofra Hükümdarın cennetliklere sunduğu ziyafet sofrasıdır. Ziyafet sofrasının bulunduğu meydanın toprağı ise tıpkı güneşin kursu gibi beyaz topraktır (el Kesîb/kum tepesi).

Cennetliklerin oradaki yemekleri Yunus balığının ciğerinden arta kalandır. Yunus denizde yaşayan bir su canlısıdır. Su ise cennete uygun hayat unsurudur.

Cehennemlikler için ise (yiyecek olarak) boğadan dalak çıkarılır. Dalak pisliklerin evidir ve orada bedenin pislikleri toplanır. (İbnü’l Arabi Hz. Fütûhât-ı Mekkiye-2 Syf. 451-458)

 Bu yedi kapının dışında cennetlikler için sekizinci bir kapı daha vardır ki; burası Rü’yet (görme) yeridir.

 Burası kum tepesi ‘’el-kesîb’’ vatanıdır. ‘’O gün (kıyâmet günü), dağlar ve yeryüzü sarsılır; dağlar çöküntü ile akıp giden kum yığınına (el-kesîb) döner’’ (Müzzemmil sûresi-14) Bu kum tepesi ‘’beyaz misk’’ ten yapılmıştır. Yüce Allah’ı görme (rü’yet) anında yaratıkların bulunduğu yerdir burası. Bu kum tepesi vatanı cennetin dışındadır. Çünkü burası Adn Cennet’indedir. İnsanların çoğu Kral’ın (Melik, Tanrı) huzuruna ancak bu yeri ziyaret ederlerse girebileceklerdir. (Nûrlar risâlesi Syf.36)

CENNET ve CEHENNEM:

Dünya hayatında yaptığımız fiil ve ameller, Cehennem üzerinden geçen ve sonu Cennet kapısı olan hayat köprümüzdür. Yani Sırat-ı Hüdâ’dır (Cennet yolu). Kıyamet gününde kişi o yolu görür ve tanır. Çünkü o yolu kendi inşa etmiştir. O köprüyü aşabilmek, bu dünyada yaptıklarımıza bağlıdır. Dünya Cehenneminden başarı ile geçmeden Hüdâ’ya yani Cennet’e kavuşmak mümkün değildir.

CENNET; Örtmek demek olup, Lâtifliği ve Rûhaniliği nedeniyle gizlenmek anlamına gelir. İnsan belli bir ilâhi ismin tecelligâhı olması yönünden Hakk’ı örter. Cennet Peygamberin mertebesidir. ‘’Ben senin vâsıtanla bilinirim, sen Ben’im vâsıtamla görünürsün’’ O zaman seni bilen, beni bilir.

Cennet’te ‘’Hûri’’ diye adlandırılan güzellikler bizim tekâmül etmiş nefislerimiz. ‘’Gılman’’ lar Akl-ı Küll’e bağlanmış akıllarımızdır. Köşk’ler ise; Hûri ve Gılman’larla bezenmiş vücûdlarımızdır. İşte kâmil olduğumuzda cennet biziz. Dünyada Allah’ı seyreden, hiçliğini bilen Kâmil’dir. Cennet’in dört ırmağı:  su/tevâzu, süt/ilim, şarap/aşk ve bal/tevhid dir. Kim vücûd memleketinde bu dört ırmağı barındırır, cennet olur. Cennet, Hz. Peygamber’dir.

CEHENNEM İSE; Derin kuyu demektir. Yağmurunu bırakmış bulut ‘’Cehâme’’ kelimesinden türemiştir. Yani Allah’ın Rahmet’ini yağdırmadığı yer. Cehennem insanın doğasıdır. Biz Âhiret’in kapısına, cehennem (doğamız) üzerindeki şeriât köprüsünden yürüyerek gideriz. Onun için herkes cennete girmeden önce cehennemden geçecektir, denir.

Bu köprünün bir ayağı Vakfe’de (durma), diğer ayağı cennetin kapısı üzerindedir. Bu köprü hayatta mânen bulunur.

Cennet dünyayı satanlar, cehennem ise satın alanlar içindir. Azap ve nimetler dünyada birbirine karışmıştır. Âhiret ise karışımı kabul etmez. Cennet nimet, cehennem ise azaptır.

Cehennemin 7, cennet’in 8 kapısı vardır. İnsan idraki 8’dir. 5 duyu (görme, duyma, dokunma, tatma, koklama) şüphe, hayal ve akıldır. Akıl bu 7 idrak ile olmaz nefsine uyarsa cehennemin 7 kapısı olur. Akıl ortaya çıkar 7’sine hâkim olursa 8’i cennet’in kapısı olur. Cehennemin her kapısı nefsin 7 sıfatındandır. Bunlar; Kibir, hırs, şehvet, haset, gazap, cimrilik ve kindir.

Nefs, Cehennemden bir parçadır. Biz nefs Cehennemine bu kapılardan gireriz. En büyük cehennem de Allah’tan gafil olmaktır.

Rûh, cehennemde insan sûretinde yanmaz. Allah kendi âyetlerini yakmaz. İnsan Rahman sûretinde yaratılmıştır. Fâtiha’nın 7 âyeti insanın yüzündedir. İnsan dünyada hangi hayvan sıfatı ile öldü ise, Cehennemde o sûretle yanacaktır. (Nefsin olumsuz sıfatları yanacaktır)

Öldükten sonra hiç kimse mezhebinden ve Târikat’ından (yolundan) dolayı sorgulanmayacaktır. İlâhi hükümlere uyup uymadığı konusunda sorgulanacaktır. Bir işin kötü ve yanlış olduğunu bile bile yapan kişi günahkârdır. Oysaki mümin, iyi ve kötü âmeli karıştıran kişidir.

Rahmet, cehennem ehlini de kucakladıktan sonra, cehennemlikler cehennemde olmaktan zevk duymaya başlarlar ve cennette olmadıkları için Allah’a hamd ederler. Buna göre, nerede olursan ol, mizâcına uygun olan şey seni bulduysa, saadet içinde olursun. Mizâcına uygun olmayan şey seni bulduysa azapta olursun. Azap tattır. ‘’Tadın azabımı’’ (Kâmer-39) Güzel şeyler tadılır. Cehennemlikler ateş ehlidir. Ateş ateşi yakmaz.

Âlem Rahman’ın nefesinden çıkar ve Rahman salt hayırdır. Var olan her şey kendi kaynağına dönmek zorundadır ve bu nedenle her şey salt hayra, iyiliğe döner.

Hazreti Mevlâna der ki; ‘’Suyun testiye dolması istenince, Pâdişah can ordusuna ‘’binin’’ emrini verir. Yani Allah’ın emrinde olan rûharın, bulundukları ulvî âlemden, bu süfli âleme(dünyaya) gelmesi istenince, Cenâb-ı Hakk, rûh ordusuna; ‘’Atlarınıza binin’’ emrini verir. Onun koyduğu kanun gereğince, erkeklerle kadınlar birleşir, çocuklar doğar, böylece rûhlar ten atlarına binerler.

Sonra, Cenab-ı Hakk, rûhları yücelere çekmek diledi mi ‘’Atlarınızdan inin!’’ emri gelir. Yani ten atlarına binmiş olan canları, ‘’süfli âlemden, ulvi/rûh âlemine’’ davet etmek için Allah tarafından bu işe memur olanlar; ‘’Atlarınızdan inin’’ emrini verirler. Bu emir gereğince rûhlar ister istemez, ‘’beden’’ atlarından inerler. Hakk’ın emri ile rûhlar âlemine varırlar, orada kalırlar’’

Beden, binek, elbise, kap her ne denilirse denilsin, bu dünyada ‘’rûh’’a hizmeti karşılığında,  varlık ölünce baş üzerinde taşınmayı hak eder.   Sadakallâhül Azîm