İnsan;
‘’ÜNS’’ (Ünsiyet) kökünden türemiş bir kelimedir. Yakınlık anlamındadır.
Aslında her varlık Allah’a şah damarından daha yakındır. Ancak kul bunun
farkında değildir. Tasavvufta insan terimi ‘’İNSAN-I
KÂMİL’’ için kullanılır. İnsanlık
bir makamdır. İnsan görücü, bilici, idrâk edici rûhtur. Varlık mertebeleri
AKL-I KÜLL ile başlar, İNSAN mertebesi ile son bulur.
İNSAN-I KÂMİL: Vâhit/Bir olan varlık, birliğinde durdukça zuhûru mümkün değildir. Vâhit ancak kendi sûreti ile çift hale gelmekte ve zuhûr etmektedir. Buna göre Hakk’ın vücudu, varlığın sûreti olan insan ile çift hale gelmiştir. İnsan Hakk’ın zâtından ilk taayyün sonucu zuhûr eden ve tüm varlığı icmâlen kendinde barındıran ’’Nûr-ı Muhammedi’’ terimi yerine kullanılmıştır. İnsan-ı Kâmil insan türünün ilk örneği olan semâvî bir varlıktır. Her varlık giderek kendi semâvî ilk örneğine yaklaşacak; böylesi bir insan BERZAH olma niteliğine ulaşarak semâvi bir insana (İnsan-ı Kâmil’e) dönüşecektir.
AŞAĞIDAKİ YAZIDA KONU EDİLEN BEŞER İNSAN'DIR.
Fizik açıdan bakıldığında; İnsan denilen şey, bir varlığın, bağlı bulunduğu
rûha hizmet etmek için yeryüzü küresinde kaba maddeleri bir araya toplayıp,
kendisine araç olarak kullanmak amacıyla oluşturduğu bir bedendir.
Bir
dünya bedeninin, dünya hayatı boyunca hizmet ettiği rûha, kendisinden beklenen
hizmeti gereği kadar gördükten sonra, o rûha araçlık yapma amacı ortadan
kalkar. Bunun sonucunda da o bedendeki değerlerin azalması icap eder ki, ilâhi
düzende gereği kalmayan bütün süreçlere son verilmesi zorunludur. İşte bu
zorunlulukla, kendisinin canlanmasına sebep olan varlık karşısında, bütün
işlevlerini tamamlayıp artık işe yaramaz hâle gelmiş dünya bedenine, yukarıdan
inen tesirler, yani değerler kesilir. Bu tesirlerin kesilmesiyle, onun
bileşimindeki hareketlerin bir kısmı silinmeye başlar. O beden artık eski şeklini
ve durumunu koruyamaz. Parçalanmaya ve dağılmaya başlar ve bu hâlin nitel (gözlem)
olarak görünüşü ölümdür.
Metafizik açısından bakıldığında ise; İnsan, ilâhi âlemden tekâmül etmek/gelişmek gayesiyle
fizik âleme beden, nefs ve rûh olarak inen bir varlıktır. Bu dünyadaki
vazifesini istidâdı ölçüsünde
tamamladığında da, bedenini, ait olduğu bu âlemde bırakarak tekrar aslına,
ÖZ’üne geri döner. (Bedri Ruhselman)
‘’her
nefs ölümü tadacaktır’’ (Âl-İmrân
sûresi-185) âyeti gereği; her var olan, sonsuz ve bütünsel enerji alanına/aslına
geri dönecektir. Bu bütün yaratılmışların ortak kaderidir.
Aslında
her ‘’AN’’ ölüp diriliriz (halk-ı cedid) fakat farkına varmayız. Sürekli yiyip
içmemiz, gözlerimizi kırpmamız bunun delilidir.
Ölüm; İnsanî rûhun ayrılması, hayvanî rûhun sönmesidir. Rûh: Yürek kaynağından yükselen ve damarlar aracılığıyla beyne çıkan,
yine damarlar aracılığıyla beyinden bütün bedene yayılan ve böylece her yerde istidâdına
göre iş işleyen, gözle görülemeyecek kadar ince olan buhardır. ‘’Sana Rûh’un ne olduğunu soruyorlar, de ki;
Rûh Rabbimin emrinden ibarettir. Bu hususta bize pek az bilgi verilmiştir’’
(İsrâ-85)
İnsanda üç türlü rûh vardır. Zât’i
rûh: Vücûd’da yer kaplamaz, çünkü
zâtın sırrıdır. İnsâni rûh: O
da vücûd da yer kaplamaz. Çünkü mekânı dimağ ve akıldır. ‘’Rûhumdan Rûh üfledim’’in
manasıdır. Hayvâni rûh: Yeri
karaciğerdir. Yani ciğerde olan duman buharıdır ki, bedene yayılmış damarlar
aracılığıyla bedene sirâyet eder. (Hayvan canlı, hayat demektir)
İnsanî
rûh elemden habersizdir. Hayvanî rûh ise ayrılmayı hisseder ve azap çeker.
Cehennemde azap çekenlerin elemi de hayvanî elemdir. (Ölen hayvan imiş âşıklar ölmez)
İnsanî rûh ölümle Berzah’a gider. Beden ise topraktır ve toprağa
döner. Çünkü fizik ötesi âleme geçebilmek için, bedenin bu his âleminde
bırakılması gerekir. İşte Azrâil de,
insanı âhirete, ulvî âleme doğurtan ‘’EBE’’ dir. Ölüm bir çözülmedir.
Tasavvufta iki tür ölümden bahsedilir.
1. Bu dünyada
bedendeyken ölmek. Yani kişinin nefsinin esaretinden kurtulup özgürleşmesi,
nefsi rûha tâbi kılması, bedende dirilmesi, Kıyâmet’ inin kopması.
2. Bedenin ölümü.
Bedende ölenler, Yani bu dünyada ölmeden önce ölme makamına
ulaşanlar, diri olanlardır ki, onlar öbür dünyada sorgu ve suale tâbi
olmayacaklardır.
Hz. Peygamber’in; ‘’İnsanlar
uykudadır, ölünce uyanırlar’’ sözü gereği uykudan bu dünyada
uyananlardır. Bedr-i Habeşî vefat edince, onu yıkayacak kişi heybetinden
etkilenir ve elini süremez. Hazret gözünü açar ve ‘’yıka’’ der. Gözünü tekrar
kapar. İbnü’l Arabî Hz.lerinin babası da ölümünden sonra yıkanırken canlı ve
mütebessimdir.
Ölmeden
önce ölme makamına erenler, rûhlarını beden kabrinden özgür kılanlardır. Şeyh,
çok defa özgür rûhlar ile karşılaşır. Bunlardan biri, Abbâsi Halifesi Hârun
Reşid’in oğlu Ahmed el-Sebtî’dir. Kendisinden dört yüz yıl önce ölmüş olan bu
zât, kendi zamanının en büyük kutbudur. (Aralarında uzunca bir sohbet
geçer)
Gene şeyh; en büyük eseri olan Fütûhat-ı Mekkiye’yi (560 cilt) Kâbe’yi
tavaf ederken karşılaştığı bir Rûhanî varlığın ilhâmı ile yazdığını
belirtmiştir. Cebrâil (as); Hz. Peygambere her seferinde ‘Dıhye’ kılığında
görünmüştür. (2 kere aslen görünmüştür)
Bir de; Hz. Ali ve Hacı Bektâşi Veli gibi
kendi cenazesini yıkayanlar, namazını kılan ve gömenler vardır. Bunlar; ölmeden
önce ölme makamına erenler, vücut kaydından kurtulanlardır. Onlar için ölüm Mevlâna’nın
dediği gibi düğün gecesi/Şeb-i Arûz’dur.
Ölüm dünya menzilinden, âhiret (Misal-Hayal) âlemine intikâl (doğum)
demektir.
Dünyadaki
her şeyin hayatı belli bir süreye kadar devam eder. Bir canlının nefeslerinin
sona ermesi, BERZAH âlemine
intikâlle gerçekleşen son nefestir.
‘’tekrar diriltilecekleri güne kadar
arkalarında onları geriye dönmekten alıkoyan bir berzah vardır’’ (Mü’minun
-100).
Bu Berzah; Hz. Peygamber’in çoğunlukla ‘’kabir’’ olarak adlandırdığı ve ölümden sonra, mahşer gününden
önce gerçekleşen tüm olayların olduğu yere denk düşer.
BERZAH:
Berzah; Beyne-Beyne (ikisinin ortasında,
ikisinin arasında anlamında, mücerret/soyut) demektir. Berzah; iki şeyi ayıran ve hiç bir zaman uç olmayan bir şeydir. Berzah; Bilinen- bilinmeyen, var olan-
olmayan, akledilir olan ve olmayan şeyler arasında ayırıcı bir durumdur. Hayal
berzah gibidir. Ne vardır, ne yoktur. Ne bilinir, ne bilinmez. Berzah; Aralarında bulunduğu iki şey
ile zâtı gereği kavuşur. Berzah’ı berzah yapan özellik, kendisinde berzah
bulunmamasıdır. Berzah iki ucu da kendinde birleştirirken, aynı zamanda iki
âlem arasındaki mekândır.
Berzah’ın, berzah olabilmesi için her
iki uçtan da kendinde var olması gerekir.
Örn: Münafık; Kâfir ile Mümin arasında,
Kalp; rûh ve nefs arasında, Nefs; rûh ile beden arasında, Besmele (B harfi);
Kur’ân’ın her sûresinde kul ile Zât-ı âkdes/ilâhi kaynak arasında berzahtır. Araf’da, cennet ve cehennem arasında berzahtır.
Misâl
âlemi; maddi ve mânevî âlem arasındaki ‘’Berzah-ı Suğrâ’’ (en küçük Berzah)
iken, Cebârut âlemi; varlıkların mutlâk
gayb mertebesine ulaşmasını engelleyen ‘’Berzah-ı Kübrâ’’(en büyük Berzah) dır.
Hz. Peygamber de; Hak ve halk
arasında berzahtır.
İnsanî rûh,
berzahta ilimler ve âmeller sûretinde bir şekil ve sûrete girer. Orada idrâk
hakîkidir. Berzah’taki sürenin ardından KIYÂMET’teki süre başlar.
KIYÂMET:
İbnü’l Arabî
Hz.leri KIYÂMET gününde yedi temel yerden bahseder.
AMELLERİN SUNUM YERİ: Kulların
âmellerini sunacakları yerdir.
DEFTERLERİN ALINDIĞI YER: ‘’defterleri
sağından verilen kimse’’ (el-Hakka,
19) ile kastedilen mümin ve mutlu (said) insandır. ‘’ve defteri sol tarafından verilen kimse’’ (el-Hakka, 25) ile
kastedilen ise münâfıktır. ‘’defterini
arkandan al’’ (el-İnşikak,10) defteri arkasından verilen ise, kendisine
kitap verilen, kitabı arkasına atan ve onu değersiz bir pahaya satandır. Kâfir’in ise defteri yoktur.
(Kâfir/küfür perde olup, onlar Hakk’a karşı perdeli olanlardır)
TERAZİLERİN KONULDUĞU YER: Terazi amelleri tartmak için konulur. Allah’a ortak koşanlar
adına kıyamet gününde terazi konulmaz. ‘’Kıyamet
günü onlar için terazi ortaya koymayız’’ (el-Kehf,105)
Çünkü Allah’a ortak (şirk) koşan insanın
iyi âmelleri de boşa gitmiştir.
Teraziye iyisiyle, kötüsüyle rûh âmelleri girer. Bunlar göz, kulak, dil, el,
mide, cinsel uzuv ve ayaktır.
Terazi,
saadet ve şekâvetin birlikte bulunmasından dolayı kurulur. İyilikleri ağır
basan hesaba çekilmeksizin cennete, kötülükleri ağır basan da cehenneme girer.
Ancak azap gördükten sonra şayet Îmanlı
ise cehennemden çıkarak cennete girer.
YOL: Bu yol sırat yoludur ve nitelenirken ‘’kıldan ince, kılıçtan keskin’’ olduğu
söylenmiştir. Dünyada bu yol şeriat bilgisidir. Şeriat dosdoğru yoldur. Kul namazının
her rekâtında şöyle der: ‘’Bizi dosdoğru
yola ulaştır’’ (Fâtiha-6)
İnsanların
amelleri kendilerini yolda tutar. Böylece cennete geçemedikleri gibi cehenneme
de düşmezler. En sonunda şefaat veya ilâhi inâyet (yardım) kendilerine ulaşır.
Bu
hayatta kim başkasının suçunu bağışlarsa, Allah da onun günahlarını bağışlar.
Kim işi zorlaştırmaya kalkarsa, Allah da onun işini zorlaştırır. Kim affederse,
Allah da onu affeder. Öyleyse güzel huylara bağlanınız. Çünkü Allah bugün O’nun
kullarına davrandığınız gibi, yarın size davranacaktır. İnsan nasıl davranırsa,
Allah da onlara öyle davranır.
A’RÂF: Cennet ve cehennem arasındaki sûr benzeri bir perdenin yüksek tepeleri anlamındadır. Bir
tarafı cennete bakar ki, Rahmet’tir. Bir tarafı cehenneme bakar ki, Azap’tır.
A’RÂF’ta
cennet ehli cennete girmeyi ‘’umut’’
ederek, cehennem ehli ise cehennemde kalmaktan korkarak ‘’korku’’ ile bekler. Burası korku ile umut arasında bir yerdir.
A’râf cennet
ile cehennem arasında, yani Hakk’ı görenler ile Hakk’tan perdelenenler arasında
berzahtır. Terazisinin kefeleri eşit
olan kimseler burada bulunur.
İyilik ve kötülükleri eşit olan; kötülükleri
cennete, iyilikleri ise cehenneme girmelerine mâni olan ve Cenâb-ı Hakk’ın
kendileri hakkında hüküm verinceye kadar bu sûr üzerinde kalanlardır. Yani
günah ve sevapları birbirine denk olup, bir müddet orada kalan kullardır.
Bunlar daha sonra Allah’ın lûtfuyla cennete
gireceklerdir. A’râf; orta yerdir.
‘’A’RÂF’’ ve ‘’A’RÂF EHLİ’’ Kur’ân’da; A’RÂF sûresinde (46-50) şöyle
anlatılır:
‘’İki taraf (cennetlikler ve cehennemlikler) arasında bir perde ve A’râf üzerinde de herkesi simalarından tanıyan adamlar vardır ki, bunlar henüz cennete giremedikleri halde (girmeyi) umarak cennet ehline: Selâm size! diye seslenirler’’
‘’Gözleri
cehennem ehli tarafına döndürülünce de: Ey Rabbimiz! Bizi zalimler topluluğu
ile birlikte bulundurma! derler’’
‘’(Yine) A’râf
ehli simalarından tanıdıkları birtakım adamlara seslenerek derler ki: Ne
çokluğunuz, ne de taslamakta olduğunuz büyüklük size hiç bir yarar sağlamadı’’
‘’Allah’ın
kendilerini hiç bir rahmete erdirmeyeceğine dair yemin ettiğiniz kimseler
bunlar mı? (ve cennet ehline dönerek)‘’ Girin cennete; artık size korku yoktur
ve siz üzülecek de değilsiniz’’ (derler).
‘’Cehennem
ehli, cennet ehline ‘’suyunuzdan veya Allah’ın size verdiği rızıktan biraz da
bize verin!’’ diye seslenirler. Onlar da: Allah bunları kâfirlere haram
kılmıştır, derler’’.
Âyette geçen ‘’A’râf ehli’’ hem
cennet, hem de cehennem ehli ile irtibatlıdır. Onlar her iki gurubu da
simalarından tanır.
A’râf
adamları bu sûru
bilmekle insanların en mutlularıdır. Onlar her iki zıt arasındaki mevhum
çizgiyi görür. Böylece sınırları aşmazlar. Onlar her şeyi kapsayan rahmetin
adamlarıdır.
ÖLÜMÜN
KURBAN EDİLMESİ: Allah ölümü
‘’parlak bir koç’’ sûretinde ortaya
çıkarır. Yahya (as.) elinde bir bıçak olduğu halde gelir ve ölümü yatırıp
boğazını keser. Cennetlikler; ‘’Allah
seni mübârek etsin. Bizi dünya sıkıntısından kurtardın’’ diye sevinirken, cehennemlikler;
‘’Orada ne ölür, ne hayat bulurlar’’
(el-A’lâ, 28) âyeti gereği uykuda gibidirler.
Hz. Peygamber(sav.) ‘’Ölüm mümin için bir hediyedir’’ demiştir. Ölümün kurban edildiği
gün ‘’hasret günü’’ diye isimlendirilir.
Bu durum her iki grup için de ‘’ebediliğin’’
özelliğini ortaya koyar.
Yahya; Hayy/Hayat demektir ve bu isim ona Allah tarafından
verilmiştir. Ölümü ancak onun zıddı olan Hayat (Yahya) yok edebilir.
HÜKÜMDARIN ZİYAFET SOFRASI: Bu sofra Hükümdarın cennetliklere
sunduğu ziyafet sofrasıdır. Ziyafet sofrasının bulunduğu meydanın toprağı ise
tıpkı güneşin kursu gibi beyaz topraktır (el Kesîb/kum tepesi).
Cennetliklerin
oradaki yemekleri Yunus balığının ciğerinden arta kalandır. Yunus denizde
yaşayan bir su canlısıdır. Su ise cennete uygun hayat unsurudur.
Cehennemlikler
için ise (yiyecek olarak) boğadan dalak çıkarılır. Dalak pisliklerin evidir ve
orada bedenin pislikleri toplanır. (İbnü’l
Arabi Hz. Fütûhât-ı Mekkiye-2 Syf. 451-458)
Bu yedi kapının dışında cennetlikler için sekizinci bir kapı daha vardır ki; burası Rü’yet (görme) yeridir.
Burası kum tepesi ‘’el-kesîb’’ vatanıdır. ‘’O gün (kıyâmet günü), dağlar ve yeryüzü sarsılır; dağlar çöküntü ile akıp giden kum yığınına (el-kesîb) döner’’ (Müzzemmil sûresi-14) Bu kum tepesi ‘’beyaz misk’’ ten yapılmıştır. Yüce Allah’ı görme (rü’yet) anında yaratıkların bulunduğu yerdir burası. Bu kum tepesi vatanı cennetin dışındadır. Çünkü burası Adn Cennet’indedir. İnsanların çoğu Kral’ın (Melik, Tanrı) huzuruna ancak bu yeri ziyaret ederlerse girebileceklerdir. (Nûrlar risâlesi Syf.36)
CENNET ve
CEHENNEM:
Dünya hayatında yaptığımız fiil ve ameller, Cehennem
üzerinden geçen ve sonu Cennet kapısı olan hayat köprümüzdür. Yani Sırat-ı
Hüdâ’dır (Cennet yolu). Kıyamet gününde kişi o yolu görür ve tanır. Çünkü o
yolu kendi inşa etmiştir. O köprüyü aşabilmek, bu dünyada yaptıklarımıza
bağlıdır. Dünya Cehenneminden başarı ile geçmeden Hüdâ’ya yani Cennet’e
kavuşmak mümkün değildir.
CENNET; Örtmek demek olup, Lâtifliği ve Rûhaniliği nedeniyle
gizlenmek anlamına gelir. İnsan belli bir ilâhi ismin tecelligâhı olması
yönünden Hakk’ı örter. Cennet Peygamberin mertebesidir. ‘’Ben senin vâsıtanla
bilinirim, sen Ben’im vâsıtamla görünürsün’’ O zaman seni bilen, beni
bilir.
Cennet’te ‘’Hûri’’ diye adlandırılan güzellikler bizim
tekâmül etmiş nefislerimiz. ‘’Gılman’’ lar Akl-ı Küll’e bağlanmış
akıllarımızdır. Köşk’ler ise; Hûri ve Gılman’larla bezenmiş vücûdlarımızdır. İşte
kâmil olduğumuzda cennet biziz. Dünyada Allah’ı seyreden, hiçliğini bilen
Kâmil’dir. Cennet’in dört ırmağı:
su/tevâzu, süt/ilim, şarap/aşk ve bal/tevhid dir. Kim vücûd memleketinde
bu dört ırmağı barındırır, cennet olur. Cennet, Hz. Peygamber’dir.
CEHENNEM İSE; Derin kuyu demektir. Yağmurunu bırakmış bulut ‘’Cehâme’’
kelimesinden türemiştir. Yani Allah’ın Rahmet’ini yağdırmadığı yer. Cehennem
insanın doğasıdır. Biz Âhiret’in kapısına, cehennem (doğamız) üzerindeki şeriât
köprüsünden yürüyerek gideriz. Onun için herkes cennete girmeden önce cehennemden
geçecektir, denir.
Bu köprünün bir ayağı Vakfe’de (durma), diğer ayağı
cennetin kapısı üzerindedir. Bu köprü
hayatta mânen bulunur.
Cennet dünyayı satanlar, cehennem ise satın alanlar
içindir. Azap ve nimetler dünyada birbirine karışmıştır. Âhiret ise karışımı
kabul etmez. Cennet nimet, cehennem ise azaptır.
Cehennemin 7, cennet’in 8 kapısı vardır. İnsan idraki
8’dir. 5 duyu (görme, duyma, dokunma, tatma, koklama) şüphe, hayal ve akıldır.
Akıl bu 7 idrak ile olmaz nefsine uyarsa cehennemin 7 kapısı olur. Akıl ortaya çıkar
7’sine hâkim olursa 8’i cennet’in kapısı olur. Cehennemin her kapısı nefsin 7
sıfatındandır. Bunlar; Kibir, hırs, şehvet, haset, gazap, cimrilik ve kindir.
Nefs, Cehennemden bir parçadır. Biz nefs Cehennemine
bu kapılardan gireriz. En büyük cehennem de Allah’tan gafil olmaktır.
Rûh, cehennemde insan sûretinde yanmaz. Allah kendi
âyetlerini yakmaz. İnsan Rahman sûretinde yaratılmıştır. Fâtiha’nın 7 âyeti
insanın yüzündedir. İnsan dünyada hangi hayvan sıfatı ile öldü ise, Cehennemde
o sûretle yanacaktır. (Nefsin olumsuz sıfatları yanacaktır)
Öldükten
sonra hiç kimse mezhebinden ve Târikat’ından (yolundan) dolayı
sorgulanmayacaktır. İlâhi hükümlere uyup uymadığı konusunda sorgulanacaktır.
Bir işin kötü ve yanlış olduğunu bile bile yapan kişi günahkârdır. Oysaki
mümin, iyi ve kötü âmeli karıştıran kişidir.
Rahmet, cehennem ehlini de kucakladıktan sonra,
cehennemlikler cehennemde olmaktan zevk duymaya başlarlar ve cennette
olmadıkları için Allah’a hamd ederler. Buna göre, nerede olursan ol, mizâcına
uygun olan şey seni bulduysa, saadet içinde olursun. Mizâcına uygun olmayan şey
seni bulduysa azapta olursun. Azap tattır.
‘’Tadın azabımı’’ (Kâmer-39) Güzel şeyler tadılır. Cehennemlikler ateş
ehlidir. Ateş ateşi yakmaz.
Âlem
Rahman’ın nefesinden çıkar ve Rahman salt hayırdır. Var olan her şey kendi
kaynağına dönmek zorundadır ve bu nedenle her şey salt hayra, iyiliğe döner.
Hazreti Mevlâna der ki; ‘’Suyun testiye dolması istenince, Pâdişah can
ordusuna ‘’binin’’ emrini verir. Yani Allah’ın emrinde olan rûharın,
bulundukları ulvî âlemden, bu süfli âleme(dünyaya) gelmesi istenince, Cenâb-ı
Hakk, rûh ordusuna; ‘’Atlarınıza binin’’ emrini verir. Onun koyduğu kanun
gereğince, erkeklerle kadınlar birleşir, çocuklar doğar, böylece rûhlar ten
atlarına binerler.
Sonra,
Cenab-ı Hakk, rûhları yücelere çekmek diledi mi ‘’Atlarınızdan inin!’’ emri
gelir. Yani ten atlarına binmiş olan canları, ‘’süfli âlemden, ulvi/rûh
âlemine’’ davet etmek için Allah tarafından bu işe memur olanlar;
‘’Atlarınızdan inin’’ emrini verirler. Bu emir gereğince rûhlar ister istemez, ‘’beden’’
atlarından inerler. Hakk’ın emri ile rûhlar âlemine varırlar, orada kalırlar’’
Beden, binek, elbise, kap her ne
denilirse denilsin, bu dünyada ‘’rûh’’a hizmeti karşılığında, varlık ölünce baş üzerinde taşınmayı
hak eder. Sadakallâhül Azîm.