HZ. MÛSÂ (a.s):
M.Ö.
1300 yılında yaşayan, Hz. Yâkup ve Hz. Yusuf’tan sonra İsrâiloğullarına
gönderilen üçüncü Peygamberlerdir. Soyu Hz. İbrâhim’in oğlu İshâk, onun oğlu
Hz. Yâkub ve onun oğlu Levi’ye dayanmaktadır. ‘’İSRÂİL’’ Hz. Yâkub’un lakâbıdır. İsrâiloğulları sözü
oradan gelir. Babası Amran, annesi Yokobed’dir. Hz. Hârun’un kardeşidir.
Hz.
Mûsâ’nın Kûr’an-ı Kerîm âyetlerine ve Tevrat’a dayanan hayat öyküsü kısaca
şöyledir. Hz. Yusuf’tan sonra
İsrâiloğulları büyüyüp genişledikçe farklı kabîlelere bölünmeye başladı. Bunlar
Hz. Yâkup ve Hz. Yusuf’un bildirdikleri dine inanıyor ve emirlerini yerine
getiriyorlardı. Mısır’da yaşayan ve Kıptî soyundan gelenler, putlara tapanlar;
İsrâiloğullarının büyümesini istemedikleri için sürekli onlara eziyet etmekteydiler.
Başlarında bulunan ve Kıptî soyundan gelen Firavun’larda onları esir gibi ağır
işlerde çalıştırıyorlardı. O zaman da falcılık meslek haline getirilmiş ve
ülkenin her tarafında kâhinler çoğalmaya başlamıştı. Firavun bir gece rüyasında
Kûdüs tarafından çıkan bir ateşin Mısır’ın yerli halkını yaktığını (Kıptî’leri),
İsrâiloğullarına ise hiç bir zarar vermediğini gördü. Rüyayı yorumlayan
kâhinler, İsrâiloğullarından gelecek bir kişinin devleti yok edeceği yorumunu
yaptı. Bundan korkan Firavun, İsrâiloğullarından doğacak tüm erkek çocukların
öldürülmesi için kanun çıkardı.
Hz.
Mûsâ, bu dönemde dünyaya geldi. Annesi, oğlunun öldürülmemesi için Allah’ın
emri ile onu bir sala koyup Nil nehrine bıraktı. Mûsâ’nın içinde olduğu sal
akıntı ile giderken Firavun’un sarayına kadar sürüklendi. Firavun’un karısı
Asiye, bebeği görerek aldı ve onu saraya götürüp evlât edindi. Bebek Mûsâ, hiç
bir sütannenin sütünü kabul etmedi. Bunu duyan Mûsâ’nın gerçek annesi saraya
giderek sütanne olmak istediğini söyledi. Asiye onu sütanneliğe kabul etti.
Böylece annesi Mûsâ’yı, hiç kimsenin haberi olmadan Firavun’un sarayında
büyüttü.
Mûsâ,
delikanlılık çağına geldiğinde bir gün İsrâiloğullarından biri ile bir
Kıptî’nin kavga ettiğini gördü. Ayırmak için Kıptî’ye vurdu. Adam öldü. Mûsâ,
yaptığına pişman oldu ve şehri terk etti. Medyen’e gitti. Bir süre orada kaldı
ve Hz. Şûayb’ın kızlarından Safura ile evlendi. Daha sonra eşi ile birlikte Mısır’a
gitmek üzere Medyen’den ayrıldı.
Yolda
Tûr(Sinâ) dağında mola verdiler. Burada Allah’ü Teâla bir ağaçtan Mûsâ ile
konuştu ve ona Peygamberlik verdi. Büyük kardeşi Hârun ile birlikte Firavun’u
Allah’a îman etmesi konusunda ikna etmekle görevlendirildi. Hz. Mûsâ Firavun’a
Allah’ın mûcizeleri ile gitti ve onu îmâna davet etti. Hz. Mûsâ Asâ’sını yere
bıraktı, Asâ kocaman bir yılan oldu.
Elini koynuna sokup çıkardı, eli bir anda bembeyaz göründü. Bu mucizeler
karşısında şaşıran Firavun, durumu vezirlerine anlattı. Onlar da Mûsâ’nın
büyücü ve kâhin olduğunu ileri sürdüler. Hz. Mûsâ; ‘’Bu sihir değildir. Herşeyin yaratıcısı Allah’ın verdiği bir mûcizedir’’
diyerek onları imâna dâvet etti. Firavun; ‘’Ey
Mûsâ! Sihirbazlığın ile bizi yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin. Biz de bir sihir
göstereceğiz. Bir vakit ve yer tayin et’’ dedi. Ülkesinin bütün büyücülerini
topladı. Hz. Mûsâ da Firavun’un sihirbazları ile karşılaşmayı kabul etti. Mısır
halkı önünde karşı karşıya geldiler.
Sihirbazlar,
ellerindeki ipleri ve sopaları yere attılar. Onları yılan gibi gösterdiler.
Mûsâ da elindeki Asâ’sını yere bırakıverdi. Asâ bir anda dehşetli ve çevik bir
yılan olup, hepsini yuttu. Bunu gören Firavun’un sihirbazları Hz. Mûsâ’ya
inanarak îman etti. Firavun bu olayla zûlmünü daha da arttırdı. Firavun’un
kavmi küfre devam ettikçe belâlar, kuraklık, kıtlık, haşere, kurbağa ve çekirge
istilasına uğradı. Her belâda Hz. Mûsâ’dan yardım istediler. Belâ kalkınca da
azgınlıklarına devam ettiler.
Hz.
Mûsâ ve ona inananlar bir gece vakti Allah’ın emri ile Tûr’a gitmek üzere Mısır’dan
ayrılmaya karar vererek yola çıktılar. Firavun ve askerleri de peşlerine düştü
ve sabaha karşı Kızıldeniz kenarında onları yakaladı. Allah, Mûsâ’ya ‘’Asan ile denize vur’’diye vahyetti. Deniz de on iki yol açıldı. İsrâiloğulları
bu yolları takip ederek karşıya geçtiler. Firavun ve askerleri de peşlerine
düştü. Ancak açılan yollar kapanıp sularla doldu. Firavun ve askerleri
boğularak öldü.
Hz.
Mûsâ, İsrâiloğullarını Ken’an diyarına götürürken, yolda putperest bir kavmin
yurduna uğradılar. Bu kavim öküz sûretinde yapılmış bir puta tapıyordu. Hz. Mûsâ’nın kavmi, bu putperest kavme uydu.
Hz. Mûsâ Tûr dağına, Allah’ın kendisine vaadettiği kitabı almaya çıktı. Geride
kardeşi Hârun’u vekil bıraktı. 40 gün Tûr dağında ibâdet etti. Allah’ın
kelâmını işitti ve Tevrat Hz.
Mûsâ’ya nâzil oldu. Hz. Mûsâ Tûr dağında iken Samiri İsrâiloğullarının elindeki
tüm altınları toplayıp eriterek bir buzağı heykeli yaptı. ‘’İşte Mûsâ’nın ilahı budur’’ dedi. Hepsi buzağıya tapmaya başladı. Hârun’u
dinlemeyip ona karşı çıktılar. Hz. Mûsâ, Tûr dağından dönünce çok kederlendi,
buzağı heykelini denize attı. Tevrat’ı İsrâiloğullarına bildirdi. Onlar da îman
edip, putlara tapmaktan vazgeçtiler.
Tih
sahrasında susuz kaldıkları bir sırada Allah’ın emri ile Mûsâ Asâ’sını yere
vurdu ve kayadan on iki pınar fışkırıp
İsrâiloğulları için su çıkardı. Allah onlara Bıldırcın eti ve Kudret helvası
ihsân etti. Ancak İsrâiloğulları nimetlere taşkınlık etti ve 40 yıl Tih
sahrasında perişan bir şekilde dolaşarak yok olup gittiler.
Hz.Mûsâ
bir süre sonra İsrâiloğullarının çocuklarını savaşacak şekilde yetiştirdi. Lût
gölünün güney tarafına yerleştirdi. Zâlim bir kral ile savaşarak onu
yendiler. Eriha şehrinin karşısındaki
dağa çıktılar. Buradan Ken’an diyarı gözüküyordu. Hz. Mûsâ 120 yaşında vefat
etti.
Kur’an-ı
Kerîm’de; Hz. Mûsâ kıssasının dikkat çeken bazı âyetlerini ve bu âyetlerdeki sembolleri şeyh’ül ekberin açıklamalarıyla
anlamaya çalışalım.
Mısır şehri beden, Mûsâ kalp, Firavun nefs,
Firavun’un sarayı onun bedendeki saltanatı, Hârun akıl, İsrâiloğulları gece
yürüyenlerin oğulları, yani karanlıkta Tevhid’de yol alanlardır. Tûr/Sinâ beden
dağı, Mûsâ’nın Asâ’sı ise egemenlik/Kayyumiyet (tasarruf gücü) sırrıdır. Bu
anlayışla:
Kalp
Mûsâ’sının ilk mücâdelesi Firavun olan nefsi iledir ve sonunda Firavun olan
nefs, reddettiği ilim suyunda boğularak yok olur. Ancak boğulmadan önce ‘’gerçekten, İsrâiloğullarının inandığı
ilâh’tan başka ilâh olmadığına ben de imân ettim. Ben de Müslümanlardanım, dedi’’
(Yunus, 90) diyerek Müslüman/teslim
olur.
Kalp Mûsâ’sı, akıl olan kardeşi Hârun’un
yardımı ile beden şehrinde nefsin
saltanatını yıkıp, Tûr olarak adlandırılan benlik dağını parçalayıp, Allah’ın
kendisine verdiği tasarruf gücü Asâ’sı ile önündeki engelleri aşmakta, nefsin
hevâ ve heveslerini yok etmekte, kavmini/bedeninin organlarını ulvi ve yüce
mânâ kuşları, kudret helvaları ile besleyerek vücûdda birliği sağlama
mücâdelesi içindedir.
Pek
çok mücâdelenin sonunda; kavmi/ tabiatı, zaman zaman mücevher ve ziynet eşyası
ile yapılan ve buzağı olarak sembolize edilen nefsin putlarına, dünya sevgisine
dalsa da rûh; yıldırım gibi aydınlatıcı tecelliler ile bu arzuları yok ederek,
vücûd şehrinin sultanı olur.
‘’Hem hatırlayın ki, bir zaman sizi
Firavun’un ailesinden kurtardık. Size azabın en kötüsünü revâ görüyor,
oğullarınızı boğazlıyor ve kızlarınızı sağ bırakıyorlardı. Ve bunda size Rabbiniz
tarafından büyük bir imtihan vardı. Ve bir vakit sizin için denizi yardık, sizi
kurtardık da Firavun’un adamlarını boğuverdik, sizler de bakıp duruyordunuz’’
(Bakara- 49, 50)
Firavun’un
gördüğü bir rüyayı kâhinlerin; İsrâiloğullarından doğacak bir çocuğun,
kendisinin saltanatını ortadan kaldıracağı şeklindeki tevilî sonucu,
İsrâiloğullarından dokuzyüz doksan bin çocuk öldürülmüştür. Ne ibrettir ki, bu
zûlümler hiç bir fayda vermemiş ve sonunda o çocuk doğmuştur. Acaba her şeye
gücü yeten Cenâb-ı Hakk’ın o kadar masumun öldürülmesine izin vermesindeki
hikmet nedir?.
Şeyh’ül
Ekber şöyle der; ‘’Bu çocuklar, hep
Hz. Mûsâ’ya hayatında yardımcı olmak ve rûhaniyetini kuvvetlendirmek için
öldürülmüşlerdir. Bu çocukların her birinin hayatı Mûsâ’ya ait olacak ve
Rûhlarındaki kuvvet ve yetenek Mûsâ’da tecellî edecektir. Bu Mûsâ’ya ait ilâhi
bir yetenektir ki, ondan önceki Peygamberlerden hiç birine nasip olmamıştır.
‘’sizi
Firavun taraftarlarından kurtardık’’
Yani sizi, durmadan kötülüğü emreden, enaniyetiyle perdelenen ve varlık mülküne
kurulan nefisten kurtardık. Mısır ise beden şehridir ve vehim, hayal, gazap ve
şehvet gibi kuvvetleriyle nefis, bu şehri ve Safvetullah (Allah’ın seçkini)
olan Rûh Yâkub’unun çocukları olan rûhani kuvvetleri ve zâhiri duyulardan
oluşan bedenin tabi kuvvetleri ve bitkisel kuvvetlerini köleleştirmişti. ‘’yeni
doğan erkek çocuklarınızı kesiyorlardı’’ rûhani kuvvetleri
öldürüyorlar, ‘’kızlarınızı’’ nefsin arzu ve isteklerini hayatta
bırakıyorlardı. ‘’sizin için denizi yardık’’
vücud denizini yarıp, cismaniyeti çıkardık. Firavun ve taraftarları olan
nefsani kuvvetleri de bu cismani madde içinde boğduk.
Mevlâna Hz.leri der ki; ‘’Düşmanı evinin içinde olan kimse istediği kadar bu
evin kapılarını, pencerelerini düşman taarruzuna karşı kapasın ve sağlamlasın,
bundan ne çıkar? Vücûdun içinde nefis gibi her ihtirâsa mağlûp bir düşman
varken, kişi dışarıdan daha hangi haydutları bekliyor?’’
‘’Mûsâ, ahâlisinin habersiz olduğu
bir sırada Medîne’ye(şehre) girdi. Orada, biri kendi tarafından, diğeri düşman
tarafından olan iki adamı birbiriyle dövüşür buldu. Kendi tarafından olanı,
düşmana karşı ondan yardım istedi. Mûsâ’da ötekine, bir yumruk vurup ölümüne
sebep oldu. Şehirde korku içinde sabahladı. Şehrin öbür ucundan bir adam
koşarak geldi. Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek için hakkında müzâkere
ediyorlar. Derhal (buradan) çık!. İnan ki ben senin iyiliğini isteyenlerdenim,
dedi. (Kasas- 15, 18, 20)
‘’Medine’ye’’ beden şehrine nefsanî kuvvetlerin kendisinde üstünlük
kurmasından korkarak girdi. Akıl ve hevânın
birbiri ile dövüştüğünü gördü. Akıl kendi, hevâ düşman tarafındandı. Hevâ’ya
Melekî desteklerden kaynaklanan bir kuvvetle vurdu ve onu öldürdü. Beden şehrinde
korku içinde, nefsin kuruntularıyla ve nefsin kuvvetlerinin istilâsından
korkarak gözetleme makâmında bekledi. Şehrin öbür ucundan adına irâde dedikleri, Allah’ta sülûk yapmaya
sevk eden sevgi geldi. ‘’Derhal
çık’’ onların şehirlerinden ve hâkimiyetlerinin sınırlarının dışına
çık. Rûh mâkâmına git, dedi.
‘’Medyen’e doğru yöneldiğinde; Umarım
Rabbim beni doğru yola iletir, dedi. Mûsâ, Medyen suyuna varınca, orada
(hayvanlarını) sulayan birçok insan buldu. Onların gerisinde de, (hayvanlarını)
engelleyen iki kadın gördü. Onlara; Derdiniz nedir? Dedi. Şöyle cevap verdiler:
Çobanlar sulayıp çekilmeden biz (hayvanlarımızı) sulamayız; babamız da çok
yaşlıdır. Bunun üzerine Mûsâ, onların yerine (davarlarını) sulayıverdi. Sonra
gölgeye çekildi ve; Rabbim! Mûhakkak bana indirdiğin hayırdan fakirim, dedi.
Derken, o iki kadından biri utana utana yürüyerek ona geldi. Babam, dedi, bizim
yerimize (hayvanları) sulamanın karşılığını ödemek için seni çağırıyor. Mûsâ,
ona (Hz. Şuayb’a) gelip başından geçeni anlatınca o; Korkma, o zalim kavimden
kurtuldun, dedi. Şuayb’in iki kızından biri: Babacığım! Onu ücretle (çoban)
tut. Çünkü ücretle istihdam edeceğin en iyi kimse, güçlü ve güvenilir olandır,
dedi. (Şuayb) dedi ki: Bana sekiz yıl çalışmana karşılık şu iki kızımdan birini
sana nikâhlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan artık o kendinden; yoksa
sana ağırlık vermek istemem. İnşallah beni iyi kimselerden bulacaksın. Mûsâ
şöyle cevap verdi: Bu seninle benim aramdadır. Bu iki süreden hangisini
doldurursam doldurayım, demek ki bana karşı husûmet yok. Söylediklerimize Allah
vekildir.(Kasas-22, 23, 24, 25, 26, 27, 28)
‘’Medyen’e’’ RÛH makamına doğru
yöneldiğinde, orada velilerden, Allah’ta sülûk edenlerden oluşan birçok insan
gördü. Bu insanlar kuvvetlerini, müridlerini, semâvî nefisler koyunlarını,
mücerret rûhları ‘’suluyorlardı’’. Çünkü onlar hakîkatte bu kaynağın ehlidirler.
Onların mertebesinden daha aşağı bir mertebede ‘’iki kadın’’ nazarî
ve amelî aklı gördü. ‘’Çobanlar
sulayıp çekilmeden önce biz sulamayız
’’ Biz Rûh ve kutsal akıl çobanlarının artığından içeriz. ‘’Babamız’’
Rûh da ‘’çok yaşlıdır’’. Mûsâ
onların yerine sulayıverdi. Kalp (Mûsâ) bir kaynağa vardığı zaman, o esnada
bütün kuvvetler onun feyzinden kana kana içerler ve onun nûruyla nûrlanırlar.
Sonra nefis gölgesine sığındı ve Rabbinden FAKR’ı istedi.
Derken
‘’iki kadından biri’’ nazarî
akıl/kutsî kuvvet yanına geldi. ‘’Babam’’
Rûhanî cezbe seni çağırıyor. ‘’Mûsâ ona
gelince’’ Kalp; Rûh ile bütünleşme
istidâdına yükselince ‘’Korkma, o zâlim
kavimden kurtuldun’’ dedi. Kızlardan
biri ‘’babacığım onu ücretle tut’’
Allah için mücadele etmede, kuvvetler koyunlarını gütmede onu çalıştır ki,
kuvvetler koyunları dağılıp CEM halimizi bozmasın.
‘’İki kızımdan birini’’ nikâhına, hükmün
altına al ki, senin yanında kutsî nûrdan ve keşif ilimlerinden haz alsın. ‘’sekiz yıl çalışmana karşılık’’ benim için mücâdele edip çalışmana, üzerinden
sekiz hâl geçinceye kadar. Bunlar yedi
ilâhi sıfattır ki, bu da kendi sıfatlarından sıyrılmak ve Allah’ın
sıfatlarında fena bulup vuslata erişmektir. ‘’on
yıl’’ ise, önce zâtta FENÂ, sonra BEKÂ bulmaktır.
‘’Sana ağırlık vermem’’ istidâdının,
gücünün üzerinde sana yük yüklemem. ‘’bu
iki süreden hangisini doldurursam
doldurayım, demek ki bana karşı bir husûmet yok.’’ Bu iki sonuçtan
hangisine varırsam varayım, bir sorumluluğum yok. Çünkü ben ancak çalışmamdan
sorumluyum. Sonuca varmak ise, ezelde bana verilen istidâda bağlıdır. Allah, bu
anlaşmamıza Şahid’dir.
‘’Hani o (Mûsâ), bir ateş görmüş ve
ailesine: Bekleyin! Eminim ki bir ateş gördüm. Belki ondan size bir meş’ale
getiririm veya ateşin yanında bir rehber bulurum, demişti. Oraya vardığında
kendisine (tarafımızdan); Ey Mûsâ! Diye seslenildi. Mûhakkak ki ben, evet ben
senin Rabbinim! Hemen pabuçlarını çıkar! Çünkü sen kutsal vâdi Tuvâ’dasın! Ben
seni seçtim. Şimdi vahyedilene kulak ver. Muhakkak ki ben, yalnızca ben
Allah’ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; beni anmak için salâtı ikâme
et.’’ (Tâ-Hâ 10, 11, 12, 13, 14)
‘’Hani
o bir ateş’’ Rûh’ul Kuds’ü
görmüştü. Çünkü Rûh’ul Kuds’ten insanların nefislerine bir nûr kıvılcımı düşer. Mûsâ (a.s) basîret gözünü hidâyet nûruyla
açtığı için bu ateşi görmüştü. ‘’ailesine’’ nefsani kuvvetlere durun,
hareket etmeyin demişti. ‘’Belki ondan size’’ Kudsi âlemle
bütünleştirici nûrani bir heyet getiririm de hepiniz ondan yararlanırsınız ve
zâtınız onunla aydınlanıp faziletli olur. Veya Hakk’a ulaştırmayı gerektiren
ilim ve irfanla bana rehberlik eden birini bulurum. ‘’Ey Mûsâ!’’ İlâhi huzuru örten izzet ve celâl perdelerinden ibâret olan ateş örtüsünün gerisinden, ateş
sûretinde gizlenen Rabbinim ben. ‘’Hemen pabuçlarını çıkar’’ nefsini
ve bedenini veya iki cihanı çıkarıp at. Çünkü Tuvâ adı verilen ‘’rûh’’ âlemindesin.
Zâti
tecelli onun varlık dağını paramparça etmiş, Hakkani varlıkla kendine
geldiğinde düşüp bayılmıştı. Bu tecelli, zât tecellisinden önceki sıfat
tecellisidir ve büyük kıyametin yakında kopacağının vaadidir. Birinci sesleniş ‘’Rabbinden’’
ikinci sesleniş ‘’Allah’tandır’’. ‘’Bana kulluk et’’ İbâdetini
isimlerime ve sıfatlarıma değil Zât’ıma özgü kıl.
‘’Şu sağ elindeki nedir, ey Mûsâ?’’ O,
benim Asâmdır, dedi. Ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkelerim; benim
ona başkaca ihtiyaçlarım da vardır. Allah: Yere at onu, ey Mûsâ’, dedi. Onu
hemen yere attı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılan değil mi! Allah
buyurdu: Al onu! Korkma! Biz onu şimdi ilk haline sokacağız. Bir de elini
koltuğunun altına sok ki, bir başka mucize olmak üzere o, kusursuz ve lekesiz
beyazlıkta çıksın. Ta ki, sana, (böylece) en büyük âyetlerimizden bazılarını
gösterelim.’’(Tâ-Hâ- 17, 18, 19, 20, 21, 22, 23)
Mûsâ’nın elindeki Asâ, aklın elindeki nefistir. Çünkü insan onun aracılığıyla Allah’tan gelen bağışları
alır ve nefsini tutar. ‘’Ona dayanırım’’ Görünür âlemde, Kemâl
edinmede, Allah’a seyirde ve Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmada ona dayanırım.
Yararlı ilim yapraklarını, rûh
ağacından bu Asâ ile silkeler, hayvani kuvvetler davarlarına yediririm.
Makamlar kazanma, haller talep etme, bağışlara ve tecellilere mazhâr olma
hususunda ona ihtiyaç duyarım.
‘’Onu
yere at’’ aklın kontrolünden
kurtar. Onu (nefsi) aklından kurtarıp kendi haline bıraktı. Bir de ne görsün,
hızla sürünen bir yılan değil mi? Mûsâ’nın nefsi güçlü ve öfkeliydi. Çok
hiddetliydi. Mûsâ, sıfat tecellileri makamına ulaşınca, sıfatlarda fenâ bulunca öfkesi, ilâhi öfkeyle, Rabbanî
kahırla yer değiştirdi. ‘’Allah buyurdu: Al onu!’’ önceki gibi aklınla onu kontrol et. ‘’Korkma!’’
çünkü senin öfken yok oldu. O artık benim emrimle hareket ediyor.
‘’Elini’’ aklını rûhunun tarafına, yani saf tarafına sok ki,
Hakkanî hidâyet nûruyla aydınlansın. Çünkü akıl, geçimi maksadıyla nefisle
uyuştuğu, ona katıldığı, yani sol tarafa sokulduğu zaman vehimle bulanır,
karışır. ‘’Lekesiz, beyaz’’ Hakkanî hidâyet nûruyla, kutsî nûrun
parıltılarıyla aydınlanmış olarak, herhangi bir afete uğramadan ‘’kusursuz’’
çıksın ki, en büyük âyetlerimizi Vahdet’te fenâ bulma mûcizesini gösterelim.
‘’(Bana
ibadet etmesi için) Mûsâ’ya otuz gece vade verdik ve ona on gece daha ilâve
ettik; böylece Rabbinin tayin ettiği vakit kırk geceyi buldu. Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte (Tûr’a)
gelip de Rabbi onunla konuşunca Rabbim bana kendini göster, seni göreyim dedi.
(Rabbi) Sen beni asla göremezsin.
Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin’’ buyurdu.
Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti, Mûsâ’da baygın düştü. Ayılınca
dedi ki: Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben
inananların ilkiyim.’’ (A’râf-142, 143)
‘’Kırk’’ sayısının Ortadoğu geleneklerindeki yaygın anlamı,
hazırlanma ve arınma, yani sülûk için bir hazırlıktır. Farsça’da kırk, çile ve erbain anlamlarını taşır. Araplarda aylar ‘’gece’’ den başlar.
Mûsâ’nın
Rabbini görmek istemesi, kendisinde halen varlık kalıntısının zuhûr ettiğine
işarettir. ‘’şu dağa bak’’ varlık
dağına bak. ‘’Onu paramparça etti’’ geride hiç bir varlık belirtisi
kalmayacak şekilde darmadağın etti. Mûsâ baygın düştü. Fenâ bularak varlık
derecesinden düştü. ‘’Ayılınca’’ fenâ sonrası bekâ
makamında ayılınca seni noksan sıfatlardan
tenzih ederim dedi. ‘’Sana inananların ilkiyim’’
sözü de Velâyet sonrası Nübüvvet derecesinin başlangıcına işarettir.
‘’Hani
bir zamanlar Mûsâ’ya kırk gecelik vaat verdik de sonra siz onun arkasından
buzağıyı put edindiniz ve o halinizle zâlimler idiniz. Sonra yine de sizi
affettik, artık şükretmeniz gerekiyordu. Ve hani bir zamanlar Mûsâ’ya o kitabı
ve furkanı verdik, gerekirdi ki, doğru yolda gidesiniz. Hani bir zamanlar Mûsâ
kavmine dedi ki; Ey kavmim! Cidden siz o buzağıyı put edinmekle kendi kendinize
zûlmettiniz, bari gelin Rabb’inize tevbe ile dönün de nefislerinizi öldürün.
Böyle yapmanız Bâri Teâlâ’nız katında sizin için hayırlıdır, böylece tevbenizi
kabul buyurdu. Gerçekten de o Tevvâb ve Rahim’dir’’ (Bakara-51, 52, 53,
54)
Firavun
hanedanına karşı mukâvemet edip, onları helâk ettikten sonra ‘’kırk
gece’’ söz vermiştik. Bu kırk gecede her şeyden elini çekerek tamamen
bize yönelecekti. Böylece bu süre içinde tabii perdelerden sıyrılıp
yükselecekti. Çünkü bu perdeler, kalbinin nûr madeninden istifâde etmesine
engel oluyorlardı. Bu arınma kırk gecede
olacaktı. Kırk gece, bedenin cenin olarak varoluş ve yaratılış sûretiyle fıtrattan
perdeleniş sürecine tekâbül etmektedir.
‘’Samiri onları yoldan çıkardı’’ (Tâ-Hâ,
85), Münâfık bir kuyumcu olan Sâmirî, onlara buzağıyı göstererek ‘’Sizin de tanrınız ve Mûsâ’nın da tanrısı
budur’’ (Tâ-Hâ, 85) demişti. Çünkü Sâmirî Mûsâ Tûr’a çıkarken yanında yürüyen
yetmiş kişinin içindeydi. Allah, Sâmirî’nin gözünden perdeyi kaldırdı. Öyle ki
Sâmirî ARŞ’ı taşıyan dört melekden biri olan öküz sûretindeki meleği gördü (diğerleri aslan, kartal ve insan). Onun Mûsâ ile konuşan Tanrı olduğunu
tahayyül etti. O yüzden kavmine bir buzağı yaptı. Kalpleri mallarına bağlansın
diye o buzağıyı kavmin ziynet eşyalarından üretti. Cebrâil Mûsâ’ya geldiği
vakit Cebrâil’i de tanımıştı. Cebrâil’in üzerinden geçtiği hiçbir şey yoktu ki,
onun geçişi ile canlanmasın. Bu nedenle Cebrâil’in atının izinden bir avuç aldı
ve onu buzağının içine attı. Sonuçta buzağı dirildi ve böğürdü.
Mûsâ
kavmine mikattan (Hak ile buluşmaktan) Tevrat ile döndüğü vakit, kavmini
sözünden dönmüş, Hududullah’ın ( Allah’ın sınırının) aşılmış olduğunu gördü ve
derhal elinden ‘’Levhaları attı’’ (A’raf-
150), kendisi yerine vekil bıraktığı kardeşi Hârun’a ceza olsun diye ‘’Kardeşinin başını kendine doğru çekerek
tuttu’’ (A’raf-150). Hârun da üzülerek, ‘’Ey anamın oğlu! Sakalımı ve başımı çekiştirme’’ (A’raf-150) dedi. Mûsâ Levhaları yerden aldı ve
kavmini tevbe etmeye davet etti. Tevvâb ve Rahim olan Allah’da onların tevbelerini
kabul etti.
‘’Andolsun ki Mûsâ’ya apaçık dokuz
mûcize/Levha verdik’’ (İsrâ-101)
Abdü’l
Kerîm Cilî Hz.leri der ki; Allah
Mûsâ’ya; bu dokuz Levha’dan yedisini ümmetine bildirmesini, diğer ikisini ise
bildirmemesini emretti. Çünkü beşer aklı o iki Levha’da bulunan sırları kabûle
müsâit değildi. Şayet Hz. Mûsâ o iki Levha’yı da açıklamış ve göstermiş olsaydı
gayeye ulaşamaz ve aynı zamanda hiçbir insan kendisine inanmazdı.
O
zaman o iki levha Hz. Mûsâ’nın
halkına değil, sadece kendisine aitti. İnsanlara bildirmekle emrolunduğu yedi Levha’da ise, evvelkilerin ve
sonrakilerin ilmi mevcud idi. Ancak Hz. Mûhammed, Hz. İbrâhim ve Hz. Îsâ ile
Mûhammed’in vârislerine mahsûs ilim, o Levha’larda mevcûd değildi. Bildirmekle
emredildiği yedi Levha mermer denen taştan idi. Diğer iki Levha ise nûrdandı. Bu
yedi Levha: Nûr, Hüdâ, Hikmet, Kuvvetler, İlâhi hükümler, Ubûdiyet, en
sonuncusu ise saadet yolunun şekâvet yolundan ayrılıp açıklığa kavuşması ve
daha üstün olanın görünüp anlaşılması ile ilgiliydi.
Hz.
Mûsâ’ya ait olan diğer iki Levha’nın
birincisi Rûbubiyet’e (kulluk),
ikincisi ise Kudret’e dâirdir. Hz.
Mûsâ, dokuz Levha’nın hepsini bildirmekle emrolunmadığından dolayı kavminden
hiç kâmil bir kimse çıkmamıştır. Fakat Hz. Mûhammed (sav.) böyle değildi. Çünkü
o, hiçbir şey bırakmayarak hepsini bize bildirdi. Bundan dolayı Mûhammed
ümmeti, ümmetlerin en hayırlısı olmuştur.
‘’Mûsâ’ya Furkan’ı verdik’’ (Enbiya-48) Tevrat
hükümleri Furkan’dır (Fark). Allah’ın emirlerini, iyiyi, kötüyü ayırarak
verendir. Kur’ân ise birleyen bir kitaptır(cem) ve rûha hitap eder. Tevrat,
nefsi terbiye etmek içindir. Kur’an’ı Tevrat gibi okuyanlar ceza sistemini görürken, Kur’ân gibi
okuyanlar, oradaki mânâ birliğini
idrak ederler. Aradaki fark budur.
‘’Ve bir vakit: Ey Mûsâ, biz Allah’ı açıkça
görmedikçe, senin sözüne kesinlikle inanmayacağız, dediniz. Bunun üzerine sizi
o yıldırım yakalayıverdi; Siz de bakakalmıştınız. Sonra şükredesiniz diye sizi
ölümünüzün ardından yeniden diriltmiştik. Ve üstünüze o bulutu gölge yaptık ve
size ihsan ettiğimiz hoş rızıklardan yiyin, diye üzerinize kudret helvası ve
bıldırcın indirdik. Onlar bize zûlmetmediler, lâkin, kendi nefislerine
zûlmediyorlardı.’’ (Bakara-55, 56, 57)
Bir
zamanlar; Ey Mûsâ! Biz hidâyetine gerçek îmânla inanmayız, sen müşâhede ve
bizzat gözlemleme makamına erişmedikçe, demiştiniz. Bunun üzerine sizi ölüm
yıldırımı çarpmıştı. Bu ölümden maksat,
zâti tecellîde fenâ bulmaktır. Siz bunu bekliyordunuz ve bizzat bakıp
duruyordunuz. Sonra biz, fenâ bulmanın ardından sizi gerçek hayatla dirilttik
ki, tevhid nimetine ve Allah’ta sülûk mertebesine kavuşma bağışına
şükredesiniz. Üzerinize sıfat bulutları tecellisinden oluşan bulutları
göndererek sizi gölgeledik. Sıfat bulutları, bütünüyle yakıcı olan zât
güneşinin önünde duran perdeler konumundadır.
Üzerinize
tevekkül, rızâ, hikmet ve irfan bıldırcını ve hakîki ilimler gibi hâller, zevk
makamları indirdik. Yiyin bu güzellikleri alın. Ama onlar nefislerinin
sıfatları ile perdelenmek sûretiyle bize zûlmetmediler, aksine nefislerini
mahrum bırakmak sûretiyle kendi nefislerine zûlmettiler.
’’Hani bir zamanlar Mûsâ, kavmi için su
istemişti, biz de Asânla taşa vur! Demiştik, bunun üzerine o taştan on iki
pınar fışkırmıştı. Her kısım insan kendi su alacağı yeri bildi. Allah’ın
rızkından yiyin ve için de bozgunculuk ve saldırganlık yaparak yeryüzünü fesada
vermeyin’’ (Bakara- 60)
Mûsâ(a.s)
ile İsrâiloğulları, Mısır’dan çıkışlarının üçüncü ayında, yaz mevsiminin başında
Tîh çölüne girdiler. Mûsâ, kavmi için su isteyince Allah ‘’Asânla taşa vur’’ dedi.
Bursevî Hz.lerine göre; bu Asâ cennetten gelme ucu çatallı ve Mûsâ’nın
boyundaydı. Âdem’den başlayarak Hz. Şuayb’e, oradan da Mûsâ’ya geçmişti. Hz. Mûsâ’nın taşa vurması ile taştan on iki
tatlı su pınarı fışkırdı.
İsrâiloğulları on iki boy idi. Her boy için bir pınar
akmaya başladı. Her on iki boy da nereden su içeceğini biliyordu. Mûsâ, her taşa vuruşunda bu tekrarlandı.
Allah; Asâ olmadan da denizi ikiye ayırmaya, kayadan su fışkırtmaya Kâdir’dir.
Fakat Yüce Allah, her şeyin bir sebebe
bağlı olduğunu göstermek için böyle emretmiştir.
Şeyh’ül
Ekber de der ki; Mûsâ, kavmi için rûh Semâ’sından ilmi hikmet ve anlam
yağmurlarının yağmasını istemişti. Ona nefis Asâsıyla beyin taşına vurmasını
emrettik. Beyin taşı aklın menşeidir. Ondan
beş zâhir ve beş bâtın duyu, nazarî akıl ve amelî akıldan oluşan insani duyular
sayısınca ilim sularından on iki
kaynak fışkırdı. Her grup içeceği
kaynağı bildi. Örn. Sanat ehli ve bildikleriyle âmel eden âlimler ilmî akıl
kaynaklarını, hekim ve ârifler nazarî akıl kaynaklarını, boyacılar görülen renk
kaynağını, mûsiki ehli olanlar sesler ilmî kaynağını bildiler, ondan istifade
ettiler. Ayrıca vurma sebebiyle nefs terbiyesinden ilimlerin ve zevk
ilimlerinin ortaya çıkması ve herkesin kendine göre anlaması kastedilir.
‘’Hani siz: Ey Mûsâ! Bir tek yemekle
yetinmeyiz; bizim için Rabbine dua et de yerin bitirdiği şeylerden;
sebzesinden, hıyarından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından bize
çıkarsın, dediniz. Mûsâ ise: Daha iyiyi daha kötü ile değiştirmek mi
istiyorsunuz? O halde şehre inin. Zira istedikleriniz sizin için orada var,
dedi. İşte üzerinize aşağılık ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah’ın gazabına
uğradılar. Bu musibetler, Allah’ın âyetlerini inkâra devam etmeleri, haksız
olarak Nebileri öldürmeleri sebebiyle geldi. Bunların hepsi, sadece isyanları
ve taşkınlıkları sebebiyledir’’ (Bakara- 61)
‘’Bir tek yemekle’’ İlim, marifet ve hikmet gibi rûhani
gıda ile yetinmeyiz. ‘’Rabbine dua et’’ nefislerimizin
toprağında biten habis şehvetlerden, adi lezzetlerden, soğuk meyvelerden,
kısacası nefsin payı ve azabı niteliğindeki her şeyden versin. ‘’şehre’’
beden şehrine inin. Orada istediğiniz şeyler var. Böylece şehvetlerin peşine
düştükleri, kabuk ve dış görünüş hırsına sahip oldukları için üzerlerine zillet
ve yoksulluk damgası vuruldu. Ve sufli cihete ikâme etmeleri süreklilik
kazandı. Böylece Allah’ın âyetlerinden ve tecellîlerinden perdelendiler. Kalp
Nebi’lerini öldürmeleri ise, kalp ve akıl emirlerine isyan etmeleridir.
‘’Mûsâ kavmine: Allah bir sığır kesmenizi
emrediyor, demişti de; Bizimle alay mı ediyorsun? Demişlerdi. O da: Cahillerden
olmaktan Allah’a sığınırım, demişti. Bizim adımıza Rabbine dua et, bize onun ne
olduğunu açıklasın, dediler. Mûsâ: Allah diyor ki; O, ne yaşlı, ne körpe, ikisi
arasında bir inek. Size emredileni hemen yapın, dedi. Bu defa: Bizim için
Rabbine dua et, bize onun rengini açıklasın, dediler. O, diyor ki; Sarı renkli,
parlak tüylü, bakanların içini açan bir inektir, dedi. Ey Mûsâ! Bizim için,
Rabbine dua et de onun nasıl bir sığır olduğunu bize açıklasın, nasıl bir inek
keseceğimizi anlayamadık. Biz, inşallah emredileni yapma yolunu buluruz,
dediler. Mûsâ dedi ki, Allah şöyle buyuruyor: O, henüz boyunduruk altına
alınmayan, yer sürmeyen, ekin sulamayan, serbest dolaşan, renginde hiç alacası
bulunmayan bir inektir. ‘’işte şimdi gerçeği anlattın’’ dediler ve bunun
üzerine kestiler, ama az kalsın kesmeyeceklerdi’’ (Bakara-67, 68, 69,70,
71)
Sığırdan maksat hayvanî
nefistir. Bu hayvanî nefsin boğazlanması ise, hevâsının, tutkulu
arzularının ezilmesidir. Çünkü hevâ ve heves, nefsin arzularıdır. ‘’O
yaşlı değildir’’, yani istidadını yitirmiş bir yaşa gelmemiştir. İnanış
ve alışkanlıkları kök saldıkları kadar yaşamamıştır. ‘’Ne de körpedir’’, kendisinden istenileni yerine getiremeyecek ve
riyazete tahammül edemeyecek kadar istidâdı eksik de değildir. İkisinin
arasında bir inek. ‘’Sarı renkli’’ insandaki
nefsin rengi sarıdır.
‘’Parlak tüylü’’ İstidâdının
saflığından dolayı rengi göz alıcı parlaklıkta. ‘’Bakanların’’
Kâmil’lerin içini açar. Çünkü Kâmil insanlar istidât ve basîret sahiplerini
severler. Kavmin ‘’inşallah’’ demeleri,
istidât sahibi olduklarının delilidir.
‘’Henüz boyunduruk
altına alınmamıştır’’ Şeriatın emrine boyun eğip uymamıştır. Salih âmel ve ibâdetlerle istidât
yerini sürmemiştir. İçinde bil kuvve bulunan irfan ve hikmet ekinini
sulamamıştır. Kesbî ilimler ve nüfus edici fikirleri suyunu sunmamıştır. Çünkü
bu tür sığırların boğazlanmaya ihtiyacı olmaz. ‘’Serbest dolaşır’’
Sahibi meraya serbestçe dolaşsın diye salmıştır. Kurallar, gelenekler, kanunlar
ve adaplarla idare edilmemektedir. ‘’Renginde alacası yoktur’’ Herhangi bir itikât ve mezhep onda
kökleşmemiştir. ‘’İşte şimdi gerçeği anlattın’’ dediler ve kestiler. Ama az
kalsın kesmeyeceklerdi. Çok soru sormalarından, kesilmesi istenen sığırın
durumunu enine boyuna kurcalamalarından ve fuzûli söz söylemelerinden dolayı az
kalsın kesmeyeceklerdi. Hz. Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur; ‘’Eğer ilk
başta bulabildikleri herhangi bir sığırı kesselerdi, bu yeterli olacaktı. Ama
onlar zorlaştırdılar, Allah da buna bağlı olarak yükümlülüklerini ağırlaştırdı.’’
Resûlullah
(sav) ‘’Sizden öncekiler çok soru
sordukları için helâk oldular’’ buyurarak gereksiz ve çok soru sormayı
menetmiştir. ‘’Açıklanırsa hoşunuza
gitmeyecek olan şeyleri sormayın’’ (Maide- 101)
‘’Onlara, deniz kıyısında bulunan şehir
halkının durumunu sor. Hani onlar Cumartesi gününe saygısızlık gösterip, haddi
aşıyorlardı. Çünkü Cumartesi tatili yaptıkları gün, balıklar meydana çıkarak
akın akın onlara gelirdi, Cumartesi tatili yapmadıkları gün de gelmezlerdi.
İşte böylece biz, yoldan çıkmalarından dolayı onları imtihan ediyorduk’’ (A’raf-
163)
İnsanlar
kendi hallerine ve tabiatlarına bırakılırlarsa azarlar ve cismâni lezzetlere
dalar, zûlmâni bulutlar içinde kaybolurlar. Zamanla istîdatları kaybolur ve
insanlık mertebesinden düşerler. Buna karşılık mûhafaza edilir, hikmet, adap,
tehdit ve vaad esaslı öğütlerle terbiye edilirlerse yükselir ve nûrlanırlar. Bu
nedenle ibâdetler öngörülmüş ve insanların bu ibâdetleri belli vakitlerde
tekrar etmeleri farz kılınmıştır. Dolayısıyla gece ve gündüz saatlerinde
dünyevi işlerle meşgûliyetten sıyrılma amacıyla beş vakit namaz emredilmiştir.
Bu beş vakit namaz, beş duyudan kaynaklanan kir ve tortuları giderir. İşte bir
haftalık ayrılığa, türlü iş ve kazanç yollarıyla meşgûl olma ve nefsanî
arzuların karanlığına karşılık, bir günün ibâdete tahsis edilmesi öngörülmüştür.
Böylece toplanma sıcaklığı ve ünsiyet ile ayrılık ortadan kalksın sevgi
ve kaynaşma meydana gelsin.
‘’Şüphesiz ki Rabbiniz, semâvataı ve arz’ı
altı günde yaratan....’’ (A’raf-54) ‘’O,
Gökleri ve yeri altı günde
yaratandır’’ (Hûd-7) Yaratma Pazar
günü başlamış Cuma günü tamamlanmıştır.
İnsan Cuma gününün son üç saatinde yaratılmıştır.
Yahûdiler için haftanın ilk günü (Cumartesi) toplanma
günü olarak tahsis edilmiştir. Çünkü onlar başlangıç ve Zâhir ehlidirler. Hristiyanlara da ondan sonraki gün (Pazar)
tahsis edilmiştir. Bunun nedeni de onların Âhiret, Rûhaniyet ve bâtın ehli
olmalarıdır. Müslümanlara ise
haftanın son günü tahsis edilmiştir. Yani Cuma günü. Müslümanlar; Son, Nübüvvet
ehli olup âhir zamanda gelmişlerdir.
Bu sistemi
ve denetimi gözetmeyen kimsenin istidat nûru ortadan kalkar. Cumartesi yasağını
çiğneyenler gibi başka bir mahlûka dönüştürülür. Cumartesi ehli denilen bu
kimseler, o gün avlanmaktan, Cumartesi günü nefsâni hazları derlemekten ve
bunlara bürünmekten menedilmişlerdi. Fakat onlar bu yasağı çiğnemek için bir
hileye başvurdular, denizin sahilinde havuzlar yapıp balıkların oralarda
toplanmasını sağlayarak Pazar günü avlandılar.
Diğer bir
ifadeyle; haftanın sair günlerinde heyûli cürüm(suç) denizinin ve maddi
cürümlerin sularını evlerinin sularına doldurdular, onunla türlü yiyecekler,
içecekler, lezzetler ve eğlenceler cem
ettiler (biriktirdiler). Böylece Cumartesi günü onlar için bütün nefsanî
hazlar, paylar, haftanın diğer günlerinde kendilerine yetecek kadar birikti.
Nitekim bugün nice Müslüman vardır ki, bedeni Mescitte, namazda olduğu halde
kalbi pazarda, alışveriştedir.