13 Şubat 2018 Salı

HZ. MÛSÂ (a.s):

M.Ö. 1300 yılında yaşayan, Hz. Yâkup ve Hz. Yusuf’tan sonra İsrâiloğullarına gönderilen üçüncü Peygamberlerdir. Soyu Hz. İbrâhim’in oğlu İshâk, onun oğlu Hz. Yâkub ve onun oğlu Levi’ye dayanmaktadır. ‘’İSRÂİL’’ Hz. Yâkub’un lakâbıdır. İsrâiloğulları sözü oradan gelir. Babası Amran, annesi Yokobed’dir. Hz. Hârun’un kardeşidir.

Hz. Mûsâ’nın Kûr’an-ı Kerîm âyetlerine ve Tevrat’a dayanan hayat öyküsü kısaca şöyledir. Hz. Yusuf’tan sonra İsrâiloğulları büyüyüp genişledikçe farklı kabîlelere bölünmeye başladı. Bunlar Hz. Yâkup ve Hz. Yusuf’un bildirdikleri dine inanıyor ve emirlerini yerine getiriyorlardı. Mısır’da yaşayan ve Kıptî soyundan gelenler, putlara tapanlar; İsrâiloğullarının büyümesini istemedikleri için sürekli onlara eziyet etmekteydiler. Başlarında bulunan ve Kıptî soyundan gelen Firavun’larda onları esir gibi ağır işlerde çalıştırıyorlardı. O zaman da falcılık meslek haline getirilmiş ve ülkenin her tarafında kâhinler çoğalmaya başlamıştı. Firavun bir gece rüyasında Kûdüs tarafından çıkan bir ateşin Mısır’ın yerli halkını yaktığını (Kıptî’leri), İsrâiloğullarına ise hiç bir zarar vermediğini gördü. Rüyayı yorumlayan kâhinler, İsrâiloğullarından gelecek bir kişinin devleti yok edeceği yorumunu yaptı. Bundan korkan Firavun, İsrâiloğullarından doğacak tüm erkek çocukların öldürülmesi için kanun çıkardı.

Hz. Mûsâ, bu dönemde dünyaya geldi. Annesi, oğlunun öldürülmemesi için Allah’ın emri ile onu bir sala koyup Nil nehrine bıraktı. Mûsâ’nın içinde olduğu sal akıntı ile giderken Firavun’un sarayına kadar sürüklendi. Firavun’un karısı Asiye, bebeği görerek aldı ve onu saraya götürüp evlât edindi. Bebek Mûsâ, hiç bir sütannenin sütünü kabul etmedi. Bunu duyan Mûsâ’nın gerçek annesi saraya giderek sütanne olmak istediğini söyledi. Asiye onu sütanneliğe kabul etti. Böylece annesi Mûsâ’yı, hiç kimsenin haberi olmadan Firavun’un sarayında büyüttü.

Mûsâ, delikanlılık çağına geldiğinde bir gün İsrâiloğullarından biri ile bir Kıptî’nin kavga ettiğini gördü. Ayırmak için Kıptî’ye vurdu. Adam öldü. Mûsâ, yaptığına pişman oldu ve şehri terk etti. Medyen’e gitti. Bir süre orada kaldı ve Hz. Şûayb’ın kızlarından Safura ile evlendi. Daha sonra eşi ile birlikte Mısır’a gitmek üzere Medyen’den ayrıldı.

Yolda Tûr(Sinâ) dağında mola verdiler. Burada Allah’ü Teâla bir ağaçtan Mûsâ ile konuştu ve ona Peygamberlik verdi. Büyük kardeşi Hârun ile birlikte Firavun’u Allah’a îman etmesi konusunda ikna etmekle görevlendirildi. Hz. Mûsâ Firavun’a Allah’ın mûcizeleri ile gitti ve onu îmâna davet etti. Hz. Mûsâ Asâ’sını yere bıraktı, Asâ kocaman bir yılan oldu. Elini koynuna sokup çıkardı, eli bir anda bembeyaz göründü. Bu mucizeler karşısında şaşıran Firavun, durumu vezirlerine anlattı. Onlar da Mûsâ’nın büyücü ve kâhin olduğunu ileri sürdüler. Hz. Mûsâ; ‘’Bu sihir değildir. Herşeyin yaratıcısı Allah’ın verdiği bir mûcizedir’’ diyerek onları imâna dâvet etti. Firavun; ‘’Ey Mûsâ! Sihirbazlığın ile bizi yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin. Biz de bir sihir göstereceğiz. Bir vakit ve yer tayin et’’ dedi. Ülkesinin bütün büyücülerini topladı. Hz. Mûsâ da Firavun’un sihirbazları ile karşılaşmayı kabul etti. Mısır halkı önünde karşı karşıya geldiler.

Sihirbazlar, ellerindeki ipleri ve sopaları yere attılar. Onları yılan gibi gösterdiler. Mûsâ da elindeki Asâ’sını yere bırakıverdi. Asâ bir anda dehşetli ve çevik bir yılan olup, hepsini yuttu. Bunu gören Firavun’un sihirbazları Hz. Mûsâ’ya inanarak îman etti. Firavun bu olayla zûlmünü daha da arttırdı. Firavun’un kavmi küfre devam ettikçe belâlar, kuraklık, kıtlık, haşere, kurbağa ve çekirge istilasına uğradı. Her belâda Hz. Mûsâ’dan yardım istediler. Belâ kalkınca da azgınlıklarına devam ettiler.
Hz. Mûsâ ve ona inananlar bir gece vakti Allah’ın emri ile Tûr’a gitmek üzere Mısır’dan ayrılmaya karar vererek yola çıktılar. Firavun ve askerleri de peşlerine düştü ve sabaha karşı Kızıldeniz kenarında onları yakaladı. Allah, Mûsâ’ya ‘’Asan ile denize vur’’diye vahyetti. Deniz de on iki yol açıldı. İsrâiloğulları bu yolları takip ederek karşıya geçtiler. Firavun ve askerleri de peşlerine düştü. Ancak açılan yollar kapanıp sularla doldu. Firavun ve askerleri boğularak öldü.

Hz. Mûsâ, İsrâiloğullarını Ken’an diyarına götürürken, yolda putperest bir kavmin yurduna uğradılar. Bu kavim öküz sûretinde yapılmış bir puta tapıyordu.  Hz. Mûsâ’nın kavmi, bu putperest kavme uydu. Hz. Mûsâ Tûr dağına, Allah’ın kendisine vaadettiği kitabı almaya çıktı. Geride kardeşi Hârun’u vekil bıraktı. 40 gün Tûr dağında ibâdet etti. Allah’ın kelâmını işitti ve Tevrat Hz. Mûsâ’ya nâzil oldu. Hz. Mûsâ Tûr dağında iken Samiri İsrâiloğullarının elindeki tüm altınları toplayıp eriterek bir buzağı heykeli yaptı. ‘’İşte Mûsâ’nın ilahı budur’’ dedi. Hepsi buzağıya tapmaya başladı. Hârun’u dinlemeyip ona karşı çıktılar. Hz. Mûsâ, Tûr dağından dönünce çok kederlendi, buzağı heykelini denize attı. Tevrat’ı İsrâiloğullarına bildirdi. Onlar da îman edip, putlara tapmaktan vazgeçtiler.

Tih sahrasında susuz kaldıkları bir sırada Allah’ın emri ile Mûsâ Asâ’sını yere vurdu ve kayadan on iki pınar fışkırıp İsrâiloğulları için su çıkardı. Allah onlara Bıldırcın eti ve Kudret helvası ihsân etti. Ancak İsrâiloğulları nimetlere taşkınlık etti ve 40 yıl Tih sahrasında perişan bir şekilde dolaşarak yok olup gittiler.

Hz.Mûsâ bir süre sonra İsrâiloğullarının çocuklarını savaşacak şekilde yetiştirdi. Lût gölünün güney tarafına yerleştirdi. Zâlim bir kral ile savaşarak onu yendiler.  Eriha şehrinin karşısındaki dağa çıktılar. Buradan Ken’an diyarı gözüküyordu. Hz. Mûsâ 120 yaşında vefat etti.

Kur’an-ı Kerîm’de; Hz. Mûsâ kıssasının dikkat çeken bazı âyetlerini ve bu âyetlerdeki sembolleri şeyh’ül ekberin açıklamalarıyla anlamaya çalışalım.

Mısır şehri beden, Mûsâ kalp, Firavun nefs, Firavun’un sarayı onun bedendeki saltanatı, Hârun akıl, İsrâiloğulları gece yürüyenlerin oğulları, yani karanlıkta Tevhid’de yol alanlardır. Tûr/Sinâ beden dağı, Mûsâ’nın Asâ’sı ise egemenlik/Kayyumiyet (tasarruf gücü) sırrıdır. Bu anlayışla:

Kalp Mûsâ’sının ilk mücâdelesi Firavun olan nefsi iledir ve sonunda Firavun olan nefs, reddettiği ilim suyunda boğularak yok olur. Ancak boğulmadan önce ‘’gerçekten, İsrâiloğullarının inandığı ilâh’tan başka ilâh olmadığına ben de imân ettim. Ben de Müslümanlardanım, dedi’’ (Yunus, 90) diyerek  Müslüman/teslim olur.

Kalp Mûsâ’sı, akıl olan kardeşi Hârun’un yardımı ile  beden şehrinde nefsin saltanatını yıkıp, Tûr olarak adlandırılan benlik dağını parçalayıp, Allah’ın kendisine verdiği tasarruf gücü Asâ’sı ile önündeki engelleri aşmakta, nefsin hevâ ve heveslerini yok etmekte, kavmini/bedeninin organlarını ulvi ve yüce mânâ kuşları, kudret helvaları ile besleyerek vücûdda birliği sağlama mücâdelesi içindedir. 

Pek çok mücâdelenin sonunda; kavmi/ tabiatı, zaman zaman mücevher ve ziynet eşyası ile yapılan ve buzağı olarak sembolize edilen nefsin putlarına, dünya sevgisine dalsa da rûh; yıldırım gibi aydınlatıcı tecelliler ile bu arzuları yok ederek, vücûd şehrinin sultanı olur.

‘’Hem hatırlayın ki, bir zaman sizi Firavun’un ailesinden kurtardık. Size azabın en kötüsünü revâ görüyor, oğullarınızı boğazlıyor ve kızlarınızı sağ bırakıyorlardı. Ve bunda size Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan vardı. Ve bir vakit sizin için denizi yardık, sizi kurtardık da Firavun’un adamlarını boğuverdik, sizler de bakıp duruyordunuz’’ (Bakara- 49, 50)

Firavun’un gördüğü bir rüyayı kâhinlerin; İsrâiloğullarından doğacak bir çocuğun, kendisinin saltanatını ortadan kaldıracağı şeklindeki tevilî sonucu, İsrâiloğullarından dokuzyüz doksan bin çocuk öldürülmüştür. Ne ibrettir ki, bu zûlümler hiç bir fayda vermemiş ve sonunda o çocuk doğmuştur. Acaba her şeye gücü yeten Cenâb-ı Hakk’ın o kadar masumun öldürülmesine izin vermesindeki hikmet nedir?.

Şeyh’ül Ekber şöyle der; ‘’Bu çocuklar, hep Hz. Mûsâ’ya hayatında yardımcı olmak ve rûhaniyetini kuvvetlendirmek için öldürülmüşlerdir. Bu çocukların her birinin hayatı Mûsâ’ya ait olacak ve Rûhlarındaki kuvvet ve yetenek Mûsâ’da tecellî edecektir. Bu Mûsâ’ya ait ilâhi bir yetenektir ki, ondan önceki Peygamberlerden hiç birine nasip olmamıştır.

’sizi Firavun taraftarlarından kurtardık’’ Yani sizi, durmadan kötülüğü emreden, enaniyetiyle perdelenen ve varlık mülküne kurulan nefisten kurtardık. Mısır ise beden şehridir ve vehim, hayal, gazap ve şehvet gibi kuvvetleriyle nefis, bu şehri ve Safvetullah (Allah’ın seçkini) olan Rûh Yâkub’unun çocukları olan rûhani kuvvetleri ve zâhiri duyulardan oluşan bedenin tabi kuvvetleri ve bitkisel kuvvetlerini köleleştirmişti. ’yeni doğan erkek çocuklarınızı kesiyorlardı’’ rûhani kuvvetleri öldürüyorlar, ’kızlarınızı’’ nefsin arzu ve isteklerini hayatta bırakıyorlardı. ’sizin için denizi yardık’’  vücud denizini yarıp, cismaniyeti çıkardık. Firavun ve taraftarları olan nefsani kuvvetleri de bu cismani madde içinde boğduk.

Mevlâna Hz.leri der ki; ‘’Düşmanı evinin içinde olan kimse istediği kadar bu evin kapılarını, pencerelerini düşman taarruzuna karşı kapasın ve sağlamlasın, bundan ne çıkar? Vücûdun içinde nefis gibi her ihtirâsa mağlûp bir düşman varken, kişi dışarıdan daha hangi haydutları bekliyor?’’

‘’Mûsâ, ahâlisinin habersiz olduğu bir sırada Medîne’ye(şehre) girdi. Orada, biri kendi tarafından, diğeri düşman tarafından olan iki adamı birbiriyle dövüşür buldu. Kendi tarafından olanı, düşmana karşı ondan yardım istedi. Mûsâ’da ötekine, bir yumruk vurup ölümüne sebep oldu. Şehirde korku içinde sabahladı. Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi. Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek için hakkında müzâkere ediyorlar. Derhal (buradan) çık!. İnan ki ben senin iyiliğini isteyenlerdenim, dedi. (Kasas- 15, 18, 20)

‘’Medine’ye’’ beden şehrine nefsanî kuvvetlerin kendisinde üstünlük kurmasından korkarak girdi. Akıl ve hevânın birbiri ile dövüştüğünü gördü. Akıl kendi, hevâ düşman tarafındandı. Hevâ’ya Melekî desteklerden kaynaklanan bir kuvvetle vurdu ve onu öldürdü. Beden şehrinde korku içinde, nefsin kuruntularıyla ve nefsin kuvvetlerinin istilâsından korkarak gözetleme makâmında bekledi. Şehrin öbür ucundan adına irâde dedikleri, Allah’ta sülûk yapmaya sevk eden sevgi geldi. ’Derhal çık’’ onların şehirlerinden ve hâkimiyetlerinin sınırlarının dışına çık. Rûh mâkâmına git, dedi.

‘’Medyen’e doğru yöneldiğinde; Umarım Rabbim beni doğru yola iletir, dedi. Mûsâ, Medyen suyuna varınca, orada (hayvanlarını) sulayan birçok insan buldu. Onların gerisinde de, (hayvanlarını) engelleyen iki kadın gördü. Onlara; Derdiniz nedir? Dedi. Şöyle cevap verdiler: Çobanlar sulayıp çekilmeden biz (hayvanlarımızı) sulamayız; babamız da çok yaşlıdır. Bunun üzerine Mûsâ, onların yerine (davarlarını) sulayıverdi. Sonra gölgeye çekildi ve; Rabbim! Mûhakkak bana indirdiğin hayırdan fakirim, dedi. Derken, o iki kadından biri utana utana yürüyerek ona geldi. Babam, dedi, bizim yerimize (hayvanları) sulamanın karşılığını ödemek için seni çağırıyor. Mûsâ, ona (Hz. Şuayb’a) gelip başından geçeni anlatınca o; Korkma, o zalim kavimden kurtuldun, dedi. Şuayb’in iki kızından biri: Babacığım! Onu ücretle (çoban) tut. Çünkü ücretle istihdam edeceğin en iyi kimse, güçlü ve güvenilir olandır, dedi. (Şuayb) dedi ki: Bana sekiz yıl çalışmana karşılık şu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan artık o kendinden; yoksa sana ağırlık vermek istemem. İnşallah beni iyi kimselerden bulacaksın. Mûsâ şöyle cevap verdi: Bu seninle benim aramdadır. Bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayım, demek ki bana karşı husûmet yok. Söylediklerimize Allah vekildir.(Kasas-22, 23, 24, 25, 26, 27, 28)

‘’Medyen’e’’ RÛH makamına doğru yöneldiğinde, orada velilerden, Allah’ta sülûk edenlerden oluşan birçok insan gördü. Bu insanlar kuvvetlerini, müridlerini, semâvî nefisler koyunlarını, mücerret rûhları ’suluyorlardı’’. Çünkü onlar hakîkatte bu kaynağın ehlidirler. Onların mertebesinden daha aşağı bir mertebede ’iki kadın’’ nazarî ve amelî aklı gördü. ‘’Çobanlar sulayıp çekilmeden önce biz sulamayız ’’ Biz Rûh ve kutsal akıl çobanlarının artığından içeriz. ‘’Babamız’’ Rûh da ‘’çok yaşlıdır’’. Mûsâ onların yerine sulayıverdi. Kalp (Mûsâ) bir kaynağa vardığı zaman, o esnada bütün kuvvetler onun feyzinden kana kana içerler ve onun nûruyla nûrlanırlar. Sonra nefis gölgesine sığındı ve Rabbinden FAKR’ı istedi.

Derken ‘’iki kadından biri’’ nazarî akıl/kutsî kuvvet yanına geldi. ‘’Babam’’ Rûhanî cezbe seni çağırıyor. ‘’Mûsâ ona gelince’’  Kalp; Rûh ile bütünleşme istidâdına yükselince ‘’Korkma, o zâlim kavimden kurtuldun’’ dedi. Kızlardan biri ‘’babacığım onu ücretle tut’’ Allah için mücadele etmede, kuvvetler koyunlarını gütmede onu çalıştır ki, kuvvetler koyunları dağılıp CEM halimizi bozmasın.

’İki kızımdan birini’’ nikâhına, hükmün altına al ki, senin yanında kutsî nûrdan ve keşif ilimlerinden haz alsın. ‘’sekiz yıl çalışmana karşılık’’  benim için mücâdele edip çalışmana, üzerinden sekiz hâl geçinceye kadar. Bunlar yedi ilâhi sıfattır ki, bu da kendi sıfatlarından sıyrılmak ve Allah’ın sıfatlarında fena bulup vuslata erişmektir. ’on yıl’’ ise, önce zâtta FENÂ, sonra BEKÂ bulmaktır.

’Sana ağırlık vermem’’ istidâdının, gücünün üzerinde sana yük yüklemem. ‘’bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayım, demek ki bana karşı bir husûmet yok.’’ Bu iki sonuçtan hangisine varırsam varayım, bir sorumluluğum yok. Çünkü ben ancak çalışmamdan sorumluyum. Sonuca varmak ise, ezelde bana verilen istidâda bağlıdır. Allah, bu anlaşmamıza Şahid’dir.

‘’Hani o (Mûsâ), bir ateş görmüş ve ailesine: Bekleyin! Eminim ki bir ateş gördüm. Belki ondan size bir meş’ale getiririm veya ateşin yanında bir rehber bulurum, demişti. Oraya vardığında kendisine (tarafımızdan); Ey Mûsâ! Diye seslenildi. Mûhakkak ki ben, evet ben senin Rabbinim! Hemen pabuçlarını çıkar! Çünkü sen kutsal vâdi Tuvâ’dasın! Ben seni seçtim. Şimdi vahyedilene kulak ver. Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah’ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; beni anmak için salâtı ikâme et.’’ (Tâ-Hâ 10, 11, 12, 13, 14)

’Hani o bir ateş’’ Rûh’ul Kuds’ü görmüştü. Çünkü Rûh’ul Kuds’ten insanların nefislerine bir nûr kıvılcımı düşer. Mûsâ (a.s) basîret gözünü hidâyet nûruyla açtığı için bu ateşi görmüştü. ‘’ailesine’’ nefsani kuvvetlere durun, hareket etmeyin demişti. ‘’Belki ondan size’’ Kudsi âlemle bütünleştirici nûrani bir heyet getiririm de hepiniz ondan yararlanırsınız ve zâtınız onunla aydınlanıp faziletli olur. Veya Hakk’a ulaştırmayı gerektiren ilim ve irfanla bana rehberlik eden birini bulurum. ‘’Ey Mûsâ!’’ İlâhi huzuru örten izzet ve celâl perdelerinden  ibâret olan ateş örtüsünün gerisinden, ateş sûretinde gizlenen Rabbinim ben. ’Hemen pabuçlarını çıkar’’ nefsini ve bedenini veya iki cihanı çıkarıp at. Çünkü Tuvâ adı verilen ‘’rûh’’ âlemindesin.

Zâti tecelli onun varlık dağını paramparça etmiş, Hakkani varlıkla kendine geldiğinde düşüp bayılmıştı. Bu tecelli, zât tecellisinden önceki sıfat tecellisidir ve büyük kıyametin yakında kopacağının vaadidir. Birinci sesleniş ‘’Rabbinden’’ ikinci sesleniş ‘’Allah’tandır’’. ’Bana kulluk et’’ İbâdetini isimlerime ve sıfatlarıma değil Zât’ıma özgü kıl.

‘’Şu sağ elindeki nedir, ey Mûsâ?’’ O, benim Asâmdır, dedi. Ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkelerim; benim ona başkaca ihtiyaçlarım da vardır. Allah: Yere at onu, ey Mûsâ’, dedi. Onu hemen yere attı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılan değil mi! Allah buyurdu: Al onu! Korkma! Biz onu şimdi ilk haline sokacağız. Bir de elini koltuğunun altına sok ki, bir başka mucize olmak üzere o, kusursuz ve lekesiz beyazlıkta çıksın. Ta ki, sana, (böylece) en büyük âyetlerimizden bazılarını gösterelim.’’(Tâ-Hâ- 17, 18, 19, 20, 21, 22, 23)

Mûsâ’nın elindeki Asâ, aklın elindeki nefistir. Çünkü insan onun aracılığıyla Allah’tan gelen bağışları alır ve nefsini tutar. ’Ona dayanırım’’ Görünür âlemde, Kemâl edinmede, Allah’a seyirde ve Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmada ona dayanırım. Yararlı ilim yapraklarını, rûh ağacından bu Asâ ile silkeler, hayvani kuvvetler davarlarına yediririm. Makamlar kazanma, haller talep etme, bağışlara ve tecellilere mazhâr olma hususunda ona ihtiyaç duyarım.

’Onu yere at’’ aklın kontrolünden kurtar. Onu (nefsi) aklından kurtarıp kendi haline bıraktı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılan değil mi? Mûsâ’nın nefsi güçlü ve öfkeliydi. Çok hiddetliydi. Mûsâ, sıfat tecellileri makamına ulaşınca, sıfatlarda fenâ bulunca öfkesi, ilâhi öfkeyle, Rabbanî kahırla yer değiştirdi. ’Allah buyurdu: Al onu!’’  önceki gibi aklınla onu kontrol et. ’Korkma!’’ çünkü senin öfken yok oldu. O artık benim emrimle hareket ediyor.

‘’Elini’’ aklını rûhunun tarafına, yani saf tarafına sok ki, Hakkanî hidâyet nûruyla aydınlansın. Çünkü akıl, geçimi maksadıyla nefisle uyuştuğu, ona katıldığı, yani sol tarafa sokulduğu zaman vehimle bulanır, karışır. ’Lekesiz, beyaz’’ Hakkanî hidâyet nûruyla, kutsî nûrun parıltılarıyla aydınlanmış olarak, herhangi bir afete uğramadan ‘kusursuz’’ çıksın ki, en büyük âyetlerimizi Vahdet’te fenâ bulma mûcizesini gösterelim.

 ‘’(Bana ibadet etmesi için) Mûsâ’ya otuz gece vade verdik ve ona on gece daha ilâve ettik; böylece Rabbinin tayin ettiği vakit kırk geceyi buldu. Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte (Tûr’a) gelip de Rabbi onunla konuşunca Rabbim bana kendini göster, seni göreyim dedi. (Rabbi) Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin’’ buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti, Mûsâ’da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim.’’ (A’râf-142, 143)

‘’Kırk’’ sayısının Ortadoğu geleneklerindeki yaygın anlamı, hazırlanma ve arınma, yani sülûk için bir hazırlıktır. Farsça’da kırk, çile ve erbain anlamlarını taşır. Araplarda aylar ‘’gece’’ den başlar.

Mûsâ’nın Rabbini görmek istemesi, kendisinde halen varlık kalıntısının zuhûr ettiğine işarettir. ’şu dağa bak’’ varlık dağına bak. ’Onu paramparça etti’’ geride hiç bir varlık belirtisi kalmayacak şekilde darmadağın etti. Mûsâ baygın düştü. Fenâ bularak varlık derecesinden düştü. ’Ayılınca’ fenâ sonrası bekâ makamında ayılınca seni noksan sıfatlardan tenzih ederim dedi. ’Sana inananların ilkiyim’’ sözü de Velâyet sonrası Nübüvvet derecesinin başlangıcına işarettir.

 ‘’Hani bir zamanlar Mûsâ’ya kırk gecelik vaat verdik de sonra siz onun arkasından buzağıyı put edindiniz ve o halinizle zâlimler idiniz. Sonra yine de sizi affettik, artık şükretmeniz gerekiyordu. Ve hani bir zamanlar Mûsâ’ya o kitabı ve furkanı verdik, gerekirdi ki, doğru yolda gidesiniz. Hani bir zamanlar Mûsâ kavmine dedi ki; Ey kavmim! Cidden siz o buzağıyı put edinmekle kendi kendinize zûlmettiniz, bari gelin Rabb’inize tevbe ile dönün de nefislerinizi öldürün. Böyle yapmanız Bâri Teâlâ’nız katında sizin için hayırlıdır, böylece tevbenizi kabul buyurdu. Gerçekten de o Tevvâb ve Rahim’dir’’ (Bakara-51, 52, 53, 54)

Firavun hanedanına karşı mukâvemet edip, onları helâk ettikten sonra ’kırk gece’’ söz vermiştik. Bu kırk gecede her şeyden elini çekerek tamamen bize yönelecekti. Böylece bu süre içinde tabii perdelerden sıyrılıp yükselecekti. Çünkü bu perdeler, kalbinin nûr madeninden istifâde etmesine engel oluyorlardı.  Bu arınma kırk gecede olacaktı. Kırk gece, bedenin cenin olarak varoluş ve yaratılış sûretiyle fıtrattan perdeleniş sürecine tekâbül etmektedir.

‘’Samiri onları yoldan çıkardı’’ (Tâ-Hâ, 85), Münâfık bir kuyumcu olan Sâmirî, onlara buzağıyı göstererek ‘’Sizin de tanrınız ve Mûsâ’nın da tanrısı budur’’ (Tâ-Hâ, 85) demişti. Çünkü Sâmirî Mûsâ Tûr’a çıkarken yanında yürüyen yetmiş kişinin içindeydi. Allah, Sâmirî’nin gözünden perdeyi kaldırdı. Öyle ki Sâmirî ARŞ’ı taşıyan dört melekden biri olan öküz sûretindeki meleği gördü (diğerleri aslan, kartal ve insan). Onun Mûsâ ile konuşan Tanrı olduğunu tahayyül etti. O yüzden kavmine bir buzağı yaptı. Kalpleri mallarına bağlansın diye o buzağıyı kavmin ziynet eşyalarından üretti. Cebrâil Mûsâ’ya geldiği vakit Cebrâil’i de tanımıştı. Cebrâil’in üzerinden geçtiği hiçbir şey yoktu ki, onun geçişi ile canlanmasın. Bu nedenle Cebrâil’in atının izinden bir avuç aldı ve onu buzağının içine attı. Sonuçta buzağı dirildi ve böğürdü.

Mûsâ kavmine mikattan (Hak ile buluşmaktan) Tevrat ile döndüğü vakit, kavmini sözünden dönmüş, Hududullah’ın ( Allah’ın sınırının) aşılmış olduğunu gördü ve derhal elinden ‘’Levhaları attı’’ (A’raf- 150), kendisi yerine vekil bıraktığı kardeşi Hârun’a ceza olsun diye ‘’Kardeşinin başını kendine doğru çekerek tuttu’’ (A’raf-150). Hârun da üzülerek, ‘’Ey anamın oğlu! Sakalımı ve başımı çekiştirme’’ (A’raf-150) dedi. Mûsâ Levhaları yerden aldı ve kavmini tevbe etmeye davet etti. Tevvâb ve Rahim olan Allah’da onların tevbelerini kabul etti.

‘’Andolsun ki Mûsâ’ya apaçık dokuz mûcize/Levha verdik’’ (İsrâ-101)

Abdü’l Kerîm Cilî Hz.leri der ki; Allah Mûsâ’ya; bu dokuz Levha’dan yedisini ümmetine bildirmesini, diğer ikisini ise bildirmemesini emretti. Çünkü beşer aklı o iki Levha’da bulunan sırları kabûle müsâit değildi. Şayet Hz. Mûsâ o iki Levha’yı da açıklamış ve göstermiş olsaydı gayeye ulaşamaz ve aynı zamanda hiçbir insan kendisine inanmazdı.

O zaman o iki levha Hz. Mûsâ’nın halkına değil, sadece kendisine aitti. İnsanlara bildirmekle emrolunduğu yedi Levha’da ise, evvelkilerin ve sonrakilerin ilmi mevcud idi. Ancak Hz. Mûhammed, Hz. İbrâhim ve Hz. Îsâ ile Mûhammed’in vârislerine mahsûs ilim, o Levha’larda mevcûd değildi. Bildirmekle emredildiği yedi Levha mermer denen taştan idi. Diğer iki Levha ise nûrdandı. Bu yedi Levha: Nûr, Hüdâ, Hikmet, Kuvvetler, İlâhi hükümler, Ubûdiyet, en sonuncusu ise saadet yolunun şekâvet yolundan ayrılıp açıklığa kavuşması ve daha üstün olanın görünüp anlaşılması ile ilgiliydi.

Hz. Mûsâ’ya ait olan diğer iki Levha’nın birincisi Rûbubiyet’e (kulluk), ikincisi ise Kudret’e dâirdir. Hz. Mûsâ, dokuz Levha’nın hepsini bildirmekle emrolunmadığından dolayı kavminden hiç kâmil bir kimse çıkmamıştır. Fakat Hz. Mûhammed (sav.) böyle değildi. Çünkü o, hiçbir şey bırakmayarak hepsini bize bildirdi. Bundan dolayı Mûhammed ümmeti, ümmetlerin en hayırlısı olmuştur.

‘’Mûsâ’ya Furkan’ı verdik’’ (Enbiya-48) Tevrat hükümleri Furkan’dır (Fark). Allah’ın emirlerini, iyiyi, kötüyü ayırarak verendir. Kur’ân ise birleyen bir kitaptır(cem) ve rûha hitap eder. Tevrat, nefsi terbiye etmek içindir. Kur’an’ı Tevrat gibi okuyanlar ceza sistemini görürken, Kur’ân gibi okuyanlar, oradaki mânâ birliğini idrak ederler. Aradaki fark budur.

‘’Ve bir vakit: Ey Mûsâ, biz Allah’ı açıkça görmedikçe, senin sözüne kesinlikle inanmayacağız, dediniz. Bunun üzerine sizi o yıldırım yakalayıverdi; Siz de bakakalmıştınız. Sonra şükredesiniz diye sizi ölümünüzün ardından yeniden diriltmiştik. Ve üstünüze o bulutu gölge yaptık ve size ihsan ettiğimiz hoş rızıklardan yiyin, diye üzerinize kudret helvası ve bıldırcın indirdik. Onlar bize zûlmetmediler, lâkin, kendi nefislerine zûlmediyorlardı.’’ (Bakara-55, 56, 57)

Bir zamanlar; Ey Mûsâ! Biz hidâyetine gerçek îmânla inanmayız, sen müşâhede ve bizzat gözlemleme makamına erişmedikçe, demiştiniz. Bunun üzerine sizi ölüm yıldırımı çarpmıştı. Bu ölümden maksat, zâti tecellîde fenâ bulmaktır. Siz bunu bekliyordunuz ve bizzat bakıp duruyordunuz. Sonra biz, fenâ bulmanın ardından sizi gerçek hayatla dirilttik ki, tevhid nimetine ve Allah’ta sülûk mertebesine kavuşma bağışına şükredesiniz. Üzerinize sıfat bulutları tecellisinden oluşan bulutları göndererek sizi gölgeledik. Sıfat bulutları, bütünüyle yakıcı olan zât güneşinin önünde duran perdeler konumundadır.

Üzerinize tevekkül, rızâ, hikmet ve irfan bıldırcını ve hakîki ilimler gibi hâller, zevk makamları indirdik. Yiyin bu güzellikleri alın. Ama onlar nefislerinin sıfatları ile perdelenmek sûretiyle bize zûlmetmediler, aksine nefislerini mahrum bırakmak sûretiyle kendi nefislerine zûlmettiler.

Hani bir zamanlar Mûsâ, kavmi için su istemişti, biz de Asânla taşa vur! Demiştik, bunun üzerine o taştan on iki pınar fışkırmıştı. Her kısım insan kendi su alacağı yeri bildi. Allah’ın rızkından yiyin ve için de bozgunculuk ve saldırganlık yaparak yeryüzünü fesada vermeyin’’ (Bakara- 60)

Mûsâ(a.s) ile İsrâiloğulları, Mısır’dan çıkışlarının üçüncü ayında, yaz mevsiminin başında Tîh çölüne girdiler. Mûsâ, kavmi için su isteyince Allah ’Asânla taşa vur’’ dedi. Bursevî Hz.lerine göre; bu Asâ cennetten gelme ucu çatallı ve Mûsâ’nın boyundaydı. Âdem’den başlayarak Hz. Şuayb’e, oradan da Mûsâ’ya geçmişti. Hz. Mûsâ’nın taşa vurması ile taştan on iki tatlı su pınarı fışkırdı. 
İsrâiloğulları on iki boy idi. Her boy için bir pınar akmaya başladı. Her on iki boy da nereden su içeceğini biliyordu. Mûsâ, her taşa vuruşunda bu tekrarlandı. Allah; Asâ olmadan da denizi ikiye ayırmaya, kayadan su fışkırtmaya Kâdir’dir. Fakat Yüce Allah, her şeyin bir sebebe bağlı olduğunu göstermek için böyle emretmiştir.

Şeyh’ül Ekber de der ki; Mûsâ, kavmi için rûh Semâ’sından ilmi hikmet ve anlam yağmurlarının yağmasını istemişti. Ona nefis Asâsıyla beyin taşına vurmasını emrettik. Beyin taşı aklın menşeidir. Ondan beş zâhir ve beş bâtın duyu, nazarî akıl ve amelî akıldan oluşan insani duyular sayısınca ilim sularından on iki kaynak fışkırdı. Her grup içeceği kaynağı bildi. Örn. Sanat ehli ve bildikleriyle âmel eden âlimler ilmî akıl kaynaklarını, hekim ve ârifler nazarî akıl kaynaklarını, boyacılar görülen renk kaynağını, mûsiki ehli olanlar sesler ilmî kaynağını bildiler, ondan istifade ettiler. Ayrıca vurma sebebiyle nefs terbiyesinden ilimlerin ve zevk ilimlerinin ortaya çıkması ve herkesin kendine göre anlaması kastedilir.

‘’Hani siz: Ey Mûsâ! Bir tek yemekle yetinmeyiz; bizim için Rabbine dua et de yerin bitirdiği şeylerden; sebzesinden, hıyarından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından bize çıkarsın, dediniz. Mûsâ ise: Daha iyiyi daha kötü ile değiştirmek mi istiyorsunuz? O halde şehre inin. Zira istedikleriniz sizin için orada var, dedi. İşte üzerinize aşağılık ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah’ın gazabına uğradılar. Bu musibetler, Allah’ın âyetlerini inkâra devam etmeleri, haksız olarak Nebileri öldürmeleri sebebiyle geldi. Bunların hepsi, sadece isyanları ve taşkınlıkları sebebiyledir’’ (Bakara- 61)

‘’Bir tek yemekle’’ İlim, marifet ve hikmet gibi rûhani gıda ile yetinmeyiz. ’Rabbine dua et’’ nefislerimizin toprağında biten habis şehvetlerden, adi lezzetlerden, soğuk meyvelerden, kısacası nefsin payı ve azabı niteliğindeki her şeyden versin. ‘’şehre’’ beden şehrine inin. Orada istediğiniz şeyler var. Böylece şehvetlerin peşine düştükleri, kabuk ve dış görünüş hırsına sahip oldukları için üzerlerine zillet ve yoksulluk damgası vuruldu. Ve sufli cihete ikâme etmeleri süreklilik kazandı. Böylece Allah’ın âyetlerinden ve tecellîlerinden perdelendiler. Kalp Nebi’lerini öldürmeleri ise, kalp ve akıl emirlerine isyan etmeleridir.

‘’Mûsâ kavmine: Allah bir sığır kesmenizi emrediyor, demişti de; Bizimle alay mı ediyorsun? Demişlerdi. O da: Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım, demişti. Bizim adımıza Rabbine dua et, bize onun ne olduğunu açıklasın, dediler. Mûsâ: Allah diyor ki; O, ne yaşlı, ne körpe, ikisi arasında bir inek. Size emredileni hemen yapın, dedi. Bu defa: Bizim için Rabbine dua et, bize onun rengini açıklasın, dediler. O, diyor ki; Sarı renkli, parlak tüylü, bakanların içini açan bir inektir, dedi. Ey Mûsâ! Bizim için, Rabbine dua et de onun nasıl bir sığır olduğunu bize açıklasın, nasıl bir inek keseceğimizi anlayamadık. Biz, inşallah emredileni yapma yolunu buluruz, dediler. Mûsâ dedi ki, Allah şöyle buyuruyor: O, henüz boyunduruk altına alınmayan, yer sürmeyen, ekin sulamayan, serbest dolaşan, renginde hiç alacası bulunmayan bir inektir. ‘’işte şimdi gerçeği anlattın’’ dediler ve bunun üzerine kestiler, ama az kalsın kesmeyeceklerdi’’ (Bakara-67, 68, 69,70, 71)

Sığırdan maksat hayvanî nefistir. Bu hayvanî nefsin boğazlanması ise, hevâsının, tutkulu arzularının ezilmesidir. Çünkü hevâ ve heves, nefsin arzularıdır. ’O yaşlı değildir’’, yani istidadını yitirmiş bir yaşa gelmemiştir. İnanış ve alışkanlıkları kök saldıkları kadar yaşamamıştır. ’Ne de körpedir’’, kendisinden istenileni yerine getiremeyecek ve riyazete tahammül edemeyecek kadar istidâdı eksik de değildir. İkisinin arasında bir inek. ’Sarı renkli’’  insandaki nefsin rengi sarıdır. 

’Parlak tüylü’’ İstidâdının saflığından dolayı rengi göz alıcı parlaklıkta. ’Bakanların’’ Kâmil’lerin içini açar. Çünkü Kâmil insanlar istidât ve basîret sahiplerini severler. Kavmin’inşallah’demeleri, istidât sahibi olduklarının delilidir.

‘’Henüz boyunduruk altına alınmamıştır’’ Şeriatın emrine boyun eğip uymamıştır. Salih âmel ve ibâdetlerle istidât yerini sürmemiştir. İçinde bil kuvve bulunan irfan ve hikmet ekinini sulamamıştır. Kesbî ilimler ve nüfus edici fikirleri suyunu sunmamıştır. Çünkü bu tür sığırların boğazlanmaya ihtiyacı olmaz. ’Serbest dolaşır’’ Sahibi meraya serbestçe dolaşsın diye salmıştır. Kurallar, gelenekler, kanunlar ve adaplarla idare edilmemektedir. ’Renginde alacası yoktur’’ Herhangi bir itikât ve mezhep onda kökleşmemiştir. ’İşte şimdi gerçeği anlattın’’ dediler ve kestiler. Ama az kalsın kesmeyeceklerdi. Çok soru sormalarından, kesilmesi istenen sığırın durumunu enine boyuna kurcalamalarından ve fuzûli söz söylemelerinden dolayı az kalsın kesmeyeceklerdi. Hz. Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur; ‘’Eğer ilk başta bulabildikleri herhangi bir sığırı kesselerdi, bu yeterli olacaktı. Ama onlar zorlaştırdılar, Allah da buna bağlı olarak yükümlülüklerini ağırlaştırdı.’’

Resûlullah (sav) ‘’Sizden öncekiler çok soru sordukları için helâk oldular’’ buyurarak gereksiz ve çok soru sormayı menetmiştir. ‘’Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın’’ (Maide- 101)

‘’Onlara, deniz kıyısında bulunan şehir halkının durumunu sor. Hani onlar Cumartesi gününe saygısızlık gösterip, haddi aşıyorlardı. Çünkü Cumartesi tatili yaptıkları gün, balıklar meydana çıkarak akın akın onlara gelirdi, Cumartesi tatili yapmadıkları gün de gelmezlerdi. İşte böylece biz, yoldan çıkmalarından dolayı onları imtihan ediyorduk’’ (A’raf- 163)

İnsanlar kendi hallerine ve tabiatlarına bırakılırlarsa azarlar ve cismâni lezzetlere dalar, zûlmâni bulutlar içinde kaybolurlar. Zamanla istîdatları kaybolur ve insanlık mertebesinden düşerler. Buna karşılık mûhafaza edilir, hikmet, adap, tehdit ve vaad esaslı öğütlerle terbiye edilirlerse yükselir ve nûrlanırlar. Bu nedenle ibâdetler öngörülmüş ve insanların bu ibâdetleri belli vakitlerde tekrar etmeleri farz kılınmıştır. Dolayısıyla gece ve gündüz saatlerinde dünyevi işlerle meşgûliyetten sıyrılma amacıyla beş vakit namaz emredilmiştir. Bu beş vakit namaz, beş duyudan kaynaklanan kir ve tortuları giderir. İşte bir haftalık ayrılığa, türlü iş ve kazanç yollarıyla meşgûl olma ve nefsanî arzuların karanlığına karşılık, bir günün ibâdete tahsis edilmesi öngörülmüştür. Böylece toplanma sıcaklığı ve ünsiyet ile ayrılık ortadan kalksın sevgi ve kaynaşma meydana gelsin.

‘’Şüphesiz ki Rabbiniz, semâvataı ve arz’ı altı günde yaratan....’’ (A’raf-54)  ‘’O, Gökleri ve yeri altı günde yaratandır’’ (Hûd-7) Yaratma Pazar günü başlamış Cuma günü tamamlanmıştır. İnsan Cuma gününün son üç saatinde yaratılmıştır.

Yahûdiler için haftanın ilk günü (Cumartesi) toplanma günü olarak tahsis edilmiştir. Çünkü onlar başlangıç ve Zâhir ehlidirler. Hristiyanlara da ondan sonraki gün (Pazar) tahsis edilmiştir. Bunun nedeni de onların Âhiret, Rûhaniyet ve bâtın ehli olmalarıdır. Müslümanlara ise haftanın son günü tahsis edilmiştir. Yani Cuma günü. Müslümanlar;  Son, Nübüvvet ehli olup âhir zamanda gelmişlerdir.

Bu sistemi ve denetimi gözetmeyen kimsenin istidat nûru ortadan kalkar. Cumartesi yasağını çiğneyenler gibi başka bir mahlûka dönüştürülür. Cumartesi ehli denilen bu kimseler, o gün avlanmaktan, Cumartesi günü nefsâni hazları derlemekten ve bunlara bürünmekten menedilmişlerdi. Fakat onlar bu yasağı çiğnemek için bir hileye başvurdular, denizin sahilinde havuzlar yapıp balıkların oralarda toplanmasını sağlayarak Pazar günü avlandılar.

Diğer bir ifadeyle; haftanın sair günlerinde heyûli cürüm(suç) denizinin ve maddi cürümlerin sularını evlerinin sularına doldurdular, onunla türlü yiyecekler, içecekler, lezzetler ve eğlenceler cem ettiler (biriktirdiler). Böylece Cumartesi günü onlar için bütün nefsanî hazlar, paylar, haftanın diğer günlerinde kendilerine yetecek kadar birikti. Nitekim bugün nice Müslüman vardır ki, bedeni Mescitte, namazda olduğu halde kalbi pazarda, alışveriştedir.

İbn’ül Arabî Hz.leri Tefsir-i Kebîr Te’vilât.