ÎMAN
ÎMAN; ŞÜPHEYE MAHAL BIRAKMAYACAK ŞEKİLDE KALBEN İNANMAK ANLAMINDADIR.
‘’İşte o şüpheye yer olmayan kitaptır,
itikadı tam olanlara bir rehberdir. O müminler ki gayba inanırlar ve namazı
ikâme ederler ve kendilerine infak etiiğimizden başkalarını da rızıklandırırlar’’(Bakara
1,2,3) Îmânın ZIDDI İNKÂR/küfürdür ki, o da ÖRTMEK, kapatmak demektir.
KUR’AN’DA GERÇEK ÎMAN: ’’De
ki; O Allah birdir. Allah Samed’dir. Doğmamıştır, doğurmamıştır. Ve O’nun hiç
bir eşi de yoktur’’ diye İHLÂS sûresinde açıklanmıştır. ŞEHÂDET
ÂLEMİNDEKİ ÎMAN İSE; ‘’Allah’a ve
Meleklerine ve Kitaplarına ve Peygamberlerine ve Âhiret gününe ve Kadere, Hayır
ve Şerrin Allah’tan olduğuna îman ettik’’ olarak AMENTÜ duası ile
açıklanmıştır.
İnsanın aslî vatanına özlem ve sevgisine ‘’ÎMAN’’ denir. ‘’VATAN
SEVGİSİ ÎMANDANDIR’’ sözündeki VATAN,
Allah’ın yanı olduğuna göre, insanın oraya özlem duyması doğaldır. Bu bütün
DİN’ler için geçerlidir. Müslüman; bilen, bilerek îman eden kimse demektir.
Bilmeden îman, TAKLİD’i îman’dır. Çünkü
insan dil ile ikrar, KALP ile TASDİK ettiği takdirde ÎMAN etmiş olur. Îman, Gaybi(Tenzih)
ve Şuhûdî(Teşbih) olarak iki türlüdür. Gaybî görünmeyene yani Allah’a, Şuhûdî
ise Allah’ın AYNA’sı ve görünür âlemdeki gölgesi olan Peygambere’dir. Aynı Namazdaki
iki SECDE gibi. Birinci secde GAYBA îman, ikinci secde O’nun görünür âlemdeki
tecellisine ŞAHİT olmayadır. O’da Hz. Muhammed’dir. Çünkü ‘’Allah’a itaat Resul’e itaattir ’’
(Nisa,80) Mânâ, maddeye hakimdir. Elektriğin dahi kendini gösterebilmesi için
aletlere, yani maddeye bağlanmasına ihtiyaç vardır. Allah’a ÎMAN ancak O’nun
Peygamberine inanmakla mümkündür. (Kelime-i Şehâdet getirmek)
O halde Allah’ın bilinmesi, ancak gözle görülenlerin ve Peygamberlerin
vasıtasıyla olacaktır. Bunun için de İLİM yani BİLGİ gereklidir. Bu bilgiyi de
insanlara ancak Peygamberler ve ilmi ondan öğrenenler verebilir. Gayba ÎMAN
kolaydır. Çünkü insan îman ettiğini hayalinde yaratır. Görülmeyene ÎMAN zordur.
Çünkü hayalinde yarattığı gördüğüne uymaz. Hz. Peygamber ‘’Mümin Mümin’in
aynasıdır’’ derken MÜSLİM değil, MÜMİN demiştir. Çünkü MÜSLİM olmak için önce
MÜMİN olmak gerekir. MÜSLİM, SELÂMETE çıkmış demektir. ÎMAN ETMEYEN SELÂMETE
ÇIKAMAZ. Selâmete çıkan yani KURTULUŞ’a eren bundan sonra her tarafa ‘’Esselâmün aleyküm ve rahmetullah’’
Allah’ın rahmeti ve selâmeti üzerinize olsun diye selâm vermeye başlar. Artık
onun sağı da, solu da Allah’tır.
Ümmet iki kısma ayrılır. Ümmet-i icâbet ve Ümmet-i davet. İcabet
edenler sevgi, aşk ve îman ehli iken, ikinci grup ÎMAN etmeyenlerdir. ÎMAN
EMNİYETTEN GELİR VE ÎMANI OLMAYAN ÇOK SIK ‘’AMAN’’ der. Avam, GAYBA ÎMAN eder, ancak şahadete inemez. (Lütfi
Filiz Hz.)
‘’Şüphe yok ki, îman edenler,
Yahudiler, Hıristiyanlar ve sâbiler, bunlardan her kim Allah’a ve âhiret gününe
gerçekten îman eder ve sâlih amel işlerse elbette Rableri katında bunların
ecirleri vardır, bunlara bir korku yoktur, bunlar mahzun da olacak değillerdir’’
(Bakara-62)
Yukarıdaki âyette ÎMAN; biri insanlara nazaran zâhiri, diğeri Allah
katında geçerli, ‘’Hakikî îman’’ olmak
üzere iki defa zikredilmiş ve her şeyden önce ‘’îman edenler’’ sözü,
Yahudilere, Hıristiyanlara ve sâbilere mukâbil tutulmuştur. İslâmiyet’e zâhirde
îman etmiş olanlar, yani Müslüman dinini dilleriyle söylediklerinden dolayı
insanlar arasında Müslüman sayılanlar, Mûsâ dinine mensup olan Yahudiler, Îsâ
dinine mensup olan Hıristiyanlar, bu üç dinin dışındakilerden olanlar, yani
onlardan her kim Allah’a ve âhiret gününe gerçekten dış görünüşleriyle ve iç
yüzleriyle îman eder ve bu îmâna yakışır şekilde iyi iş yaparsa, şüphesiz
bunların Rableri katında ecir ve mükâfatları vardır.
İnsanlar Âdem’in sülbünden yeryüzüne indikleri zaman Cenâb-ı Allah
kendilerine ‘’Dedik ki; Hepiniz
cennetten inin. Eğer Ben’den size bir hidâyet gelir de, kim
benim hidâyetime uyarsa, işte onlara herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü
de çekmeyeceklerdir’’(Bakara-38)
âyeti ile herhangi bir zamanda gelen hidâyetine uymaları şartıyla bunu
vadetmemiş miydi? İşte Âdem’in tevbesinin semeresi olan o ilâhi vaad, ebediyete
kadar sürüp gidecek bir genel kanundur. Şu halde Yahudiler gibi zillete ve
Allah’ın gazabına uğramış olanlar bile her ne zaman tövbe eder, Allah’a ve
âhiret gününe cidden îman ederek Allah’ın son zamanda gönderdiği hidâyete uyar
ve ona göre sâlih amel işlerse o gazaptan kurtulur. Lâkin bundan yararlanmak
için görünüşte, yani insanlar arasında mümin ve Müslüman sayılmak yetmez, hatta
belli bir süre sâlih kişi olarak yaşamış olmak da yetmez. O îmana sebat edip,
son nefeste îman ve güzel amel ile Allah’a kavuşmak lâzımdır.
Bu âyetten, nihâyet şu sonuca geliriz ki, İslâm dininin hâkim olduğu
Müslüman toplumun teşekkülü için
‘’gerçek îman’’ şart değildir. Onun zâhiren bile gerçekleşmesi söz
konusu olduğu gibi, öbür dinlere mensup insanlar dahi din hürriyeti ile hayat
haklarına mazhar olurlar. Fakat bütün bunlar arasında ferdi veya sosyal anlamda
GERÇEK KURTULUŞ ancak Kâmil îman ve sâlih âmel sahiplerine
vadolunmuştur. Kâmil Îman ve sâlih âmel erbâbının bilgi ve amel feyzinden
mahrum olan, sadece dış görünüşüyle Müslüman bulunan bir islâm toplumunun ‘’Onlara korku yoktur ve onlar mahzun da
olmayacaklardır’’ ilâhi vaadine mazhar olması söz konusu değildir. Allah’a
imânı olmayanlar, Hakkı yerine getiremezler, Âhirete îmanı olmayanlar da
ebediyete hizmet edemezler.
Kur’an’ın ve onun tebliğcisi Hz. Muhammed’in biricik davası Allah’ın
birliğini insana belletmek ve benimsetmek olmuştur. Bu yüzden Kur’an’ın ve Hz.
Muhammed’in mücadelesi ŞİRK’in, yani putperestliğin devrilmesine
yöneliktir. Bunun da ötesinde Kur’an, Allah’ın birliği konusunda tereddütü
olmayan tüm sistemlerin mensuplarını, insan hayatını huzursuzluğa sevk edecek
davranışlar sergilememek, insanlık için barışçıl ve hayırlı hizmetler vermek
şartıyla KURTULUŞ’a aday gösterir. Kur’an hiçbir zaman Hıristiyanlık’ta iddia
edildiği gibi ‘’Benim mabedim dışında kurtuluş yoktur’’ dememiştir. En
iyiyi ve en güzeli göstermek, fakat zorlamamak.... İşte Kur’an’ın din konusunda
tavrı ve yolu budur. Kur’an SONSUZ KURTULUŞ için ‘’İKİ ŞART’’
öngörmektedir:
1.Allah’ın birliğine ve O’nun insanları hayat mecralarından hesaba
çekeceğine (Âhiret’e) inanmak.
2.Sâlih amel işlemek.
2.Sâlih amel işlemek.
O halde Allah’a ÎMAN, varlık ve oluşun arkasında bir yaratıcı şuurun
varlığını kabulden ibârettir. İşin özü budur. Allah kavramıyla ilgili üretilen
bütün diğer fikirler işin teferruatıdır. (Hamdi Yazır)
‘’Şüphesiz îman edenler’’
taklidî îman ile inananlar, zâhirî îmana sahip olanlar(Mûseviler) ve bâtınî
îmâna sahip olanlar(Hıristiyanlar) ile aklın uygun bulduklarından
perdelendikleri için akıl melekelerine ve vehmî ve hayalî olgularla
perdelendikleri için nefsani kuvvetlerin yıldızlarına tapanlar(Sâbiler),
bunlardan her kim gerçek anlamda Allah’a ve âhiret gününe îman ederse, tevhid
ve kıyâmet ilmine kesinkes kani olursa, Allah’ın huzuruna çıkarken
kendisi için yararlı olanı, âhirette mutluluk sağlayacak şeyi bilirse, işte bu
gibi kimseler için Rab’leri katında fiil ve sıfat cennetlerinden oluşan rûhanî
bâki sıfatlar vardır. (İbn. Arabî Hz.)
ÎMAN KALBİN GAYBI(görünmeyeni, bilinmeyeni) TASDİK ETMESİDİR. Îmânın kalbin
tasdiki demek olduğunun kanıtı, Kûr’an’ın îmânın mahallini kalp yapıp, dilin
doğrulaması anlamındaki İslâm’a bitiştirmesidir. ‘’İstemediği halde ve kalbi îmanla dolu olan kimse müstesna’’ (Nahl,106)
‘’Müslüman olduk deyiniz, îman henüz
kalplerinize yerleşmemiştir’’ (Hucurât,14)‘’Onlar Allah’ın kalplerine îman yazdığı kimselerdir’’(Mücâdele,22)
İbn’ül Arabî Hz.lerine göre Îmânın iki anlamı vardır. Birincisi, îman
genel anlamda TASDİK (doğrulama) eylemidir ve zıddı İNKÂR’dır. Burada îman İslâm
terimiyle irtibarlı değildir. Tasdik eden herkes konusu sapkınlık olsa bile
îman etmiştir. Îmân genel bir iştir, zıddı inkâr da böyledir. Çünkü Allah
Hakk’a îman edeni MÜMİN, bâtıla îman edeni de MÜMİN; Allah’ı inkâr edeni KÂFİR,
putu(tağutu) inkâr edeni de KÂFİR diye isimlendirmiştir. O halde ÎMAN genel
anlamıyla TASDİK demek olup, kul her tür îman fiilinde MÜMİN olarak kabul
edilir. FAKAT; insanın Allah’a îman etmesi ona HANİF, yani
yönelen ismini kazandırır. ‘’Ben HANİF
olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaradana çevirdim. Ben Müşriklerden değilim’’
(En’âm,79)
‘’Onlar bâtıla îman etmiş ve
Allah’ı inkâr etmişlerdi ’’ Böylece Allah,inkâr edenlere de îman
elbisesini giydirmiştir. O halde îman sadece MUTLU kimselere özgü olmadığı
gibi, inançsızlık da bedbahtlara özgü değildir. Îman Allah’ın bir Nûr’udur ve özelliği
de O’nun katından gelen her şeyi kabul
edici olmaktır. Bu Nûr kulun kalbinde bulunur ve onu GÜVEN’e ulaştırır. Şu
halde ÎMAN, MÜŞÂHADE’den önce ve sonra TASDİK ve TASDİK’e istidatlı olmaktır.
Biz Peygamber’in getirdiği her şeye îman ederiz. Ben îmânımı,
ana-babamı TAKLİT ederek aldım ve îmânıma göre âmel ettim, tâ ki, Allah benim
gözümü, kalp gözümü ve hayalimi açtı. Artık hakîkatler benim için görünür;
taklit sayesinde, HAYAL edilen hüküm de mevcud hale gelmiştir. Bundan sonra îman
ve müşâhade arasında bir yol tuttulur. Müşahâde îmânın alanına giren bir şeyde
gerçekleştiğinde, îmâna göre değil de müşâhadeye göre amel edip ikisi
birleştirilmediğinde, ayakların kayması söz konusudur. Kâmil kişi, müşâhade
zevkiyle beraber, îmâna göre amel eden kimsedir. O îmândan ayrılmaz ve
müşâhadenin onda etkisi yoktur. İşte ÎMAN bu DENGE’nin ta kendisi ve gerçeğe
ermenin sonucudur. Îman kalbin istikrara kavuşmasından ve nefsin dinginliğinden
ibârettir. Kul Rabb’ini arayıp bazen
puta, bazen güneşe, bazen aya, bazen de ateşe yönelir. Bu durumda kul
şaşırmıştır ve bir karara varamamıştır. Allah onun iyi niyetini bildiğinde
kalbine hidâyet Nûr’unu yayar ve kalp istikrara kavuşur, nefs tatmin olur.(Hz.
İbrâhim gibi)
Îman güneşe benzer. O perde olmaksızın kalp gözlerine
vurur(ayne’l-yakîn). Perdeler ve arzular kalktığında aydınlık artar ve kalbe
yerleşir, nefis dinginleşir, uzuvlar ibâdete yatkınlaşır. Nûr Allah’ın ihsanına
erenlere ve sevdiklerine, dostlarına velilerine bir hediyesidir. Mümin Rabb’ini
arayışta tereddüt ve gezinmeden kurtulmuş ve dinginliğe ermiş kimse demektir.
Îman beş kısımdır: Taklit, Bilgi, Görme, Hakk ve Hakîkat îmânı. Taklit avama,
Bilgi delil sahiplerine, Görme müşâhade sahiplerine, Hakk îmanı âriflere, Hakîkat
îmanı ise işin kaynağına vâkıf olanlara aittir. Hakîkatin hakîkati ise asâleten
veya vâris olarak gönderilmiş bilginlere aittir. Bunun açıklanması yasaktır.
Müslümanlar dışında diğer kitap ehli kişiler Müslüman olduklarında,
dinlerini değiştirmiş olmazlar. Çünkü onların dinlerinin bir gereği de Hz.
Muhammed’e îman etmek, Peygamber olarak gönderildiğinde şerîatına uymaktır. Geride bir tek MÜŞRİK
kalır, çünkü ŞİRK şerîat tarafından kabul edilmiş ve belirlenmiş bir DİN
değildir. ŞİRK, DİN diye isimlendirilmemiştir.
Din CEZA demektir ve MÜŞRİK için ne geçmiş ne de hayır amellerine
karşılık CEZA(sevap) yoktur. Müşrik, mekânı olan cehennem ateşine ulaştığında,
oradan hiç bir zaman çıkamayacaktır. Çünkü orası bir CEZA DEĞİL, her şeyi
kuşatan Rahmet’in öne geçmesinden kaynaklanan bir TAHSİS’tir.
İslâm boyun eğmek demektir. İnsan dışta boyun eğdiğinde, görünüşte
Müslüman olur. Ardından, içinden de Müslüman olması için içiyle boyun
eğmelidir. İşte Müslüman olunca içi îmanla temizlenmenin anlamı budur. Allah
bir grup hakkında şöyle der: ‘’Îman
ettik dediler. De ki: Îman etmediniz, Müslüman olduk deyin, Îman kalplerinize
girmiş değil’’(Hucûrat,14) Îman , yararlı ve cehennemde ebedî
kalmaktan kurtaran batınî temizlik demektir. Allah îmânın TAKLİD’î değil,
TAHKİK’î olmasını istemiş ve mümini tefekküre davet etmiştir. İnsanın kendi
yaradılışı üzerinde düşünmesini, güneşe, aya, yer küresine , gökyüzüne, gece
ile gündüzün seyrine ibret ve dikkatle bakmasını, böylece kendi eserlerini
bizzat MÜŞÂHEDE ederek kendisine îman etmesini istemiştir.
MÜŞÂHEDE: Müşâhedenin iki manası vardır. Biri EŞYA’yı Hakk’ın
birliğine delil bulmak, ikincisi de EŞYA’da HAKK’ı GÖRMEK. Müşâhede bizzat
YAKÎN’dir. Müşâhede nefisle mücadelenin semeresidir. Nefsini arındırma yolunda
çile çekmeyenlerin müşâhede hâline ermeleri imkânsızdır.
RÜ’YET: Kalp gözüyle değil, baş gözüyle görmektir. Rü’yet’in
merkezi FUÂD, yani gönüldür. Rü’yed, olanı basîretle değil, gözle müşâhede
etmektir. Rü’yet bilinen şeyi, müşâhede ise bilinmeyen bir husûsu görmektir.
Nefs;
Allah’ı görmede perdedir ancak, Nefs olmadan Allah görülemez. Zira Nefs’ini
hiçlikle idrak eden ve Nefsi parçalanan vücûd da Allah idrâk edilir. Buna da
GÖRME denilir.