29 Nisan 2018 Pazar

ÎMAN

ÎMAN; ŞÜPHEYE MAHAL BIRAKMAYACAK ŞEKİLDE KALBEN İNANMAK ANLAMINDADIR. ‘’İşte o şüpheye yer olmayan kitaptır, itikadı tam olanlara bir rehberdir. O müminler ki gayba inanırlar ve namazı ikâme ederler ve kendilerine infak etiiğimizden başkalarını da rızıklandırırlar’’(Bakara 1,2,3) Îmânın ZIDDI İNKÂR/küfürdür ki, o da ÖRTMEK, kapatmak demektir.

KUR’AN’DA GERÇEK ÎMAN: ’’De ki; O Allah birdir. Allah Samed’dir. Doğmamıştır, doğurmamıştır. Ve O’nun hiç bir eşi de yoktur’’ diye İHLÂS sûresinde açıklanmıştır. ŞEHÂDET ÂLEMİNDEKİ ÎMAN İSE; ‘’Allah’a ve Meleklerine ve Kitaplarına ve Peygamberlerine ve Âhiret gününe ve Kadere, Hayır ve Şerrin Allah’tan olduğuna îman ettik’’ olarak AMENTÜ duası ile açıklanmıştır.

İnsanın aslî vatanına özlem ve sevgisine ‘’ÎMAN’’ denir. ‘’VATAN SEVGİSİ ÎMANDANDIR’’ sözündeki  VATAN, Allah’ın yanı olduğuna göre, insanın oraya özlem duyması doğaldır. Bu bütün DİN’ler için geçerlidir. Müslüman; bilen, bilerek îman eden kimse demektir. Bilmeden îman, TAKLİD’i  îman’dır. Çünkü insan dil ile ikrar, KALP ile TASDİK ettiği takdirde ÎMAN etmiş olur. Îman, Gaybi(Tenzih) ve Şuhûdî(Teşbih) olarak iki türlüdür. Gaybî görünmeyene yani Allah’a, Şuhûdî ise Allah’ın AYNA’sı ve görünür âlemdeki gölgesi olan Peygambere’dir. Aynı Namazdaki iki SECDE gibi. Birinci secde GAYBA îman, ikinci secde O’nun görünür âlemdeki tecellisine ŞAHİT olmayadır. O’da Hz. Muhammed’dir. Çünkü ‘’Allah’a itaat Resul’e itaattir ’’ (Nisa,80) Mânâ, maddeye hakimdir. Elektriğin dahi kendini gösterebilmesi için aletlere, yani maddeye bağlanmasına ihtiyaç vardır. Allah’a ÎMAN ancak O’nun Peygamberine inanmakla mümkündür. (Kelime-i Şehâdet getirmek)

O halde Allah’ın bilinmesi, ancak gözle görülenlerin ve Peygamberlerin vasıtasıyla olacaktır. Bunun için de İLİM yani BİLGİ gereklidir. Bu bilgiyi de insanlara ancak Peygamberler ve ilmi ondan öğrenenler verebilir. Gayba ÎMAN kolaydır. Çünkü insan îman ettiğini hayalinde yaratır. Görülmeyene ÎMAN zordur. Çünkü hayalinde yarattığı gördüğüne uymaz. Hz. Peygamber ‘’Mümin Mümin’in aynasıdır’’ derken MÜSLİM değil, MÜMİN demiştir. Çünkü MÜSLİM olmak için önce MÜMİN olmak gerekir. MÜSLİM, SELÂMETE çıkmış demektir. ÎMAN ETMEYEN SELÂMETE ÇIKAMAZ. Selâmete çıkan yani KURTULUŞ’a eren bundan sonra her tarafa ‘’Esselâmün aleyküm ve rahmetullah’’ Allah’ın rahmeti ve selâmeti üzerinize olsun diye selâm vermeye başlar. Artık onun sağı da, solu da Allah’tır.

Ümmet iki kısma ayrılır. Ümmet-i icâbet ve Ümmet-i davet. İcabet edenler sevgi, aşk ve îman ehli iken, ikinci grup ÎMAN etmeyenlerdir. ÎMAN EMNİYETTEN GELİR VE ÎMANI OLMAYAN ÇOK SIK ‘’AMAN’’ der. Avam, GAYBA  ÎMAN eder, ancak şahadete inemez. (Lütfi Filiz Hz.)

‘’Şüphe yok ki, îman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve sâbiler, bunlardan her kim Allah’a ve âhiret gününe gerçekten îman eder ve sâlih amel işlerse elbette Rableri katında bunların ecirleri vardır, bunlara bir korku yoktur, bunlar mahzun da olacak değillerdir’’ (Bakara-62)

Yukarıdaki âyette ÎMAN; biri insanlara nazaran zâhiri, diğeri Allah katında geçerli, ‘’Hakikî  îman’’ olmak üzere iki defa zikredilmiş ve her şeyden önce ‘’îman edenler’’ sözü, Yahudilere, Hıristiyanlara ve sâbilere mukâbil tutulmuştur. İslâmiyet’e zâhirde îman etmiş olanlar, yani Müslüman dinini dilleriyle söylediklerinden dolayı insanlar arasında Müslüman sayılanlar, Mûsâ dinine mensup olan Yahudiler, Îsâ dinine mensup olan Hıristiyanlar, bu üç dinin dışındakilerden olanlar, yani onlardan her kim Allah’a ve âhiret gününe gerçekten dış görünüşleriyle ve iç yüzleriyle îman eder ve bu îmâna yakışır şekilde iyi iş yaparsa, şüphesiz bunların Rableri katında ecir ve mükâfatları vardır.

İnsanlar Âdem’in sülbünden yeryüzüne indikleri zaman Cenâb-ı Allah kendilerine ‘’Dedik ki; Hepiniz cennetten inin. Eğer Ben’den size bir hidâyet gelir de, kim benim hidâyetime uyarsa, işte onlara herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü de çekmeyeceklerdir’’(Bakara-38) âyeti ile herhangi bir zamanda gelen hidâyetine uymaları şartıyla bunu vadetmemiş miydi? İşte Âdem’in tevbesinin semeresi olan o ilâhi vaad, ebediyete kadar sürüp gidecek bir genel kanundur. Şu halde Yahudiler gibi zillete ve Allah’ın gazabına uğramış olanlar bile her ne zaman tövbe eder, Allah’a ve âhiret gününe cidden îman ederek Allah’ın son zamanda gönderdiği hidâyete uyar ve ona göre sâlih amel işlerse o gazaptan kurtulur. Lâkin bundan yararlanmak için görünüşte, yani insanlar arasında mümin ve Müslüman sayılmak yetmez, hatta belli bir süre sâlih kişi olarak yaşamış olmak da yetmez. O îmana sebat edip, son nefeste îman ve güzel amel ile Allah’a kavuşmak lâzımdır.

Bu âyetten, nihâyet şu sonuca geliriz ki, İslâm dininin hâkim olduğu Müslüman toplumun teşekkülü için  ‘’gerçek îman’’ şart değildir. Onun zâhiren bile gerçekleşmesi söz konusu olduğu gibi, öbür dinlere mensup insanlar dahi din hürriyeti ile hayat haklarına mazhar olurlar. Fakat bütün bunlar arasında ferdi veya sosyal anlamda GERÇEK KURTULUŞ ancak Kâmil îman ve sâlih âmel sahiplerine vadolunmuştur. Kâmil Îman ve sâlih âmel erbâbının bilgi ve amel feyzinden mahrum olan, sadece dış görünüşüyle Müslüman bulunan bir islâm toplumunun ‘’Onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır’’ ilâhi vaadine mazhar olması söz konusu değildir. Allah’a imânı olmayanlar, Hakkı yerine getiremezler, Âhirete îmanı olmayanlar da ebediyete hizmet edemezler.

Kur’an’ın ve onun tebliğcisi Hz. Muhammed’in biricik davası Allah’ın birliğini insana belletmek ve benimsetmek olmuştur. Bu yüzden Kur’an’ın ve Hz. Muhammed’in mücadelesi ŞİRK’in, yani putperestliğin devrilmesine yöneliktir. Bunun da ötesinde Kur’an, Allah’ın birliği konusunda tereddütü olmayan tüm sistemlerin mensuplarını, insan hayatını huzursuzluğa sevk edecek davranışlar sergilememek, insanlık için barışçıl ve hayırlı hizmetler vermek şartıyla KURTULUŞ’a aday gösterir. Kur’an hiçbir zaman Hıristiyanlık’ta iddia edildiği gibi ‘’Benim mabedim dışında kurtuluş yoktur’’ dememiştir. En iyiyi ve en güzeli göstermek, fakat zorlamamak.... İşte Kur’an’ın din konusunda tavrı ve yolu budur. Kur’an SONSUZ KURTULUŞ için ‘’İKİ ŞART’’ öngörmektedir:

1.Allah’ın birliğine ve O’nun insanları hayat mecralarından hesaba çekeceğine (Âhiret’e) inanmak.

2.Sâlih amel işlemek.

O halde Allah’a ÎMAN, varlık ve oluşun arkasında bir yaratıcı şuurun varlığını kabulden ibârettir. İşin özü budur. Allah kavramıyla ilgili üretilen bütün diğer fikirler işin teferruatıdır. (Hamdi Yazır)

 ‘’Şüphesiz îman edenler’’ taklidî îman ile inananlar, zâhirî îmana sahip olanlar(Mûseviler) ve bâtınî îmâna sahip olanlar(Hıristiyanlar) ile aklın uygun bulduklarından perdelendikleri için akıl melekelerine ve vehmî ve hayalî olgularla perdelendikleri için nefsani kuvvetlerin yıldızlarına tapanlar(Sâbiler), bunlardan her kim gerçek anlamda Allah’a ve âhiret gününe îman ederse, tevhid ve kıyâmet ilmine kesinkes kani olursa, Allah’ın huzuruna çıkarken kendisi için yararlı olanı, âhirette mutluluk sağlayacak şeyi bilirse, işte bu gibi kimseler için Rab’leri katında fiil ve sıfat cennetlerinden oluşan rûhanî bâki sıfatlar vardır. (İbn. Arabî Hz.)

ÎMAN KALBİN GAYBI(görünmeyeni, bilinmeyeni) TASDİK ETMESİDİR. Îmânın kalbin tasdiki demek olduğunun kanıtı, Kûr’an’ın îmânın mahallini kalp yapıp, dilin doğrulaması anlamındaki İslâm’a bitiştirmesidir. ‘’İstemediği halde ve kalbi îmanla dolu olan kimse müstesna’’ (Nahl,106) ‘’Müslüman olduk deyiniz, îman henüz kalplerinize yerleşmemiştir’’ (Hucurât,14)‘’Onlar Allah’ın kalplerine îman yazdığı kimselerdir’’(Mücâdele,22)

İbn’ül Arabî Hz.lerine göre Îmânın iki anlamı vardır. Birincisi, îman genel anlamda TASDİK (doğrulama) eylemidir ve zıddı İNKÂR’dır. Burada îman İslâm terimiyle irtibarlı değildir. Tasdik eden herkes konusu sapkınlık olsa bile îman etmiştir. Îmân genel bir iştir, zıddı inkâr da böyledir. Çünkü Allah Hakk’a îman edeni MÜMİN, bâtıla îman edeni de MÜMİN; Allah’ı inkâr edeni KÂFİR, putu(tağutu) inkâr edeni de KÂFİR diye isimlendirmiştir. O halde ÎMAN genel anlamıyla TASDİK demek olup, kul her tür îman fiilinde MÜMİN olarak kabul edilir. FAKAT; insanın Allah’a îman etmesi ona HANİF, yani yönelen ismini kazandırır. ‘’Ben HANİF olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaradana çevirdim. Ben Müşriklerden değilim’’ (En’âm,79)

‘’Onlar bâtıla îman etmiş ve Allah’ı inkâr etmişlerdi ’’ Böylece Allah,inkâr edenlere de îman elbisesini giydirmiştir. O halde îman sadece MUTLU kimselere özgü olmadığı gibi, inançsızlık da bedbahtlara özgü değildir. Îman Allah’ın bir Nûr’udur ve özelliği de O’nun katından  gelen her şeyi kabul edici olmaktır. Bu Nûr kulun kalbinde bulunur ve onu GÜVEN’e ulaştırır. Şu halde ÎMAN, MÜŞÂHADE’den önce ve sonra TASDİK ve TASDİK’e istidatlı olmaktır.

Biz Peygamber’in getirdiği her şeye îman ederiz. Ben îmânımı, ana-babamı TAKLİT ederek aldım ve îmânıma göre âmel ettim, tâ ki, Allah benim gözümü, kalp gözümü ve hayalimi açtı. Artık hakîkatler benim için görünür; taklit sayesinde, HAYAL edilen hüküm de mevcud hale gelmiştir. Bundan sonra îman ve müşâhade arasında bir yol tuttulur. Müşahâde îmânın alanına giren bir şeyde gerçekleştiğinde, îmâna göre değil de müşâhadeye göre amel edip ikisi birleştirilmediğinde, ayakların kayması söz konusudur. Kâmil kişi, müşâhade zevkiyle beraber, îmâna göre amel eden kimsedir. O îmândan ayrılmaz ve müşâhadenin onda etkisi yoktur. İşte ÎMAN bu DENGE’nin ta kendisi ve gerçeğe ermenin sonucudur. Îman kalbin istikrara kavuşmasından ve nefsin dinginliğinden ibârettir.  Kul Rabb’ini arayıp bazen puta, bazen güneşe, bazen aya, bazen de ateşe yönelir. Bu durumda kul şaşırmıştır ve bir karara varamamıştır. Allah onun iyi niyetini bildiğinde kalbine hidâyet Nûr’unu yayar ve kalp istikrara kavuşur, nefs tatmin olur.(Hz. İbrâhim gibi)

Îman güneşe benzer. O perde olmaksızın kalp gözlerine vurur(ayne’l-yakîn). Perdeler ve arzular kalktığında aydınlık artar ve kalbe yerleşir, nefis dinginleşir, uzuvlar ibâdete yatkınlaşır. Nûr Allah’ın ihsanına erenlere ve sevdiklerine, dostlarına velilerine bir hediyesidir. Mümin Rabb’ini arayışta tereddüt ve gezinmeden kurtulmuş ve dinginliğe ermiş kimse demektir. Îman beş kısımdır: Taklit, Bilgi, Görme, Hakk ve Hakîkat îmânı. Taklit avama, Bilgi delil sahiplerine, Görme müşâhade sahiplerine, Hakk îmanı âriflere, Hakîkat îmanı ise işin kaynağına vâkıf olanlara aittir. Hakîkatin hakîkati ise asâleten veya vâris olarak gönderilmiş bilginlere aittir. Bunun açıklanması yasaktır.

Müslümanlar dışında diğer kitap ehli kişiler Müslüman olduklarında, dinlerini değiştirmiş olmazlar. Çünkü onların dinlerinin bir gereği de Hz. Muhammed’e îman etmek, Peygamber olarak gönderildiğinde  şerîatına uymaktır. Geride bir tek MÜŞRİK kalır, çünkü ŞİRK şerîat tarafından kabul edilmiş ve belirlenmiş bir DİN değildir. ŞİRK, DİN diye isimlendirilmemiştir.  Din CEZA demektir ve MÜŞRİK için ne geçmiş ne de hayır amellerine karşılık CEZA(sevap) yoktur. Müşrik, mekânı olan cehennem ateşine ulaştığında, oradan hiç bir zaman çıkamayacaktır. Çünkü orası bir CEZA DEĞİL, her şeyi kuşatan Rahmet’in öne geçmesinden kaynaklanan bir TAHSİS’tir.

İslâm boyun eğmek demektir. İnsan dışta boyun eğdiğinde, görünüşte Müslüman olur. Ardından, içinden de Müslüman olması için içiyle boyun eğmelidir. İşte Müslüman olunca içi îmanla temizlenmenin anlamı budur. Allah bir grup hakkında şöyle der: ‘’Îman ettik dediler. De ki: Îman etmediniz, Müslüman olduk deyin, Îman kalplerinize girmiş değil’’(Hucûrat,14) Îman , yararlı ve cehennemde ebedî kalmaktan kurtaran batınî temizlik demektir. Allah îmânın TAKLİD’î değil, TAHKİK’î olmasını istemiş ve mümini tefekküre davet etmiştir. İnsanın kendi yaradılışı üzerinde düşünmesini, güneşe, aya, yer küresine , gökyüzüne, gece ile gündüzün seyrine ibret ve dikkatle bakmasını, böylece kendi eserlerini bizzat MÜŞÂHEDE ederek kendisine îman etmesini istemiştir.

MÜŞÂHEDE: Müşâhedenin iki manası vardır. Biri EŞYA’yı Hakk’ın birliğine delil bulmak, ikincisi de EŞYA’da HAKK’ı GÖRMEK. Müşâhede bizzat YAKÎN’dir. Müşâhede nefisle mücadelenin semeresidir. Nefsini arındırma yolunda çile çekmeyenlerin müşâhede hâline ermeleri imkânsızdır.

RÜ’YET: Kalp gözüyle değil, baş gözüyle görmektir. Rü’yet’in merkezi FUÂD, yani gönüldür. Rü’yed, olanı basîretle değil, gözle müşâhede etmektir. Rü’yet bilinen şeyi, müşâhede ise bilinmeyen bir husûsu görmektir. 

Nefs; Allah’ı görmede perdedir ancak, Nefs olmadan Allah görülemez. Zira Nefs’ini hiçlikle idrak eden ve Nefsi parçalanan vücûd da Allah idrâk edilir. Buna da GÖRME denilir.

Sadakallâhül Azim.

2 Nisan 2018 Pazartesi

İŞARET- 3

Deniz Erten’in ‘’İŞARET’’ kitaplarının 3. Serisinin kısa özetidir.

‘’ÂLEM’’ olan her birimiz için ve ‘’ÂLEM’’ olan KÂİNAT için her şey RAB’bim tarafından en güzel şekilde planlanmıştır. ‘’Kâinat’’ senin ‘’bilincinin aynası’’ dır. Burada tekâmül etmek ve sana verilen ‘’varoluşu’’ sonsuza taşımak terbiyesinde olduğunu İLİM ve İDRAK etmeye başladığında hayatın ‘’görünenine’’ ilişkin tüm kabullerin değişmeye başlar. Burası ‘’AYNA’’ olduğu için aynada kişinin aksi  gerçeklerin ‘’ZIDDI’’ olarak ‘’TERS’’ten yansır. İşte kişi rüya olan bu dünyada uyanmaya başladığında, artık bu kâinat aynası ona sağı sol olarak değil, sağı sağ olarak yansıtır ve yaşadıkları ‘’hakîki hale gelmeye’’ başlar.

İslâmiyette ‘’Salih rüya’’ Peygamberliğin kırk altı cüzünden biri kabul edilir. Çünkü Salih rüyada bir kişi, bir olayı ‘’MİSAL’’ âleminde ‘’olacağı veya olduğu’’ gibi görür. Bunun dışında olan rüyalar ise ‘’TERS’’ten yorumlanır. MİSAL âlemi olacak her şeyin ‘’MODELİ’’ nin olduğu bir âlemdir. Salih rüya ancak ‘’ıslah’’ edilmiş, yani temizlenmiş bilinç tarafından MİSAL âleminden(her şey, gelecek-geçmiş tümüyle halihazırda var olduğu üst âlem olan model âleminden) kişinin bilincine kanalize edilir. Bunun için ‘’her şey olup bitmiştir’’ denilir. Biz şu anda ZAMAN içinde olan, biten her şeyi ve yaptıklarımızı, RAB’bimizin yanında RAB’bimizle beraber yine ‘’AN’’ da izliyor ve bunlara GÖZLEMCİ olarak ŞAHİT tutuluyoruz. Buradaki yolculuğumuz, bize RAB’bimizi ve kendimizi tanıma fırsatı veriyor ve bizi sonsuz bir varoluşa götürüyor.

Islah edilmiş; yani tüm manevî şart ve proğramlardan arındırılmış, ‘’adet’’ denilen bedensel alışkanlıkları kırmış ve temizlenmiş bilinç, ‘’ümmi’’ yani annesinden doğduğu gibi tertemiz olmaya başlamış bilinçtir. İşte bu kişi, ‘’ilâhi bilgi akışıyla’’ kendi İSMİ/ESMA’sından dolayı, kendindeki RESÛL, yani  ‘’RAB’binden bilgi alan ve veren’’ ilâhi özelliğini yansıtmaya başlar. Peygamber Efendimiz; Allah’ın bütün isimleri kendisinde CEM olduğundan, ‘’tüm haber veren mertebeleri de kendinde toplayan bilinç’’tir. Bizlerse kendi isimlerimiz gereği, O’nun şemsiyesi altındaki ismin haber veren ve alanlarız. Bu nedenle, ‘’BİLGİ’’ Allah’tan onun vesîlesiyle alındığı için Peygamber Efendimiz’e(s.a.v.) ‘’SALAVAT’’ getirmek çok önemlidir. Ana kaynaktan ne kadar çok BİLGİ alırsak, o oranda yüksek bilince ve tekâmüle ereriz.

Eğer yolumuz hüzünden geçiyorsa, HAZİNE’ye yol alıyoruz demektir. Çünkü her HAZİNE’nin HAZİN bir hikâyesi vardır. İşte eğitimin aslı budur. Kendindeki ilâhi HAKÎKAT’i, ESMA’nı açığa çıkarıp, ona DÖNÜŞÜP, onu ALLAH bilincine yükseltip, sahibine iade edip, bu dünya yolculuğunda, sendeki ‘’KABIN ÖLÇÜSÜNDEKİ’’ Allah tecellisiyle OKU’maya, tekâmül etmeye başlaman. İnsan başkasının toprağına göz dilmek yerine, kendi toprağındaki ALTIN’ı aramalıdır. Herkesin kendi HAZİNE’si, Rabb’i tarafından kendisine has olarak tasarlanmış ve eşsizdir. Herkes kendi hakîkatinin SİMYACI’sı olmalıdır. Her insanda aynı ESMA ve SIFATLAR vardır, sadece tezâhür ağırlıkları farklıdır. Biz kendi ESMA’mızı açığa çıkartıp, Allah bilincine ulaştığımızda tüm ESMA ‘lar denizi içinde, aynı ESMA’ların farklı ağırlıklarda iç içe geçmiş olduğunu görürüz.

Bizler beden alanlarımızın, fiziksel varlığımızın ötesine geçtiğimizde, tüm varlıkların kaynağı olan enerjinin TEK olduğunu anlarız. Etrafımızda beden ya da madde olarak gördüğümüz EŞYA’lar aslında bir ESMA terkibinin beyin bilgisayarı tarafından okunmuş görüntüleridir. Eşya; Esma ve sıfatların mânâlarının, beyin tarafından okunabilmesi için dünya sabit frekansına göre indirgenmiş haldir. Örn. Mandalina sandığımız ŞEY, Mandalina görüntüsünü ve titreşimini oluşturan ESMA’nın beyin tarafından okunmuş görüntüsüdür. Eğer beden algısının ötesine geçebilirsek, ekrana düşen görüntünün arkasındaki yazılımın, ESMA mânâlarını fark ederiz. Örn. Âlim ESMA’sına giren kişi, bu ESMA’nın herkeste, ancak farklı ağırlıklarda olduğunu anlar, böylece SEN-BEN farkı kalmaz ve kendindeki ilâhi hakikatin açığa çıkmasına ŞAHİT olur.

İnsanın hedefi kendi hakikatini gerçekleştirmek, yani islâmi tabiriyle ‘’ölmeden önce ölmek ve miracını yapmak’’tır. Buradaki İSMİMİZİN, HAKK’taki ESMA ile buluşması ‘’MİRAÇ’’dır. Her birimiz kendi Miracımızı kendi çapımızda yapıp ebediyetimize kavuşabiliriz. Bu konuda Kâmil bir metod yoktur. İnsanlığın lideri ve imamı Peygamber’imizi, bize sunulan teslimiyet ve İmân metodlarını takip etmek sûretiyle bir dağda, bir köyde, okuma yazma dahi bilmeyen bir çiftçi, Miracını o sağlam imânıyla kendi kabının gerektirdiği kadarıyla yapabilir. Kişi, herhangi bir ilmi yoldan gitmeden, Rabb’i için tertemiz bir hale gelme gayreti, Kûr’an ve Peygamber’ine uyarak da miracını gerçekleştirebilir. Ne kadar mahlûk, ne kadar nefes varsa, o kadar Hakk’a giden yol vardır. Mahlûkatların istîdat, kâbiliyet, Mizaç ve fıtratları birbirinden farklı olduğundan her birinin Hakk’a varış yolları da bir diğerinden farklıdır. Kimi Hakk’a ilimle varmayı, kimi zikirle varmayı kimi sessiz zikri, kimi hararetli zikri sever. Tesbihat ve zikirlerden ise en temel olanı ‘’Lâ ilâhe İllallah’’ ve ‘’Salavat’’tır. Bu iki zikir, sâlik yani yolcu için bir anahtarın iki dişi gibidir. ‘’Kapı’’nın açılması için bu iki diş bir arada olmalıdır. HAKK’ın HALK’ına HİZMET de çok önemlidir. Allah rızası için; Salih amel işlemek, Hayır-Hasenat yapmak, İlim yaymak.. ... Allah’a varış  iki şekilde tanımlanır:

1)-Âlemi,  kendini,  nefsini tanımak sûretiyle Rabb’ine varmak  (Tarikatların metodu budur)  
    
2)- Önce Allah’ı tanımak ve Allah’ı tanımak sûretiyle kendine varmak.

Her birimiz 18 bin âlemdem geçerek bu dünyaya gönderildik. Her âlemde de o âleme uygun beşeri özelliklerden giydirildik. Rabb’imizden üflenen ‘’SAF’’ Rûh yani SIR’rımız, atalarımızdan gelen genetik miraslar, DNA’mız, doğum anında yıldızların üzerimizde oluşturduğu etkiler, dört unsur ve daha nice beşeri özellikler. Şimdi aşağıdan yukarıya doğru çıkma aşamasındayız. En alt seviye BİLİNÇ olan Dünya hayatından bir üst mertebeye çıkışda, bize inerken giydirilenleri her geçtiğimiz âlem katında bırakacak ve en son katmanda RAB’bimize geri dönüp onda FANÎ olacağız. FENÂ’dan sonra da BEKÂ’ya ulaşarak, bizdeki Hakk ile burada Rab’bimize olan kulluğu devam ettirip, aslında bize bakanın O’nun tecellisinden başka bir şey görmediği noktaya ulaşma serüvenini deneyimleyeceğiz. Bu geri dönüş serüveninde Allah’a davet üç şekilde olur:

1)- Rabbani davet. 2)- Rahmanî davet. 3)- İlâhi davet

Bir kişi Allah’ı ‘’cezalandırıcı’’ olarak tanıyorsa, kendisinde Allah’ın Celâli bir İSMİ var demektir ve bu kişi karşısındakini Allah’a korkutarak davet eder. Çünkü; Rab ismi onda bu şekilde tezâhür etmiştir. Bu eksik bir davettir. ‘’Allah kulunun zannı üzeredir’’. Eğer kişi, olmuş, olabilecek en güzel ve net AYNA olan Allah’ta zûlüm görüyorsa, bu onun kendisinde zûlmedici tarafların olduğunun işâretidir. Bir başka kişi, Allah’ı ‘’affedici’’ olarak tanıyorsa, onda da Allah’ın Cemâli bir ismi var demektir ve karşısındaki kişiyi  Allah’a daveti de  Allah’ın merhamet ve şefkati üzerine olacaktır (Rahmanî davet). Bu da eksik(ve kendi zannınca) bir davettir. ‘’KÂMİL ÇAĞRI’’ ilâhi davettir ki bunu ancak Rabbi Has’ından Rabbi-l Âlemin’e ulaşmış Keşif ehli yapabilir. Kâmil çağrı; ancak yaşanan duruma, o an ki şartlara ve Celâl ve Cemâl tecellilerinden hangisi öne çıkmalıysa ona göre yapılan çağrıdır. İnsanları ‘’ötekileştirmeden’’ hakîki mânâda ‘’iyiliği emredip, kötülükten men etme’’ ancak Basîret sahibi, keşif ehlince yapılabilir. Bu nedenle Allah’ı kendi algılarına göre tanıyanların çağrıları kendi Rabbi tecellileri ile sınırlı ve bütünsellikten uzaktır. Bizler bir kişiye DUA edeceksek, o kişinin dileğini Rabbi-l Âlemin’den istemeliyiz. Çünkü kişi bilinç olarak Rabbi Has’ından çıkamadıysa, dileği, kendi Rabbi tecelli mertebesinden ister ki, OLMAZ.

BASİRET; idrâk kuvveti, anlayış/kavrayış, derin görüş, öngörü gücü, İDRÂK EDEN KALP,  HAKK’ı BÂTIL’dan ayıran MÂRİFET İLMİ için kullanılır. BASİRET ayrıca; ‘’yaralı bir hayvanı izleyen AVCI hayvanın, onun izini sürmeye yarıyan kanına da denilmiştir. Yani ‘’AVCI’yı AV’a götüren İZ’ler’’.

Enam=Hayvan=Hayy, Anımal=Animasyon=Canlandırma. Bu hayat; kişinin HAYVAN’î varlığından İNSAN’î varlığına yani BEŞER’likten İNSAN’lığa yolculuktur. Bedenimiz de, ESMA’larımızı taşıyan birer binek hayvanıdır. Hayvan ve Melekler tekâmülle yükümlü değildir. Onlar kendi ilim seviyelerinin ötesine geçemezler, bunun üstünde bir mertebeye çıkma yetkileri ve sorumlulukları da yoktur. Ama İNSAN, bileşik bir varlık olduğundan tüm mertebeleri, maden, bitki, hayvan, Melek kendinde bulundurur. Dolayısıyla da İNSAN’ın tüm varlığı kapsayan bilince ulaşması beklenir.

KALP; İnkilâp eden, dönüşen, gelişen anlamındadır. İdrâk merkezi AKIL değil, KALP’tir. Âyetleri ve Kur’an’ı okurken ve tefekkür ederken iki şekilde görmeliyiz.

1)-Âyetin, senin bilincindeki yansımasının  açılımı  yani  senin ‘’içsel âlemine’’ seslenişi   ‘’ENFÜS, 2)- Âyetlerin senin bilincinin ‘’AYNA’’sı olan kâinatta yani ‘’dış dünyada’’ yansıması ‘’AFAK’’ olarak adlandırılır.

ÂDEM’dekinin ÂLEM’e yansıması olan bu sistem, sana seni göstermek ve eksiklerini tamamlayıp fazlalıklarını dengelemek için çalışır. ‘’Şu dünya DAĞ gibidir, ona nasıl seslenirsen o da sana sesleri öyle aksettirir’’ der Şems-i Tebrizi. Yaşadığımız, yaşamakta olduğumuz ve yaşayacağımız her şey, kitapların anası olan Kûr’an’da mevcûddur. Allah her kulu varoluş sebebine, yapması gerekene, yaradılış amacına göre gerekli ilim ve özellikler ile donatarak yarattı. İşte tüm bu hakikat ışığında yapmamız gereken de, bize ‘’yüklenmiş bilgileri’’ hatırlamak için SAF’laşmak, ARI gibi temiz ve çalışkan olmak. Kûr’an; aslen bir ‘’TELKİN’’ kitabı olup, hedefi bilincimizi dönüştürmektir. Biz dönüşünce yani içsel âlemimizi ‘’Enfüs’’ümüzü, Kâbe olan Kalbimizi temizledikçe, ‘’AFAK’’ olan dış dünyamız da değişecektir. Çünkü’’Allah kulunun zannı, yani bilinci üzeredir’’. Bilincimizi dönüştürebilirsek, Allah’ın AYNA sisteminin bize olan davranış şekli de dönüşecektir. Kuantum mekaniğine göre her parçacığın bir alanı vardır ve parçacığı dönüştürmek istediğinde bu işin sırrı parçacığa bağlı olan ‘’alanı’’ yani ‘’enerji’’yi değiştirmektir.

Bedendeki RÛH ‘’MİRAÇ’’ edip, Hakk’a yani SIR’rına ulaşarak, bedenden sıyrılıp, aslî hakîkatine ulaşmak için özlem duyar. Bir kafese tıkılmış RÛH, kınında saklı bir kılıç gibi ona ‘’üflenmiş’’ onca Kudret’ine rağmen sıkışıp kalmıştır. RÛH dünyaya niye geldiğini bilir ve kendisini taşıyanı tekâmül etmesi için adeta oraya buraya savurur. Depresyon, bipolar, panik atak ve psikolojik rahatsızlıkların çoğu da aslında insanların ‘’Rûhlarının tekâmül etme isteğinin’’ bedensel dürtüler ve hayvani nefis tarafından bastırılmasının kişideki tezahürüdür. Bütün yaşanan olumsuzluklar, Allah’ın bizleri eğitim proğramında tutmak, dönüştürmek ve temizlemek istemesindendir. Başta ailemiz olmak üzere hayatımızdaki herkes, her ŞEY RAB’bi tecellinin elbise giymiş görüntüleridir. Hatta tüm hayatımız boyunca bir kez, sadece bir saniye için evimizin kapısının önünden geçmiş adam da dahil, bizi olmamız gerekene dönüştürmek için Allah’ın kurduğu eğitim ekibidir. Allah kâinatı ve olabilecek tüm manyetik alan ve kuvvetleri bizi yetiştirmek için düzenleyip, belirli vakitlerde resmi olarak SALAT’a davet eder. SALAT/NAMAZ bağlantı demektir. Biz NAMAZ esnasında hedeflenen FENÂ ve BEKÂ ‘ya ulaşabilirsek ‘’ZAMAN’’a maruz kalan beden boyutundan ‘’AN’’a yani zamanın ötesindeki ‘’RÛH’’ boyutuna çıkarız. Namazdan sonra 33’er kere zikredilen Sübhanallah, Allahuekber ve Elhamdülillah sözleri 33 boğumlu OMURİLİK kablosu ile beyne telkin ve hatırlatmadır.

Bu dünya bir RÜYA’dır.. Ve bu rüya tabir edilmelidir. Bu dünya hayatının tabiri de âhiret hayatıdır. Dolayısıyla rüyadan/simülasyondan ibaret olan bu âlemde hakikate uyanmak için Rab’bimiz tarafından sarsılmamız gerekir. İşte tasavvufta ‘’KABZ’’ denilen bir tür bilinç sıkışması hali, aslında ardından gelecek olan ‘’BAST’’ bilinç genişlemesi için bilincin hazırlanmasıdır.

Kûr’an kişinin güzel gözler söylemesini telkin eder. Çünkü bu sözler biz görmesek dahi sûret giyerek bizimle beraber kıyamete kadar beraber olup, bize şahitlik edecektir. Çirkin söz söylendiğinde TÖVBE etmek, bu sözlerin sûretlerini güzele çevirir. Kâinat; Rahman’ın nefesinden oluşmuştur ve sonsuz bir bilinç denizidir. Bu bilinç denizi içinde tüm seslere ve kelimelere karşılık gelen frekanslar bulunur. Dünya âhiretin tarlasıdır ve bizler burada ürettiğimiz her şeyin karşılığını/cezasını alacağız.

İnsan sürekli olarak bilgi alan ve veren bir varlıktır. Her birimiz gerek uyurken, gerek uyanıkken içerdiğimiz ilmi, farklı farklı şekillerde evrensel ilim denizine yaymaktayız. Bu nedenle herkes birbiriyle farkında bile olmadan etkileşmekte ve bu şekilde de herkesin ilmi kesişmek sûretiyle bir hologram oluşturmaktadır. İşte insan bilinci, insanlığa ilişkin büyük bir ilim hologramıdır. Hepimiz TEK bir BİLİNÇ, TEK bir AKIL’ız. Bu nedenle; bizlerin yaptığı her şey, sadece kendimizi değil, herkesi, dünyayı ve kâinatı da etkiliyor. Kûr’an’da bahsedilen; ‘Masum bir kişiyi öldürmek tüm insanlığı öldürmek, yaşatmaksa tüm insanlığı yaşatmak gibidir’’ âyeti bunu anlatır. Yapılan hayırlı bir işten dolayı tüm kâinat insana duacı iken, kötü işten dolayı da şikayetçi olur.

Ahirette bizi bu dünyada yaptıklarımız karşılayacak ve insan âhiret’te Rûhaniyetinin sûretinde dirilecektir.  Bu nedenle hem dünya, hem de âhiret için çalışmak çok önemli. Biz dünyada yaşadığımız süreyi Rıza-i İlâhi’yi gözeterek geçirirsek, buradaki hayatımız ibâdet hükmüne girer. Hedef; DOĞRU, DENGE’de ve ADİL bir insan olmak. Bilinç ölümden sonra da devam ediyor. Peygamberimiz, âhirete göçtüğünden beri hâlâ kaç kişinin rüyasına giriyor. Yani hâlâ aktif. Hatta her ayın belli bir gününde kâinatın yönetimi için geçmişte yaşamış, ancak hakîkatte hâlâ diri olan Allah dostlarıyla buluştuğu detaylarıyla anlatılıyor.

Kâinat sadece İNSAN varsa ‘’VAR’’ ve Kâinat’da  o kişinin idrâkine göre ‘’VAR’’. Dışarıda gördüğümüz her şey yalnızca bizim bilincimizin yansıması. Hz.Peygamber’imiz; ‘Bu dünya rüyadır’’ demiş, bu anlayış bugün pek çok bilim insanınca da kabul görmüştür. Rüyada görülen EŞYA başka bir hakîkati sembolize eden bir işarettir, simgedir. Bu dünya RÜYA ise, o zaman bu dünyada görülen her şey başka ŞEY’lerin sembolü ve işaretidir. Örn: Afakta yani dış âlemde gördüğün okyanus ve denizler, Enfüs’te bizim bilincimizi sembolize eder. Denizde canlıların yaşaması PLANKTON’lara bağlıdır. Plankton’ların herhangi bir sebeple kaybolması BALIK neslinin yok olmasına ve DENİZ ANALARI’nın denizleri istila etmesine yol açar. Deniz analarının BEYNİ ve OMURGASI yoktur. Dünya böyle yorumlandığında, beyinsiz ve omurgasız insanların varlığının çoğalacağı anlaşılır. Dünyayı yorumlamaya devam edersek, Kûr’an’da geçen KEVSER (sütten ak bir nehir)kelimesin 1950 ‘li yıllarda keşfedilen, 13 Milyar ışık yılı uzaklıkta olmasına rağmen GÜNEŞ’ten trilyonlarca kat daha fazla ışık ve radyasyon saçan KUASAR’ları ifade ettiğine inanıldığı söylenebilir. KUASAR’ların KARA DELİK’lerin zıddı AK DELİKLER olabileceği anlayışı yaygındır.

KISA ÖZETLER: Hidayet(Doğru yol), Hediye demektir. Tesbih, bir anlamıyla yüzmek, bir anlamıyla ise bir parçacığın merkezinden koparak hedefine doğru yol almasıdır. Kaderin değişmesi de Kader dahilindedir. Bizler gölgenin gölgeleriyiz. Yapmamız gereken gölgemizi aslî hakikatimize iade etmektir. Sûre, tasavvur, hayal etmedir. Kabiliyet-Kabala, kab’ı kadar kabul etmektir. Kosmos, kozmetik yani güzelleşmek ile aynı köktendir. İlim-Amel- Lema(Güneş gibi parlamak) aynı kektendir. İkon, PUT demektir. Önce şimşek çakar, gök gürültüsü sonra duyulur. Her şey olup biter, algı sonra oluşur. Vefat bir Vefa borcudur. Aşk-Işk-Işık aynı köktendir. İlmin sonu cehalettir. İnsanoğlu bencildir. Zarar gördüğü kişinin Allah tarafından ceza görmesini beklerken ve arzularken, kendi ceza gördüğünde bunu sorgular. İblis, biri iki gösteren sistemdir.Keşif Ehli, keşfeden demektir. Keşif ehli müthiş bir zevk içindedir ve bu ‘ekstazi’ etkisi yaratır. Ekstazi=Ex (bedende ölme). Depresyon, Rûh’un tekâmül etme savaşıdır. Sakın yemin etme, Allah yemini çok önemser. Sözün yetsin. Rezonans gereği kiminle yakınlaşırsan, onun bilinç seviyesine uyumlanırsın. Biyo-Manyetik rezonans; Güçlü rezonansı olanın, zayıfı etkisi altına almasıdır. Bu nedenle Hz. Peygamber insanlığın lideri, Kûr’an da kitapların lideridir. Biz geleceğe değil, geçmişe gidiyoruz. Dünya buz, Ahiret SU’dur. Karınca iki boyutlu görür, derinlik görmez. Öfkelendiğinizde hemen ABDEST alınız. Çünkü, ATEŞ’i SU söndürür. Kendini kontrol edemeyen (Takva), başkalarını yönetemez. Bizim ve geçmiş nesillerimizin bilerek veya bilmeyerek işlediği günahlarının temizlenmesi için TÖVBE namazının kılınması gerekir. Her insan suistimale yatkındır. Eğer doğru ve güzel bir insan olmak istiyorsan, hem sevdiğin hem de otoritesinden çekindiğin biri (ALLAH’ımız) muhakkak olmalı hayatımızda. Hayatın temeli DENGE’dir. Otoritesiz sevgi, sevgisiz otorite olmaz. ‘’Eşhedü en lâ ilâhe illallah’’ Şahidim ki her yerde, her şeyde var olan yegâne Allah’tır. Yaşadığım herşey Allah’tandır ve herkes Allah’ımın vechidir. İsim ve sıfatlarının Ayna’larıdır.

Sadakallâhül Azim. AMİN.